Cahillik çok fenadır

***Cahillik çok fenadır. Cehenneme götürür sahibini.Çünkü dinini öğrenmeyen günah işler. Günah ise ateştir. Tövbe etmezse Cehenneme gider.

(Emir Hüsrev Dehlevi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Şu câhilce, şu ahmakca söze bakınız

 ***Mezhebsizler, bulundukları memleketdeki Ehl-i sünnet din adamlarını “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, her fırsatda kötülüyorlar. Bunların kitâblarının okunmasını, Ehl-i sünnet bilgilerinin öğrenilmesini önlemek için her hiyleye başvuruyorlar. Meselâ, bir mezhebsiz, muhterem bir ismi söyliyerek, (Eczâcı, kimyâger, dinden ne anlar? O kendi san’atı üzerinde çalışsın. Bizim işimize karışmasın) demiş. Şu câhilce, şu ahmakca söze bakınız! Fen adamlarının din bilgisi olmaz sanıyor. Bilmiyor ki, müslimân fen adamı, her an sun’-ı ilâhîyi temâşâ etmekde, masnû’ât kitâbında sergilenmiş bulunan yüce Hâlıkın kemâlâtını anlamakda, Onun sonsuz kudreti karşısında, mahlûkların aczini görerek, Onu her an tesbîh ve tenzîh etmekdedir. Alman atom âlimi Max Planck, (Der Strom) kitâbında, bunu çok güzel bildirmekdedir. Bu câhil mezhebsiz ise, yurt dışındaki kendi gibi bir sapıkdan aldığı belgeye ve bunun sağladığı masaya dayanarak ve belki de, yurt dışında dağıtılan altınların hayâlleri ile mest olarak, din bilgilerini kendi inhisârında görmekdedir. Allahü teâlâ, bu zevallıyı ve cümlemizi ıslâh eylesin! Böyle belgeli din hırsızlarının tuzaklarına düşen temiz gençleri de, halâs buyursun! Âmîn.


Evet, o zât, eczâcı ve kimyâ yüksek mühendisi olarak milletine 30 seneden ziyâde hizmet etmişdir. Fekat 7 sene din tahsîli yaparak ve geceli gündüzlü çalışarak da, büyük islâm âliminden icâzet almakla da şereflenmiş, fen bilgileri ile din bilgilerinin azameti altında ezilerek, aczini iyice anlamışdır. Bu anlayış içinde, hakkıyla kulluk yapabilmek gayretindedir. En büyük korkusu ve endişesi, diplomalarının ve icâzetinin yaldızlarına aldanarak, bu konularda söz sâhibi olacağını sanmaklığıdır. Bu korkunun çokluğu, her sözünde gözlere çarpmakdadır. Hiçbir zemân kendi görüşünü, kendi fikrini yazmağa cesâret etmemiş, dâimâ Ehl-i sünnet âlimlerinin, anlıyabilenleri hayrân eden kıymetli yazılarını arabîden ve fârisîden terceme ederek genç kardeşlerine sunmağa çalışmışdır. Bu korkunun çokluğundan, kitâb yazmağı düşünmemişdir. (Savâık-ul-muhrika)nın ilk sahîfesinde yazılı olan, (Fitne yayıldığı zemân, hakîkati bilen, başkalarına bildirsin! Bildirmezse, Allahın ve bütün insanların la’neti ona olsun!) hadîs-i şerîfini görünce, düşünmeğe başlamış. Bir tarafdan, Ehl-i sünnet âlimlerinin, din bilgilerindeki ve kendi zemânlarında bulunan fen bilgilerindeki anlayışlarının ve akllarının üstünlüğünü ve ibâdet ve takvâlardaki gayretlerini öğrendikçe, küçüklüğünü anlayıp, O büyük âlimlerin ilm deryâları yanında, kendi bilgilerini bir damla gibi görmüş, bir yandan da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okuyup anlıyabilecek sâlih kimselerin azaldığını ve câhil, sapık kimselerin din adamları arasına karışarak, bozuk, sapık kitâblar yazıldığını görerek üzülmüş, hadîs-i şerîfde bildirilen la’net tehdîdinden dehşet duymuşdur. Kıymetli genç kardeşlerine olan şefkat ve merhameti de, Onu hizmete zorlayarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından seçdiği yazıları terceme etmeğe başlamışdır. Aldığı sayısız tebrîk ve takdîr yazılarının yanı sıra, tek tük mezhebsizin serzeniş ve iftirâlarına da hedef olmuşdur. Rabbine ve vicdânına karşı ihlâsında ve sadâkatinde bir şübhesi olmadığı için, Allahü teâlâya tevekkül ve Resûlünün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve sâlih kullarının mübârek rûhlarına tevessül ederek, hizmete devâm etmişdir. Allahü teâlâ, hepimizi râzı olduğu doğru yolda bulundursun! Âmîn.

(Se’âdet-i Ebediyye)

Cehennem'e atılan kâfirler

 Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan yüzleri kararmış bir hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak bağları) bize ağır geldi ve derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi buradan çıkarın. Biz bir daha isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan daha çıkamazsınız. Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve isyânınıza döneceksiniz" der. 

(İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Nefsini seven arkadaşını sevemez

 Nefsini seven, arkadaşını sevemez. Hatta böyleleri, büyükleri de sevemez, Allahü teâlâyı da.Çünkü bir kalbde, iki zıt şeyin sevgisi bir arada bulunamaz evladım. Nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır. Bir kalbde, hem “Nefsin sevgisi”, hem de “Allah sevgisi” birlikte bulunamaz.Allahü teâlâyı sevmek istiyorsak, nefsimizi sevmeyeceğiz.İnsan kendini severse, Rabbini sevemez. Rabbini severse, kendini sevemez. Bir kalbde bu iki sevgi birlikte bulunamaz. Ya kendi sevgisi vardır, ya Allah sevgisi. Kendini beğenmemek, Allahü teâlânın büyük ihsanıdır ki, bu hale kavuşan, “Allah sevgisi”ne kavuşmuş demektir.

(İsmail Fakirullah hazretleri "rahmetullahi aleyh" ;Şeyh-ün-Neccar hazretleri “rahmetullahi aleyh“ ;Pir Ali Efendi hazretleri "rahmetullahi aleyh" ;Ebu Hamza Bağdadi hazretleri ”rahmetullahi aleyh“;Sultan-ül ulema hazretleri ”rahmetullahi aleyh“;Ebu Abdullah Mağribi hazretleri ”rahmetullahi aleyh“;Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillâh, Rabbimize sonsuz şükürler olsun. Râhatız, neş’eliyiz. Kitaplarımız dağılıyor, gazetemiz yayılıyor. Bundan büyük lûtf-u ilâhî olur mu? 


Allah, Enver âbiye hep neş’eli olmayı nasîb etsin. Bu, çok mühim kardeşim. İşin başı odur. Enver âbi neş’eliyse, hepimiz neş’eliyiz. 


Bayram geldi, bütün müslümânlar seviniyor. Ama bizim sevincimiz herkesden kat kat fazla. Rabbimize şükürler olsun ki, bizi bu mübârek güne yetişdirdi. 


Bilhassa, O’nun emrettiği islâmiyet yolunda, hayâtlarını tehlükeye koyarak, O’nun dînini, O’nun kullarına yaymak için, oruçlu oruçlu uğraşıyorsunuz kardeşim.


İşte sizin gibi mücâhit kardeşlerimizle karşılaşdığım, mübârek ellerinizi sıkmakla şereflendiğim için, Rabbimize sonsuz şükrediyorum efendim. 


Bu samîmî sözlerim, kalbimin ifâdesidir. Bunun için Rabbime sonsuz şükürler olsun.


İslâmiyetin garîb olduğu bir zamanda, Rabbimizin *(Kahhâr)* sıfatının tecellî etdiği bir zamanda, O’nun dîni için, böyle aşk ile, gayret eden, çalışan insanlara ne mutlu. 


Ne mutlu Allahın seçdiği bu fedâkâr kardeşlerimize! İslâma hizmet eden bu mücâhitlerle birlikte olmak, onların arasında bulunmak seâdetine kavuşanlara da ne mutlu. 


İnanıyorum ki, sizin bu hizmetinizde gezdiğiniz, basdığınız yerlere, melekler kanatlarını serdi. Niçin inanıyorum ben buna? Çünkü hadîs-i şerîf bildiriyor: 


*(Yâ Ebâ Hüreyre!)* diye başlıyan, uzun bir hadîs-i şerîf var. Orada buyuruluyor ki:


(Yâ Ebâ Hüreyre! Allahın kullarına, Allahın dînini öğret. Onları öğretmeye giderken basdığın yerlere, melekler kanatlarını serer. Gökdeki melekler, yerdeki hayvanlar.


Havadaki kuşlar, denizdeki balıklar, senin için duâ ederler. Kıyâmetde sana öyle bir makâm ihsân olunur ki, Peygamberler gıpta ederler.) 


Böyle buyuruluyor hadîs-i şerîfde. 


Elhamdülillah! Siz, bu müjdeye mazhar olan kardeşlerimizsiniz. Onun için çok bahtiyârsınız kardeşim. Allahın dînine hizmet etmekden daha büyük ni’met olur mu? 


O’nun yolunda çalışmak, O’nun dînine hizmet etmekden daha büyük ni’met olur mu? Bu ni’metin devâmı için şükredeceğiz kardeşim. Rabbimize sonsuz şükredeceğiz.

Müslümânlıkdan daha büyük şeref olur mu?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cümleten merhabâ kardeşim, cümleten safâ geldiniz. Büyükler; *(İki sultân bir iklîme sığmaz, on dervîş bir kilime sığar)* demişler. İklîm, memleket demekdir.


Ben seni seviyorum demeye, *(Lisân-ı kâl)* denir. Ama sevginin şartlarını yapar, yerine getirirse, bu da *(Lisân-ı hâl)* dir. Öyleyse sevgimizi hâl ile, hâlimizle anlatacağız kardeşim. 


*(Lisân-ı hâl, lisân-ı kâl’den entakdır)* diyor âlimlerimiz. Yâni bir şeyi hâli ile, tavrı ile, davranışı ile bildirmek, lâf ile, söz ile bildirmekden daha iyi bildirir. 


Söz ile söylenince, dinliyen şüpheye düşebilir. Yâni acabâ doğru mu söylüyor? diyebilir. Ama hâli ile, hareketi ile davranışı ile bildirirse, o zaman kabûl eder, inanır, teslîm olur. 


Velhâsıl bu yolda, bu hizmetde muvaffak olmamız için, birbirimizi sevmemiz lâzım kardeşim. Sevmek de, *(Lâf)* ile değil, *(Hâl)* ile olacak. Çünkü gerçek sevgi, sevmenin şartlarını yerine getirmekle olur. 


Bu fitne fesat zamânında Allahü teâlâ bizi koruyor efendim. Hadîs-i şerîfde buyuruluyor ki: 


*(Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, islâmiyetin onda dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız, helâk olursunuz. Âhir zamanda öyle kimseler gelir ki, onlar islâmiyetin onda birini yapsalar, kurtulurlar.)* 


Hadîs-i şerifte böyle buyuruluyor. Bu zaman, işte o zamandır kardeşim. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bile, 400 sene evvel; *(Bu zaman, o zamandır)* buyurmuş. 


Şimdi evliyâ olmak kolay. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine sormuşlar; (Bu zamanda evliyâ var mıdır?) diye. Ne cevap vermiş? 


*(Bu zamanda namâzını kılan, farzları yapıp, harâmlardan sakınan bir kimse, evliyâdır)* buyurmuş. Evliyâ olmak için, sabahlara kadar nâfile ibâdet ve zikir yapmağa bile lüzûm yok. 


Dînimize hizmet, çok şereflidir kardeşim. Bizim şerefimiz, hizmetin kendindendir, bizden değil. Kim bu hizmete koşar, elini sürerse, o insan şerefli olur. Çünkü, hizmetin kendisi çok şereflidir. 


Böyle güzel bir yerde şeref varken, başka bir yerde şeref aranır mı kardeşim? Hazret-i Ömer radıyallahü anh buyuruyor ki: *(Başka bir yerde şeref ararsak, Allah bizi kahretsin.)* 


Müslümânlıkdan daha büyük şeref olur mu? Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakdan daha büyük şeref olur mu? Allah yolunda olan hizmet, boşa gitmez, zâyi olmaz. 


Ne mutlu Allah yolunda çalışanlara, ne mutlu Allah rızâsı için uğraşanlara.

Kitâbsız kâfirler

 “Kitâbsız kâfirlerin kestikleri yenmez, kızları alınmaz ve onlara kız verilmez.” 

(Muhammed Hâdimî)

İman ve akıl

 Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretleri rahmetullahi aleyh, imanı şöyle tarif ediyor:


(İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmadan, tasdik etmek ve inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, Resulü tasdik etmiş olmaz veya Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz.)


İmanın geçerli olması için, gayba iman etmek şarttır. Kur’an-ı kerimde müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor.


Mesela Cennet, Cehennem gibi şeyler akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Allahü teâlâ Cennet var diyorsa vardır, Cehennem var diyorsa vardır, melekler var diyorsa vardır, cin var diyorsa vardır. Bunlar akılla anlaşılsaydı peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Herkes aklıyla doğruyu bulabilirdi.


Namazın nasıl kılınacağı, diğer ibadetlerin nasıl yapılacağı da, akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır.


Aklın görevi, naklin sağlam yerden, yani Peygamberden geldiğini anladıktan sonra, hiç tereddüt etmeden ona inanmaktır.


Akıl, her şey demek değildir. Sonra herkesin aklı aynı da değildir, onun için akıl, şaşmaz ölçü olamaz. Öyle olsa herkes aynı şeyi söyler, herkes aynı düşünür. Herkes aynı dine, aynı mezhebe inanır, herkes aynı partili olur, farklı görüşe rastlanmaz. Farklı dinler, farklı partiler, farklı görüşler olduğuna göre, akılların da farklı olduğu anlaşılır.


Böyle farklı olan akla nasıl güvenilir ki? Onun için nakil şarttır. Nakle inanmak için de, aklı kullanmak şarttır.


Mesela akıl, asırlardır doğup batan güneşe bakar, hiç ısısının ve ışığının eksilmediğini görür. Kâinattaki yıldızlara, gezegenlere, insanın vücut yapısına, meyvelere, hayvanlara bakar. Buradan, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu anlar ve ona inanır. Bu da, gayba inanmak demektir. Yoksa yaratıcıyı görmesi mümkün değildir. Yaratıcıyı, ancak eserleriyle anlar. Yine akılla, peygamberlere, kitaplara inanır. Orada bildirilenlere inanır.


Akılla, Kur’an-ı kerimdeki şeyler doğru mu diye ölçemez. Aklın buradaki görevi, (Bu kâinatı yoktan yaratan Allah, Kur’an-ı kerimde de yanlış şey bildirmez) diye inanmaktır, akıl gerisine karışmaz. İnandıktan sonra da, artık akla değil, nakle itibar eder.


Nakilden öğreniyoruz ki; akıl hakla bâtılı, eğriyle doğruyu ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ Kur’an-ı keriminde, Peygamber efendimiz de hadis-i şeriflerinde, şu doğru, şu yanlış diyor. Akılla bunları öğreneceğiz. Öğrenmeyen milyarlarca insan var, onlar elbette sorumludur. Onlara niye öğrenmedin diye sorulacak. Öğrenmişsen öğrendiğini niye yapmadın diye sorulacaktır.


Naklî bilgilerle doğruyu eğriyi niye bulmadın diye sorulacak. İşte kitap burada, niye bununla amel etmedin diye sorulacak. Kitaba bakmadan, aklınla bunları bil denmeyecektir. Kitabın gönderilmesi doğru ve eğrinin bilinmesi içindir. Akılla bu kitaptan doğru eğri öğrenilir.


Akıl kendi başına, kitap olmadan, bu doğruları eğrileri bilemez. Bilebilseydi zaten kitap gönderilmezdi. Kitap gönderildiği halde öğrenmeyip doğruyu eğriyi bilmeyen sayısız insan var. Akılla bunları bilemiyorlar, bulamıyorlar. Demek ki, kitaptan, nakilden öğrenmekten başka çare yoktur.


(Ben peygamberim, bana vahiy geliyor) diyen çıksa, bunun doğru mu yanlış mı olduğunu akılla nasıl biliriz ki? Ancak nakille bilinir. Mesela Amerika’da bir deli, (Ben peygamberim, bana vahiy geliyor) dedi. Eğer bu, akla ters gelseydi, ona binlerce kişi inanmazdı. Hepsi de, kendi akıllarına yattığı için inandılar, ama biz, nakle aykırı olduğu için inanmadık.


Muhammed aleyhisselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini nakilden öğrendik. Aklımızı değil, naklimizi kullandık. Aklını kullanan binlerce insan, o sapık adamı resul olarak kabul etti.


(Ben resulüm) diyen gibi, (Ben mehdiyim) diyen de çıktı. Nakli değil de, aklını kullananların çoğu onu tasdik etti. Biz nakle baktık. Mehdi’nin vasıfları var. Adı Muhammed, babasının adı Abdullah olacak. Gökten bir melek, (Bu Mehdi’dir) diyecek, bunu herkes duyacak. İsa aleyhisselam gelecek, Deccal ile savaşacaklar. Daha bunun gibi yüzlerce mesele var. Bunlar olmayınca, onun Mehdiliğine inanmadık. Aklımızı kullansaydık, diğer cahiller gibi biz de, onun Mehdi olduğuna, sapık fikirlerine inanırdık.


Oku emrinin de, akılla hiç ilgisi yoktur. Okumak, nakli bilgileri öğrenmek için yapılır. Naklî bilgileri bilmeden, nasıl neye inanacağımızı bilemeyiz. Din ilimlerini öğrenmek, nakli öğrenmek demektir. Hatta nakle itibar etmeyen kimse, aklının ölçüsünde sapıtır. Kendini ne kadar çok akıllı zannederse, naklî bilgileri de o oranda kendi aklıyla ölçmeye çalışır.


Ne kadar akıllı olursa olsun, bir kimsenin ilmi yoksa hiç kıymeti olmaz. İlim demek de, nakli bilmek demektir.


Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Dini aklıyla ölçmek kadar zararlı şey yoktur. Böylece helâle haram, harama da helâl denmiş olur.) [Taberani]


Hazret-i Ali radyallahu anh buyuruyor ki:

(Din, akılla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh ederdim.) [Ebu Davud]


İmâm-ı Rabbâni hazretleri de rahmetullahi aleyh buyuruyor ki:

Dinin hükümlerini kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. (1/214)


http://m.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=6436

Bu kitaplar ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarıdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Diğer tarîkatlerde kalbin zikretmesi için, senelerce, bâzen 40 sene çile çekilirdi. Nakşibendî yolunda ise, *(mürşid-i kâmil)* in acıyarak bir bakışı yeter. 


Şâh-ı Nakşîbend hazretleri öyle duâ etmiş. Allahü teâlâdan en kısa ve mutlaka kavuşduran bir yol istemiş mübârek. 


Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine; Bu dereceye nasıl kavuşdun? demişler. Cevâbında; Evliyâyı çok sevmekle) buyurmuş. 


Bu kitaplar, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarıdır kardeşim. Benim burada, bir kelimem dahî yokdur. Onlardan naklediyorum, onlardan tercüme ediyorum. Bunlar, birer miknâtısdır. 


Miknâtıs ne kadar çok yayılırsa, cevherler o kadar çok yapışır. Yoksa bu kitapları herkes okuyacak, herkes istifâde edecek diye beklemeyin efendim, yırtanlar da olacakdır. 


Kur’ân-ı kerîmi de yırttılar. Ama unutmayın ki, bu kitapları yayanlar, bu kitapları dağıtanlar, Peygamberlik vazîfesini yapıyorlar. Çünkü onlar, Peygamber Efendimizin *(vârisleri)* dir. 


Hiçbir zaman *(mûris)*, vârisini yarı yolda bırakmaz efendim. Bu kitapları satarken, bu hizmetleri yaparken çok sıkıntı çekdik, çok çile çekdik. Evimizden yurdumuzdan ayrı kaldık. 


Ama unutmayın ki, bu bizim çekdiğimiz sıkıntılar, *(Eshâb-ı kirâm)* ın çekdiği sıkıntılar yanında, deryâda bir damla gibidir. Çünkü onlar, yurtlarından kovuldular. 


Bu gün, Allahü teâlânın dînine hizmet edecek kişiler yetişiyor elhamdülillah. Bu kişileri Allahü teâlâ yetişdiriyor. Allahü teâlâ; *(Bu dîni ben muhâfaza ederim)* buyuruyor. 


Muhâfaza etmek için de sebebini yaratıyor. Bu sebep de, işte bu *(mücâhidler)* dir, yâni dînin yayılmasına hizmet edenlerdir. Bir kişi daha yanmasın diye uğraşanlardır, yâni *(sizler)* siniz. 


Kardeşim, sizin yeriniz yerde oturmak değildir. Sizin yeriniz, başımızın üstündedir. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâma nasîb etdiği *(Îmânı)* size nasîb etmiş. 


Eshâb-ı kirâma ihsânda bulunduğu, nasîb etdiği îmânı size vermiş. Eğer sizin kalbiniz bu îmâna lâyık olmasaydı, Allah vermezdi efendim. 


Siz, o kadar mümtaz ve seçilmiş insanlarsınız ki, Allahü teâlâ size bu kalbi nasîb etmiş. Öyle bir kalb ki, *(Elmas)* hiç kalır yanında. Çok kıymetli olan bu elmas, hepinizin kalbinde var kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bid’at fırkalarını, yetmişiki fırkada olanları sevmiyeceğiz kardeşim. Ama sevmemek demek, doğüşmek, kavga çıkarmak demek değildir. 


Döğüşmek şöyle dursun, münâkaşa etmek bile yok. Çünkü dostla münâkaşa, dostluğu azaltır, düşmanla münâkaşa, düşmanlığı artdırır. 


Allahü teâlâ hepimize seâdet-i dâreyn ihsân eylesin kardeşim. *(Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile)* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


Temel olmazsa, binâ ne kadar yüksek olsa da, hepsi birden yıkılır. Temel, *(Îmân)* dır, yâni ehl-i sünnet îtikâdıdır. Velhâsıl îmân çok mühimdir. Etrâf düşman doludur. 


Ehl-i sünnet îtikâdı, balta girmemiş ormanların en ücrâ köşesindeki *(âb-ı hayât)* gibidir. O sudan bir damla içenler, sonsuz Cennete gider. 


İşte bu büyüklerin sohbetleri, kitapları ve kendileri, âb-ı hayâtdır kardeşim. Onu içenler, o gıdâyla büyüyenler, sonsuz olarak, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yerde buluşacaklardır. 


Bütün sohbetlerin özeti, bütün vaazların özeti, bütün nasîhatlerin özeti, bir *(Allah adamı)* na kavuşmakdır. Dünyâda en zor iş, budur. Ona kim kavuşursa, o her şeye kavuşmuş olur. 


*(Akıllı)* kime denir? Akıllı demek, menfaatini koruyan, kollıyan insan demekdir. Kendini ateşde yanmakdan ko-ruyamıyan bir kimse, nasıl akıllı olabilir?


Bir kimse çok zekî olabilir, çok müthiş inşaatlar yapabilir, müthiş yatırımlar yapabilir. Ama eğer Allaha, Peygambere ve âhiret gününe îmân etmiyorsa, ona akıllı denmez. 


Allahü teâlâ bizi, akıllılar zümresinden yaratdı. Çünkü O seçmeseydi, O ayırmasaydı, biz tanıyamazdık. Bu hizmetleri yapanlar, Peygamberlik vazîfesine tâlip olmuşlardır. 


Bu çok kıymetli vezîfenin birçok düşmanları olur. Bir ni’met ne kadar kıymetli ise, onun düşmanı da o kadar çok ve kavî olur. 


En büyük düşman da, insanın kendisidir. O da, insanın *(Nefs)* idir. Nefs de insanın içindedir. Önüne birçok engeller çıkarır, mâni olmak ister.

İslâmiyetin emrettiği cihâd-ı fî-sebîlillah

 “İslâmiyetin emrettiği cihâd-ı fî-sebîlillah, kılıç zoru ile âlemi müslüman olmaya cebretmek değildir. Cihâd, kelime-i tevhîdi bütün cihâna yaymak ve duyurmak, Allahü teâlânın hak dîninin, diğer dinler üzerine olan üstünlük ve fazîletini ortaya koymaktır. Bu cihâd, evvela tebliğ ve nasihat şeklinde yapılır. Yani islâmiyetin hak din olduğu, bütün saadetleri, adâleti, hürriyeti ve insan haklarını emrettiği bildirilir. Bunu kabul eden gayr-ı müslimlere vatandaşlık hakkı verilir. Müslümanların mâlik oldukları bütün hürriyetlere nâil olurlar. Bu daveti kabul etmeyip, inat eden hükûmetlerle, zâlim diktatörlerle harb edilir. Harbde mağlûb oldukları zaman, evvelce yapılmış olan davet tekrar edilir. Yani islâmiyeti kabul etmeleri istenir. Kabul ederlerse, onlar da aynen diğer müslümanlar gibi, hür olurlar. Kabul etmezlerse cizye denilen vergiyi vermeleri teklif edilir. Cizye vermeyi kabul edenlere (zimmî) denir. Bunlara dinlerini değiştirmeleri için herhangi bir zorlama yapılmaz. İhtiyârlardan, hastalardan, kadınlardan, çocuklardan ve yoksullardan ve din adamlarından cizye alınmaz. Kendi dinlerinin icablarını yapmaları için, onlara her türlü müsâade verildiği gibi, malları, canları, ırzları, namusları, müslümanların malı, canı, ırzı ve namusu gibi, devletçe muhâfaza edilir. Bütün hak ve hukukta, müslüman ve müslüman olmayan adâlet önünde müsavi tutulur.”


[Cevâb Veremedi]