Peygamber efendimiz ne kadar su ile abdest ve gusl alırdı

 Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm, bir müd(875 gr ağırlığında) su ile abdest alır, bir sa' (4.2 litre) su ile gusl ederdi.

(İbn-i Âbidîn hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Her müslümanın uyması gerekir

 ***Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken kendi mezhebi âlimlerinin "Müftâbih olan budur", "En iyisi budur", "En doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. 

(İbn-i Âbidîn hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Yalnız hadîs-i şerîf okuyup fıkıh öğrenmeyen kimse

 Yalnız hadîs-i şerîf okuyup, fıkıh öğrenmeyen kimse dinde müfsiddir. (bozgunculuk yapandır)

(Ebü'l-Leys Semerkandî hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Kalbde îmân bulunduğuna alâmet

 ***Mü'min olmak için, yalnız Kelime-i şehâdeti (Eşhedü en lâ...) söylemek yetişmez. Münâfıklar da bunu söylüyor.Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, şerîatin (İslâmiyet'in) emirlerini seve seve yapmaktır. 

(İmâm-ı Rabbânî hazretleri “kuddise sirruh”)

İslâm âlimlerinin göz bebeğidir

 İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velî idi. Müctehîd yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim idi. İslâm âlimlerinin göz bebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcı idi. Resûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır. 

(Şâh-ı Dehlevî hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum

 Rüyâda Resûlullah efendimiz aleyhisselamı gördüm. Bir minber üzerinde, İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretlerini medh ederek şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd kıldı." 

(Mîr Hüsâmeddîn hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Müctehîd olmayan müftîler âyeti kerime ve hadîsi şeriflerden hüküm çıkaramaz

 Müctehîd olmayan müftîlerin, âyeti kerime ve hadîsi şeriflerden herhangi bir hüküm çıkarmağa yetkileri yoktur. Çünkü âyet ve hadîslerden hüküm çıkarabilmek için müctehîd olmak şarttır. 

(İbn-i Âbidîn hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Bugün ehl-i sünnet îtikâdında kalanların hepsi Eshâb-ı kirâmın soyundandır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bugün, *(ehl-i sünnet)* îtikâdında kalanların hepsi, Eshâb-ı kirâmın soyundandır kardeşim. Eshâb-ı kirâm, dünyânın her yerine yayıldılar. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, öyle *(şerefli)* kimselerdir ki, Allahü teâlâ onları, Resûlüne *(arkadaş)* olarak yaratdı. Her biri, çeşitli yerlerden gelip toplandılar. 


Meselâ Selmân-ı Fârisî hazretleri, *(Îran)* dan; Bilâl-i Habeşî, *(Afrika)* dan gelip, sahâbî oldular. Bu şerefi kazandılar.


Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâmın en yakın akrabâları, amcaları, *(îmân)* etmedi. Eshâb-ı kirâma, bu şeref bile yeter. 


Peygamber Efendimizin *(kabir)* resmi diye bir resim satılıyor. Bu resim, aslında Bursada, Osmânlı Sultânlarından birine âitdir. Peygamber Efendimizin *(kabr-i şerîfi)* ile hiç alâkası yok. 


Çünkü oranın resmini çekme imkânı yokdur. Sebebine gelince, kabr-i şerîfin dışında, kapısız, penceresiz bir *(duvar)* var. 


Onun dışında, gene kapısız ve penceresiz bir *(duvar)* daha var. Onun da dışında *(settâre)* denilen bir örtü, onun dışında da bilinen demir parmaklıklar var. 


Yâni kabr-i şerîf görülmüyor. Sâdece, tepede küçük bir *(hava)* deliği gibi bir boşluk var. Oradan 500 sene evvel, bir *(kuş)* düşmüş ve ölmüş. 


Onun çıkarılması ve oranın temizlenmesi için, beş yaşlarında küçük bir *(kız)* çocuğunu, belinden bağlamışlar, tepedeki o delikden aşağıya indirmişler. Orayı görmek, yalnız o çocuğa nasîb olmuş. 


Bu yolun sünneti, *(çile)* çekmekdir efendim. Başda Efendimiz aleyhisselâm, hayâtı boyunca hep çile çekdi. Bize ve kitaplarımıza çok *(sıkıntı)* verdiler. Sıkıntı verenler de çok sıkıntı çekeceklerdir. 


Hem sünnete uygun olması, hem de hizmetlerimizin *(kabûl)* olacağının ve bu hizmetlerin devâm edeceğinin alâmeti bakımından, bu sıkıntılar, bizim için bir *(ni’met)* dir kardeşim. 


Allah, hepsine hidâyet versin. Tabii bizim yüzümüzden kimsenin sıkıntı çekmesini istemeyiz. Biz işimize bakarız. İşimiz nedir? İslâma hizmet. O hizmet nedir? Kitaplarımızın dağılmas, gazetemizin yayılması. 


Birine bir kitap vermek veyâ kitap verilmesine sebep olmak o kadar *(sevâb)* dır ki, bunu yapana, gökdeki kuşlar, karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar; *(Yâ Rabbî, bu kulunu affet)* diye duâ ederler. 


Bizim dînimizin iki esâsı vardır. Biri *(öğrenmek)*, diğeri *(öğretmek)*. Dînimizin en büyük düşmanı cehâletdir. Onun için nerede ilim varsa, *(din)* oradadır. Nerede din varsa, *(ilim)* oradadır. 


İlimsiz din olmaz. Onun için ilim öğrenmek çok büyük *(ibâdet)* dir, çok büyük *(sevâb)* dır kardeşim. Hizmetlere katılan arkadaşlarımızın alnından *(öpmek)* lâzım. 


Allahü teâlânın dîni yayılıyorsa, dînin yayılmasına hizmet ediliyorsa, bu hizmet devam etdiği müddetçe, o yere umûmî belâ, umûmî felâket gelmez efendim.

Dünyâ imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı

 Evliyânın büyüklerinden Şemsüddîn Muhammed Rûcî hazretleri buyurdu ki: 

"İnsanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyleri seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalpten çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak da bu düşünceleri arttırır. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması, uzaklaşması lâzımdır. Allahü teâlâ, çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmez."

"Dünyâ, imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı. Aldatmak için de, Allahü teâlânın düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek aldatılanlar, dünyâyı elde etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini zannederler. Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu rivâyet edilir: 

(Zenginliğin geldiğini gördüğün zaman, 'Bu cezâsı çabuklaştırılmış bir günah' de, fakirliğin geldiğini görürsen, 'Hoş geldin ey sâlihlerin şiârı, alâmeti' de, istersen rahatlık sâhibini öv.)"

"İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikir olur."

"Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istiğfâr, tövbe etmek çok faydalıdır."

"Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına bağlıdır."

"İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."

"İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."

"İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır."

"Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun!  O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inatçı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azaplara müstehak olurlar."

Zararını ben ödeyeceğim

Osmanlı devletinin ilk yılları.. Bursa’da bir kişi, satın aldığı atın hemen sonrasında, atın hasta olduğunu fark etti. Onu geri vermek istiyor ancak satan adamın atı geri almayacağından endişe ediyordu. Bu yüzden önce kadıya gidip işi resmi olarak halletmek istedi. Ancak kadıyı yerinde bulamadı, mahkeme ertesi güne kaldı, hasta at ise gece öldü. Adam, ertesi gün olanları kadıya anlattı, ne yapılabileceğini sordu. 

Kadı, “Zararını ben ödeyeceğim” dedi. Şaşkınlıkla kadıya bakan adam “Sizin konuyla bir ilginiz yok, niçin siz ödeyeceksiniz ki…” dedi. Kadı, şu manidar cevabı verdi: “Evet, görünürde benim konuyla ilgim yok ama işin aslı öyle değil. Sen dün geldiğinde ben yerimde olsaydım, atı geri verdirirdim, sen de paranı geri alırdın. At da senin elinde değil, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Şimdi buna imkân kalmamıştır. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep oldu. O yüzden zararını ben ödeyeceğim” dedi ve ödedi. 

O kadı, sonradan Osmanlının ilk şeyhülislamı olacak olan zamanın din ve fen bilgilerine  vâkıf Molla Fenari Şemseddin hazretleri (1350-1431) idi.

Kul hakkı çok mühimdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kul hakkı o kadar mühimdir ki, bir *(dank)* kul hakkı için, âhiretde, yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış ve kabûl olmuş namâzın *(sevâbı)*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *(günâh)* ları buna yükletilip, Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, münâkaşa edemez, kavga edemez, kalp kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *(Kâbe)* yi, yetmiş defâ yıkmakdan daha büyük günâhdır. 


Bu zamanda, islâmiyete hizmeti muvaffakıyetle yapabilmek için, muhâtabın anlıyacağı gibi konuşmalı ve herkese *(tatlı)* dilli ve *(güler)* yüzlü olmalıdır. 


Cenâb-ı Hak, kuluna verdiği ni’metin izhâr edilmesini ister. Yâni cenâb-ı Hak; *(Ben sana şu şu ni’metleri verdim, onları ifşâ et, göster)* buyurur. 


Allahü teâlânın dînine hizmet ni’metinin ifşâsı, gösterilmesi de, *(tatlı)* söz ve *(güler)* yüze bağlıdır. Eğer ben, arkadaşların hatâlarına, kusurlarına *sert* davransaydım, burada hiçbiriniz olmazdınız. 


Peygamber Efendimiz, Eshâb-ı kirâma; *(Ahlâkı güzel olan, Cennetde benim yanımda olacak)* buyurdu. İnsanın şerefi, üstünlüğü, meziyyeti, kıymeti, ilim sâhibi ve edebli olmasıdır. 


Yoksa, çok zengin, çok etiket sâhibi olması, çok meşhur olması, veyâhud filâncanın oğlu olması değildir. Allah indinde insanın kıymeti, *(ilim)* sâhibi olması ve *(edeb)* sâhibi olmasıdır. 


*(Edeb)*, haddini, sınırını bilmekdir. İş yerinde, evlilikde, cemiyetde, her yerde, herkesin bir *(sınırı)* vardır. O sınıra riâyet edildiği müddetçe, bu dünyâ *(Cennet)* olur. 


Bütün sıkıntılar, üzüntülerler, kavgalar, hep sınır tecâvüzünden olmakdadır. İşte bu sınır, *(ilim)* dir, yâni islâmiyeti *(bilmek)* dir. 


Dînini öğrenmiyen, ne sınır tanır, ne de sınırsızlık. Önce *(îmân)*, ondan sonra *(ilim)*. Çünkü bütün ibâdetler ilme bağlıdır. Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: 


(Bir talebe, dînine âit bir *(mesele)* öğrenmek için evinden çıksa, hocasının evine kadar yürüse, melekler, bu şerefli kul benim üzerime bassın diye, kanatlarını bunun ayaklarının altına döşerler. 


Ayrıca, havadaki bütün *(kuşlar)*, karadaki bütün *(hayvanlar)* denizdeki bütün *(balıklar)*, bu kul için istiğfâr ederler ve *(Yâ Rabbî, bunu affet)* diye duâ ederler.)