Hüseyin Hilmi Işık Efendi ile Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretlerinin tanışması

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Askerî* okulda, lisede okurken, ben namâzımı kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. *İlmihâl’de* de yazdım ya; *Bir kadir gecesi uyuyamadım, yatağımdan fırlayıp kalkdım ve duâ etdim*.


O gece rüyâda, Allahü teâlâ bana *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri’ni* gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında *Nûr* şeklinde idi. Daha sonra, bir gün dersden çıkınca, *Bâyezid* câmiine namaz kılmağa girdim.


Bir de bakdım, câminin Bâyezid meydanına bakan kapısının yanındaki demir parmaklıklı bölmede, bir *Hoca Efendi* va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâat de, Onu dinliyordu. 


Câminin ortasına kadar cemâat dolu idi. Oraya doğru yürüdüm. Parmaklıkların arkasında, nûr yüzlü, sevimli bir *Hoca Efendi*, bir kitâbdan birşeyler anlatıyordu. 


Hoca Efendinin karşısından gidersem *Edebsiz’lik* olur diye düşündüm ve Hoca Efendinin karşısından yürüyüp gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. 


Onun için arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. *Hoca Efendi*, demir parmaklıklara arkası dönük vaziyette oturuyordu. 


Parmaklıkdan atlayıp, tam Onun arkasında oturdum. Kucağını, arkadan seyrediyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, çok merak etdiğim *Konu’ları* anlatıyordu. Biraz sonra ezân okundu. 


Hoca Efendi; *Dersimiz burada kalsın*, deyip, kitâbı kapatdı. Bakdım, *pırıl pırıl*, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden o kitâbı alıp, arkaya, yâni bana uzatdı ve; *Bu kitap, küçük efendiye benim hediyem olsun*, dedi. 


Çok şaşırdım, hayret ettim. Çünkü hiç arkasına bakmamışdı, beni görmemişdi. Arkasında *küçük efendi* olduğunu nerden bildi? Sonra hep berâber namâza kalkıldı. 


Ben, biraz sonra derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım ve ayrıldım. Fakat kendi kendime; *Bu zât kimdir, nerde bulunur?* dedim. Merak etdim, araşdırdım, cemaate sordum. 


Bana cevâben; *Cum’a günleri Eyüp Sultân câmiinde va’z eder*, dediler. Sevindim ve Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. Cum’a namâzına *Eyüp sultâna* gitdim. Maksadım, o *Hoca Efendi’yi* görmekdi. 


Cum’a namazına, *Eyüp Sultân* câmiine gitdim. Maksadım, o *Hoca Efendi*’yi görmekdi. Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim. 


Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; *Abdülhakîm Efendi nerdedir?* dedim. 


O da bana; *O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez*, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim. 


Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum. 


Dedi ki: *O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir*, dedi. 


Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. *Çıkıp, dışarda bekliyeyim*, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş. 


Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir *Bank* vardı. 


Kitapcı, kaba bir şekilde; *Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya!* dedi. O da, *Peki*, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen. 


*Bir dakîka efendim, oturmayın!* dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve *Şimdi oturun efendim*, dedim. 


Ama Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; *Al onu oradan!* dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; *Onu üzerime ört*, buyurdular. 


Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.


Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik. Ben, en önde, *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle Efendi’nin anlatdıklarını dinliyordum. 


Ben, en önde, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle *Efendi*’nin anlatdıklarını dinliyordum.


Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir *Kitap*’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki *Defîne* bulmuş bir *Fakîr* gibiydim.


Yâhut *Serin Su*’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid *Abdülhakîm Efendi*’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.


Söylediği, her biri *Pırlanta* gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.


Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Abdülhakim Efendi hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretleri dediğinde, ben içimden; *İmâm-ı Rabbânî kim acabâ?* diye düşündüm.


Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; *Rabbânî* dediğine göre, *Allahü teâlâ* ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu *İsmi* yazdım. Abdülhakim Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu. 


Biraz sonra da; *Mevlânâ Hâlid* hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu. 


Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; *Bu zât kim acabâ?* dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. *Mevlânâ* dediğine göre bu da *Allahü teâlâ* ile ilgili olabilir, dedim. 


İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, *Hâlid bin Zeyd* diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm. 


Hemen *Mevlânâ Hâlid* ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.


Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi *Efendi* hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, *Kim sevilir, kim sevilmez?* Bunu öğrendim Ondan. 


*Bir sâat* geçmiş, ama bana *bir an* gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. 

Parayı sevme

 Parayı sevme evladım . Paran cebinde olsun, kalbinde değil. Kalbde para sevgisinin olup olmamasının işareti nedir biliyor musun? Parayı kazanınca sevinmemek, kaybedince de üzülmemektir.

(Hidayetullah Erbili hazretleri "rahmetullahi aleyh")

Ehli olmayanlarla din konuşulmaz

 Bütün kitapların özeti ve bütün nasihatların özü, hülasası nedir, biliyor musunuz? Ehl-i sünnet”ten hardal tanesi kadar ayrılan kimselerle arkadaşlık etmek, onlarla konuşmak, kitaplarını okumak, öldürücü zehirdir. İnsanı sonsuz felakete sürükler.Çünkü ehl-i sünnete uymayan bir söz, bir yazı, insanın kalbinde fena iz bırakır. Daha kötüsü insanın iman ve itikadını sarsabilir. Çok dikkatli olmak ...lazım.Yabancılarla her şeyi konuşun. Güreşten, siyasetten, şundan bundan konuşun. Ama dinden, İslamiyet’ten asla. Ehli olmayanlarla din konuşulmaz. Rastgele kimselerden din öğrenilmez.İslamiyet, sadece “Ehl-i sünnet alimleri”nden öğrenilir.Öyle alim yoksa,o alimlerin yazdığı “ilmihal kitapları”na müracaat edilir.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi hazretleri "rahmetullahi aleyh")

SABIR

Aziz: Sabır bahsinde bir asıl vardır ki, sabrın her nevi onda bulunur. Yukarıda da söylediğimiz gibi, nefse güç geleni ve nefse yaramayanı işlemek ve onun zahmetine katlanmak, ulu sabırdır. Nitekim, Resûl Aleyhissalâtü vesselam hazretleri buyurur: Kendisine kerih gelen şeylere sabredenler, çok büyük hayırlara nail olurlar. Beş vakit namazı yerli yerinde kılmak, tertibine riayet etmek, vakitlerini gözetip şaşırmamak, kış günlerinde soğuk su ile abdest almak, yaz günlerinde oruç tutmak ve susuzluğa katlanmak, akçesinden, devesinden sığırından, davarından, tahılından, pirincinden, üzümünden, pekmezinden, balından öşrünü ve zekâtını vermek, farz olan şeylerden ve özellikle öşrü farz olan şeylerden illetsiz öşrünü ve zekâtını gönül rızası ve rahatlığı ile vermek ve zahmetine sabretmek, müstahak olanlara ulaştırmak, hac farz olursa hacca gitmek, bütün kaideleri ve menâsiki ile hac farizasını yerine getirmek, her biri başlı başına birer nevi sabırdır. 


İbn-i Abbas radıyallahu anh buyurur ki: “Musibete sabretmekte sabr-ı-cemil odur ki, musibet ehlinin halini soranlar, musibet ehlinin kim olduğunu bilmeyip ancak sorarak öğrensinler. Bu, ister küçük, isterse büyük bir musibet olsun, musibet ehlinin zahirinde ve bâtınında bir kınama, bir şikâyet görülmemelidir ki, onun musibete sabretmesi gerçek olsun ve kendisine hesapsız ecir verilebilsin.” Günah işlememek ve küfre sabretmek nasıl olur, yukarıda anlatmıştım. Münasip hikâyeler de söylemiştim. Duydun ve anladın ki, Asiye ve Mâşite hatunlar, din yolunda nice mihnet ve meşakkatlere katlandılar. Şu hâlde, sen de gerektir ki sabır edesin, günah olacak veya -Ne'ûzü billah- küfür sayılacak işleri işlemeyesin. Açlıktan veya hastalıktan korkarak, şöhret veya dünya tamahı veya nefsin hazzı için günah sayılan işleri işlemeyesin. Sonra, pişman olmayıp hesapsız ecirler bulasın. Elinde bulunan malı, manasız ve lüzumsuz yerlere, şöhretlere, hengâmelere, çalgılara, zalimlere harcamayasın ve sabır edesin ki, bu dahi ulu sabırdır.  


Hâsılı, mü'min her belâya sabreder, razı olur ve darılmazsa, Allahu teâlâ da ondan razı olur ve ona darılmaz. Nitekim, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar:  

“Bütün belâlara razı olanlardan, Allâhu teâlâ da razı olur.” Bu sebeple, haktan gelene razı olmak gerektir. Fakir düşünce (Ah, bir zengin olsam.) zenginleşince (Ah, bir fakir olsam.) sağ ve sıhhatte iken (Ah, bir hasta olsam.) hastalanınca (Ah, bir iyileşip sıhhatime kavuşsam.) sevinince (Ah, bir tasalı olsam.) ve tasalanınca: (Ah, bir sevinebilsem.) dememeli, mihnette olunca rahat istememeli, rahatta olunca sıkıntı, mihnet aramamalı, sözün kısası haktan ne gelirse ona şükretmeli, haline razı olmalı, açlık veya tokluk kaygısına bile düşmemelidir. Zira, kul hayır ve fayda nerededir, bilmez: Allahu Teâlâ’nın hayrı, dilediği yerdedir. Şunu iyi bil ki, bir kişiye haktan bir şey geldiği zaman, nefs ondan incinir, kaşlarını çatar, yüzünü buruşturur ve üzülürse, bu da bir tür sabırsızlıktır, incinmektir, şikâyettir.  


Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri’nin (ks)

Müzekk-in Nüfus eserinden alıntıdır.

Bu gün Hak gizlenmiş, Bâtıl ise hak şekline bürünmüş

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: 


*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor. 


*Şeytan*, yâni bâtıl, peri şekline girmiş, melek şekline girmiş, herkese sevimli, nûrlu, güzel gözüküyor. *Melek*, yâni hak ise, saklanmış, gizlenmiş, görünmüyor. 


Şeytan, *Peri* şekline girmiş, her tarafda cilve yapıyor, süslü püslü dolaşıyor, kendini gösteriyor. Şaşırdım kaldım hayretden aklım gidiyor. Böyle diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 

  

Abdülhakîm Efendi Hazretleri, bir gün cebinden kâğıt kalem çıkardı. Üzerine birşeyler yazdı, yazdı, yazdı, sonra bana uzatıp; *Al, bunları oku!* dedi. 


Bir de bakdım ki: na-sa-ra   yen-su-ru   nas-ran   nâ-sı-run   men-sû-run diye yazmış mübârek. Devâmı var, hem de sayfalarca. *Bunları ezberle!* buyurdu. Tabii başüstüne efendim, dedim. 


Bir ay içinde ezberledim. Bir gün bana; *Yazdıklarımı okudun mu?* buyurdular. Evet efendim, dedim. *Oku bakalım!* dediler. Ezberden okudum. Çok hoşuna gitdi mübâreğin. 


Gene bir kâğıt çıkardı, birşeyler daha yazıp; *Al, bunları da ezberle!* buyurdu. Birkaç kerrede, bu fiil çekimlerini bitirdik. Abdülhakim Arvasi Efendi, bana; *Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin anahtarıdır*, dedi. 


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Bu dînin aslı; Bu *İyi*, bu da *Kötü*, diyebilmekdir. Yâni hakkı bâtıl’dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. *İcraat* da lâzım. Çünkü *İyi*’yi bilen, ona tâbi olacak. 


*Kötü*’yü bilen de, kötülükden sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri kuddise sirruh buyuruyor ki: *İlim, edinmek içindir*. 


Yâni *İlâç*, içmek içindir. *Su*, içip kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *Şifâ* istiyorsak, ilâcını içeceğiz kardeşim.

Uhud gazası İslâm tarihinin en büyük ve mühim gazalarından birisidir

 “Uhud gazası, İslâm tarihinin en büyük ve mühim gazalarından birisidir. Bu gazada, Eshâb-ı kirâm önce harbi kazanmış iken, sonradan müşrikler vadiyi dolaşarak Eshâb-ı kirâmı (aleyhimürrıdvân) arkadan vurdular. İslâm ordusu karıştı. Pek çok Eshâb-ı kirâm, şehîdlik mertebesine kavuştu. Bu gazada bulunan ve şehîd olan Eshâb-ı kirâmın şecâat ve kahramanlıkları, İslâm tarihinin en şerefli kahramanlık destanlarıdır. Burada Eshâb-ı kirâmdan birkaç zâtın ahvâlini bildirelim:


Talha bin Ubeydullah (radıyallahü anh) o gün Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) etrafını müşriklerin kuşattığını görünce, ne tarafa koşacağını, ne tarafa yetişeceğini şaşırmıştı. Bir sağ tarafdan hücum edenlere, bir sol tarafdan hücum edenlere karşı çarpışıyordu. Kendini Resûlullaha siper ediyordu. Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) bir zarar gelir korkusu ile titriyordu. Resûlullahın yanında döne döne çarpışıyordu. Müşriklerden keskin nişancı, attığını vuran Mâlik bin Zübeyr isminde bir ok atıcı vardı. Bu hain, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) nişan alarak, bir ok attı. Resûlullahın mubârek başına doğru gelen bu oka, başka hiçbir şekilde karşı koyamayacağını anlayan Talha (radıyallahü anh), elini açarak oka karşı tuttu. Ok avucunu parçaladı.


Kadın sahâbîlerinden, Ümm-i Ümâre de (radıyallahü anhâ), zevci ve oğlu ile, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında çarpışıyordu. Oğlu, zevci, kendisi ve diğer Eshâb-ı kirâm, kendilerini Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) siper ediyorlardı. Oğlu yaralanınca, oğlunun yarasını ve diğer sahâbîlerin yaralarını sarıyor, susuz olanlara su dağıtıyordu. Daha sonra, eline bir kılıç alarak çarpışmaya başladı. İbni Kâmia kâfiri Resûlullahı öldürmeye yemin etmişti. Resûlullahı gördü. Resûlullaha hücum edince, Ümm-i Ümâre atının önüne geçti. Atını durdurup İbni Kâmiaya saldırdı. O müşrikin üzerinde zırh olduğu için darbeleri pek tesir etmedi. Zırh olmasaydı, o da katledilen diğer müşriklerin yanına gidecekti. Nihayet o müşrikin şiddetli bir hücumu ile boğazından ağır yaralandı. Resûlullah onun için, (Uhud günü ne tarafıma bakdıysam, hep Ümm-i Ümâreyi gördüm) buyurmuştur.


Mus’ab bin Ümeyr (radıyallahü anh), Uhud gazasında muhâcirlerin sancağını taşıyordu. İki zırh giyinmişti. İbni Kâmia kâfiri Mus’aba (radıyallahü anh) saldırdı. Çünkü Mus’ab (radıyallahü anh) kendisini Resûlullaha siper ediyordu. İbni Kâmia bir kılıç darbesi ile Mus’abın (radıyallahü anh) sağ kolunu kesti. Sancağı sol koluna aldı. Bu sırada Âl-i imrân sûresinin (Muhammed ancak Allahın resûlüdür) meâlindeki yüzkırkdördüncü âyetini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kolları ile tutup göğsüne bastırdı. Yine aynı âyet-i kerîmeyi okuyordu. İslâm Sancağını yine bırakmamıştı. En son göğsüne saplanan mızrak ile, şehîd oldu. Fakat İslâm Sancağını yine bırakmamıştı.


Daha yüzlerce misâlini yazmak mümkün olan bu hâdiseler, hep şahiddir ki, Eshâb-ı kirâmın ve bindörtyüz seneden beri gelmiş olan müslümanların hepsi, seve seve canlarını Resûlullahın uğruna ve Allahü teâlânın rızâsı için fedâ etmişlerdir.”


[Cevâb Veremedi]

Ramazan-ı şerifte açıktan oruç yiyenin imanı gidebilir

 Ramazan-ı şerifte açıktan oruç yiyenin imanı gidebilir.Çünkü aşikâre oruç yemek, Allahü teâlânın emrini hafife almak, ehemmiyet vermemek alametidir. Allah’ın emrine ehemmiyet vermeyenin, buna zerre kadar dahi üzülmeyenin imanı gider.

(Hafız Sadullah Efendi hazretleri "rahmetullahi aleyh")

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın dînine hizmet edenlere, meselâ bizim kitaplarımızı satanlara, hediye edenlere, dağıtanlara, yâni Allahü teâlânın dînini öğretenlere veyâ öğretilmesine sebep olanlara ne mutlu.


Çünkü Allahü teâlâ onlara, Cennette öyle *Köşk*’ler verecek ki, insanlar o köşkleri görünce şaşıracaklar, hattâ merak edecekler.


*Allah Allaaah! Bu köşkler, acabâ hangi *Peygamberin* köşkü? Hangi *Evliyânın* köşkü? diye birbirlerine soracaklar. Cenâb-ı Hak da bunu bildirecek ve: 


*Hayır hayır, onlar ne Evliyâlarındır, ne de Peygamberlerin. Onlar, âhir zamanda gelip de, benim dînimi, benim kullarıma öğretenlere âitdir*, diye buyuracak. 


*Tam İlmihâl*, bir hazîne kardeşim. İçinde herşey var. Bu bilgilerin hepsi, ehl-i sünnet âlimlerinin kelâmlarıdır. O büyüklerin sözleridir. Bu kitâbın içinde, bize âit tek bir *Satır*, hattâ tek bir *Kelime* yok. 


Peki, bu bilgileri nerden aldık? Bu *İlmihâl*, tanınmış büyük İslâm âlimlerinin, *Arabî* ve *Fârisî* olarak yazdığı *Bin*’den fazla kıymetli kitâplardan alınarak hazırlanmışdır. 


Yâni bu *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbı, binlerce *Çiçek*’den, tek tek toplanarak yapılan *Tatlı* ve *Şifâlı* bal gibidir kardeşim. 


Bu ilmihâli okuyan, *Âlim* olur. Hele içindekilerini yaparsa, *Evliyâ* olur efendim. Böyle bir hazîne varken, başka kitâba ihtiyâç var mı? 


Efendim her *Kitap*, o günün şartlarında, o günün insanlarına, o insanların suâllerine cevap olarak yazılmışdır. 


İşte o kıymetli kitaplardan, bugüne âit olanları, yâni bu zamânın insanlarına lâzım olanları seçilmiş ve *Tam İlmihâle* konmuşdur. Çok mühim bu. 


Benim ömrüm, bu kitâbın içinde geçdi. Onun için bu asrın mürşid-i kâmili, *Tam İlmihâl*’dir efendim. 


Bir insan, birini çok seviyorsa, ondan çok bahsedilmesini ister veyâ kendisi, hep ondan bahseder. Benim ömrüm, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerini ve *Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretlerini anlatmakla geçdi. 


Tekrar tekrar anlatıyorum. Hattâ siz bunları biliyorsunuzdur, daha önce duymuşsunuzdur. Ama ben yine de anlatırım. Benim işim bu. Peki, tekrar tekrar anlatmanın ne fâidesi var? 


Efendim, 1000 defâ da dinleseniz, 1001 inci defâsında yine bir şey istifâde edersiniz. Çünkü her seferinde, o *Büyükler*’in rûhâniyeti orada hazır olur. *Feyz* alırsınız, kalbiniz nûrlanır. Mühim olan da, beyin değil, *Kalb*’dir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda cihâd etdikleri için. Dîn-i islâmı yaymak için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda cihâd için yürüdüler ve şehîd oldular. 


Bizim âbiler de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah yolunda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç acı çekmezler. Daha doğrusu, öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu ibâdetdir. Âlim, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. Bizim âbiler de bunu biliyorlar. O hâlde arkadaşlarımızın hepsi *Âlim*’dir kardeşim. Neden? 


Çünkü onlar da hakkı bâtıldan ayırıyorlar. Kim sevilir, kim sevilmez, bunu da iyi biliyorlar. O hâlde bütün ar-kadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. 


Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? İşte bunun için bizim arkadaşlar, *Bid’at* ehli olmazlar. *Müşrik* hiç olmazlar. 


Çünkü onların îmânları ve îtikâdları çok sağlam. Onların kalblerinde bu doğru *Îmân*, bu doğru *Îtikad* olduğu müddetçe, onlar dalâlete düşmezler. 


Günâhkâr olabilirler, ama dalâlete düşmezler. Öyleyse birbirimizin kıymetini bilelim. Hepimiz çok *Şanslı*’yız, çok *Bahtiyar*’ız kardeşim. 


Mektûbâtda yazıyor ki: *Allahü teâlânın sevgili kulu olmanın ölçüsü, O’nun dînini, O’nun kullarına yaymakdır. Onlara islâmiyeti anlatmakdır*. 


Hattâ Mehmed Ma’sûm hazretlerinin bir mektûbu var. Orada da; *Sizin Allah indinde bu kadar makbûl olmanızın sebebi, orada fıkh bilgilerini yaymakdan dolayıdır*, diyor. 


Yoksa gösterdiğiniz hârikulâde hâller, kerâmetler değildir. Öyle yazıyor mektûbunda. Böyle şeylerle bizim de hiç ilgimiz ve alâkamız yok efendim. 


Böyle şeyleri düşünmek bile istemeyiz. Çünkü ihtiyâcımız yok. Zâten *Mûcize* ve *Kerâmet*, şüphesi olanlar, ihtiyâcı olanlar içindir. Bizim şüphemiz yok ki, elhamdülillah.

İnsanlar ve yerküresi

“İnsanların, büyük bir sürat ile fezada tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu, toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yer çekimi kuvveti ile kalabilerek yaşaması, ne büyük bir mucizedir. Ya etrafımızdaki dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar, nebâtlar, nasıl bir büyük kudret sayesinde meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü türlü hassalar göstermektedir. Üzerimize ışıklarını gönderen güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harareti sağlar ve nebâtların yetişmesini, bazılarının içinde ise, kimyevi değişiklikler yaparak, un, şeker ve daha nice maddelerin meydana gelmesini temin eder. Halbuki biliyoruz ki, yer küremiz, kâinât içinde ufacık bir varlıktır. Güneşin etrafında dönen seyyarelerden meydana gelen ve içinde dünyamızın da bulunduğu güneş sistemi, kâinât içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden biridir.


İnsan, kendi vücudunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkına varmaz. Hâlbuki, yalnız nefes alıp vermek bile, muazzam bir kimya hadisesidir. Havadan alınan oksijen, vücuddaki maddeleri yaktıktan sonra, karbon dioksit halinde dışarı çıkarılır. Sindirim (hazm) sistemi ise, muazzam bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve içecekler, mide ve bağırsaklarda parçalanıp işlendikten sonra, vücuda faydalı olan kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu muazzam hadise, otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakta, vücud bir fabrika gibi işlemektedir.


Bunların tafsilatını anlatmaya defter ve kalem kâfi gelmez. Astronomi, anatomi, yani ilm-i teşrîh, zooloji ve botanik yani hayvanat ve nebâtâtı inceleyen ilimlerde âlim olanlara, bu husus güneşden daha açıktır. Bilhâssa Evliyâ-i kirâma, yani ruhlar aleminde yükselmiş olanlara, Allahü teâlânın fiillerinin ne kadar muhkem ve muntazam olduğu, gayet âşikârdır, açıktır. Muhkem ve muntazam işler ise, o işleri yapanın ilminin yüksekliğine delalet eder.


Nitekim, Bakara sûresinin yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen: (Muhakkak ki, [yıldızlarla süslü] göklerin ve [dağlar, denizler ve nebâtât vb. ile süslü] Arzın yaratılışında, gece ve gündüzün birbirini takibinde, [insanları ve] insanlara faydalı olan şeyleri denizde götürüp giden gemilerde; yeryüzü kuruduktan sonra, Allahü teâlânın gökten yağmur indirerek nebâtâtı diriltmesinde, o Arz üzerinde, her türlü hayvânâtı yaymasında, rüzgârları her taraftan estirmesinde, sema ile Arz arasında bulutların, Allahü teâlânın emir ve hükmü ile gitmesinde, akıl, fikir ve nazar sahibi olanlar için, Allahü teâlânın kudret ve azametine delîller ve ibretler vardır) buyurulmuştur.”


[Cevâb Veremedi]

İslami bilgiler, ekmek ve su gibi her insana lazımdır

 İslami bilgiler, ekmek ve su gibi her insana lazımdır. Ancak amel edilmeyen ilmin faydası olmaz. Müslüman, öğrendiğiyle amel etmesi lazımdır.Amelsiz kuru ilim, insana yüktür, vebaldir. Böyleleri, mahşer günü Allahü teâlânın ihsanına kavuşamazlar.

(Ahmed bin Hanbel hazretleri “rahmetullahi aleyh”)