Şehâdet getirmenin fâideleri

 Şehâdet getirmenin yüzotuz kadar fâidesi vardır. Ammâ dört şeyden biri bulunursa, fâidesi yokdur.

O dört şey: 

1-Şirk,

2-şek, 

3-teşbîh, 

4-ta’tildir. 


Şirk, Allahü azîm-üş-şânın zâtında birşeyi ortak koşmağa denir. 

Şek, dinde meks etmeğe (durmağa, tevakkuf etmeğe), 

teşbîh -vehmen- Allahü teâlâyı bir mahlûka benzetmeğe, 

ta’til, (Allah âleme karışmaz, her şey vakti geldikde, kendi tabîatiyle olur) demeğe denir.


Ve dahî, yüzotuz fâidenin, otuzu bu mahalde zikr olunmuşdur: Otuzdan beşi, dünyâda ve beşi, ölürken ve beşi, kabrde ve beşi, arasâtda ve beşi, Cehennemde ve beşi, Cennetdedir. 

Dünyâda olan beş fâide:


1- Adı güzel çağrılır.


2- Ahkâm-ı islâmiyye kendisine farz olur.


3- Boynu kılıncdan kurtulur.


4- Allahü azîm-üş-şân, ondan râzı olur.


5- Cümle mü’minler, ona muhabbet eder.


Ölürken olan beş fâide:


1- Azrâîl “aleyhisselâm” ona güzel sûretde gelir.


2- Yağdan kıl çeker gibi, rûhunu alır.


3- Cennet kokuları gelir.


4- İlliyyîne çıkar, müjdeci melekler gelir.


5- Merhabâ yâ mü’min! Sen Cennetliksin denir.


Kabrde olan beş fâide:


1- Kabri geniş olur.


2- Münker ve nekir güzel sûretde gelir.


3- Bir melek ona bilmediğini ta’lîm eder.


4- Allahü azîm-üş-şân bilmediğini hâtırına getirir.


5- Cennetdeki makâmını görür.


Arasâtda olan beş fâide:


1- Süâl ve hisâbı âsân olur.


2- Kitâbı sağından verilir.


3- Mizânda sevâbı ağır gelir.


4- Arş-ı rahmân altında gölgelenir.


5- Sırâtı yıldırım gibi geçer.


Cehennemde olan beş fâide:


1- Cehenneme girerse, Cehennem ehli gibi, gözleri gök olmaz.


2- Şeytânı ile çatışmaz.


3- Ellerine ateşden kelepçe, boğazına zincir vurulmaz.


4- Hamîm suyundan içirilmez.


5- Ebedî Cehennemde kalmaz.


Cennetde olan beş fâide:


1- Cümle melekler ona selâm verir.


2- Sıddîklar ile refik olur.


3- Ebedî Cennetde kalır.


4- Allahü teâlâ ondan râzı olur.


5- Allahü teâlânın didârını görür.


İslâm Ahlâkı sf. 197

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Abdülhakim Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Abdülhakim Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Efendi hazretlerini tanımayanlara biz acırdık kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Abdülhakim Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Abdülhakim Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

Hacet Namazı

Enes bin Mâlik ve Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet ederler. Buyurdular ki: Allahü teâlâ hazretlerinden dünyâya veyâ âhırete âid bir isteği olan kimse, gece kalkıp, gusl edip veyâ abdest alıp, iki rek’at nemâz kılsa, her rek’atinde bir Fâtiha ve üç kerre sûre-i İhlâs okusa, selâmdan sonra başını secdeye koyup, Yâ Rabbî, benim isteğimi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hurmetine yerine getir, diye düâ etse; Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîk hurmetine isteğini verir. 


Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn s. 68

Sorsan bana kaç kere aklıma geldiğini

 Sorsan bana kaç kere aklıma geldiğini; 

“Bir kere” derim.

Zîra geldin ama hiç gitmedin..


(Mevlana Celâleddin-i Rûmi)

Ölüm acısı

 Ölüm acısı Yetmiş kılıç darbesinden fazladır.Ölüm acısı,Kabir azabı yanında hiçtir.Kabir azabı da;mahşer azabı yanında hiçtir.Cehennem,hepsinden şiddetlidir. Oranın bir “kıvılcım”ı bütün dünyayı yakar, yok eder.Sıkıntıları çok olan,Çok istiğfar okusun.İşlerinde muvaffak olamıyan,tövbe etsin.Bir isteği olan da,çok istiğfar eylesin!

(Abdülaziz Dirini hazretleri "rahmetullahi aleyh")

Bizim sonumuz ne olacak?

 İnsanın en büyük gayesi imanla ölmek olmalıdır!


Mübarek zatlar yani âlimler, evliya zatlar, hep son nefes korkusundan ağlamışlardır. Nice âlimler son nefeste imansız gitmişlerdir...


Bir mümin kardeşine "Allah iman selameti versin" demek, ne güzel bir duadır. İmanla ölmek, en büyük nimet, en büyük gayedir. Mübarek zatlar yani âlimler, evliya zatlar, hep son nefes korkusundan ağlamışlardır... Nice âlimler son nefeste imansız gittiler...

 

Büyük âlim ve velî Ali Bekka hazretleri çok ağlardı. Gözyaşı tuzlu olduğu için aktığı yerleri kısmen çürütmüş, yüzünde iz bırakmıştı. Çok ısrar üzerine, devamlı ağlamasının sebebini şöyle anlatır:

 

-Yıllar önce, olağanüstü hâlleri olan bir arkadaşım vardı. Bir defasında birlikte tayy-i mekânla Bağdat’tan, yaya bir yıllık uzaklıktaki şehre, bir anda gittik. Orada bana "Ali, filan zamana yakın öleceğim. O gün ölürken yanımda bulun!" dedi. "Tamam, söz" dedim... İşimizi görüp, yine tayy-i mekânla döndük...

Dediği gün evine gittim, can çekişiyordu, ama yüzü doğuya dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Yine çevirdim, yine döndü. Gözlerini açıp, "Arkadaş yüzümü kıbleye çevirmek için uğraşma, bu tarafa dönmüş olarak öleceğim" dedi. "Neden" diye sordum. "Tanrı üçtür, hak din Hristiyanlıktır" dedi. Sanki dağlar başıma yıkıldı. Gözleri fal taşı gibi patladı, sonra birden çirkinleşti, çırpına çırpına imansız öldü...

 

Bunu duyanlar, cenazeyi dışarı attılar. Cesedin etrafını kalabalık sardı, durumundan korkanlar, "bizim sonumuz ne olacak?" diye ağlamaya başladılar...

Ben de, başımı alıp köyden dışarı çıktım. Yürürken, "Benim sonum ne olacak?" diye hem ağlıyor hem tövbe ediyordum...

 

Epey uzaklarda, bir Hristiyan köyüne kadar gelmişim. Ortada bir cenaze, köylü etrafında toplanmış, sövüp sayıyorlar. Beni görünce, "Ali Hoca, gel" dediler. Hışımla yerdeki cenazeyi gösterip, "Bu, Kelime-i şehadeti getirdi, (Hak din İslam’dır, ben Müslümanım) dedi, Allah diyerek öldü" dediler. Ben de, "Ne güzel, hak din üzere öldü, üzülecek ne var" der demez, iyice köpürdüler. "Bu bizim meşhur rahibimizdi, yüz yıl yaşadı, sonunda bize ihanet etti, dinimizi reddetti, (Gelin siz de Müslüman olun, kâfirlikte kalmayın) gibi hakaretler de etti" dediler. "İleride bir köyde, biraz önce Hristiyan olup ölen biri var. Onun ölüsü de ortada kaldı. İki cenazeyi değişelim" dedim. Kabul ettiler, onu kendi mezarlıklarına gömdüler. Biz de, bizimkini kefenleyip, namazını kılıp, bizim mezarlığa defnettik...

 

İşte bu yüzden yıllardır ağlıyorum, "son nefeste benim hâlim ne olacak?" diye hep korku içindeyim...

 

Bizler de, vesveseye kaçmadan; son nefes endişesi ile yaşamalıyız. Allahü teala encamımızı hayreylesin...

İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum, münâkaşa *Yasak*. Nasıl olur da bir mü’minin kalbi incitilir efendim. Muhammed Mâsum hazretleri, *Mektûbât*’ında bunun zararlı olduğunu bildiriyor ve *Münâkaşa etmeyiniz!* diyor. 


Bir mü’minin, bir mücâhid kardeşinin kalbini incitmenin, *Kâbe*’yi, yedi kerre yıkmakdan daha büyük günâh olduğunu, dînimiz bildiriyor. Onun için, buna çok dikkat edeceğiz kardeşim. 


Birbirimizin kusûrunu affedeceğiz ve sabredeceğiz. *Sabredenin gideceği yer neresidir?* Peygamber Efendimiz bunu bildiriyor. Hadîs-i şerîfde; *Sabredenin gideceği yer, Cennetdir*, buyuruyor. 


Onun için birbirimizi incitmiyeceğiz. Birimiz, birimizi incitirsek dahî, karşıdakinin buna *Sabr*’etmesi lâzım. Hattâ ona *Duâ* etmesi lâzım. Dînimiz böyle emrediyor. Müslümânlık budur, kardeşlik budur. 


Her zaman söylüyorum. *Kimseyle münâkaşa etmeyin!* diyorum. Münâkaşa *Zararlı*'dır. Dostun muhabbetini azaltır, düşmanın da düşmanlığını artdırır. 


Bir vazîfe ile *Burgaz* mağaralarına keşfe gitmişdim. O akşam da Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine iftâra dâvetliydim. Vakt geç oldu, dönecek vâsıta yok. Durakda beklerken, bir *Taksi* gelip yanımda durdu.


Onlar da İstanbula gidiyorlarmış. Beni de aldılar. Edirnekapı’da indiğimde, akşam ezânı yeni okunmağa başladı. Koşarak dergâha gitdim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni görünce; *Hilmi, önce namâzını kıl, biz seni bekleriz*, buyurdular. İftârdan sonra Burgaz’da neler gördüğümü sordular. 


Ben de anlattım ve *Orada çok mağara var*, dedim. 


Bunun üzerine; *O mağaralar nasıl meydana geldi biliyor musun?* diye sordular. Bilmiyorum efendim, dedim. 


*İstanbul’un surları ne ile yapıldı? Surlar yapılırken Bizanslılar oralardan kireç çıkardılar. Bunları keşif raporuna yaz*, buyurdular. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; *İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım. Üfledim, ateş söndü*, buyurmuş. 


Bunun gibi, *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* de, o surlar yapılırken orada olabilir. Birden cevâplaması bunu gösteriyor kardeşim.

Bir zaman gelecek din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *yedi* yaşından beri okuyorum kardeşim, hâlâ da okuyorum. Kitap okumadan duramıyorum, gece gündüz okuyorum. Öğrenmek için okumak lâzım. Bizim kitaplarımız çok *Kıymetli*, onları muhakkak okumak lâzım.


Bizim kitaplar niçin çok kıymetli? Çünkü içinde, bana âit hiçbir yazı yok da ondan. Hepsi, büyük zâtların, ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri, yazıları. *Pırlanta* yanında *Cam parçası*’nın kıymeti olur mu? 


*Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretleri bize hangi kitâbı tavsiye etdi ise, medh etdi ise, o kitâbı aldım, o kitapdan tercüme etdim. Beni Ankara’ya tâyin etdiklerinde, *Mübârek* bana mektûb gönderirdi. 


Mektûblarında; benim için *Azîz Hilmi* diye yazardı. Azîz ne demek? *Sevimli* demek. Bir mektûbunda da yazmış ki: *Bir zaman gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak*. Evde saklıyorum o mektûbu. 


Şimdi bütün dünyâ bize soruyor kardeşim. Öğrendiğim her şeyi Abdülhakîm Efendi hazretlerinden öğrendim. Mânevî olarak elime geçen her şey, Onun bereketi ile olmuşdur. 


İlk gitdiğim sıralarda, odada kimse yokken, beni yanına çağırırdı. Kendisi sandalyeye otururdu *Mübârek*, beni de yanındaki sandalyeye oturturdu. 


Sonra elini bana uzatıp; *Tut elimi!* derdi. Tutardım. *Sık!* derdi. Elini sıkardım. *Daha sık!* derdi, yine sıkardım. 


Mübârek; *Daha Sık!.. Daha Sık!..* derdi. Sıkmakdan yorulurdum efendim. Bakardım ki gözlerini kapamış, uyudu zanneder, elimi gevşetirdim. Çünkü yorulurdum. 


Tam elimi gevşetirken gözlerini açar ve *Sık!* derdi. Bu şekilde, bir sene hep elini sıkdırdı bana. Kim bilir, hikmeti nedir? O Büyüklerin bütün hücreleri *Zikr*’edermiş. 


Evliyânın vücûdunun her zerresi, zikr edermiş. *Mektûbât*’da var bu. *Bütün zerreleri zikreder*, diye yazılı. Biz bunu sonradan öğrendik, *Seâdet-i Ebediyye*’ye de yazdık bunu. 


Belki elini sıkdırıyor ki, o *Zikr* benim hücrelerime de, kalbime de sirâyet etsin diye. Bir sene sonra ders okutmaya, arabca öğretmeye başladı bana. Millet bahçede namaz vaktini beklerdi. 


Daha namaza yarım sâat varken, Mübârek, beni içeriye, odaya alır, *Arabî* öğretirdi, yâni *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi ile Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretlerinin tanışması

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Askerî* okulda, lisede okurken, ben namâzımı kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. *İlmihâl’de* de yazdım ya; *Bir kadir gecesi uyuyamadım, yatağımdan fırlayıp kalkdım ve duâ etdim*.


O gece rüyâda, Allahü teâlâ bana *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri’ni* gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında *Nûr* şeklinde idi. Daha sonra, bir gün dersden çıkınca, *Bâyezid* câmiine namaz kılmağa girdim.


Bir de bakdım, câminin Bâyezid meydanına bakan kapısının yanındaki demir parmaklıklı bölmede, bir *Hoca Efendi* va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâat de, Onu dinliyordu. 


Câminin ortasına kadar cemâat dolu idi. Oraya doğru yürüdüm. Parmaklıkların arkasında, nûr yüzlü, sevimli bir *Hoca Efendi*, bir kitâbdan birşeyler anlatıyordu. 


Hoca Efendinin karşısından gidersem *Edebsiz’lik* olur diye düşündüm ve Hoca Efendinin karşısından yürüyüp gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. 


Onun için arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. *Hoca Efendi*, demir parmaklıklara arkası dönük vaziyette oturuyordu. 


Parmaklıkdan atlayıp, tam Onun arkasında oturdum. Kucağını, arkadan seyrediyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, çok merak etdiğim *Konu’ları* anlatıyordu. Biraz sonra ezân okundu. 


Hoca Efendi; *Dersimiz burada kalsın*, deyip, kitâbı kapatdı. Bakdım, *pırıl pırıl*, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden o kitâbı alıp, arkaya, yâni bana uzatdı ve; *Bu kitap, küçük efendiye benim hediyem olsun*, dedi. 


Çok şaşırdım, hayret ettim. Çünkü hiç arkasına bakmamışdı, beni görmemişdi. Arkasında *küçük efendi* olduğunu nerden bildi? Sonra hep berâber namâza kalkıldı. 


Ben, biraz sonra derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım ve ayrıldım. Fakat kendi kendime; *Bu zât kimdir, nerde bulunur?* dedim. Merak etdim, araşdırdım, cemaate sordum. 


Bana cevâben; *Cum’a günleri Eyüp Sultân câmiinde va’z eder*, dediler. Sevindim ve Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. Cum’a namâzına *Eyüp sultâna* gitdim. Maksadım, o *Hoca Efendi’yi* görmekdi. 


Cum’a namazına, *Eyüp Sultân* câmiine gitdim. Maksadım, o *Hoca Efendi*’yi görmekdi. Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim. 


Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; *Abdülhakîm Efendi nerdedir?* dedim. 


O da bana; *O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez*, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim. 


Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum. 


Dedi ki: *O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir*, dedi. 


Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. *Çıkıp, dışarda bekliyeyim*, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş. 


Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir *Bank* vardı. 


Kitapcı, kaba bir şekilde; *Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya!* dedi. O da, *Peki*, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen. 


*Bir dakîka efendim, oturmayın!* dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve *Şimdi oturun efendim*, dedim. 


Ama Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; *Al onu oradan!* dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; *Onu üzerime ört*, buyurdular. 


Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.


Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik. Ben, en önde, *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle Efendi’nin anlatdıklarını dinliyordum. 


Ben, en önde, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle *Efendi*’nin anlatdıklarını dinliyordum.


Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir *Kitap*’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki *Defîne* bulmuş bir *Fakîr* gibiydim.


Yâhut *Serin Su*’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid *Abdülhakîm Efendi*’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.


Söylediği, her biri *Pırlanta* gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.


Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Abdülhakim Efendi hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretleri dediğinde, ben içimden; *İmâm-ı Rabbânî kim acabâ?* diye düşündüm.


Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; *Rabbânî* dediğine göre, *Allahü teâlâ* ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu *İsmi* yazdım. Abdülhakim Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu. 


Biraz sonra da; *Mevlânâ Hâlid* hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu. 


Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; *Bu zât kim acabâ?* dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. *Mevlânâ* dediğine göre bu da *Allahü teâlâ* ile ilgili olabilir, dedim. 


İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, *Hâlid bin Zeyd* diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm. 


Hemen *Mevlânâ Hâlid* ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.


Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi *Efendi* hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, *Kim sevilir, kim sevilmez?* Bunu öğrendim Ondan. 


*Bir sâat* geçmiş, ama bana *bir an* gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. Askerî postallarımın iplerini bağlamaya uğraşıyordum ki, arkamdan birinin bana bir şey dediğini işittim. Çok tatlı bir ses tonu ile; 


*Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Ara sıra bizim eve gel, sohbet ederiz*, diyordu. 


Bir de dönüp bakdım ki, böyle söyliyen, biraz önce va’zını zevkle dinlediğim *Hoca efendi* bu. Beni, evine dâvet ediyordu. Çok sevindim. Bu, benim için çok büyük *Ni’met* idi. 


Tabii o zaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle, Allahü teâlâ istiyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, istedim de kavuşdum elhamdülillah. 


Dışarıda yağmur yağıyor. Bizim İlmihâl’de, *Bir üniversiteliye Cevap* bahsinde yazdık bunu. Gökden rahmet, yağmurla iner. Yağmura da bereket, *Şimşek*’deki elektrikden gelir. 


Fakat şimşekden de *bereket* geliyor. Dışarıya *maddî rahmet* yağıyor, içeriye ise görünmiyen *mânevî rahmet* yağıyor. 


Mânevî rahmet yağdığını nereden biliyoruz? Silsile-i aliyye’nin son satırı neydi? *Sâlihlerin ismi söylenince yağar rahmet-i ilâhî*. Biz de sâlihlerin isminden bahs etdik. 


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, Abdülhakîm Efendi hazretlerinden, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinden, Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinden bahs etdik.


Yine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden "kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz" bahsetdik. Bu büyüklerin ismini andık. Onun için şimdi buraya da *Mânevî Rahmet* yağdı kardeşim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni daha ilk görüşte; 


*Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde, yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz*, buyurup, beni evine dâvet etdi. 


Ben de dâvet etmesinden cesâret alıp, evine gitdim. Dâvet etmeseydi gidemezdim kardeşim, çekinirdim. O zaman Cum’a günleri tâtil idi. Bir sonraki Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. 


Cum’a günü olunca, heyecanla evine gitdim. Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir *Köşk* vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim. 

Parayı sevme

 Parayı sevme evladım . Paran cebinde olsun, kalbinde değil. Kalbde para sevgisinin olup olmamasının işareti nedir biliyor musun? Parayı kazanınca sevinmemek, kaybedince de üzülmemektir.

(Hidayetullah Erbili hazretleri "rahmetullahi aleyh")

Ehli olmayanlarla din konuşulmaz

 Bütün kitapların özeti ve bütün nasihatların özü, hülasası nedir, biliyor musunuz? Ehl-i sünnet”ten hardal tanesi kadar ayrılan kimselerle arkadaşlık etmek, onlarla konuşmak, kitaplarını okumak, öldürücü zehirdir. İnsanı sonsuz felakete sürükler.Çünkü ehl-i sünnete uymayan bir söz, bir yazı, insanın kalbinde fena iz bırakır. Daha kötüsü insanın iman ve itikadını sarsabilir. Çok dikkatli olmak ...lazım.Yabancılarla her şeyi konuşun. Güreşten, siyasetten, şundan bundan konuşun. Ama dinden, İslamiyet’ten asla. Ehli olmayanlarla din konuşulmaz. Rastgele kimselerden din öğrenilmez.İslamiyet, sadece “Ehl-i sünnet alimleri”nden öğrenilir.Öyle alim yoksa,o alimlerin yazdığı “ilmihal kitapları”na müracaat edilir.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi hazretleri "rahmetullahi aleyh")