Eyyûb-i Sahtiyânî

Yedinci ve sekizinci asırlarda yaşamış velîlerden ve Tâbiînin büyüklerinden. Hadîs ve fıkıh âlimlerinden olup, ismi Eyyûb bin Ebî Temîme el-Keysân’dır. Künyesi Ebû Bekir’dir. Basralı olduğu için Basrî, Basra’da deri satıcılığıyla meşgûl olduğu için Sahtiyânî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Bâzı kaynaklarda Eyyûb-i Sahtiyânî yerine Ebû Eyyûb Sahtiyânî diye de yazılmıştır. Tâbiînin en gençlerinden olup, 685 (H.66 veya 67) senesinde Basra’da doğdu. 748 (H.131) senesinde tâûn hastalığından Basra’da vefât etti. Kabri oradadır.


Hadîs ve fıkıh ilimlerinde mütehassıs olan Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik’i radıyallahü anh görüp onun sohbetinde bulundu. Ondan hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Amr bin Seleme, Humeyd bin Hilal, Ebû Kilâbe, Kâsım bin Muhammed, Abdurrahmân bin Kâsım, Nâfî ibni Âsım gibi zâtlardan da hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de çok sayıda âlim hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bunlardan bâzıları: İmâm-ı A’meş, Katâde bin Diâme, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, Mâlik bin Enes, İbn-i İshâk, Saîd bin Ebî Anübe, meşhur iki Hammâd ve İbn-i Aliyye gibi zâtlardır.


Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî hadîs ilminde hâfız idi. Yâni yüz bin hadîs-i şerîfi senetleriyle birlikte ezbere bilirdi. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden sekiz yüz kadarı meşhûr altı hadîs kitabı olan Kütüb-i Sitte’de yer almıştır.


O, ilimdeki üstünlüğü, tasavvuftaki yüksek derecesi ve daha nice vasıflarıyla insanların saâdete kavuşmasına hizmet etmiştir. Hadîs-i şerîflerle medhedilen Tâbiîn arasında o da Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan nakletmiştir. Bu bilgileri zamanlarındaki insanlara ve sonraki nesillere ulaştırıp, nice gönüllerin îmân nûruyla aydınlanmasına sebeb oldu.


İmâm-ı Mâlik onun hakkında; “O, ilmiyle amel eden, Allahü teâlâdan korkan âlimlerdendir.” Şu’be bin Haccâc; “O, âlimlerin efendisidir.” İbn-i Uyeyne; “Onun gibisini görmedim.” Hammâd bin Zeyd; “Gördüğüm kimselerden en fazîletlisi ve Peygamber efendimizin sünnetine son derece tâbi olanı odur.” Hasan-ı Basrî; “O, Basralı gençlerin efendisidir.” Hişâm bin Urve; “Basra’da onun bir benzerini daha görmedim.” sözleriyle onun büyüklüğünü dile getirmişlerdir.


Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri ilimdeki yüksekliği yanında Peygamber efendimizin sünnetine çok bağlıydı.İmâm-ı Mâlik hazretleri şöyle buyurdu:


“Biz Eyyûb-i Sahtiyânî’nin yanına gidip Resûlullah’ın aleyhisselâm hadîs-i şerîflerini okuyunca öyle ağlardı ve içli gözyaşları dökerdi ki, ağlamasına dayanamayıp kendisine acırdık. Şu’be bin Haccâc, Süfyân-ı Sevrî ve Hammâd bin Zeyd, onun fıkıh ilminde yüksek derecede olduğunu bildirerek; “O, fakihlerin üstünü ve bizim fıkıh âlimimizdir.” demişlerdir.


Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri haram ve şüphelilerden şiddetle sakınır, çok ibâdet ve niyâzda bulunurdu. Geceleri uyumayıp hep ibâdet ve ilimle meşgûl olurdu. Fakat bunu gizleyip kimseye bildirmezdi. Sabah olunca hiç uyumadığı halde üzerinde uykusuzluk hâli görülmezdi. Komşularının kıskanıp hased etmemesi ve günaha girmemeleri için yeni elbise giymezdi.


İnsanlara karşı güler yüzlü olan Eyyûb Sahtiyânî hazretleri sohbetlerinde insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatır, onların dünyâ ve âhirette mutluluğa kavuşmaları için gayret ederdi. Bir sohbetinde buyurdu ki:


“Kişi ancak şu iki hasletle üstün olur: Biri insanlardan bir şey beklememek, diğeri insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.”


Tevekkül ile alâkalı olarak da; “Tevekkül bedeni kulluğa, kalbi Allahü teâlâya çevirmek ve yetecek kadar rızka râzı olmaktır.” buyurdu.


“Hakîkaten ben, büyük ve ulu olan Rabbinden yana gaflete düşen âsîlere acıyorum.” buyuran Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri, insanların dînî konularda zaafa düşmelerine acıyarak çokça nasîhatta bulunurdu. Müslümanların başına bir belâ ve musîbet gelince tasasından hasta olur, kendisi hasta olduğu halde onları ziyârete giderdi. Bu belâ kalktığı zaman aynı vakitte onun hastalığı da geçerdi.


Gösteriş ve kibirden çok uzak olan Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri, bir gün buyurdu ki: “Ey kardeşim! İnsanların ilme âit söylediği sözlerden bir kısmını ezberleyerek başkalarına karşı üstünlük taslama. Bu riyâkârlıktır, gösteriştir. O bilgiler aslında senin değildir. Onları ortaya koyan sen değilsin.”


“Ömürlerini gaflet içinde geçiren, kulluk vazîfesini yapmayıp, ibâdetten mahrum kalan âsî insanların hallerine çok acırım.”


“Üstünlük taslamak için yükselmek isteyenleri Allahü teâlâ alçaltır. Tevâzu gösterenleri ise yükseltir.”


“Bâzı kimseler yükselmek istediler. Fakat Allahü teâlâ onları alçalttı. Bâzı kimseler de aşağıda bulunmak istediler, fakat Allahü teâlâ onları yükseltti. Bir gün Süfyân-ı Sevrî rahmetullahi aleyh Remle’ye gelmişti. İbrâhim bin Edhem rahmetullahi aleyh ona haber göndererek gelip kendileriyle konuşmasını istedi. İbrâhim bin Edhem’e; “Sen Süfyân gibi bir zâta gelmesini ve konuşmasını nasıl emredersin?” dediler. O da onlara; “Onun ne kadar tevâzu sâhibi olduğunu size göstermek istedim.” buyurdu ve sonra Süfyân geldi ve onlara hadîs-i şerîfler nakletti.”


Selâm bin Ebî Hamza anlatır: Ebû Eyyûb’un sohbetinde idik, şöyle buyurdu: “Zühd üç kısımdır. Allahü teâlâya en sevimli geleni, en üstünü ve Allah indinde sevap bakımından en büyüğü, her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya ibâdet etmek, alış-verişte haramdan sakınmaktır.” sonra bize dönüp; “Ey âlimler! Allahü teâlâya en sevimli gelen zühd; dünyâya düşkün olmamak, helâl ve mübah olan şeylerde de haddi aşmamaktır.”


Birisi ona; “Bana nasîhatte bulun.” dedi. O da; “Diline sâhib ol, az konuşmaya dikkat et.” buyurdu.


“Namazı kasden terkeden dinden ayrılır.”


“Sâlihlerin anıldığı yerde bulunanlar, onların himâyesinde olurlar.”


“Sâdık kimse, kalbindeki iyiliği, hâliyle ve hareketleriyle de gösteren kimsedir. Böyle olmazsa kişi içinin doğruluğu ile kalır.”


“Bana Ehl-i sünnet îtikâdında olan bir müminin ölüm haberi gelince, sanki bedenimden bir uzvum kopmuş gibi olur.”


“Bir iş icâbı dışarı çıktığın zaman, insanların az olduğu yerden yürümen de senin için uzlettir.”


Kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet edilmesini isteyenlere şu hadîs-i şerîfleri nakletti:


“Şâyet Allah’tan başkasını dost edinseydim, Ebû Bekr’i dost edinirdim.”


“Şüphesiz ki Allahü teâlâ bu dîni fâcir kimseler ile de kuvvetlendirir (onları dînine hizmet ettirir).”


Abdullah bin Kays’ın radıyallahü anh rivâyet ettiği hadîs-i şerîf de şudur:


“Biz Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ile bir gezintide idik. “Yâ Abdullah bin Kays! Sana Cennet hazînelerinden bir hazîneyi bildireyim mi? Lâ havle velâ kuvvete illâ billah, de!” buyurdu.


Yüksek bir velî olan Eyyûb Sahtiyânî hazretlerinin birçok kerâmetleri görülmüştür.


Ebû Rebî, Ebû Ya’mer’den şöyle nakleder: Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî, bir Mekke yolculuğu sırasında iken içinde bulunduğu kâfilenin yanlarındaki su bitmişti. Kâfile sıcak çöller üzerinde susuzluktan çâresiz kaldı. Bu sıkıntılarını Ebû Eyyûb Sahtiyânî’ye edeple arzederek yardım istediler. Kâfiledekilerin büyük bir sıkıntı içinde kaldıklarını görerek onlara; “Size su bulacağım, fakat bunu kimseye anlatmayacaksınız.” dedi. Kimseye anlatmayacaklarına dâir söz vermeleri üzerine, yere bir dâire çizip duâ etmeye başladı. Oradan buz gibi berrak bir su fışkırdı. Kâfiledekiler kana kana içip, hayvanlarını da suladılar. Sonra elini suyun çıktığı yere sürdü. Su kesilip orası eskisi gibi kupkuru bir yer oldu.


Şû’be bin Haccâc; “Ebû Eyyûb ile bir yerde buluşmak üzere karar verdiğimizde, her gidişimizde onun benden önce geldiğini görürdüm.” demiştir.


İmâm-ı A’zâm buyurdu ki: “Ben Medîne’de iken, sâlihlerden Eyyûb-ı Sahtiyânî hazretleri gelip, Mescid-i şerîfe girdi. Yüzünü Kabr-i Nebevî’ye döndü. Ziyâret edip ayakta ağladı. Sonra geri çekildi.”


Meşhûr hadîs âlimlerinden Ebû Kilâbe vefât ederken, bütün kitaplarının ona verilmesini vasiyet etti.


Ömrünü Resûlullah efendimizin sünnetini öğrenmek ve öğretmekle geçiren Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri vebâ salgınında tutulduğu tâûn hastalığından kurtulamayarak 748 (H.131) senesinde Basra’da vefât etti. Orada defnedildi.


HEDEFE VARAMAZLAR


Kırk defâ hac yaptığı bildirilen Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri gençliğinde Abdülvâhid bin Zeyd ile birlikte Şam yolunda yürüyordu. Karşılarına sırtında odun yüklü bir kimse çıktı. Ona; “Rabbin kimdir?” diye sordular. O kimse onların bu sözlerine üzülüp; “Bize de böyle sorulur mu?” deyip ellerini semâya doğru açtı ve; “Yâ Rabbî! Şu odunları altına çevir.” diye duâ etti. Sırtındaki odunlar altın oluverdi. Sonra tekrar ellerini kaldıran o kimse; “Yâ Rabbî! Bu altınları odun eyle.” diye duâ etti ve altınlar odun oldu. Eyyûb-i Sahtiyânî ve Abdülvâhid bin Zeyd’e dönerek; “Gördünüz değil mi? Âriflerin hikmetli işleri bitmez. Fakat kimseye de belli etmek istemezler. Beni böyle yapmaya mecbûr ettiniz.” dedi.


Onlar bu mübârek zâta böyle bir suâl sorduklarına pişman oldular ve mahcubiyetle ona dönerek; “Efendim, acabâ yanınızda yiyecek bir şeyler var mıdır?” dediler. Onlara yanında taşıdığı bir kavanozu gösterdi. Kavanozun içinde bal vardı. Rengi kardan ak, kokusu miskten güzeldi. O balı Eyyûb-i Sahtiyânî ve Abdülvâhid bin Zeyd’e vererek; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O’na yemin ederek söylüyorum, bu balı arı yapmamıştır.” dedi. Onlar balı yemeye başladılar. Öyle tatlıydı ki, hayatlarında böyle bal yememişlerdi. Onların hayret ettiklerini gören o zât; “Allahü teâlâyı bilen bir kimse için şaşılacak bir durum yoktur. O’na kulluk eden, O’nun işine hayret etmez. Bunun gibi hârikulâde şeyleri görmek için de Allahü teâlâya ibâdet edilmez. Böyle yapanlar câhildirler. Çünkü bu gibi şeylerle oyalananlar, hedefe varamazlar.” buyurdu.


Ogünden sonra bir daha göremedikleri bu zâtın kim olduğunu anlayamadılar. Bu hâdiseden sonra da karşılaştıkları her kimseye güzel muâmelede bulundular.


1) Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ; c.1, s.364


2) Hilyetü’l-Evliyâ; c.3, s.3


3) Tehzîbü’l-Esmâ vel-Lüga; c.1, s.397


4) Tezkiretü’l-Huffâz; c.1, s.364


5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; c.7, s.246


6) Tehzîbü’t-Tehzîb; c.1, s.397


7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1069


8) El-Menhelü’l-Azbü’l-Mevrûd; c.1, s.257


9) Şezerâtü’z-Zeheb; c.1, s.181


10) El-A’lâm; c.2, s.38


11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.162, c.4, s.119, c.6, s.91

Evliyâ olmanın alâmeti Allahü teâlânın Emir ve yasaklarına uymakdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *(Nefs)*, insanın içindedir ve bu hizmetlere *(Mâni)* olmak ister kardeşim. *(Li külli şey’in mâni’ûn, lil ilmü mevâni’ûn)*. Ne demek bu? 

 

Yâni her şeyin bir *(Mâni)* si vardır, ama *(İlm)* in mânileri *(Çok)* dur. İlimden maksat, islâmiyeti öğrenmekdir veyâ öğretmekdir. Yâni *(Emr-i mâruf)* dur. 


İşte *(Kitap)* dağıtmak, en iyi *(Emr-i mâruf)* yapma şeklidir. Bunu da *(Sizler)* yapıyorsunuz. Bu da bizi çok sevindiriyor kardeşim. 


Bir mü’minin, bütün *(Duâ)* larının kabûl olması, onun *(Evliyâ)* olduğunu göstermez. Peki, evliyâ olmanın alâmeti nedir? Evliyâ olmanın *(Alâmeti)*, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına *(Uymak)* dır. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine gelmişler; (Efendim, ümmet-i Muhammede duâ edin!) demişler. Ne buyurmuş Efendi? *(Bana ümmet-i Muhammedi gösterin, duâ edeyim!)* buyurmuş Mübârek. 


*(Kalp)*, yâni *(Gönül)*, bu kâinâtda Allahü teâlâya en *(Yakın)* olan şeydir. Kimin kalbi? Her insanın. Herkesin kalbi, Allahü teâlâya en *(Yakın)* dır. 


Ona, Mektûbâtda *(Cârullah)* deniyor. Yâni Allahın komşusu. Mektûbâtda geçiyor bu. Öyleyse *(Mü’min)* olsun, *(Kâfir)* olsun, hiç kimsenin kalbini kırmıyacağız kardeşim. 


Bu büyükler, kendilerini, hocalarının yanında, *(Arslan)* ın ağzındaki *(Yem)* gibi, hattâ karnındaki yem olarak görürler, öyle çok korkarlar. 


Niçin korkarlar? *(Üzerim)* diye, *(İncitirim)* diye. Çünkü hocalarının *(Büyük)* lüğünü biliyorlar, onu iyi *(Tanıyor)* lar. Kur’ân-ı kerîmde geçiyor zâten. 


*(İçinizde, Allahü teâlâdan en çok korkanlar, Onu en çok tanıyanlardır)* buyuruluyor. Kimdir bunlar? Büyük âlimler ve yüksek evliyâlardır.

BİR BABANIN KIZINA NASİHATİ

 "Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumaya kifayet etmeyecektir. Annen, belki seni her yerde, her zaman takip edemeyecektir. Bu takdirde, sen sâhipsiz, tehlikeler karşısında âciz bir mahluk olarak, ahlâksızların elinde bir oyuncak mı olacaksın?

Kızım, öyle bir zamanda yaşayacaksın ki, herkesten sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin iffet, şeref ve haysiyetinedir. Paraya olan zarar telafi edilebilir. Mânevî zarar, yerine konamaz. Cemiyet içinde öyle ahlâksızlar vardır ki, bunların içinde genç kadın ve kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü, yalnız başkalarından değil, bizzat kendi varlığından gelmektedir. Eğer sen de, kadınlık duygusunun tesiri altında kalır ve kendine hakîm olamazsan, iffetsizliğin ve ahlâksızlığın çukuruna düşersin. Evlenmeden evvel, birçok kızların yaptığı gibi, flört yapmaya asla heves etme! Bu tecrübe mutlak tehlikelidir. İffeti zedeleyecek her yerden uzaklaşmalıdır. Meselâ kız ve erkek toplulukları, onlarla beraber gezintiler, danslar, plaja gitmek, erkekle beraber sinemaya gitmek, içki içmek, ahlâksız ve zayıf insanlarla arkadaşlık etmek vesâire gibi genç kız veya kadını baştan çıkarma yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlikeden uzaklaşmak demektir. 

Gençliğin hakkı veya eğlence ismi altındaki bu gibi davranışlar, genç kızı veya kadını elde etmek için birer tuzaktır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç kız, tuzağın içine düşdükten sonra, aklı başına gelir. Fakat iş işten geçmiştir. Yukarıda saydığımız eğlence veya tuzağın zâhiri güzelliğine ve câzibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde birer oyuncak hâline gelir. En kendine güvenen bir kız bile, onların karşısında sonuna kadar dayanamaz. 

Hâlbuki, o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine gitmemek daha kolaydır. Giderse, kurtulmak kolay değildir. Bunu nasihat olsun diye değil tecrübelere güvenerek söylüyorum..."

Emekli Tümgeneral Hayri Aytepe 

[Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (713)]

Rızıklar ve huzur niçin azaldı

“İnsanlar, İslamiyet’i terk ettikleri için, yani Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymadıkları için ve islâm dininin gösterdiği rahat ve huzur yolundan ayrıldıkları için, dünyada bereket kalmadı. Rızıklar azaldı. Tâhâ sûresinde yüzyirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım) buyuruldu. Bunun için, iman rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızıklar azaldı. (Hâşâ, zulmetmez kuluna hüdâsı, herkesin çekdiği kendi cezası) sözü Nahl sûresinin otuzüçüncü ayetinden alınmıştır. Bugünkü küfür karanlıkları ve Allahü teâlâyı, Peygamberi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem), İslamiyet’i unutmanın bereketsizlikleri ve sıkıntıları içinde, insan gece gündüz, kadınlı erkekli çalışıp, bir âilenin nafakasını, rahat yaşamasını temin edemez hale gelmiştir. Allahü teâlâya inanmadıkça, Onun bildirdiği islâm dinine uymadıkça, Onun Peygamberinin güzel ahlâkı ile bezenilmedikçe, beş vakit namazı vaktinde kılmadıkça, dalâlet, felâket akıntısını durdurmak imkânsızdır.”


[İslâm Ahlâkı]

Ney sesi

 Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ney sesi işittiğinde kulaklarını parmakları ile kapadı ve oradan hızla uzaklaştı.

(Abdullah bin Ömer radiyallahü anh hazretleri)

Bu hayat hayaldir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, çok sevdiği, müstesnâ *(Velî)* kullarının kalbini açar. O da, açılan kalpden *(Kabir)* de olanları görür, *(Mahşer)* de olanları görür. 


*(Sırat)*  köprüsünü görür, Cenneti görür, Cehennemde *(Yanan)* ları görür. Ama söylemeye *(İzin)* yokdur efendim. İstisnâ olarak bâzıları söylerler. 


Bu dînin aslı; Bu *(İyi)*, bu da *(Kötü)* diyebilmekdir. Yâni *(Hak)* olanı *(Bâtıl)* dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. İcraat lâzım. Çünkü *(İyi)* yi bilen, onu yapacak. 


*(Kötü)* yü bilen de, o *(Kötülük)* den sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbâtda İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *(İlim, edinmek içindir)*.


Yâni, *(İlâç)*, içmek içindir. *(Su)*, içip de kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *(Şifâ)* istiyorsak, *(İlâcı)* nı içeceğiz kardeşim. Büyüklerden *(Feyz)* alan, kurtulur. 


Eshâb-ı kirâm, bir gün Peygamber aleyhisselâmın *(Huzûr)* una geldiler ve (Yâ Resûlallah, bir insanın feyz alıp almadığı nasıl belli olur?) diye sordular. 


Efendimiz aleyhisselâm; Feyz alanın kalbi nûrlanır)buyurdu. Bu defâ; (Peki yâ Resûlallah, kalbin nûrlandığını nerden bileceğiz?) dediler. 


Efendimiz aleyhisselâm; *(Eğer kalp nûrlanırsa, âhirete muhabbeti artar, dünyâya karşı da soğukluğu çoğalır)* buyurdu.


Velhâsıl bu dünyâdaki herşey *(Hayâl)* dir kardeşim. Bütün hayâller birleşirse, gene hayâl olur. Nitekim bu Büyükler; *(Dünyâ hayâl ise, içindekilerin hepsi de hayâl demekdir)* buyuruyorlar. 


*(Hayât)*, ne demekdir? Hayât demek, *(Hayâl)* demekdir, hayâl. İşte bu günümüz de geçti, yâni *(Hayâl)* oldu. Hayâller bir araya gelince ne olur? Hayâl olur. 


Velhâsıl, bütün *(Dünyâ)*, bütün bu âlem *(Hayâl)* den ibâret, her geçen gün de böyle *(Hayâl)* oluyor kardeşim.

Resûlullaha tâbi' olmadan kurtuluş aramak kuru hayaldir

...Azîz kardeşim! Kıyâmetin yaklaştığı zamandayız. Zulmetler, karanlıklar gittikçe artıyor. Dünya bu zulmetlerin girdabına gömülmüş gidiyor. Bir kahraman lâzımdır ki, böyle bir zamanda sünneti ihyâ, bid'ati imha etsin. Resûlullahın sünnetinin nûr ve ışıkları olmadan doğru yolu bulmak muhâldir. Resûlullaha tâbi' olmadan kurtuluş aramak kuru hayaldir...

(Mektûbât-ı Ma'sûmiyye,1.cild, 22.mektûbdan bir bölüm)

Ben haklıyım diyen ahiretde zararlı çıkar

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kıyâmete yakın insanlar bozulduğu zaman, bir sünneti *(İhyâ)* eden, dirilten, ortaya çıkaran kimse, *(Yüz)* şehîd sevâbı kazanır. Ne güzel. Ya bir *(Vâcib)*i veyâ bir *(Farz)*ı ihyâ ederse? 


Hele doğru *(Îmân)* etmesine sebep olursa, ne kadar *(Ecir)* kazanır, Allahü teâlâ bilir. İşte sizler, kitap dağıtan arkadaşlar, bu *(Sevâb)*a kavuşuyorsunuz kardeşim.


İnsanlar içinde, en çok seveceğimiz *(Kişi)* kimdir? Peygamber Efendimizdir aleyhisselâm. Peki, Onu nasıl seveceğiz? Sevmek için, tanımak lâzım. Onun için *(Hayât)* ını okuyacağız. 


Güzel *(Ahlâk)* ını, cömertliğini, mûcizelerini, savaşlarını tekrar tekrar okuyacağız. Böyle yaparsak, inşallah *(Sevgi)* si kalbimizi kaplar kardeşim. 


Bu dünyâda, ben *(Haklı)* yım, diyen, âhiretde zararlı çıkar. Ben *(Haksız)* ım, diyen kazanır ve gideceği yer, *(Cennet)* dir. Onun için, Ben haklıyım diyerek âhirete gitmeyin. 


Haksız olabilirsiniz. Size göre haklısınızdır, ama Allah indinde *(Haksız)* olabilirsiniz? İnsanlar, kendilerini *(Haklı)* gördüğü müddetçe, kendini beğendiği müddetçe, *(Feyz)* kapıları kapanır. 


Evet feyz gelir, *(Kâfir)*e de gelir. İçine girer. *(Mürted)* in de içine girer. Çünkü ışığın, enerjinin girmediği yer yok ki. 


Ne olur peki? Orada değişime uğrar. O gelen *(Feyz)*, içerde *(Zehir)* hâline dönüşür. O fâideli şey, zehir hâline gelir. 


*(Küfr)* ü artar, dinsizliği artar, îmânsızlığı çoğalır. Ne gibi? Şeker hastasının baklava yemesi gibi. Her dilim, onu biraz daha *(Ölüm)*e sürükler.

Habîbi habîbe kavuşturun

 Hazreti Ebu Bekir (radıyallahü anh) Peygamberlerden sonra, insanların en üstünüdür. Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjdelenen on sahabenin birincisidir. Hazret-i Ebu Bekir'in faziletleri, üstünlükleri pek çoktur. 

Câbir bin Abdullah "radıyallahü teâlâ anh" anlatır:

Bir bedevî (Arâbî) kırmızı deve üzerinde, Hazreti Ali'nin (radıyallahü teâlâ anh) huzuruna gelip, deveden indi ve dedi ki:

-Esselâmü aleyke, yâ emîr-el mü'minîn! Çabuk bana haber ver! Ebu Bekir'den ki, o cennette midir? 

Hazret-i Ali bundan dolayı üzülüp, buyurdu ki: 

-Yâ Arâbî, keşke, anan seni doğurmamış olaydı. Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" hazretlerinin hayatında ve vefâtlarından sonra, bu sözü hiç kimse söylemedi. Sen söyledin. Muhâcirîn ve Ensâr "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în" arasında, şüphe yoktur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem hazretlerinin hayatında vezîri idi. Vefâtından sonra ha­lîfesi idi. Ondan sonra her kimin itikâdı bunun üzerine olmaz ise, o dalâlettedir... Ey Arâbî! Resûlullah, Ebu Bekr-i Sıddîk'ı babası yerinde tutardı. Hazreti Ebu Bekir cennet ehlini; tıpkı, gökyüzündeki bir yıldı­zın, yeryüzünün ehlini aydınlattığı gibi aydınlatır. Ebu Bekir cennette, bir köşkten bir köşke, bir kasırdan bir kasıra gider. Cennette hiçbir kasır ve bir saray, bir oda, bir bahçe, bostan ol­maz ki, illâ Hazreti Ebu Bekir'in nûrundan aydınlanmasın. Cen­net ehli köşklerden başlarını çıkarıp, derler ki: "Yâ Rıdvân! Bu nûr nedir?" Rıdvân der ki: "Bu Ebu Bekir'in yüzünün nûrudur ki, kasırdan kasıra ve odadan odaya gider..."

Hazreti Ali, sözüne devamla dedi ki:

-Yâ Arâbî! Ebu Bekr-i Sıddîk hazretleri, vefâtı ânında bana dedi ki: "Benim cânım, benim gözümün nûru ve benim dostum ve benim azîzim. Benim vefâtım yaklaştı. Beni, Resûlullah hazretlerini yıka­dığın o mübârek ellerin ile yıka. Kefene sar ve tabut üzerine koy. Cenâzemi Resûlullah hazret­lerinin Ravda-i mukaddeselerinin kapısına koy. Ve de ki: 'Yâ Resûlallah! Ebu Bekir kapıdadır. İçeri girmek için izin ister!' Eğer kilit anahtarsız açılırsa, beni Seyyid-i âlemin mübârek ar­kası yanına defnedin. Eğer kilit açılmaz ise, beni Bakî Kabris­tanı'na götürüp, garipler kabristanına defnedin... 

-Yâ Arâbî! O halîfe-i Resûlullah olan Ebu Bekr-i Sıddîk dünyâdan göçtü. Vasiyetini ye­rine getirip, techîz eyledim. Ravda-i mukaddese kapısına gö­türdüm. İzin istedim. O anda kilit kendiliğinden açılıp, bir ses işittim. Şöyle diyordu: "Habîbi habîbe kavuşturun. Habîbini çok özlemiştir..."


[Menâkıb-ı çihâr yâr-i Güzîn- Hakikat Kitabevi]

Müzik nefsin gıdası ruhun zehiridir

 "İncilin yasakladığı müziği, sonradan papazlar Hristiyanlığa soktu."

(Mevahib-i ledünniyye şerhi Zerkanî)


" Müzik, nefsin gıdası, ruhun zehiridir, kalbi karartır [günahlara sürükler]."

 (Dürr-ül mearif)


 "Şeytâni hâlleri en çok güçlendiren şeyler; 

şarkı ve müzik dinlemektir."


(Mecmüu'i Fetâvâ 11/295)

Allahü teâlâ, Ehl-i sünnet îtikâdında olmıyana kendi sevgisini vermez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü azîmüşşân hepimize *(Din)* ve *(Dünyâ)* iyilikleri versin kardeşim. Din ve dünyâ selâmeti versin. Bundan daha kıymetli *(Duâ)* ne olabilir? Hem dünyâda *(Râhat)* edeceksin, hem de âhiretde. 


İşte, *(Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten)* bu demekdir. Yâ Rabbî, bize, hem dünyâda, hem de âhiretde *(rahatlık)* ver, *(sıkıntı)* verme. 


*(Ve kınâ azâbennâr)*. Bizi, Cehennem ateşinde yanmakdan koru. 

 

Bilâl-i Habeşîye radıyallahü anh sormuşlar ki: *(Efendimiz aleyhisselâm en çok hangi duâyı severdi?)* Cevâben bu *(Duâ)* yı buyurmuş Mübârek. 


Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr. Hepsi var bunun içinde. *(Dünyâ)* râhatlığı da var, *(Âhiret)* râhatlığı da. 


Mü’minin âhireti, dünyâsından daha iyidir. Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: *(Lâf olsun diye dinlemeyin, bunu Mazher-i Cân-ı Cânân böyle buyuruyor)*. 


Ne diyor? (Mü’minin âhireti, dünyâsından iyidir) buyuruyor.


Hadîs-i şerîf var, meâlen; *(Bu dünyâ mel’ûndur. Bu dünyâda Allah rızâsı için olmıyan her iş de mel’ûndur)* buyuruluyor. 


Eğer *(Enver)* in kalbinde bir zerrecik *(Menfaat)* düşüncesi olsa, hiçbir âbi onu sevmez, hattâ sevemez. Çünkü menfaat *(Nefsânî)* dir, *(Şeytânî)* dir.


Ve mü’min kullar, *(Nefs)* ine ve *(Şeytân)* a uyan kimseyi sevemezler. Çünkü hubb-u fillâh ve buğd-u fillâh, bu dînin *(Aslı)* dır kardeşim.


Çok bahtiyârız kardeşim. Eğer o *Büyük* leri görmeseydik, ne olurduk? Hiç! Allahü teâlâ, *Ehl-i sünnet* îtikâdında olmıyana, hele *Kâfir* ve *Müşrik* olana, kendi *Sevgi* sini vermez. 


Nasıl ki musluğa gidersiniz, *Su içmek* için, yâhut karpuzu kesersiniz, *Karpuz yemek* için. İşte bunun gibi Allahü teâlâ da kendi sevgisini, Peygamber aleyhisselâmın *Vâsıtası* ile verir. 


Veyâ o büyük Peygambere *Tâbi* olan, ehl-i sünnet vel cemâat *Îtikâd* ında olan büyük zâtların *Kalbinden* verir. Aynen muslukdan *Su içer* gibi. 


Siz *Havuz* dan belki alamazsınız, ama *Musluk* dan içersiniz. O hâlde, o havuzun musluğuna kavuşan kimseden daha *Şanslı*, daha *Bahtiyâr* kim vardır? 


İşte Allahü teâlâ, bize böyle bir *Musluğu* nasîb etdi. Bunun için dünyânın en *Bahtiyâr* insanlarıyız kardeşim. Tasavvufu *Yediyüz* kişi târif etmiş, bir büyük *Zât* da diyor ki: 


Ben, bu yediyüz târifin özetini çıkardım. O da şu: *Vaktin kıymetini bilmek, tasavvufun kendisidir*, diyor o mübârek zât. 


Tasavvufun bir târifi de, *Kimseyi incitmemekdir*, kardeşim. Nitekim, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin son cümlesi, *Kimseyi incitmeyin*. Öyle buyuruyor Mübârek. 


En korkduğumuz şey, *Îmânsız* olmak kardeşim. Çünkü insan bilemez îmânsız olup olmadığını. *Îmânım Var* der, ama îmân *Gitmiş*, haberi yok.