Dinimiz kadına çok kıymet vermiştir

 Dinimiz kadına çok kıymet vermiş, erkeğe de çok mes’ uliyet yüklemiştir.Kadın ev işlerini yapmağa mecbur değildir. Yapmazsa günaha girmez. Kocası, bunları zorla yaptırmaz. Hizmetçi tutup yaptırması lâzımdır. Müslüman kadınları, ev işlerini kocalarına teberru ve ihsân olarak yapıyorlar ve çok sevap kazanıyorlar. Erkek de hanımının mecbur olmayarak, bir ihsân olarak yaptığı bu hizmetlere karşı ona nafakasından fazla ihsânda bulunur.Kadın,ev içinde ve ev dışında çalışmağa, para kazanmağa mecbur değildir. Evli ise kocası, evli değilse babası, kadına lâzım olan şeyi getirmeğe mecburdur. Babası da yoksa yakın akrabaları bakmağa mecburdur. Kimsesi olmayan kadına devletin yardım sandığı bakar.Dinimizde para kazanmada hayat müşterek değildir. Erkek kadını tarlada, fabrikada, şurada, burada çahştırmağa zorlayamaz. Eğer kadın isterse, kocası da razı olursa, yapabileceği münasip işlerde çalışır. Fakat kazandığı kadının olur. Erkek ondan, rızasız olarak bir şey alamaz. Kadının kendi ihtiyaçlarını kendisinin alması için zorlayamaz. Ya’ni para kazanıyorsun, kendi ihtiyacını kendin al diyemez.


Bir erkek, nafaka bırakmamışsa, hanımından izinsiz hacca gitmesi harâm olur. Nafakasını bıraksa da izinsiz nafile hacca gidemez ve izinsiz sefere çıkamaz. Altını süs olarak kullanmak erkeğe harâm kadına caizdir.Hanımı zengin olsa bile, bunun nafakasını vermek kocasına farzdır.İslâm dini kadını en yüksek dereceye çıkarmıştır. 


İslâmiyetin kadına verdiği kıymeti, hiç bir din, hiç bir düşünce vermemiştir. Komünistler, erkeğin kadınla bedenen eşit olduğunu ve erkeğin bütün haklarına malik olduğunu söylüyorlar. Bunun için de, zayıf yaratılıştaki kadına ağır işler yaptırıyorlar. Demir fabrikalarında, yer altındaki maden kuyularında, taş ocaklarında, Sibirya’nın soğuk ormanlarında, beton dökmekte, toprak kazmakta, insafsızca boğaz topluğuna zorla çalıştırıyorlar. Hayatları zehir içinde sürünüp gidiyorlar. Fakat lslâm dininde kadına kocası veya yakın akrabaları bakmağa mecbur olduğu için islâm kadını geçim derdinden, düşüncesinden muaftır. Her şey onun ayağına gelir. Fakat kadının, dininin esaslarını iyice öğrenmesi farzdır. Babasının veya kocasının ona bu ilimleri öğretmesi lâzımdır. Öğretmezlerse büyük günaha girerler. 0 zaman kadının gidip dışarıdan öğrenmesi lazım olur. 


(Dürer c1,s.313; Rıyâd-un-nâsıhîn s.302; Cevhere c.2, s.108,109; Dâmâd c.1, s.492 Dürr-ül müntekâ c.1,s.492)

Allah’a karşı kötü zan nasıl olur?

 İmam Şafii’ye soruldu;


“Allah’a karşı kötü zan nasıl olur?”


Şöyle cevap verdi; 


“Vesveseli olmak, her an bir musibet gelecek gibi bir korku içine girmek ve elinde bulunan nimetin yok olacağını beklemek, Allah’a karşı kötü zandır.”

Adalet ve İhsan

 Hikmet ehli zatlar Buyurdular ki: Ba’zı insanlara bir meselede ne kadar delil getirilirse, vesika gösterilirse, iki kere ikinin dört ettiği gibi kat’i olarak isbat edilse bile onlar yine inanmaz. Fakat bin kişi de bir kişi, hatta milyonda bir kişi inanacak olsa, hakkı bildirmek lâzımdır. Bizim ihmâlliğimiz yüzünden bir kişi, hidâyete kavuşmazsa, yahut bizim hatâlarımız yüzünden bir kişi, hidâyetten dalâlete düşerse bunların vebalinin altından kalkmak kolay olmaz...Sibirya’daki insanın hayat şartları ile, Amerika’da yaşayan insanların hayat şartları aynı değildir. Allahü teâlâ, her memlekette yetişen kulları için, adâleti fazlasıyle yapmıştır. Ya’ni Akıl ve baliğ olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehenneme sokmayacaktır. Akıl ve baliğ olduktan sonra İslâmiyeti duymayan kâfırlere de azap yapmıyacaktır. Bunlar, İslâm dinini, Cenneti, Cehennemi duydukları halde, merak edip öğrenmez ise, inad edip inanmazsa, o zaman azap görecektir.Amerika’daki bir papazın oğlu müslüman olabildiği halde, Türkiye’deki bir hocanın oğlu müslümanlığı bırakabilir. Ya’ni Akıl ve baliğ olanlar, ana babanın,muhitin te’siri altında muhakkak kalır diye bir şey yoktur. Eğer muhakkak kalsaydı, İslâm memleketlerinde Islâm terbiyesi altında yetişen müslüman çocukları, yabancıların yalanlarına, iftiralarına inanmaz, dinsiz. olmazdı. Bu çocuklar Akıl ve baliğ olduktan sonra, hattâ kırkından sonra, hattâ hoca olduktan sonra müslümanlığı yıkmağa çalışmazlardı. Meselâ Cemaleddin Efgani ile tilmizi M. Abduh, mason olmuşlar. İslâmiyeti içinden yıkmak için yıllarca çalışmışlardır.

Bu acı misaller, ana baba terbiyesinin te’sirinin devamlı olmadığını göstermektedir. Ana babanın te’siri varsa da kat’i ve devamlı değildir. Ana baba ve muhitin te’siri devamlı da olabilir. Bir çocuğun müslüman evlâdı olması, müslüman terbiyesi ile yetişmesi Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Gayri müslim memleketlerindeki çocuklara bu ihsanı yapmıyor. Fakat kimseye ihsanı yapmağa mecbur değildir. İhsan yapmamak zulüm, haksızlık olmaz. Meselâ, bir bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo tartması adâlettir. Noksan tartarsa haksızlık etmiş olur. Biraz fazla verirse ihsân olur. Bu ihsânı istemek kimsenin hakkı değildir. İşte Allahü teâlânın bir kimseyi İslâm memleketinde bulundurması, İslâm terbiyesi ile yetiştirmesi büyük ihsândır. İhsân ettiği kimseler, bu ihsânı teperek İslâm ni’metinden mahrum ölürlerse, cezaları, azapları kat kat olacaktır.

 (Mektûbât-ı Rabbâni c.1, M.259; Din Tahripçileri; Nuhbet-ül-leâlî s.116; Nebrâs)

Şeytânı bile geride bırakmış olan sapık fırka

“İnsanlar için bir imtihan yeri olan ve iyi ile kötünün karıştığı bir meydan olan bu dünyada, doğru yoldan sapmış, kötülüğe kaymış, yetmiş iki çeşit fırka arasında, şeytâna en çok uymuş ve nefsine aldanmış olan, hatta şeytânı bile geride bırakmış olan sapık fırka, Eshâb-ı kirâmı sevmeyen kimselerdir. Bunlardan birçoğu taşkınlıkta daha ileri giderek, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ve hattâ, Allahü teâlâdan vahiy getiren, emîn melek olan Cebrail aleyhisselâma da dil uzatmaktadır. Bu kötü hareketlerini ibâdet saymaktadırlar.


Tüccar ismi altında İran'a gelen yahudi din adamları, müslümanları yoldan çıkarmak için, gece gündüz çalışmakta, herkesi kurtarmaya uğraşıyoruz diye övünmektedirler. Çok kurnaz olanları hoca, şeyh şekline girip, köy köy dolaşıyor, gittikleri yerlere bozuk zehirli sözler yayıyorlar. Zenginleri de, bütün mallarını, paralarını bu yolda dağıtmaktadırlar. Müslümanların halifesi, Osmanlı Türklerinin büyük padişahı olan ikinci sultan Abdülhamid hanın yaveri [müşir] mareşal Muhammed Namık paşa dedi ki: (Bağdâd valisi bulunduğum zamanlarda, yahudi din adamlarının, bozuk düşüncelerini yaymak için, yüzbinlerce kitap bastırıp, İran ve Irak köylerine, el altından yaydıklarını gördüm. Bunları toplatıp, nehre attırdım. Böyle yahudi bozuk kitaplarının yazılmasını, yayılmasını önledim). Önlemeye çok uğraşıldığı halde, ortalığı karıştırmaktan, insanları bozmaktan geri kalmadılar. Bugüne kadar, bu yolda mal ve can feda etmekten çekinmediler.”


[Hak Sözün Vesîkaları]

ÖLÜM NEDİR?

Sorulsa ki, bu ölüm ve yaşam yaratılmış mıdır? Evet, İkisi de canavar suretinde yaratılmıştır. 

Nitekim, Hak teâlâ kelâm-ı kadiminde buyurur: 

(ÖLÜMÜ VE DİRİLİĞİ BEN YARATTIM.)

 Fakat, yukarıda da belirtilmeye çalışıldığı gibi, bu ölüm denilen şey, gayet büyük bir şeydir. O kadar büyüktür ki, bütün yaratılmışlardan büyüktür, heybetlidir. Onu kim görürse, görür görmez ölür. Ölümden, söylenebilecek kadarını söyleyeyim ki, ölümü hatırlayınca nasıl büyük ve heybetli bir şey olduğunu da bil ve düşün ve nefsini onunla korkut. Bunun için de kulağını biraz benden yana tut ki, haber vereceğim mesele ÖLÜM’dür.

Ey Aziz: Hak teâlâ, bu ölümü gayet büyük yarattı. O kadar ki, bütün insanlar sayısınca, yeryüzünde bulunan bütün canavarlar sayısınca, ay, güneş ve bütün yıldızlar sayısınca ölüme baş verdi. O başların her birinde ikişer göz, ağız ve kulaklar vardır ve bütün yaratılmışlar gibi elleri vardır. Bu heybet ve heyet içinde gayet ulu olur. Hak teâlâ, ölümü bütün yaratılmışlardan önce yarattı. Bedenlerden dört bin yıl önce de ruhları yarattı. Nitekim, Resûl-ü zişân da böyle buyurmaktadır: Allahu teâlâ, ruhları cesetlerden dört bin yıl Ruhlardan dört bin yıl önce de, yaratılmışların rızıklarını yarattı. Rızıklardan üç bin yıl önce de ölümü yarattı.

Ölüm, bütün ağızları ve dilleriyle bir kere bağırıp gürleyince, bu sesten bütün melekler sersemlediler ve korkuya düştüler. Nihayet, melekler niyaz eylediler: 

— Yâ Rab! Bu gürültü ne gürültüdür ki hepimizi korkuya düşürdü ve tesbihimizi unutturdu. 

Hak teâlâ buyurdu: 

— Bu gürültüyü koparan ölümdür. Yerde ve gökte ne ki varsa, bu ölüm hepsini fani eylese gerektir: 

“Her nefis, ölümü tadıcıdır.” (Âli İmran suresi: 185)

Melekler yalvardılar: 

— İlâhi! Ne olaydı biz onu göreydik. 

Hak teâlâ buyurdu: 

— Hazır olun, şimdi görürsünüz. Sonra, ölüme emretti: 

— Ey ölüm. Bütün kanatlarını aç ve ağzınla gürle! 

Ölüm, derhal harekete geçti ve uçtu ve meleklere kendisini gösterdi. Melekler, bu heybet ve azamette ölümü görüp, gürlemesini işitince her biri olduğu yerde baygın düştü. Bir yıl kadar baygın yattıktan sonra kendilerine geldi er ve dua ettiler; “İlâhi! Bu ölümden büyük ve heybetli bir şey yarattın mı?”

Hak teâlâ buyurdu: 

— Bütün mahlûkatım arasında, bundan büyük kimse yaratmadım. 

Sonra, yine Hak teâlânın emriyle ölüm vardı ve yerinde sâkin oldu. 

Hak teâlâ, Melek-ül-mevte buyurdu: 

— Ya Azrail! Var sen ölümün, üzerine müekkel (vekil) ol. Ne zaman ki kullarımın canını almayı sana emredersem, çek ölümü onun üzerine götür ki, ölümle fâni olsun ve ölümün tadını tatsın. 

— Ey ölüm, dedi. Hak teâlâ, beni sana gönderdi. Hakkın kullarının canlarını alacağım zaman, seni o kimsenin üzerine götüreceğim, sen de bana itaat edeceksin. 

Ölüm, kendisine cevap verdi: 

— Hoş geldin, ben de sana Allahu teâlânın emriyle itaat ederim ama seni de Cebrail’i de İsrafil’i de Mikail’i de ve bütün gök halkını da öldürsem gerektir.

Bu suretle Azrail aleyhisselâma tâbi oldu. Azrail aleyhisselâm da ölümü Allahu teâlânın buyurduğu yere götürür, hem kimin eceli gelirse ölümü görür, fâni olur, toprağa karışarak toprak olur. Evet, bu ölümün vasfı kaleme gelmez. Bu kadar söylediklerimiz kifayet eder. Maksat, nefse ölümün heybetini bildirmek ve bir korku hâsıl etmektir. Nefsi, dünyadan iğrendirip tiksindirmektir. Âhiret amelleriyle meşgul olmasını temin etmektir. Onun için, bu kadarı yeter. 

Fakat, şunu da haber verelim ki, ölümü de Hak teâlâ hazretlerinin emriyle, Yahya peygamber aleyhisselâm cennet ile cehennem arasında boğazlasa gerektir. Ölümün vasfını öğrenmek istersen, ölülere sor ki, sana haber versinler. Şu ölmeden önce ölen kimseler var ya, onlar ölümle buluştular ve: Kanaat kuşağını kuşanıp, dünyanın bütün lezzetlerinden el çekerek ölmeden önce ölmüşlerdir. Onlar, fakir ve sabırlıdırlar. Bu konuda da söylenecek söz çoktur, inşa’allahu teâlâ şimdi işitirsin.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

[MÜZEKK-İN NÜFUS]

🍃🌸 *KABİR AZABINDAN KURTULMAK İÇİN*

Şimdi ey aziz:  

Bu kabir azabından emin olmak istersen, *şu dört şeye devam et:*  


 *1)* Beş vakit namazını, vaktinde ve cemaatle kıl, hiç kaçırma.  

 *2)* Bildiğin kadar Kur'an-ı kerim oku.  

 *3)* Devamlı olarak sadakayı eksik etme.  

 *4)* Salâvat-ı şerifeye devam et.  


 *Sakınman gereken hususlar da şunlardır:*

  

 *1)* Yalan söyleme.  

 *2)* Bedenine meni ve sidik değdirme.  

 *3)* Emanete hıyanet etme.  

 *4)* Gıybet (Dedikodu) etme.   

 

✍🏻 *EŞREFOĞLU ABDULLAH RUMİ HAZRETLERİ*

IŞIK VE ŞEYTAN MENKIBESİ

Bir gece Eşrefoğlu Rumi Hazretleri, dergâhında ibadet ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu: "Ey kul! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helâl kıldım." Eşrefoğlu bir anda Allahü teâlânın izni ile sesin sâhibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan; "Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun." deyince, Eşrefoğlu; "Ey mel'ûn! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın îmânlarına kasdetmeyeceğine dâir söz verirsen, salarım." dedi. Şeytan da; "Onların îmânlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum." dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî; "Ey mel'ûn! Allahü teâlâ ile olan ahdine vefâ etmedin. Benimle olan ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma." dedi ve saldı. Talebeleri; "Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?" diye sorunca; "Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü teâlânın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar bâkidir." buyurdu. 

Münâkaşa bizde yasaktır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük* lerin sözlerine lâyık olalım inşallah, *Çok konuşan* bir kimsenin, aklının *Az* olduğu anlaşılır. Ancak *Büyük* lerden anlatmak müstesnâdır. Türkçede bunun bir misâli var. 


Atalarımız; *Kelâmın fıdda ise sükûtun olsun zeheb!* buyurmuşlar, *Fıdda*, gümüş demekdir, *Zeheb* de altın demekdir. Sözlerin *Gümüş* ise, sükûtun *Altın* olsun. 


Hele bu zamanda çok *Mühim* dir bu. Düşünerek konuşun kardeşim. Ben hep düşünerek konuşuyorum. *Lüzûm* suz bir *Söz* söylemiyeceğiz. Hiçbir toplantıda, hiçbir yerde, hiçbir kimseye *Lüzûm* suz bir *Söz* söylemiyelim. 


Hele *Münâkaşa*, çok zararlıdır ve bizde *Yasak* dır. Bizim kitaplarımızda sık sık yazılı; Münâkaşa, *Dostla* da yapılmaz, *Düşman* la da yapılmaz. Çünkü dostla yapılırsa muhabbet *Azalır*, düşmanla yapılırsa düşmanlık *Artar*. 

● ● ● 

*Kandil* geceleri mübârekdir, *Cumâ* gecesi de mübârekdir. Bu iki gece bir araya gelince daha *Kıymetli* olur. Çok *İstiğfâr* etmek lâzım. Günâhlardan sakınmak lâzım. *Dargın* durmamak lâzım. 


Bu, çok mühim. *Üç* gün den fazlasına müsâde yok. Müslümân, *İçki* içmez, *Kumar* oynamaz, *Zinâ* etmez, ama farkında olmadan *Gıybet* edebilir. Bu gibi günâhlardan çok sakınmak lâzım. 


İnsanlar *Üç* sınıfdır kardeşim. Birincisi, *Hayvan* gibi olanlardır. Onların husûsiyyeti, *Benimki benim, seninki de benim!* derler. 


*Köpek* gibi yâni. Köpekler *Kemik* toplarlar ve gömerler. Bir daha toplarlar gene gömerler, bir daha toplarlar gene gömerler, sonra nereye gömdüğünü *Unutur* lar. 


Bir de *İnsan* sınıfı var. Bunlar; *Seninki senin, benimki benim!* der. 


Üçüncüsü ise *Müslümân* ahlâkında olanlardır. Bunlar; *Seninki senin, benimki de senin!* derler. Söylemesi kolay, yaşaması *Zor* dur 


*Hubb-ı fillâh* ve *Buğd-ı fillâh*, bu dînin esâsıdır kardeşim. Birbirimizi çok *Seveceğiz*, birbirimizin kusurlarımızı *Görmiyeceğiz*. Bunlar, bizim *Kitap* larımızda yazılı, *Büyük* ler böyle buyuruyorlar. 


Ne diyorlar: *Mü’minler, birbirinin arkasından (duâ) ederler, münâfıklar birbirinin arkasından (gıybet) ederler!* Büyüklerimiz böyle buyuruyor kardeşim.

Her sabah evden çıkarken yapılacak niyet

 Her sabah evden çıkarken; (Yâ Rabbi (azze ve celle) , kendimin ve aile efradımın rızkını helalden kazanmak, onları kimseye muhtac bırakmamak için vazifeme gidiyorum) demelidir.O gün, Müslümanlara iyilik, yardım etmeyi, onlara nasihat ve emr-i maruf yapmayı, kalbinden geçirmelidir.Böyle niyet eden bir tüccar veya memur, işçi ve muallim, vazifesinde çalıştığı müddetçe hep sevab kazanır. Her işi, ibadet olur. Dünyada kazandığı şeyler de, caba olur.

(Hâcegi Muhammed Emkenegi “kuddise sirruh” hazretleri)

Tevatür ile bildirilmiş olan din bilgileri

 Zaruri olan ve tevatür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihad câiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan, sözbirliği ile imândan çıkar. 

(Milel-nihal tercümesi S. 69 ; Ibni Abidin S.377)

Kâfirlerin kullandıkları şeyler ikiye ayrılır

 Kâfirlerin kullandıkları şeyler ikiye ayrılır: birisi âdet olarak yapdıkları şeylerdir ki, bunlardan harâm olmıyanları, insanlara faideli olanları yapmak ve kullanmak günah değildir. Ayakkabı giymek, çatal kaşık kullanmak, âdete bağlı şeyler olduğu için mubâhtır. İkincisi ibâdet olarak yaptıkları şeylerdir. Bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Mesela kiliseye gitmek, puta tapmak v.s. gibi. 

(Tefsîr-i Şeyhzâde c.1, s.108; İbni Âbidîn c.5 s.481 ve namazda Kıraat bahsi; Birgivî Vasıyyetnâmesi)