Osmanlı Sultanlarının Ehl-i Beyt sevgisi

Sultan İkinci Abdülhamid Han, Peygamber efendimize olan tazim ve muhabbetini, Onun kutsal beldesine hizmetler götürerek ve İslam Birliği gayesini gerçekleştirmeye çalışarak göstermiştir. Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesafeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel örneği olmuştur. Demiryolu yapımının Medine’ye ulaştığı esnada, Sultanın verdiği şu çok özel talimat; onun, Ehl-i Beyt’in şahsında Peygamber efendimize olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misaldir:
“Mümkün olan aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların mübarek ruhları rahatsız olmasın!..”

Kulaklarım bereketlensin
Sultan Abdülmecid Han son hastalığında, yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunup irade-i şahane alınıyordu. Sıradaki bir yazı için, Medine halkının bir dilekçesi okunacak denildi. (Durun, okumayın, beni oturtun) buyurdu. Arkasına yastık konup, oturtuldu. (Onlar, Resulullah efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten haya ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Ertesi gün vefat etti.

Hadimül-haremeyn deyin
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethedip, hilafeti esaretten kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de Sultanül-haremeyn diyen hatibi susturup, (Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Hadimül-haremeyn deyin) buyurmuştur.

Surre alayları
Sultan Birinci Mehmed Han, Haremeyne her sene Surre alayı göndermek güzel âdetini çıkarmıştır.

Osmanlı padişahlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerifeyn ahalisine, zahidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para ve değerli eşyalara surre; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi.

Her şeyin en güzelini Haremeyn-i şerifeyne layık gören Osmanlılar da, surre alaylarının en güzellerini gönderdiler. Bu hizmet devletin yıkılışına kadar en zor şartlarda bile devam ettirildi.

Gönderilirken, Kur’an-ı kerim ve na’tlar okunur, kurbanlar kesilir, buhûrdânlar yakılır, tekbir getirilir, dualar edilirdi. Receb ayının on ikisinde Üsküdar’a geçirilen surre alayı halkın coşkun sevgi gösterileri arasında yeni hediye katarları ve hacı adaylarının da iştirakı ile Hicaz’a doğru yoluna devam ederdi. Yol üzerinde bulunan beylerbeyi ve sancakbeyleri surrenin emniyetini temin etmekle mükelleftiler.

Surre alaylarının sonuncusu 1915 yılında gönderildi. Daha sonra Mekke Emirinin isyânı (1916) ve toprakların elden çıkması sebebiyle gönderilen surre alayları yerine ulaşamadı.

Yüzün sür kademine o gülün
İstanbul’da Sultan Ahmed Camiini yaptıran, Birinci Ahmed Han, İslamiyet’e ve Resulullah efendimize gönülden bağlı idi. Beytullahın ve Hucre-i seadetin perdeleri Mısır’da dokunurdu. Ahmed han, İstanbul'da dokutup saygı ile göndermiştir.

Bahtî mahlasıyla şiir de yazan Ahmed Han, Nakş-ı kadem-i şerîf [Peygamber efendimizin mübarek ayak izi] şeklinde murassâ bir sorguç yaptırmış, ortasına da mavi mine üzerine altınla kendisine ait şu mısraları yazdırmıştı:

N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol hazret-i şâh-ı Rüsülün
Göl-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir.
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.

Sultan Ahmed Han, Cuma ve Bayram günlerinde ve diğer mübarek günlerde başına bu sorgucu takardı.

Kimim var hazretinden gayrı
Sultan İkinci Mahmud Han’ın, Hücre-i saadete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki yazı, Osmanlı sultanlarının Resulullah efendimize olan hürmet ve muhabbetlerinin başka bir vesikasıdır.

Şamdan ihdaya eyledim cüret ya Resulallah! 
Muradım der-i ulyaya hizmet, ya Resulallah! 

Değildir ravdaya şayeste, destaviz-i naçizim, 
Kabulünle kıl ihsan u inayet, ya Resulallah! 

Kimim var hazretinden gayrı, halim eyleyem i'lam, 
Cenabındandır ihsan u mürüvvet, ya Resulallah! 

Dahilek, el'eman, sad el- eman, dergahına düştüm, 
Terahhüm kıl, bana eyle şefaat ya Resulallah! 

Dü- alemde kıl istishab bu Han Mahmud-i Adliyi, 
Senindir evvel ü âhırda devlet ya Resulallah!

“Nakibü’l Eşraflık” müessesesi
Devlet-i Âliye; Fahri Kâinat Efendimiz ve Onun kutlu soyu Ehl-i Beyt’e hürmet ve hizmetini, müesseseler kurarak da fiilen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dahilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid ve Şerifleri tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak “Nakibü’l Eşraflık” müessesesi ihdas etmiş ve başına da Âl-i Beyt’e mensup “Nakibü’l Eşraf” isimli bir memur atamıştır.

Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyazlarla, topraklarımızda dağınık halde bulunan Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükun içerisinde hayat sürmelerini amaçlamıştır.

Osmanlı, Nakibü’l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri gitmiştir ki, bazı padişahların Eyüp Sultan Türbesinde tertiplenen cülus merasimlerinde onlara, kılıç dahi kuşattırmıştır. Mesela, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa Han’a, Şeyhülislam ile beraber Nakibü’l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce, yine Nakibü’l Eşraf bağlılığını arzedip dua etmiştir. Savaşlarda ise, padişahla beraber Nakibü’l Eşraf da sefere katılıyor ve Hazret-i Peygamberin sancağı dibinde yürüyordu. Sancak-ı Şerif’in İstanbul’dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nakibü’l Eşraf ile maiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salevat getiriyorlardı...

(Ekrem Buğra Ekinci)

Birgivî şerhi ve kaza namazı











Birgivî şerhi ve kaza namazı
Sual: Birgivî vasiyetnamesinin bir şerhinde, (Kaza namazı borcu olan, sünnetleri kılarken kazaya da niyet eder) deniliyormuş. Böyle bir şey var mıdır?
CEVAP
Evet, vardır. Yukarıda ki orijinal yazıda, üzerinde çok kaza namazı borcu olanın, sünnetleri kılarken, kazaya da niyet etmesi gerektiği bildiriliyor. Akşam namazının sünnetini üç, yatsının son sünnetini üç kılıp kunutu okursa, hem kaza borcunu ödemiş, hem de sünnetleri kılmış olacağı yazılıdır. Çünkü orada önemli olan rekat sayısı değil, farzdan başka bir namaz kılmaktır. Üç rekât da kılınsa, sünnet yerine gelmiş oluyor. Kitapta ayrıca, iki niyetin sahih olduğunu vurgulamak için, (Bir şeyle iki şey eda olunur. Nitekim rükû ile secde-i tilavet eda olunduğu gibi) deniyor. (Sayfa 263)

Sünnetleri kılarken kaza namazına nasıl niyet edilir?

Sual: Sünnetleri kılarken kaza namazına nasıl niyet edilir?
CEVAP

Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretleri, (Dört mezhebe göre de, yıllarca kaza borcu olan, sünnetleri kılarken, kazaya da niyet ederek kılmalıdır. Sabah namazından başka dört vakit namazın sünnetlerini ve Cuma namazlarının ilk, son ve vakit sünnetlerini kılarken, kılınmamış farz namazını da ve akşamla yatsının son sünnetini kılarken, üç rekât akşam ve vitir namazını da kaza etmeye niyet ederek kılmalıdır. Böyle olduğunu ispat eden deliller, Hanefî âlimlerinin kitaplarında pek çoktur.) buyuruyor. (S. Ebediyye)

Kaza namazlarını kılıp bir an önce farz borcundan kurtulmak lazımdır. Fırsat buldukça kaza namazı kılmalıdır. Hesabın kolay olması için, sünnetleri kılarken kazaya da niyet edilirse ve aşağıda bildirildiği gibi kılınırsa, bir günlük kaza namazı kılınmış olur.
Sabah namazının sünnetine vacib diyen âlimler de olduğu için sabah namazının sünnetine sünnet diye niyet etmelidir.
Öğle namazının ilk dört rekat sünnetini kılarken, (İlk kazaya kalmış öğle namazının farzını ve öğlenin ilk sünnetini kılmaya) diye niyet edilir. Aynen farz gibi kılınır. Son iki rekatta zamm-ı sure okunsa da olur, okunmasa da olur. Çünkü dört rekatlı farz namazların son iki rekatında zamm-ı sure okumakta mahzur yoktur.
Öğle namazının son sünnetini kılarken, (İlk kazaya kalmış sabah namazının farzını ve öğlenin son sünnetini kılmaya) diye niyet edilir.
İkindi namazının sünnetini kılarken de, (İlk kazaya kalmış ikindi namazının farzını ve vaktin sünnetini kılmaya) diye niyet edilir.
Akşam namazının sünnetini kılarken, (İlk kazaya kalmış akşam namazının farzını ve vaktin sünnetini kılmaya) diye niyet edilir ve [akşam namazı gibi] üç rekat kılınır. Üç rekat nafile olmadığı için, böyle niyet uygun olmaz sananlar var. Peygamber efendimiz, akşamın farzından sonra 2, 4, 6 rekat sünnet kılmıştır. Bir kimse de akşamın farzından sonra herhangi bir namaz kılarsa, bu sünneti yerine getirmiş olur.
Yatsı namazının ilk sünnetini kılarken, (İlk kazaya kalmış yatsı namazının farzını ve vaktin sünnetini kılmaya) diye niyet edilir.
Yatsının son sünnetini kılarken de, (İlk kazaya kalmış vitir vacibi ve yatsının son sünnetini kılmaya) diye niyet ederek üç rekat vitir namazı kılınır. Burada da farzdan sonra, bir namaz kılındığı için sünnet yerine gelmiş olur.
Böylece bir günlük kaza namazı kılınmış olur, sünnetler de terkedilmiş olmaz. Bir kişi, böyle kaza kılarken vaktin sünnetine diye niyet etmese de yine sünneti terk etmiş olmaz. Çünkü sünnet, vaktin farzından başka bir namaz kılmak demektir. (N. Fıkhıyye)
Kaza namazı her zaman kılınır. Sadece akşama 45 dakika kala, güneş doğduktan sonra 50 dk geçinceye kadar ve öğleye 20 dk kalınca kaza kılınmaz. Bunun haricinde her zaman kaza kılınır.
Cumanın sünnetlerini ve teravih namazını, kuşluk, evvabin, teheccüd gibi nafile namazları kılarken de aynı şekilde niyet edilir. Mesela gece kalkan kimse, abdest aldıktan sonra, (İlk kazaya kalan … namazının farzını ve teheccüd namazı ve sübha namazı kılmaya) diye niyet edebilir.
İstihare namaz, hacet namazı gibi nadiren kılınan istisna nafile namazlarda, küsuf ve husuf namazları cemaatle kılındığı zaman, kazaya niyet edilmez. Bunlar ne namazı ise o niyetle, yani nafile niyetiyle kılınır.
Kaza kılarken erkeklerin ezan ve ikamet okuması sünnettir. Birden fazla kaza namazı kılarken, her defasında ezan okunmasa da olur. İkameti okumalıdır.
Cumanın ilk sünnetini kılarken, (Cumanın sünnetini ve ilk kazaya kalmış öğle [ikindi veya yatsı] namazının farzını kılmaya) diye niyet edilir. Cumanın farzından sonra 10 rekat namaz kılınır. Bunun ilk dört rekatını kılarken, (Cumanın son sünnetine ve ilk kazaya kalmış öğle [ikindi veya yatsı] namazının farzını kılmaya) diye niyet edilir. İkinci dört rekatı kılarken, (Vaktine yetişip kılmadığım son öğle namazının farzını kılmaya) diye niyet edilir ve farz gibi kılınır. Buna zuhr-i ahir namazı denir, mutlaka kılmalıdır. Cuma namazı kabul olmazsa, bu namaz o günün öğle namazı yerine geçer. Sonra iki rekat daha kılınır, buna da (Vaktin son sünnetini ve ilk kazaya kalmış sabah namazının farzını kılmaya) diye niyet edilir.
Teravih namazını cemaatle kılmak, sünnet-i kifayedir. Yani, cemaatle kılanlar varsa, bu sünnet yerine gelmiş olur. Teravih kılarken, kazaya da niyet etmelidir. (İlk kazaya kalan … namazına ve teravih namazına) diye niyet edilir. Teravih namazı da, bir günlük kaza namazı da, 20 rekat olduğu için, bir günlük kaza kılan, teravihi de kılmış olur. Kaza kılarken, teravih dualarını da bunların arasında okuyabilir.
Camide veya evde, cemaat ile teravih kılındığı zaman, kaza borcu olan veya imamın namazının sahih olduğuna güvenmeyen kimse, namaza yeni başlayanlara önayak olup, onları namaza alıştırmak ve dedikodu, fitne çıkmasını önlemek için, cemaat ile teravih kılar. Fakat, bu imama uymaz. Niyet etmiş görünür. Kendisi, yapabilirse kaza kılar. İmam, iki rekatta bir selam veriyorsa, sabah namazı farzlarını, dört rekatta bir selam veriyorsa, diğer farzları kaza etmeğe de niyet eder. Kaza namazına da niyet edince, imamın hareketlerine uyamaz ise, yalnız teravih kılmaya niyet ederek böyle imama da uyar. Fakat, imama uymaya niyet etmeden, imamla birlikte hareket ederek kaza kılmak zor olduğu için, camiye gitmek zorunda kalan, yalnız teravih kılmaya niyet ederek imama uyar. Şafii’de ise, başka namaz kılan imama uymak caiz olduğu için, teravih kılan imama uyarak kaza namazı kılabilir; fakat bunun için Şafii mezhebi taklit edilmez. Ancak Şafii olan, böyle kılabilir.
Sual: Diğer sünnetleri kılarken kazaya niyet ettiğimiz halde sabahın sünnetini kılarken niye kazaya da niyet etmiyoruz?
CEVAP
Sabahın sünneti, diğer sünnetlere göre çok kuvvetlidir. Bazı âlimler vacib olduğunu bildirmişlerdir. Bunun için özür yokken sabahın sünnetini oturarak veya hayvan üzerinde kılmak caiz değildir. (Dürr-ül muhtar)
Nafileleri özürsüz oturarak kılmak caizdir. Yalnız sabah namazının sünneti bundan müstesnadır. (Merakıl-felah)
Nihaye, Hazain ve diğer kitaplara göre, sabah namazının sünnetinin vacip olduğunu bildiren âlimler vardır. (Redd-ül-muhtar)
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Sizi atlılar kovalasa da, sabahın iki rekat sünnetini bırakmayın.) [Ebu Davud]
(Vitir ile sabah namazının sünneti bana farzdır.) [İ.Ahmed, Taberani]
(Sabah namazının iki rekat sünneti dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.) [Müslim, Tirmizi, İ.Ahmed]
Hazret-i Aişe validemiz, (Resulullah, sabah namazının iki rekat nafilesine [yani sünnetine] diğer nafilelerden daha çok önem verirdi) buyurdu. (Buhari)
Resulullahın, sabahın farzından önce iki rekat nafileden sonra, öğlenin farzından önce de dört rekat nafile namaza da önem verdiği bildirildi. (Buhari)
Yukarıda bildirilen sebeplerden dolayı, sabah namazının sünneti yerine kaza kılınmamaktadır.

BİR BAKRAÇ YOĞURT


Kanuni Sultan Süleyman Han, kendi parasıyla Süleymaniye adını verdiği camiyi yaptırdı. Cami bitince namazlar kılındı. Sultan, hayırlı bir iş yaptığı için çok sevindi. (İnşallah çok sevab kazandım) diye düşündü.
O gece bir rüya gördü. Terazinin bir kefesinde Süleymaniye Camii, diğerinde ise bir bakraç yoğurt vardı. Sevab olarak, yoğurt tarafı daha ağır geliyordu. Uyanınca merak etti, rüyasını Ebussuud Efendiye anlattı, (Hocam hayırdır inşallah, bu rüyanın tabiri nedir?) diye sordu. O da, (Bir araştırayım) dedi. Gidip inşaatta çalışan işçilere sordu. Bir ihtiyar ninenin, çok sıcak bir günde soğuk bir bakraç yoğurt getirip, (Başka bir şeyim yok, Allah rızası için alın, ayran yapıp için) dediğini söylediler. Ebussuud Efendi, sultanın yanına gidip durumu anlattı. Sultan, ihtiyar kadının hâlis niyetine gıpta etti.
Bu yüzden niyet çok önemlidir. Küçük bir şey bile, hâlis niyetle yani Allah rızası için yapılırsa, dağlar kadar hayırdan daha üstün olur. Mesela bir talebe, dinini öğrenmeye ve dine hizmet etmeye, Müslümanlara ve insanlara faydalı olmaya niyet ederek okuluna giderse, her nefesi zikir olur. Bunun gibi, hâlis niyetle yapılan bütün dünya çalışmaları âhiret olur.

Bir Testi Su

Çöl ortasında fakir bir bedevî, çadırında hanımıyla oturuyordu. Bir gece hanımı;

“- Bütün yoksulluğu, cefayı biz çekiyoruz. Herkesin ömrü bollukla geçiyor. Sadece biz fakiriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü. Testimiz yok, suyumuz göz yaşı… Gündüzün elbisemiz güneş, geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı. Açlığımızdan dolunayı okkalık ekmek sanarak, gökyüzüne saldırıyoruz… Bizim halimiz ne olacak böyle?” diye dert yandı.

Bedevî şöyle cevap verdi:

“- Be kadın, daha ne zamana dek dünya malını arayıp duracaksın? Şu dünyada ne kadar ömrümüz kaldı? Akıllı kişi artığa eksiğe bakmaz. Gençken daha kanaatkâr idin, yaşlandın hırsın arttı; altın istiyorsun. Halbuki önceden altın gibiydin sen.. Ne oldu sana?”

Hanımı bunları dinlemiyor, üstelik azdıkça azıyordu. Devamla: “- Ey namustan gayri bir şeyi olmayan adam.. Artık senin yaldızlı sözlerinden bıktım. Halimize bak da utan! Bana kanaatten bahsediyorsun. Ne vakte kadar bu çalım? Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın? Sen bunları geç de yola gel!

Kocası cevap verdi:

“- Sen kadın mısın, yoksa keder misin? Yoksulluğumla ben iftihar ederim. Başıma kakma! Mal, mülk ve para başta külah gibidir. Külaha sığınan keldir. Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalan kişidir. Malı vardır da o mal ayıbını örter. Yoksulluk senin anlayacağın şey değildir, yoksulluğa hor bakma! ALLAH -celle celâlühû- göstermesin, benim dünyaya karşı tamahım yok. Gönlümde, kanaatten bir alem var. Ey kadın! Kavgayı, darılmayı bırak! Bırakmayacaksan hiç olmazsa beni bırak! Ben iyiyle, kötüyle kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşlar şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte… Susacaksan ne âlâ, eğer susmazsan, şimdi evimi, barkımı bırakır alır başımı giderim…”

Kadın, kocasını hiddetli görünce ağlamaya başladı, güya pişmanlık gösterdi. Bedevî karısının gözyaşlarına dayanamadı, söylediklerine pişman oldu.

Onun bu pişmanlığım sezen kadın, kocasına şu aklı verdi:

“- Testimizde yağmur suyu var. Malımız mülkümüz de bundan ibaret. Bu testiyi al, git Padişahlar Padişahı’nın huzuruna gir, armağanını sun. De ki: “Bizim bundan başka, hiçbir malımız mülkümüz yok, çölde de bundan iyisi hiç bulunmaz… Padişahımızın hazîneleri varsa, bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur.”

Zavallı kadın, Bağdat’ın ortasından şeker gibi Dicle’nin akıp gitmekte olduğunu ne bilsin, testisindeki suyu övüp duruyordu.

Kocası da bu övgüye katılmış:

“- Kimin böyle bir armağanı olabilir? Gerçekten de bizim bir testi yağmur suyumuz ancak padişahlara layık…” diyordu.

Bedevî testisini bir keçeye sardı, ağzını sıkıca kapadı. Sırtına alarak Bağdat yoluna düştü. Testi kırılmasın, hırsızlar çalmasın diye gece gündüz gözü gibi koruyordu. Günler haftalar sonra Bağdat’a geldi. Sora sora, halîfenin sarayını buldu. Kapıya dayandı. Muhafızlar ne istediğini sordular. Bedevî:

“- Ey muhterem kişiler! Ben garib bir bedeviyim. Padişahın lütfunu umarak çöllerden geldim. Bu armağanı o sultana götürün, padişahtan murad isteyeni ihtiyaçtan kurtarın! Tatlı, lezzetli su. Çölde, yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testim de güzel yepyeni.”

Halîfenin adamları, bu saf, tertemiz yürekli bedevîye önce gülecek oldular, sonra da onun bu iyi niyetlerle bezenmiş armağanını canla başla kabul ettiler. Bedevî, sarayın hemen altında gürül gürül akan Dicle’den habersiz, bekliyordu.

Bedevî’nin su testisi Halîfeye sunulunca, Halîfe bundan çok memnun olmuş, bedevîyi huzuruna kabul etmişti. Gönlünü aldı, yeni elbiseler giydirdi sonra da adamlarına:

“- Testiyi altınla doldurun, ona verin. Dönerken de onu, gemi ile Dicle yolundan götürün. O çöl yolundan gelmiş. Dicle yolu yurduna daha yakındır. Buradan memleketine dönsün.” emrini verdi.

Bedevî gemiye binip Dicle’yi görünce büsbütün şaşırmıştı. Asıl şaşkınlığı, bu kadar suyu bol Dicle nehri varken, Halîfe’nin, bir testi çöl suyunu kabul etmesiydi. Ve Allah -celle celâlühû-‘a şükrediyordu.

Mesnevi: “Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bu ilim ve güzellik, fevkalade dolu olduğundan derisine sığmayan kişinin (zuhuru, zatinin muktezası olan ve zuhur etmemesine imkan bulunmayan Allah -celle celâlühû-‘ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhar etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hale getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan haline soktu. O bedevî, Allah -celle celâlühû-‘ın Dicle’sinden bir katreyi görseydi, hakikatte bir deniz olan o katrenin önünde testisini atardı.” (Beyit: 2860-2864)

Hikayede “Halîfe Kapısı”, “Dergah-ı İlahî”yi temsil etmektedir.

Mü’min her ne kadar ilim, irfan, mal-mülk ve ibadet sahibi olursa olsun, bu meziyet ve imkanlarına aldanmamalı ve güvenmemelidir. Bu değerlerin hepsini Rabbinin lütfü bilip, şahsî amellerinin de Dicle’nin yanında, bir testi su olduğunu unutmamalıdır.

Çöl bedevîsinin çölde bin bir çile ile biriktirip halîfeye takdim ettiği bir testi su onun için hayat iksiri idi. Halbuki Dicle’nin içine dökülünce kaybolup gitti.

İnsanoğlunun beşerî imkanlarla hakîkatine ermeye çalıştığı, ilahî tanzîm ve sanattan anlayabileceği, onun aslî hakîkatı karşısında Dicle’nin bir damlası bile değildir. Karıncanın kendi ufacık yuvasını, balığın akvaryumunu bir kainat zannetmesi gibi.

İnsan da, gafleti neticesi kendi cüceliğine bakmadan adeta bir dev aynasının yalanlarına kanar. Misalimizdeki karınca ve balığın durumuna düşer.

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“- İlahî, seni tenzîh ve takdîs ederim. Biz seni, sana layık bir marifetle tanıyamadık.” buyurmuştur.

Necip ümmetin yüksek alimleri aczlerini itiraftan çekinmemişlerdir. İmam Ebû Yusuf’a bir gün Halîfe Harun Reşîd bir mesele sorar. İmam Ebû Yusuf:

“- Bilmiyorum.” diye cevap verir. Halîfenin yardımcısı İmam Ebû Yusuf’a:

“- Maaş ve tahsîsatınız varken bilmiyorum diyorsunuz.” der. Cevaben İmam Ebû Yusuf da:

“- Benim maaşım ilmime göredir. Cehlime göre verilecek olsa hazine yetmezdi” der.

Allame İmam Gazali;

“- Bildiklerime nispetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım göklere değerdi.” buyurmakla aczini îtiraf edip tevazuunu göstermiştir. Bu büyük insanlar, bildiklerinin değil bilmediklerinin çokluğunu itiraftan çekinmemişlerdir.

İnsanoğlunun istinad etmek temayülünde bulunduğu amellerine ehemmiyet izafe etmesi Dicle’nin yanında bir testi su değil midir?

Allah -celle celâlühû- korusun, kesif bulutların güneş ışığına mani olması gibi kalbin şeytana taht olması halinde Rahman’ın hidayeti oraya ne kadar ulaşabilir? İnsan Dicle’den habersiz olduğu için bir testi suyu umman zannedebilir. Kendi zannında boğulur gider.

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri buz satan bir satıcıya rastlar. Satıcı:

“- Sermayesi erimekte olan insana yardım edin.” diye nida eder.

Cüneyd hazretleri bu sözü düyunca düşüp bayılır.

Dünya sermayesini ahiret sermayesine tebdîl edemez isek, dünyadaki gayretler, şeytanların paylaşacakları nasipler olur. Netice hüsran ve acı bir aldanıştır, israf çılgınlığı ve merhamet yoksulluğu, dünyada baş belası, ahirette azap sermayesidir. Geçmiş günlerimizin dosyaları kapanmıştır. Bunlarda değişiklik yapabilmenin imkanı yoktur. Gelecek günlerimizin varlığı ise şüphelidir. An bu andır. Bu anımızın gönül ve alın terlerini hayat tarlamıza tohumlar isek, inşallah ahiretimizin sırça sarayları olur. Şeyh Sadi‘nin ifade ettiği gibi “Arzın sathı Rabbin umumî sofrasıdır.”

Dünyada “Rahman” şifalının tecellîsi olarak bütün mahlukat bol bol rızıklandırılır, içirilir ve giydirilir. Dost-hasım, itaatkar ve isyankar ayırt edilmez. Rabbin merhameti bütün mahlukatı ihata etmiştir.

Dikenli bir kirpinin yavrusunu sînesine bastırması, hatta kafir bile olsa, mazlumun bedduasının kabul olması bu kuşatıcı merhametin muktezasıdır. Kainattaki ilahî sanat, hikmet ve ibret manzaraları, nefsanî ve suflî his ve davranışlarla, aslî tabiatı bozulmamış insanı, ulviyyet, halvet, safvet, rikkat ve haşyet gibi bediî duygulara gark eder.

Hususî sofra ise “Rahîm” sıfatının tecellîsi olarak ahirettedir. İstifade yalnız mü’minlere aittir.

Bu hususî sofrada beşerî nasiplerin en büyüğü olan “Cennet” ve “Ru’yet-i Cemalullah” yani Cenab-ı Hakkı ayın on dördü gibi görme nimetleri vardır, insan, bütün Esma-ı ilahiyyenin kamil tecellîsi olduğu için büyük bir alemin küçük bir modelidir. Onun topraktan olan yapısı varlığının dış yüzüdür. Fani yapısıdır. Hakîkî varlığı esrar, nur ve ilahî hakikatin gizli bir hazinesidir. İnsanın mükerremlik vasfı budur. Yaradılış maksadına uygun marifet denizinden nasip alabilmesi buna bağlıdır.

Bir kelebeğin yanma pahasına ışığa ram olması gibi Hallac-ı Mansur da esrar denizinin coşkunluğunda fanî varlığını yok etmeğe adım attı. İlahî tecellîlerle kendini yaktı. Ruhu yücelip feyz ile dolunca nefsi zayıflayıp bitim noktasına ulaştı. Kendine yabancılaştı, ondan kurtulmağa çalıştı. Kesîf tecellîlere tahammül edemedi. Sekre sürüklendi:

“Dostlar, beni öldürün! Zira benim ebedî hayatım ölümdedir.” dedi.

Taşlanırken kendini yaralıyan tek hadise, dostunun kendisine bir karanfil atması oldu. Dünyevî böyle bir teveccüh ve tebessüm bile kendine ağır geldi.

Bu hal diğer bir ifade ile fani varlığın, ilahî varlığa ram olarak kulun ölümsüzlüğe kavuşmasıdır.

Denize düşen bir damlanın vücudunun suda kaybolması gibi denize dalan kimse de sudan başka bir şey görmez.

Bu mertebeye ulaşanlar her şeyi hatta kendisini bile Hakk’dan ibaret görürler. Fakat bu bir haldir. O hal geçince, “Hakk Hakk’dır, eşya eşyadır.”

Hadîs-i Şerifte bu halin bir misali şöyle verilmiştir:

“- Yeryüzünde yaşayan bir ölü görmek isteyen Ebûbekir’e baksın.”

Merhamet ve adalette abideleşen Hz. Ömer -radıyallâhu anh-, Şam’a girerken sıra kölesine geldiği için deveye, onu bindirdi. Kendisi şehre yürüyerek girdi. Halk, köleyi halîfe zannetti.

Hz. Ömer -radıyallâhu anh-‘in vefatından sonra dostları kendisini rüyada gördüler:

“- Rabbimiz sana nasıl muamelede bulundu?” diye sordular. O:

“- Elhamdüllah, “Rahman ve Rahîm” olan Rabbim var.” buyurdu.

Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:

“- Madem ki fakr, cömertlik kereminin aynasıdır. Haberin olsun ki, aynanın üzerine hohlamak zararlıdır.”

Yani, fakîri ve garîbi red için ağızdan çıkacak her ses ve nefes onun kalbini incitir. Sanki sathına hohlanmış ayna gibi kalp buğulanır. Parlaklık ve derinliği zayi olur,cömertliğin keremini göstermez olur. Amellerimiz, infaklarımız daima gözümüzde devleşir. Bizi oyalar ve aldatır; bize haz hamallığı yaptırır. Dicle’den ve onun sahibinden habersiz olduğumuz için bir testi su gözümüzde bir derya olur.

Dünyevî isteklerimiz bitmek ve tükenmek bilmez. Sahip olduğumuz her şeyi kendimizin tabiî hakkı zannederiz.

Aksine bizden bir fedakarlık istenince de kendi mülkümüzden isteniyormuş gibi tavrımız değişir.

Emanetin ve sehavetin kristal, berrak ve zarîf aynası lekelenir. Cenab-ı Hakk -celle celâlühû- ayet-i kerîme’de:

“Yetîme kahretme, fakîri reddetme.” buyurur.

Mevlana -kuddise sirruh- bir diğer beytinde:

“-Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakîr ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, in’am ve ihsanın güzelliği de fakîr ve garîblerle ortaya çıkar.” buyurur.

Güzeller, hüsn ve endamlarını seyretmek için aynanın esiri olurlar. Hatta arkası gölgeli camlara bile kendilerini görmek için bakarak geçerler. Manevî ve aslî güzellik olan cömertlik de, kendisini biçarelerin ve fakîrlerin gönül aynasında seyreder.

Yine Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:

“- O halde fakirler, merhamet-i ilahî’nin, kerem-i Rabbanî’nin aynasıdırlar. Hakk ile olanlar ve Hakk’da fanî olanlar daima cömertlik halindedirler.”

Hz. Cabir -radıyallâhu anh-‘den naklen Tefsîr-i Hazin‘de ‘ deniliyor ki:

“-Küçük bir çocuk Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in huzuruna geldi. Annesinin bir gömlek istediğini arz etti. O sırada Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘ın sırtındaki gömleğinden başka gömleği yoktu. Çocuğa başka bir zaman gelmesini söyledi. Çocuk gitti. Tekrar gelip, annesinin Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in sırtındaki gömleği istediğini söyledi. Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hücre-i Saadete girdi, sırtındaki gömleği çıkarıp çocuğa uzattı.

O sırada Bilal -radıyallâhu anh- ezan okuyordu. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sırtına alacak bir şey bulamadığı için cemaate çıkamadı. Ashabdan bir kısım merak edip Hücre-i Saadete girdiler; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘i gömleksiz olarak buldular.

Servet bir emanettir. Onun saadetine ve lezzetine kavuşabilmek ancak, mahrumların ızdırabından hislenmek kalbimizden onlara bir şefkat ve merhamet penceresi açabilmekle mümkündür.

Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:

“Şefkat ü merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurlarım örtmekte gece gibi ol.
Sehavet ü cömertlikte akarsu gibi ol.
Hiddet ü asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu’ ve mahviyette toprak gibi ol.

OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN;
GÖRÜNGÜĞÜN GİBİ OL”

Cân bülbülü ne ağlarsın kafeste


Cân bülbülü ne ağlarsın kafeste
Azm-ı râh et bir gülşane var yüri
Yandırdın derûnum her bir nefeste
Ben bir yane sen bir yane var yüri

Hicran göllerine atılamadım
Kul olup hanlara satılamadım
Feleğin kahrından kurtulamadım
Bir zaman da kûhistâne var yüri

Karşına almışken gonca gülünü
N'oldu sana terk eyledin ilini
Hele bir zaman da lâl et dilini
Bir hekîm-i hâzıkâne var yüri

Ben çekemez iken kendi belâmı
Sen açtın yürekte türlü yaramı
Beni de ağlatma eyle keremi
Himmet ehli bir merdâne var yüri

Bu garîb illerde kalma âvâre
Isırdırlar seni çok semmî mâre
Bulmak ister isen bu derde çâre
Kemâl ehli bir sultâna var yüri

Gönülden bây olup dilenci olma
Sıdk ile teslîm ol yalancı olma
Nezâfet ehli ol külhancı olma
Edîbâne ol dîvâne var yüri

Dergâh-ı Sâmide var kıl fizahı
Odur âşıkların püştü penâhı
Zemînin kutbudur semânın mâhı
Sâmî gibi âlî-şâne var yüri

Salih'em derdine dermanım Oldur
Gönlümün şehrinde sultânım Oldur
Hakikatte şâh-ı merdânım Oldur
Murg-ı canım âsümâne var yüri

Yandırdın derûnum nâr-ı Nemrûd'a

Yandırdın derûnum nâr-ı Nemrûd'a
Gülşanımın vakti yetişmedi mi
Bütün cism ü canım eyledin hurda
Azalarım yanıp tutuşmadı mı

Rûz u şeb eylerim âh ile vâhı
Âhıma bir sebeb kaldı mı dahi
Yâ kabz et ruhumu ya aç bu râhı
Figânım dergâha yetişmedi mi

Ömrüm "nün" u geçti "cana" dayandı
Arz-ı hâlim âlî-şâne dayandı
Eşk-i çeşmim bahriâne dayandı (1)
Bilmezem ki varıp karışmadı mı

Sâlih'em düşmüşem âh u feryada
Çok ağladım gelen yoktur imdada
Ümîdim var Pîr-i Sâmî Mevlâda
O da bizden küsmüş barışmadı mı

Zuhuratı pîrimden söylerem ben

Pîrimden gönlüme doğdu muhabbet
Hakîkat hâlin izhâr eylerem ben
Zuhura geldi bir esrâr-ı hikmet
Dilimden bunu iş'âr eylerem ben
Zuhuratı pîrimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Ahad'den hem zuhura geldi Ahmed
Muhabbetten yaratıldı Muhammed
Terinden cümle âlem giydi hil'ât
Kimi süflâ kimisi ehl-i iffet
Zuhuratı pîrimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Ki "er-Rahmân ale'l-arşistevâ"dır (1)
0 ismin mazharı hem Mustafâ'dır
Bunu bilen kamu ehl-i safadır
Bu remzim ehl-i nâdâna hafâdır (2)
Zuhuratı pîrimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Sıfât-ı Çâr-yârı kıldı mahrem
Birinci Hazret-i Sıddîk-ı A'zam
İkinci Âdil-i Fârûk-ı Ekrem
Üçüncü zî-hayâ Zin-nûreyn efham
Zuhuratı pîrimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Dahi dördüncüsü sâhib-sehâdır
Velayet Haydarı Şîr-i Huda'dır
Ki dâmâd-ı Muhammed Mustafâ'dır
Dahi Âl-i şehîd-i Kerbelâ'dır
Zuhuratı pîrimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Tarîkimiz Tarîk-ı Nakşibendî
Kamu ehl-i tarîkin ser-bülendi
Kolumuz Hâlidî'dir dil-pesendi
Girenler hâb-ı gafletten uyandı
Zuhuratı pîrimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Erişti Şeyh-i Abdullâhı nuru
Seyid Tâhâ'da ol kıldı zuhuru
Ana bîat eden buldu huzuru
Terakkî eyleyip buldu sürûru
Zuhuratı pirimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Emânet Sıbgatullâh'a dayandı
Cemâli Hak boyasıyla boyandı
Kabâil cümle gafletten uyandı
Füyûzâtı Semerkand'e dayandı
Zuhuratı pirimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Erişti Şeyh-i A'zam Pîr-i Tâgî
Velayet şehrine kurdı otağı
Müzeyyen eyledi sahrayı bağı
Gönül şehrinde yandırdı çerâğı
Zuhuratı pirimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Erişti Sâmî-yi devr-i zamane
Safâ-bahş etti kalb-i arifane
Nice bin mürde kalbler geldi câne
Kılan bîat girer dârü'l-emâne
Zuhuratı pirimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Muhammed Şeyh-i Sami'dir Pirimiz
Bilâdı şehr-i Erzincan yerimiz
Bir ednâ Salihem Ol'dur şîrimiz
Derinde kemterinin kemteriyiz
Zuhuratı pirimden söylerem ben
Bu yolda canı kurbân eylerem ben

Sen seni âşık sanma bir beyhude âh ile

Mecnûn'u görün n'etti Leylâ'daki âh ile
Ferhâd da Şîrîn için gör neyledi dağ ile
Her birisi bağlandı bir âhenîn bağ ile
Sen seni âşık sanma bir beyhude âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

Suretlere aldanma bu nefse alâmettir
Benliğine dayanma bil sonu nedamettir
Herbir yola inanma sanma ki selâmettir
Sen seni âşık sanma bir beyhude âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

Gör neyledi pervane bir şem-i çerâğ ile
Bülbül düşüp efgâna bir gonca-i zâğ ile
Her birisi bend oldu bir türlü duzâğı ile
Sen seni âşık sanma bir beyhude âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

Her kim ki tenezzülden kurtarmadı kendini
Ayılmadı gafletten çözemedi bendini
Teslîm oluben pîre dinlemedi pendini
Sen seni âşık sanma bir beyhude âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

Gör âşıkı ol mâhı şakkeyledi parmağı
Teşneleri kandırdı parmakları ırmağı
Âşıkları yandırdı gül veçhiyle yanağı
Sen seni âşık sanma bir beyhude âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

Bul Sâmî gibi şahı seyr et ulu dergâhı
Salih gibi yok yere eyleme kuru âhı
Sohbette müdavim ol nefsinden ol agâhı
Sen seni âşık sanma bir beyhude âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı ilâh ile

Bir sözünde sâdık yâr bulamadım


Bu kesret âlemin seyrân eyledim 
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım 
Gezdim çâr-kûşeyi devrân eyledim 
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım 
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

Sûret-i beşerde kaldım nikâbda (1)
Sebu'l-Mesânide ümmü'l-kitâbda 
Bend oldu sefînem kaldı girdâbda (2) 
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

Bir zaman bekledim gülsen bağını
Göremedim andelîbin çağını 
Cânân çekmiş gider yar otağını 
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım 
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

Ötmez cân bülbülü açılmaz güller 
Bozuktur perdeler kırılmış teller 
Gideceğim yâre bağlanmış yollar 
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım 
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

Kahraman olanlar hasmını basdı 
Kemân-keş olanlar yayını asdı
Bilmem nedir bende feleğin kasdı 
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım 
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

Beni taşlamayın canım kardaşlar 
Dokunur başıza attığız taşlar 
Hazret-i Hak kendi bildiğin işler
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım 
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

Salih gibi vardır çok ehl-i diller 
Pîr-i Sâmî bahçesinde bülbüller 
Solmaz şükûfeler dikensiz güller 
Hîç bir goncasında hâr bulamadım 
Sâmî gibi sâdık yâr bulamadım

Gün batarken gördüğüm son ışık kitabına niçin bu isim konuldu?

Gün batarken gördüğüm son ışık kitabına Süleyman Kuku bey niçin bu ismi koydu???

Süleyman Kuku efendi tarafından Hüseyin Hilmi Işık hocamıza ithafen kaleme alınmış bu eseri okumayı Hüseyin Hilmi Işık hocamızı seven herkese hassaten şiddetle tavsiye ediyorum.

Yani diyorum ki; Her kim hocamız Hüseyin Hilmi Işık efendiyi seviyorsa Süleyman Kuku beyin beraber 50 yıla yakın bir geçmişi olduğu hocamıza ithafen yazmış olduğu bu kitabı muhakkak okusun.