Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak benim vazîfemi yürütecektir

 Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak benim vazîfemi yürütecektir. Kendisi, Arvas'ta olsun, Başkale'de olsun, İstanbul'da olsun ona itâat ediniz.Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir.Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir. "Cenâb-ı Hak sizi (Seyyid Abdülhakîm Efendiyi) muhâfaza edecektir.

(Seyyid Fehim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Topuk birleştirme sünneti

 Rukû'a giderken, ayakları yerden kesmeden, kaldırmadan sol topuğu sağ topuğun yanına getirerek topukları birleştirmek ve rukû'dan doğrulurken de yine ayakları yerden kesmeden sol topuğu sağ topuğun yanından dört parmak kadar sola getirmek, ya'nî topukları birbirinden ayırmak, sünnetdir.


(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî, Namaz risalesinden)

Tevazu göstermeye çalışmak da kibirdir

 Tevazu göstermeye çalışmak da kibirdir. Çünkü kendinde bir varlık hisseden tevazu göstermeye çalışır. Gerçek tevazu ehli, kendinde bir varlık hissetmez ki, tevazu göstermeye çalışsın. Onun tevazuu tabiidir, yapmacık değildir.


Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, ne zaman dergâha gitsem, *Abdülhakîm Arvasi* Efendi hazretleri, ekseriyâ *Bahçe* de olurdu ve bana; *Gel, seninle berâber oturalım!* derdi. Murtezâ Efendi’nin kabrinin yanına gider, otururduk. 


Duvar yüksek idi. Aşağıda *Cadde* var. Caddeden insanlar geçiyor. *İki* kişilik de *Yer* vardı kabrin yanında. *Efendi* ile yan yana oturup *Halici* seyrederdik. *Ne var ne yok Ankarada?* diye sorardı Mübârek. 

● ● ● 

Rabbimize çok şükür ki, bizi huzûruna kabûl ediyor kardeşim. Bu *Zulmet* zamânında, bu *Küfr* zamânında, her yere mânevî *Necâset* akıyor, *Zulmet* yağıyor. 


İşte böyle bir zamanda bizleri *Muhâfaza* ediyor Rabbimiz, elhamdülillah. En ufak bir şey, yârın *Terâzî* de, *Kefe* ye konacak. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: 


*Ve men ya’mel miskâle zerretin hayren*. Ne demek bu? Yâni bir kimse, zerre ağırlığında *Hayr* yaparsa, hayrlı bir iş yaparsa. *Yerehû*, onun karşılığını bulur. Onun *Sevâbı* na kavuşur. 


*Ve men ya’mel miskâle zerretin* Bir kimse, atom ağırlığında, yâni zerre kadar, *Şerren*; bir şer yaparsa, günâh işlerse, *Yerehû*; onun karşılığını görür, *Cezâsı* na kavuşur. 


*Cezâ*, burada *Karşılık* demekdir. Karşılığına kavuşur. Yâni fazla *Azap* çekmez. Karşılığı ne *Kadar* sa, o kadar azap görür. Yâni amellerinin karşılığını görür. 


Demek oluyor ki, zerre kadar *Hayr* işliyen, muhakkak onun *Sevâb* ına, yâni mükâfâtına kavuşur. Zerre kadar *Günâh* işliyen de, bu günâh çok küçük de olsa, affa uğramadıysa, onun *Cezâsı* na, yâni karşılığına  kavuşur. 

● ● ● 

Sabahleyin *Enver âbi* ile konuşduk bu *Cihâd* ın kıymetini. Dedim ki: Eshâb-ı kirâmdan *Hassân bin Sâbit* radıyallahü anh hazretleri var. 


O zât, câmide, minberde, kürsüde konuşur, kâfirleri *Hicv* edermiş, yâni *Kötüler* miş. Peygamber Efendimiz de aleyhisselâm onu dinler ve *Neş’e* lenirmiş. 


Bir gün buyurmuş ki: *Hassân’ın bir kelimesi, cephede 100 kâfiri öldürmekden daha sevapdır*. Bir kelimesi. Ne büyük hizmet. İşte bizim kelimelerimiz de böyle. 


Bütün dünyâdan gelen mektuplarda; *Size ve berâber çalışdığınız yardımcılarınıza duâ ediyoruz!* diyorlar. Yâni bütün dünyâ, hepimize duâ ediyor kardeşim.

GIYBET VE İFTİRA

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ

Dilin afetlerinden birisi de dedikodu ve iftiradır, demiştik. Şimdi bunların arasındaki farkı da belirtelim ki, konu daha iyi anlaşılsın: Gıybet, bir kimsenin gıyabında yani hazır bulunmadığı zaman arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemektir. Yani, bir kimsenin halini, fiilini veya kavlini hazır bulunmadığı zaman söylemek ve onu çekiştirmektir. İftira ise, o kimsenin yapmadığı veya söylemediği bir şeyi ona isnat etmektir. Bunların ikisi birbirinden çok farklıdırlar. Onun için, misalleri ile bunları sana anlatayım ki, gıybeti (dedikodu) ve bühtanı (iftirayı) ayırt edip bunlardan sakınabilesin. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir gün Hz. Ömer ve Selmân-ı Fârisi radıyallahu anhüma ile sefere çıkmıştı. Bir konak yerinde çadırlar kuruldu, yemekler hazırlandı. Bu esnada Selmân radıyallahu anh uyuyordu. Bazı kimseler de aralarında konuşuyor ve: “Bir kısım insanlar hep hazıra konmak isterler. Beklerler ki, her şey hazırlansın, düzeltilsin, yemek önlerine gelsin ve yesinler,” diyorlardı. Derken, Selmân radıyallahu anh uyandı. Kendisini Resûl aleyhisselâma gönderdiler ve katık getirmesini istediler. Selmân, huzur-u Resûlullah’a vardı: “Yâ Resûlallah! dedi. Yârenler, ekmeklerine katık istiyorlar.” Efendimiz, büyük bir sükûnetle: “Onlar şimdi katıklandılar,” buyurdu. Selmân radıyallahu anh, geri döndü ve efendimizin sözlerini kendilerine bildirdi. Bir şey anlayamadılar: “Biz henüz katık yemedik ama Resûl aleyhisselâm da yalan söylemez. Gidelim, bize bu sözü neden dolayı buyurduğunu anlayalım,” dediler ve hep birlikte huzur-u saadete gittiler: “Yâ Resûlallah! Bizim için katık yediler buyurmuşsunuz. Oysa, biz katık yemedik. Lütfedin bize bu sözün mânasını açıklayın.” Efendimiz, saadetle buyurdular: “Sizler, uyuyan yoldaşınızın arkasından konuşarak katkılandınız buyurup Hucurat sûresi: 12 âyeti kerimesini okur. “Ey imân edenler! Zannın fazlasından sakının. Zira zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinin arkasından çekiştirmesin, biriniz diğerinin ölmüş etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz, O halde Allâhtan korkun. Şüphesiz Allâh tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” 

Cabir radıyallahu anh buyurur ki: Resûl aleyhisselâmın yanında olduğum bir vakit iğrenç kokan şiddetli bir rüzgâr esti. “Resûlullah aleyhisselâm, bu koku nedir bilir misiniz?” diye sorduktan sonra, “Bu pis koku müminlerin gıybetini edenlerden geliyor.” diye buyurdu. 

Ey Aziz kardeş: 
O yel, belki şimdi de esiyor. Hem de o zamankinden daha şiddetli ve kuvvetli esiyor. Fakat, bunu avam hissetmez, onu ancak havas duyarlar. Duydukları için de halkın arasından kaçar, tenha köşelerde hakka ibadet ederler.  

Bazı irfan ehline sordular: 
— Dedikodu edenlerin ağızlarından gelen o çirkin kokuyu, avam neden duymaz?  
Şöyle cevap verdiler:  
— Zira, dedikodu halk arasında o kadar çoğalmıştır ki, onların burunları bu kokuya alışmıştır. Deri tabaklayan debbağları ve kirişçileri görmüyor musunuz? Onların, çalıştıkları yerlerdeki kokulara kimse tahammül edemez ama kendileri bunu duymaz ve iğrenmezler. Çünkü, gece gündüz içindedirler. Dedikodu edenler de böyledir. Çok dedikodu ettiklerinden dolayı burunları alışır ve kokusu kendilerine kötü gelmez.  


Fahr-i âlem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz buyurmuşlardır ki: “Eğer, söylediğin söz veya iş, adı geçen kimsede varsa; dedikodu (gıybet) etmiş oldun. Eğer o söz ve iş, adı geçen kimsede yoksa iftira (Bühtan) ettin.” Sultan-ı Enbiyâ efendimiz: (İftira, yüzüne karşı veya arkasından doğru olmayan yalan bir şeyi söylemektir. Arkasından söylenirse hem iftira hem de dedikodu olur. Dedikodu ise, kişinin söylediği bir söz veya yaptığı işi arkasından konuşmaktır. Kişi kâfir de olsa fâsık ta olsa, bunlar hakkında yalan söylemek ve iftira etmek yasaktır.) Ebû Said-i Hudri radıyallahu anh, Cenab-ı Fahri Risâlet efendimizden rivayet eder ki: “Miraç gecesi, gökte bir topluluk gördüm. Ateşten makaslarla etlerini keser, lokma lokma kendilerine yedirir ve şöyle derlerdi: (Sizler, dünyada hep kardeşlerinizin etlerini yerdiniz. Şimdi de kendi etinizi yiyin bakalım.) Kardeşim Cebrail aleyhisselâma sordum: (Yâ Cebrail! Bunlar kimlerdir?) Cebrail bana dedi ki: (Bunlar, ümmetinden gammazlardır, yani dedikodu edenlerdir.)  


Bir diğer rivayete göre, Resûl aleyhisselâm, hane-i saadetlerinde bulunuyor ve ashab-ı sûffa de mescitte bulunuyorlardı. Zeyd îbn-i Sabit radıyallahu anh, Resûl-ü Zişan’dan öğrendiği Hadis-i şerifleri bunlara söylüyordu. Efendimize dışarıdan et getirdiler ve bunlar da gördüler ve dediler ki: (Yâ Zeyd! Git, Resûl aleyhisselâma çoktan beri yemek yemediğimizi söyle ve bizim için et iste.) dediler. Zeyd, huzur-u Resûlullah’a gitti. Bunlar da kendi aralarında: (Zeyd şimdi et getirir ve bize hadis öğretmeye devam eder.) diye konuştular. Zeyd radıyallahu anh huzura vardı ve ashabı suffenin istediklerini arz etti. Efendimiz: (Onlar daha şimdi et yediler.) buyurdu. Zeyd, döndü geldi ve efendimizin buyurduğu nu kendilerine bildirdi. Bu sözün mânasını anlayamadılar ve (Bunda bir hikmet var. Biz hayli zamandır et yemedik. Gidelim bizzat kendisinden soralım.) diyerek huzur-u Resûlullah’a gittiler ve: (Yâ Resûlallah! Biz, hayli zamandır et yemedik. Halbuki, siz şimdi et yediler buyurmuşsunuz. Bunun hikmeti nedir?) dediler. Efendimiz: (Sizler, demin kardeşinizin etini yediniz. Eseri, henüz dişlerinizin arasındadır. Tükürün görürsünüz.) buyurdular. Bunlar, tükürdüler ve gördüler ki, ağızlarından çıkan tükürük kıpkırmızı kan olmuş, hemen tövbe ettiler, Hazret-i Zeyd’ den helâllik dilediler.  


Aziz: Dedikodu ne imiş anladın mı? Sana, dedikodu hakkında bir başka haber daha vereyim:  
Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, sefere çıktıkları zaman, bir fakiri iki zengine emanet ederdi. Bu fakir, seferden dönünceye kadar o iki zenginin yemeklerinden yerdi. Amma, bu fakirler zenginlerden önce konak yerine giderler ve tedarik görürlerdi. Selmân radıyallahu anh da fakirdi. O da, bir sefer esnasında böyle iki zengine emanet edilmişti. Bir gün, Selmân bunlardan evvel bir konak yerine vardı, fakat hiçbir şey hazırlamadı. Kafile geldi, Selmân'a sordular:  
— Yenecek bir şeyler var mı? Selmân cevap verdi:  
— Yalnız ekmek var, dedi ve kuru ekmeği bunların önlerine koydu.  
— Yâ Selmân! Git, bize Resûl aleyhisselâmdan katık iste, dediler. Selmân, isteklerini yerine getirmek için huzura gitti. O yokken, berikiler aralarında:  
— Şu Selmân filân kuyuya gitse, su tükenir, dediler ve başka bir şey söylemediler. Bu esnada, Selmân radıyallahu anh huzur-u Resûlullah’a gitti ve:  
— Yâ Resûlallah! Yol arkadaşlarım katık istiyorlar, dedi. Efendimiz:  
— Onlar şimdi katıklandılar, buyurdu ve Selmân eli boş yol arkadaşlarının yanına dönerek, duyduklarını bildirdi. Bu sözün mâna ve hikmetini anlamayarak, hep birlikte huzura vardılar: “Yâ Resûlallah! Bizler katık yemedik ama sız yemişler buyurmuşsunuz.” Efendimiz: “Evet yediniz, buyurdular. Hatta, artıkları hâlâ ağzınızdadır. Sizler, Selmân yanınızdan ayrılınca onun arkasından konuştunuz. Murdar olmuş bir eti yemeyi sever misiniz?  
— Hayır yâ Resûlallah, sevmeyiz ve istemeyiz.  
— Meclisinizde, hazır bulunmayan bir kardeşinizin arkasından konuşmak onun etini yemek gibidir, buyurdular ve bu âyet-i kerimeyi okudular: “Bir kısmınız, bir kısmınızı gıybet de etmesin, biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bak tiksindiniz.” (Hucurat sûresi: 12)  
Ey aziz: Bu kadarcık bir söze, Habib-i Kibriyâ efendimiz GIYBET buyurdu. Sen ise, gıybet ile bütün ömrünü harcadın. (Gıybet etme!) deyince: (Bu gıybet değil!) dersen kâfir olursun.  


Ashab-ı kiramdan birisi buyurmuştur: Bir gün mescitte oturuyordum. Bazı kimseler, birisi hakkında dedikodu yapmaya başladılar. Müdahale edip bunu yasakladım, başka bir söz açtılar ve konuşa konuşa ilk defa yaptıkları dedikoduya döndüler. Bende, bazılarına söylendim ve sonra istiğfar ederek çıktım evime gittim. O gece, rüyamda uzun boylu, kara yüzlü birisi bir tabak içinde domuz eti getirdi ve bir parçasını bana vererek: “Haydi ye bunu!” dedi. Ben, yemek istemedim. Zorla ağzıma soktu, uyandım o etin kokusunu ağzımda 
buldum. 30- 40 gün kadar o etin kokusu damağımdan gitmedi ve her defasında beni tiksindirdi.  

Sultan-ül-meşâyih Bayezid-i Bestamî rahmetullâhi aleyh buyurur ki: “Bir gün, bir cenaze namazına gittim. Biraz bekledim, bir derviş geldi ve halktan para toplayarak dilendi. Kendi kendime: 
— Ne olurdu dilenmeseydi ne hoş derviş olurdu diye hatırımdan geçirdim. Bu mesele üzerinde fazla bir şey düşünmedim ve zikrimle meşgul oldum. Namaz kıldım ve halvetime gidip oturdum. Murakabeye vardım, birisi üzerinde bir adam ölüsü bulunan birisini getirdi, önüme koydu:  
— Şunu ye! dedi, örtüsünü kaldırdım ve cenaze namazı kılmak için beklerken dilendiğini gördüğüm ve içimden kınadığım derviş idi.  
— Ben insan eti yiyici değilim, diyecek oldum.  
— Cenazede bunun etini yemiştin. Şimdi neden yemiyorsun, dedi.  
— Ben onu dilimle söylemedim, gönlümden geçirdim, deyince:  
— Dervişlerin gönlüne gelen de gıybettir, cevabını verdi.  
Hemen kalktım, gittim o dervişi buldum, helâlleştim ve bir daha gönlümden dahi gıybet etmeyeceğime, tövbe ettim ve gıybetin ne olduğunu anladım.  


Hasan Basri rahmetullahi aleyhe geldiler ve dediler ki: “Filân kişi seni zemmetti.” Hasan Basri hazretleri, hemen o adama hediyeler gönderdi ve: “Şunları lütfen kabul etsin, sevabını bize vermiş. Gerçi bu hediye bu sevabın karşılığı değil amma mazur görsün,” diye haber gönderdi.

Ey kardeş: Yarın, kıyamet gününde herkese beratları verilirken, bazı kimseler defterlerinde işlemediği bazı güzel amellerin de bulunduğunu görür ve niyazda bulunur: “Yâ Rab! Ben, bu amelleri, bu oruçları, bu namazları, bu iyilikleri dünyada iken işlemedim. Acaba, bu berat bana yanlış mı verildi?” Hak teâlâ buyurur: “Ey kulum! Bazı kullarım senin için dedikodu ettiklerinden, o günahları işleyenlerin sevaplarının da senin defterine yazılmasını irade buyurdum. Onların bütün güzel amelleri, oruçları, namazları, iyilikleri hep senin defterine yazıldı. 

Şimdi ey kardeş: Gördün mü, bu dil kişiyi nasıl zararlara uğratır ve bütün amellerini sevmediklerine verdirtir. İnsanın sevmedikleri aleyhinde konuşması, amâl-i hasenesini götürüp ona vermesi demektir. Göz göre göre kendisini zarara uğratmak tır. Kaldı ki, artık dilin afetlerini de duymuş ve öğrenmiş bulunuyorsun.  

74 - DEDİKODU DÖRT TÜRLÜDÜR 
Gıybet, yani dedikodu dört kısımdır, dört mertebe üzerinedir:  
1) Az veya çok küfürdür.  
2) Nifaktır. (Nifakla söylemektir.)  
3) Günahtır.  
4) Mübahtır.  
Şimdi bunları sana birer birer anlatayım:  

KÜFÜR OLAN DEDİKODU
Gıybet eden birisine: “Dedikodu etme!” denilince: “Ben dedikodu etmiyorum, gerçeği söylüyorum,” diyenlerin yaptıkları gıybettir. Bunlar bilmezler ki, gıybet sevmediği kimseler hakkında gerçekten vâki olmuş bir söz ve işi söylemektir. Vâki olmamış bir iş veya sözü söylemek İFTİRA (Bühtan) dır. Şu hâlde, bu gibi kimseler (Dedikodu değildir. Olanı söylüyorum,) demekle, Allahu teâlânın gıybettir buyurduğuna gıybet değildir demiş ve gıybeti helâl görmüş olurlar ki, bu suretle Ne’ûzü bıllâh kâfir olurlar.  

NİFAK OLAN DEDİKODU
Aleyhinde dedikodu yapılan kimsenin adını ulu orta söylemeyen, fakat onu kendisi bilen ve gönlünden geçiren kişilerin yaptıkları gıybettir. Zira, adını söyleyerek anlatmış olsa, ona gıybet denilecekti. Oysa, böyleleri hem zâhit ve salih geçinirler hem de kalplerinden şunun bunun sözlerini ve işlerini geçirerek kendi kendilerine gıybet ederler, ki bunlar nifakla gıybet ettiklerinden dolayı Hak teâlâ katında münafıktırlar.  

GÜNAH OLAN DEDİKODU
Bir kişinin veya bir cemaatin yukarıda anlatıldığı şekilde dedikodusunu yapar, adını veya adlarını açıkça söyler, kim olduklarını gizlemez ve gıybet ettiğini de saklamaz, işte buna da günah olan dedikodu denir.  

MÜBAH OLAN DEDİKODU
Fâsıkları gıybet etmektir. Açıkça fısk ve fücur edenlerin kim oldukları açıklanmış, kim oldukları bilinmiş ve herkese de bildirilmiş olur. Bid'at ehli için de durum aynıdır.  


Ey kardeş: Bu dedikodu bahsinde de söz çoktur. Hepsini söylemeye kalkarsak söz uzar, maksat burada talipleri uyandırmak ve onları ikaz ve irşât etmektir, ki dillerine sahip olsunlar, kimseyi yermesinler, kimse aleyhinde dedikodu ve iftira yapmasınlar, amellerini heba edip mensûr etmesinler, ömürlerini zikrullah, ibadet ve tâ’ate harcasınlar. Zira, kişinin amelini zayi edip, Hak Teâlâ’dan perdeleyen çok zaman bu dildir:  

Sumt (susmak) ile ağzını bağla, göresin Hakkı ayan;  
Gözü bağı bu cihan halkının ağzıdır neman.  

Şeyh Muhyiddin-i Arabi rahmetullahi aleyh buyurur ki:  
“Susan, mârifetullah'a (Allâhı bilme tanımaya) vâris olur.” 

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuştur:  
“Susan, Allahu teâlâyı bilmemekten kurtulur.”  

Sultan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestâmi rahmetullahi aleyh buyurmuştur:  
"İbadet on kısımdır. Dokuzu susmak ve diline sahip olmaktır."  

Şimdi aziz kardeş:  
Kişinin dilini tutmasının faydaları çoktur. Kapıp salıvermenin ve ağzına geleni söylemenin de zararları çoktur. Bu kadar söz, anlayana kâfi ve vâfidir. (bol bol yeter)


(EŞREFOĞLU HAZRETLERİNDEN BEYİTLER)

Ârif i gör değme sözü söylemez,  
Değme bir söze cevabı eylemez,  
Ger ittrüye, ger yata, ger uyuya;  
Bir nefes hâşâ ki beyhude vere,  
Uykusundan uyanır Allah der,  
Her nefes kim vere ya Rabbâh der,  
Gecelerin ekserini uyumaz,  
Gâh-ü tesbih, gâh-ü namaz, geh niyaz.  
Kimseyi ya medh veya zemmeylemez.  
Ya bu yavuz ya iyi olsa demez.  
Tınmayıp tutar Hakkın fermanını,  
Hak yoluna teslim eyler canını.  
Zayi etmez bir demi, bir saati;  
Zikr-ü teşbihtir dilinde âdeti.  
Çim(kim) dilin tuttu, bular söylemedi;  
Âlem içre söylenir kaldı adı.  
Bunda işlerin bitirip gittiler,  
Vardılar ol ulu şaha yettiler.  
İşte nefs elinde biz kaldık zebun,  
Canlarımıza bu nefs vurdu düğün.  
Yâ ilâhi! Sen medet kıl bize.  
Sen sabırlık ver bizim dilimize.  
Eşref oğlu Rûmi sen tut dilini,  
Hazrete arzeyle her dem özünü.  
Alim-üs-sırn vel-hafiyyât öldürür,  
Kullarına kadıyyel-hâcât odur.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi Hazretleri)

Bütün mesele istikâmetdir

 🌹 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri rahmetullahi aleyh buyuruyor ki:


Bütün mesele, istikâmetdir kardeşim. Yâni Îmân ve İslâm yolunda yürümekde sebât etmekdir. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri rahmetullahi aleyh;

Eşeddül kerâmeti, istikâmetün! buyuruyor.

Ne demek bu?


Yâni en büyük kerâmet, İstikâmetdir. Çünkü istikâmeti buldunuz mu, gerisi kolay. Ama istikâmeti bulamazsan, o zaman çok zor. 

İnşallah o büyüklere olan sevgimiz, muhabbetimiz artar da, alacağımız feyzler çok olur. 


Bir insan harâm ile besleniyorsa, aldığı o haram gıdâ, kalp vâsıtası ile ve kan damarları ile bütün organlara pompalanır. Bütün vücûda kirli kan gider. Böyle insanlara, ibâdet yapmak zor gelir. 


Ama helâl gıdâ ile beslenen mü’minin, bir ârifin kalbi ise, imân ile, Allah sevgisi ile ve din kardeşinin sevgisi ile doludur.


Böyle olan bir kimse zikr etdiği zaman, kalbinde bulunan o feyz ve bereket, kalbin pompalamasıyla bütün vücûda dağılır. 


O nûrun ve o feyzin ulaşdığı her nokta şifâ bulur. İbâdet yapmak kolaylaşır. Binâların kıymeti, içindekilerden nûr yağması ile olur. 


Kibir ve azamet, Allahü teâlâya mahsûsdur. İnsan, neyine güvenip de büyüklenir? Allahü teâlâ; Büyüklenenleri, hiç acımadan cehenneme atacağım! buyuruyor. 


Yâsîn sûresinde; Nü’ammirhü nünekkishü! buyuruyor Allahü teâlâ. Yâni, birine çok ömür verirsem, onu eski çocukluk hâline döndürürüm, buyuruyor. 


Çocukken kuvveti yoktu, büyüdü, Gücü Kuvveti oldu. Yaşlanınca, o kuvveti geri alındı. Sonra da mezarında bir avuç toprak olacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, ortak, yâni *Şerîk* kabûl etmez efendim. İnsanların Allaha karşı *Îmânı* azaldıkça, Cenâb-ı Hakka karşı *Güveni* azalır. Allaha güven azaldıkça da, *Dünyâ* ya güveni artar. 


Bir kimse, *Allah* dan başka neye bel bağlarsa, bu hâl, *Felâket* olarak ona yeter. Çünkü *Allah Sevgisi* nin üzerinde bir *Sevgi* olmaz, aslâ olamaz efendim. 


Şimdi bu odada, *Radyo* dalgaları var mı, yok mu? Muhakkak ki *Var*. Biliyoruz çünkü. Bunu bilmesek, var diyene inanmayız. *Olur mu öyle şey? Hani görmüyorum*, deriz. 


Evet ama, o *Radyo* dalgalarını, o sesleri işitmiyoruz. Neden işitmiyoruz? Çünkü kendi bedenimizde bir *Alıcı* mız yok. Alıcımız olsa, işitiriz. 


İşte, *Evliyâ* nın kalbinden çıkan *Feyz* ler, *Mârifet* ler, *Nûrlar* da, aynen radyo dalgaları gibi, her an, her yere yayılıyor. Fakat alıcımız olmayınca, fâideli olmuyor, *Zâyi* oluyor. 


Bir gün, *Abdülhakîm Arvasi* Efendi hazretleriyle odada oturuyorduk. Bir ara; *Ben zâyi oldum!* buyurdu. Abdülhakim Efendi hazretleri niçin *Zâyi oldu?* Çünkü kimseyle görüşemiyor, konuşamıyor. Yaydığı *Nûr* ları alan yok. 


Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretlerinin mübârek kalbinden çıkan *Nûr* ları alan olmayınca, *Ben zâyi oldum!* diyor. Nûr yayılıyor, ama *Alan* yok. 


Yâni almaya *Müstaîd* kimse yok. *Kabiliyeti* olan yok. Evliyâların kalbinden çıkan mârifetler, nûrlar her an yayılıyor. Bunları almak için şartlar var. Nedir o şartlar? Evvelâ *Îmân* lâzım. Ama *Doğru Îmân*. 


Ehl-i sünnet üzere bir *Îmân*. Kâfirler; değil evliyâlardan, Peygamberden bile *Nûr* alamadılar. *Ebû Leheb* ler, *Ebû Cehil* ler öyle işte. O *Nûru* alamadılar. 


O mübârek nûr menba’ına, yâni Resûlullah Efendimize, *Büyücü* dediler, *Sihirbâz* dediler, *Yalancı* dediler, *Şâir* dediler. Nasipleri olmadı, alamadılar. 


Evliyâların kalbinden çıkan mârifetleri, nûrları almak için de evvelâ ne lâzım? *Îmân*. Sonra ne lâzım? *Ehl-i sünnet* îtikâdı. Mezhebsizler *Nûr* alamaz. 


Mezhebsizler, meşâyih-ı kirâmdan, evliyâ-yı kirâmdan *Nûr* alamazlar. *Aldık!* derler, hattâ, *Şeyh* olduk, derler. *Şeyhlik* de yaparlar. Fakat hiçbir şeyden haberleri yokdur, *Yalan* söylüyorlar.

Bu dînin esâsı kalbi hastalıkdan kurtarmaktır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan vücûdunda en kıymetli organ, *Kalp* dir. Bu dînin esâsı da, bu kalbi *Hastalık* dan kurtarmakdır. Nedir o hastalık? Kalbi hasta yapan şey nedir? *Nefsimiz*.


Hepimizin içinde bir *Düşman* var kardeşim. Hem Allaha düşman, hem bize düşman. O da, insanın kendi *Nefsi* dir. Yâni düşman içimizde, dışarda değil. O da kendi *Nefsimiz* dir. 


İşte bu nefsin, kalbe akıtdığı o *Zehire* karşı, bir *Panzehir* lâzım. Büyükler buyuruyorlar ki: Nefse karşı olan o panzehir, ya o büyük zâtların *Kendi* leridir veyâ *Eser* leridir. 


Eserleri deyince, ne anlıyacağız? Yâni o büyük zâtların *Kitap* ları ve *Talebe* leridir. 


Onun için, bizim *Âbiler* den birine rastlıyan, kurtulur efendim. Bizim *Kitap* lara kavuşan, bizim *Âbi* lere rastlıyan, kurtulur. Onun için biz çok *Şanslı* yız.

● ● ● 

Eskiden *Ezân* okunurken herkes işini gücünü *Bırakırdı*. Nasıl mı? Meselâ demirci demir dövüyor, çekici kaldırmış, tam vuracak. O anda müezzin *Allahü Ekber!* diyor.


O bunu işitince *Çekici* vurmuyor, indiriyor ve yavaşça kenara koyuyor. Neden? *Ezân* okunuyor diye. 


Çekici kaldırmış, demire vuracak, demiri dövecek, tam kaldırdığı zaman *Allahü ekber!* diye ezânı işitiyor, vurmuyor onu artık. 


*Ezân okunurken iş görülmez* diyor ve yavaşca yanına bırakıyor. Eskiden öyleydi. Ezâna *Hürmet* edilirdi. Şimdi nerde kardeşim? Nerdeee? 

● ● ● 

Yemekden sonra ne okuyoruz? *Elhamdü lillâhillezî eşba’nâ ve ervânâ min gayri havlin minnâ velâ kuvveh. Allahümme et’imhüm kemâ et’amûnâ.* 


Buraya kadar, Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretlerinin *Duâsı* dır. Bu kadar duâ ederdi Efendi hazretleri. Sonra bendeniz, ona bir ilâve yapdım. 


*Allahümmerzuknâ kalben takiyyen mineşşirki beriyyen lâ kâfiren ve şakiyyâ velhamdü lillâhi rabbil’âlemîn*. 


Bizim ilâvemiz bu kadar. Diyeceksiniz ki: *Sen kim oluyorsun da bunu ilâve yapıyorsun?* Evet ama bizim kendi sözümüz değil ki bu. 


Peygamber Efendimizin *Duâsı*. Onun *Sözü*. Berât gecesinde, Efendimiz aleyhisselâm secdede bu *Duâyı* okurmuş. Kitapda gördüm ve onu *Yemek duâsı* na ilâve etdim efendim.

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin kalplere huzur veren nasihatler

 Abdülhakîm Arvâsî (1860 - 1943)


Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.


Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.


Haramlardan korkan zahiddir. Şüpheliden korkan ise velidir.


Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim.


Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.


En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir.


Allahü Teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!


Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar.


Kur'an-ı Kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.


Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.


Allahü Teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.


Ahmaklık, hatada ısrar etmektir..


Kur'an-ı Kerim'den ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır.


 Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır.


Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.


Allahü Teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.


Allahü Teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.


İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.


Allahü Teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü Teâlâ'nın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü Teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.


Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz.


Temiz ve yeni elbise giyiniz.


 Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız.


Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır.


 Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler.


İslam dini, Allahü Teâlâ'nın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. 


Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. 


İslam dini ;Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, 


İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz.


Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. 


Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.


İslam ilimleri.ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder.


 Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir.


 Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. 


Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. 


İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.


İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. 


İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir.


 Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ıstırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.


Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır.


Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.


Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. 


Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur.


Hak Teâlâ'nın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır.

neler.


 Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü Teâlâ'nın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır.


Bɑhçıvɑn, bir gül için bin dikene su verir.

Allahü teâlânın en büyük sıfatı

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın en büyük sıfatı, *Hubb* dur, yâni *Muhabbet* dir. Biz, Allahü teâlâyı hakkıyla sevemeyiz. Bizim sevgimiz, *Sıfâtî* dir, *Hakîkî* değildir. 


Biz, *Sıfâtî* olarak severiz. Ama Allahü teâlâ, *Sıfâtî* sevgiyi de kabûl ediyor efendim. Hakîkî sevgi isteseydi, işimiz *Zor* du. 


Bütün dünyâ şöyle yazıyor kardeşim: *İhlâs Vakfı hakîkî İslâmiyeti bugün bütün dünyâya doğru olarak yayıyor!* diyorlar. Her yere ama, her yere. Ne büyük *Hizmet* kardeşim.


Elhamdülillah ki, Allahü teâlâ bize, Ehl-i sünnet âlimlerinin *Kitap* larını okumayı nasîb ediyor kardeşim. Bu kitapları okumıyan, *Câhil* kalır. 


İstediği kadar *Arabî* bilsin, *Fârisî* bilsin, din bilgilerinden *Diploma* sı olsun. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumıyanın, islâmiyetden haberi olmaz. Allahü teâlâ bize *İhsân* etdi, elhamdülillah. 


Bu okuduklarımızın, yazdıklarımızın, işitdiklerimizin hepsi, Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretlerinin *Hediye* sidir bize, *Sadaka* sıdır bize. Onları görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. 


Cenâb-ı Hak bize *Akıl* da vermiş. Akla da uyacağız tabii. *Fitne* çıkarmıyacağız, fitneye sebep olacak bir konuşma yapmıyacağız. Karşımızdakine bakacağız. Nasıl bir adam? 


Ona göre konuşacağız. *Paldır küldür* konuşmıyacağız. Konuşursak ne olur? Fitne çıkar. Fitneden kaçacağız. Peygamberimiz; *Fitne uykudadır, fitneyi uyandırana Allah lânet etsin!* buyuruyor.  


Fitneyi uyandırmıyacağız. *Ve mâ cevâb-ül ahmakı illes sükût*. Ne demek bu? Yâni *Ahmak* ın sözüne cevap verilmez, *Sükût* edilir. 


Bizim Hak Sözün Vesîkaları kitâbında, *Peygamberlik Nedir?* diye bir bahis var. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazısı bu. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri 18 yaşındayken yazmış onu. Daha mürşidini görmeden. Onu okudum, ne *Güzel* yâ Rabbî, ne güzel. Siz de okuyun kardeşim. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ayrıca; *Ortalık öyle bir hâle geldi ki, gençler müslümân ismini beğenmiyorlar, isimlerini değişdiriyorlar*, diyor. Hem de tâ o zamanda, yâni 400 sene önce.

İman bilgi değil inançtır

 Hüseyin Hilmi bin Sa’îd

Hazretleri buyuruyor ki:

 Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh Resûlullah ile ilk sohbetde gerçek îmâna kavuşdu. Mübâreğin ağzından çıkan ilk kelime, “Yâ Resûlallah, altı arkadaşım daha var, onları getireyim, onlar da müslimân olsunlar” oldu.

Efendim, bir mü’minde îmânın kemâli, kuvveti veyâ azlığı için, bir mihenk lâzımdır. Mü’minin îmânının ne kadar kuvvetli veyâ zayıf olduğu, iki menfaati karşılaşdığı zaman, tercîhinden belli olur. Nasıl belli olur? Meselâ dünyâ ve âhiret menfaatiyle karşılaşdı.

Eğer dünyâyı âhiretine tercîh etmişse, dünyâ menfaati için, yâni şahsî menfaati için cevâb veriyorsa, bunun kalbinde îmân bitmek üzeredir. Eğer zararına da olsa, hakârete de uğrasa, felâkete de gitse, îdama da gitse, Rabbimizin rızâsını üstün tutuyorsa, işte “îmân” buna derler.


Îmân, bilgi değildir. Îmân, inançdır. İnanç yürekde, kalbde olur. Onun için bilmek, insanı kurtarmıyacakdır. Ama o “güçlü îmân”, en zor şartlarda bile insanı kurtarır.