Garîblere müjdeler olsun
O bir emir nedir?
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Peygamberimiz aleyhisselâm; *İ’mel vestağfir!* buyuruyor. Yâni ne yaparsanız, velev ki *İbâdet* de yapsanız, arkasından *Tövbe* edin, *İstiğfar* edin buyuruyor
Öldükden sonra, âhirette, *Büyük* lerden naklen konuşulanların, birer *Hakîkat* olduğu meydana çıkacak efendim. Eğer buna kıymet verilmemişse;
*Eyvaah! Bunu ben Seâdet-i Ebediyye kitâbında okumuşdum, orada yazıyordu*. Yâhut da; *Falan âbiden duymuşdum!* diyeceğiz.
Ama ne fayda. Dünyâya *Geri* dönsen dönemezsin, *Tövbe* etsen edemezsin, *Namaz* kılsan kılamazsın. *İmtihân* bitdi çünkü, yapacak bir şey yok.
Kendimizi *Ölmüş* bileceğiz kardeşim. *Kabre* konmuş, *Suâl melekleri* gelmiş gibi yaşamalı bu dünyâda. *Ölmeden evvel ölün!* hadîs-i şerîfinin mânâsı, işte bu.
Her güne, *Ölmüş* de, tekrar dünyâya gelmesine *İzin* verilmiş insan gibi başlamalı. *Bu gün sana izin verildi, yarın gene hesâba çekileceksin!* denilmiş gibi.
Her gün *Böyle* düşünülmezse, bu günlerin arkası kesilmez ve *Ömür* biter efendim. Öldükden sonra başımıza geleceklerin, *Mutlak* olduğuna inanmak lâzım.
Peygamber aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *Ey eshâbım!* Sizler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, onda *Dokuzu* nu yapsanız, *Birini* yapmaz iseniz *Helâk* olursunuz.
Yâni, *Yüksek* dereceden bir *Aşağı* dereceye düşersiniz. Ama âhir zamanda gelecek olan ümmetim, emirlerden *Bir tâne* sini yapsalar, *Kurtulur* lar. Efendimiz böyle buyuruyor.
Peki, emirlerin *Onda biri* nedir? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine sordum. Âhir zamanda gelecek ümmetin kurtulmasına sebep olan o *Bir emir* nedir? dedim.
Efendi hazretleri, *Îmân* dır buyurdu. Yâni *Doğru Îmân*. Âhir zamanda gelecek olan ümmetin en büyük derdi, *Îmânını korumak* olacak. Neden? Çünkü îmân çok *Hassas* dır.
Bir kelimeyle *Gelir*, bir kelimeyle *Gider*. İslâmiyetin bir emrini hafife almak ve küfre sebep olan bir kelimeyi söylemek, *Îmânı* götürür. Ama bir *Tövbe* etmekle de *Geri* gelir.
Alim kitapdan söyler
Hüseyin Bin said hazretleri Buyurdular ki:
Seyyid Ahmet Mekki hazretleri "rahmetullahi aleyh" vazederken 5-6 kişi dinlerdi.Aynı camide başka biri kürsüde vazederken ise yüzlerce kişi dinler.Hop oturur,hop kalkardı.Zira İcazetli bir alim olan;Seyyid Ahmet Mekki Efendi Hazretleri kitaba bakarak,naklederek söyler,kaynaklı söylerdi.hoca ise ezberden,kafadan konuşurdu.Biz bile çantalar dolusu kitabı vefa’dan camiye taşırdık. Mübareklerde “Alim kitapdan söyler” buyurdular.
1928 yılından itibaren binlerce câmi kadro dışı ilan edilip kapatıldı
(Altında reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk'ün imzasıda bulunan camilerin satılmasına dair 1936 yılına ait bir belge.)
1928 yılından itibaren binlerce câmi kadro dışı ilan edilip kapatıldı, yıktırıldı, satıldı veya din dışı işlerde kullanıldı. Moğol istilâsını aratmayacak bu devirleri gayet iyi hatırlayanlar az değil.1950’den evvel İstanbul suriçinde sadece üç câmi açıktı: Süleymaniye, Bayezid ve Fatih.Diğerleri başka maksatlarla kullanılırdı. Sultanahmed Câmii, başka yer kalmamış gibi, asker yollama merkezi idi. Askere buradan sevkedilen Beylerbeyi Câmii imamı Hâfız Mustafa Efendi, yoklama için bekleyen bazı askerlerin, dışarı çıkmalarına izin verilmediği için câmi köşelerine siğdiğini anlatırdı. Yeni Câmi’ye katanalar bağlanırdı. Nusretiye Câmii kütük deposuydu. Hatta, kütüğün biri uzun geldiği için câmiin son cemaat yerinin yıktırıldığını, bizzat Refi Cevat Ulunay yazdı. Bütün şehirler böyle idi. Mesela Konya’da sadece Kapı Câmii, Ankara’da Hacıbayram Câmii açıktı. Açık olanlara da iki ayağı çukurda ihtiyarlardan başka giden yoktu. Çünki namaz kılanlara iyi gözle bakılmayan bir devirde, câmiye gitmek cesaret işiydi.1927’den itibaren câmiler tasnif edilmeye başlandı. 1928’de bunun için bir nizamname bile çıkarıldı. Buna göre 500 metre dâhilindeki câmilerden birden fazlası ile cemaati bulunmadığı tesbit edilenler tasnif dışı bırakılacaktı. Tasnif dışı kalan yüzlerce câmiden bir kısmı kapatıldı; bir kısmı din dışı başka işlere tahsis edildi; bir kısmı da yıktırılıp enkazı satılarak Halkevlerine verildi. Memurlar ikindi vaktinin sonu gibi cemaatin bulunmadığı zamanlarda câmileri teftişe gelir; cemaati olmadığı gerekçesiyle câmiyi mühürleyip kapatırdı. Akşam gelen cemaat, câmilerini kapanmış bulurdu. Bu kıyımdan Ayasofya bile kurtulamadı. Câmi bakanlar kurulu kararıyla 1935’te müze hâline getirildi.
Vakıflar Kanunu’nun “mimarî kıymeti olan câmilerin satılamayacağı” hükmüne aldıran olmadı. Bunun için o zaman kültür bakanlığının işini gören Maarif Vekâleti’nden alınması gereken raporların, istenilen şekilde tanzim edildiği görüldü. Muş’taki tarihî Murad Paşa Câmii’nin minaresinin dinamitle havaya uçurulduğunu eski müftülerden Mehmed Çağlayan gözyaşları içinde anlatırdı. 1935’te “Askerî mektepte câmi olur mu?” denerek Heybeliada Câmii yıktırıldı. Sadece İstanbul’da 1000’in üzerinde câmi yıktırıldı. Böylece 1937’ye gelindiğinde Türkiye’deki câmilerin takriben % 60’ının kadro dışı kaldığı görüldü. Mesela Bursa’da 64 câmiden 40, Anteb’de 39 câmiden 22 tanesi bırakıldı. Bunların hepsi resmî arşivlerdeki malumata dayanır.
1927’den itibaren tasnif dışı bırakılan yüzlerce câmi, ihale ile belediyeye veya hususî şahıslara satıldı. İstim sonradan geldi. 1935 senesinde çıkarılan vakıflar kanunu bu işi tanzim ediyordu. İlk satılan câmi 623 lira 90 kuruş ile Sivas’da Hacı İzzet Paşa Câmii ve 4996 lira 45 kuruş ile Fatih’de Hadice Sultan Câmii oldu. En ucuza satılan câmi 2,5 lirayla Eskişehir Servihisar semtindeki Melikşah mescidi (1940); en yüksek fiyata satılanı ise Kayseri’de 57 bin liraya Hacet Mescidi (1968) oldu.
Eminönü’nde Sultan II. Mahmud yapısı Hidayet Câmii, ticaret bankası deposu; Küçüksu Mescidi, CHP ocak merkezi; Balıkesir Yıldırım Câmii, Halkevi; İzmit Sâdık Mescidi, meteoroloji binası; Şehzadebaşı Câmii’ne yakın olduğu halde, emsalsiz burmalı minaresi sayesinde kazmadan kurtulan Burmalı Mescid marangozhane olarak kullanıldı. Müze yapılmayan câmilerin ekserisi CHP, askeriye ve toprak mahsulleri ofisi tarafından işgal edildi. Bazıları belediyeden satın alan hususî şahıslar tarafından dükkân, ev, hatta yazlık sinema olarak kullanıldı. Selânik’te sinema salonu yapılan câmiye ağıt düzenlerin, bundan nedense hiç haberi olmadı.
Tek parti devrinde sadece câmiler değil; medreseler, sıbyan mektepleri, kabristanlar, hatta türbeler bile satış mevzuu oldu. Din hizmetlilerinin vazifesine son verildi. Kalanların maaşları düşürüldü. Bunlar başka bir yazıda inşaallahü teâlâ ele alınır. Şimdi bazılarının hâfızası zayıflamış olabilir. Ama bu o günleri görenler hâlâ yaşıyor. Gördüklerini de net bir şekilde hatırlıyorlar. Şair ne demiş: Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın? 1918’de ağababası İttihat ve Terakki’nin yaptığı gibi, Halk Partisi de 1950’de kendi kendini feshetmek büyüklüğünü gösterebilseydi; hem demokrasi muhalifliği, darbe bezirgânlığı, insan hakları ihlalciliği, faşistlik, din düşmanlığı gibi ithamlarla karşı karşıya gelmekten kurtulur; hem de memlekette hakiki bir sosyal demokrat teşekküle imkân verilerek demokrasinin önü açılmış olurdu.
(02.05.2012 -Türkiye Gazetesi)
Sultan Vahîdeddin hazretleri
Sultan Vahîdeddin hazretleri zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. Sultan Hamid hazretlerinin en çok bu kardeşini sevdiği, tahttan indirildikten sonra bir gün: “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi..Eşi az görülebilecek kadar namuslu olduğu, vatanından koparken yanında pek cüz’î şahsî varlığından başka bir şey götürmeyişi, hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade edişinden bellidir. Ayrılışının üzerinden henüz 4 yıl geçmeden vefatında esnafa olan borçlarından dolayı tabutu 15 gün haczedilerek cenazesi kaldırılmamış; sağdan soldan toplanan para ile borcu kapatılarak tabut kurtarılmıştır. Yastığı altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçeteleri çıktı.
(10 Kasım 2010-Türkiye Gazetesi)
Bu hâllerden ibret almaz mısınız?
Füâdî Ömer Efendi Osmanlı âlim ve velîlerindendir. Kastamonu’da yetişen büyük velî Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin kurduğu Şâbâniyye yoluna mensuptur. 1559 (H.966) senesinde Kastamonu'da doğdu. Şâbân-ı Velî dergâhı şeyhi olan Abdülbâkî Efendiye talebe olup hizmet etmeye başladı. Onun vefâtı üzerine hocasının yerine geçen Muhyiddîn Efendinin sohbetlerine devâm etti. Muhyiddîn Efendinin vefâtından sonra Şâbân-ı Velî Dergâhına postnişîn seçildi. 1636 (H.1046) senesinde Kastamonu’da vefât etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Lüzumsuz olarak yaratılmadığınız gibi, yaptığınız işlerden de sorgu ve sorumsuz kalacak değilsiniz. Gelmiş ve nihâyete kadar gelecek insanların toplanacağı bir mahşer ve orada adâlet terâzilerinin kurulacağı bir mahkeme vardır. Onun tek hâkimi, azamet ve kibriyâ sâhibi yüce Allah'tır. Âhiret korkunç bir gündür. Yürekleri parçalayan, çocukları ihtiyar yapan, kişiyi kardeş, evlâd ve iyâlinden kaçıran, peygamberleri, melekleri titreten bir gündür. Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametiyle tecellî edeceği o günde, kimde kuvvet ve tahammül kalır! Bununla berâber Allah’ın rahmetinden de ümit keserek hüsrâna düşmeyiniz. Muhakkak biliniz ki; mahşer gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü düşünüp de Allah’tan korkan, küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi bekâ âlemi olan âhirete üstün tutarak, şehvânî hislerinin esiri olmayanlar içindir. Bunun aksi harekette bulunanlar muhakkak aldanır. Hayat ve ömür sermâyesini haksızlık ve yolsuzluk arkasında tüketen eli boş ve nedâmet, pişmanlık içinde kalır.
Bugün; siz, sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin de yerinizi tutacaklar var. Görüyorsunuz ki, gelenler durmuyor, gidenler geri dönmüyor. İster istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan cenâb-ı Hakk’ın huzûrudur. Âhiret âlemine gidenleri her gün uğurluyor ve götürdüğünüz kabirlerde kara toprak altında yataksız, yastıksız, tek ve tenha bırakıp dönüyorsunuz. Ölümün acısını duyan o fânîlerin hâli ne kadar merhameti çeker ve ibrete değer. Tanımadıkları bir âleme sefer etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar. Gelip geçici emânet bir hayatın gaflet uykusundan uyanmışlar, ama iş işten geçmiş, telâfi imkânı elden çıkmış, naz ve nîmet içinde beslenmişlerken yatak ve yastıkları kuru toprak olmuş, terk ettikleri dünyâ malından istifâdeleri yok. Düşünmeye değer bu hâllerden ibret almaz mısınız?
Kâmil ve mükemmil bir zâtın bir bakışı şifadır
Kâmil ve mükemmil bir zâtın bir bakışı, kalbi o kadar temizler ki, uzun riyazetlerle buna kavuşmak pek zordur.
(Ya’kûb-i Çerhî hazretleri “kuddise sirruh” )
Hakîkî îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır
Hakîkî îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır. Bütün farzları edeble yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devam etmeğe sabır etmek.
(Sehl-i Tüsterî "rahmetullahi aleyh" hazretleri )
Ebû Bekir sıddık efendimizin rüyası
Hazret-i Ebû Bekir’e Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm), Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını teklif ettiği zaman, hiç tereddüt etmeden İslâmiyeti kabûl etti. Babası, annesi, çocukları ve torunları da müslümanlığı kabûl etti. Peygamberimizi görüp Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendiler. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, böyle bir şerefe nail olmamıştır.
O’nun müslüman olacağını işaret eden geçmiş senelerdeki müjdeli olaylar şöyledir:
Hazret-i Ebû Bekir, İslâmiyeti kabûl etmeden yirmi sene önce, bir rüya görmüştü: “Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzama’ya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalardan her biri, Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Ebû Bekir’in (radıyallahü anh) evine düşen parça ise, gök yüzüne yükselmemişti. Hadîseyi gören Ebû Bekir (radıyallahü anh) hemen evin kapısını kapamış sanki bu ay parçasının gitmesine mani olmuştu.”
Ebû Bekir (radıyallahü anh) heyecanla rüyadan uyanmış, sabah olunca, hemen, yahûdi âlimlerinden birisine koşup, rüyasını anlatmıştı. O âlim cevabında: “Bu karışık rüyalardan biridir, onun için tabir edilmez” demişti. Fakat bu rüya, Ebû Bekir’in (radıyallahü anh) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdinin cevabı, O’nu tatmin etmemişti. Bundan dolayı bir zaman sonra ticâretlerinden birinde, yolu rahib Bahîra’nın diyarına uğramıştı. Gördüğü rüyasının tabirini Bahîra’dan istemiş ve şu cevabı almıştı. Bahîra: “Sen neredensin?” dedi. Hazret-i Ebû Bekir “Kureyştenim” diye cevap verince, Bahîra: “Mekke’de bir peygamber ortaya çıkıp hidâyet nûru, Mekke’nin her yerine ulaşacak, sen hayatında O’nun veziri, vefâtından sonra da, halifesi olacaksın” deyince Ebû Bekir (radıyallahü anh) bu cevaba çok hayret etmişti. Hatta rahib, O’na şöyle demişti: “Çabuk, şimdi O’na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselâmın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce îmân eyle!” Ebû Bekir (radıyallahü anh) bu rüyasını ve tabirlerini, Peygamber efendimiz, (aleyhisselâm) peygamberliğini açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.
Peygamber efendimiz (aleyhisselâm), peygamberliğini açıklayınca, Ebû Bekir (radıyallahü anh) hemen Peygamber efendimize koşup, “Peygamberlerin, peygamberliklerine delîlleri vardır, senin delîlin nedir?” diye suâl etmişti. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) cevabında: “Bu nübüvvetime delîl, o rüyadır ki, bir yahûdi âlimden tâbirini istedin. O âlim karışık rüyâdır, tâbir edilmez dedi. Sonra Bahîra rahib doğru tâbir etti” buyurarak, Ebû Bekir’e (radıyallahü anh) hitaben: “Ey Ebû Bekir! Seni Hüdâ’ya ve Resûlü’ne davet ederim”buyurmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir, “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın resûlüsün ve senin peygamberliğin hakdır ve cihanı aydınlatan bir nûrdur” diyerek, O’nu tasdîk edip müslüman olmuştu.
OTUZBİRİNCİ MEKTÛB
Hâce Abdussamed Kâbilî’ye. Kendi hâline teessüf eder:
*Bismillahirrahmanirrahîm*
Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. Binlerce yazıklar olsun ki, çok kıymetli ömür heva ve heves peşinde geçti. Mahrûmluk ve günâhlar uğruna harcandı. Kapılar ve duvarlar bu maksaddan uzağın kötü amellerine ağlamakta, her taş ve toprak lisân-ı hâl ile: _*“Sen bunlar için yaratılmadın ve bu yaptıklarınla emr olunmadın”_* diyor.
Beyt:
_*Her iki âlem sana ta’ziyet etmektedir,_*
_*Sen günâhda ve onlar gözyaşı dökmektedir._*
Allah’ı zikredin ve Allah’a tevbe edin. Birinci ve ikinci sûra üflemek yakındır. Size ve diğer Allah yolunda olanlara selâm olsun.”
Kalbi Rabbinden gafil olanların akıbeti!
Bütün kötülüklerin başı, kalbin Rabbinden gafil olmasıdır. Ahiret günü haramın azabı olduğu gibi, helâlin de hesabı vardır. İmam-ı Gazâli (rahmetullahi aleyh) İhya-ül Ulum kitabında bu hususta şu ibretlik kıssayı nakleder:
Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir miktar yürüdükten sonra su başında dururlar. Yanlarında üç ekmek vardır. Ekmeğin ikisini yerler. İsa aleyhisselam gidip su içer, döndüğünde üçüncü ekmeği göremeyince sorar:
-Ekmeğe ne oldu?
-Bilmiyorum, cevabını alır...
Hazret-i İsa arkadaşı ile yola devam eder. Hayli acıkırlar. İki geyik yavrusuna rastlarlar. İsa aleyhisselam yavrulardan birini çağırır, koşa koşa gelir. Keser, pişirir ve yerler. Sonra "Allahın izni ile kalk" der. Geyik yavrusu dirilip annesinin yanına gider. İsa aleyhisselam arkadaşına dönüp yine sorar:
-Sana bu mucizeyi gösteren Allahın adına yemin veriyorum! Söyle o ekmeği kim aldı?
-Bilmiyorum.
Yola devam eder, bir nehirle karşılaşırlar. Köprü yok, sandal yok. Karşıya geçmeleri lâzım. İsa aleyhisselam adamın elini tutar, burula burula akan coşkun suların üstünde yürürler. Tekrar sorar:
-Bana bu mucizeyi veren Allahü teala aşkına söyle ekmek ne oldu?
-Bilmem, haberim olsa söylerim.
Nihayet ovaya inerler. İsa aleyhisselam bir miktar toprak yığar ve dua eder. Küçük tepecik çil çil altın hâline döner. Bunu üçe taksim eder. "Biri benim" buyurur, "biri senin, üçüncü de kayıp ekmeği yiyenin!" Hemen itiraf eder;
-O ekmeği ben yemiştim!..
İsa aleyhisselam;
-Al üçü de senin olsun, deyip ayrılır. Adam altınları nasıl taşıyacağını düşünürken iki harami gelir:
-Bizi de ortak et, eğer eceline susamadınsa...
-Zaten üç parça, gelin paylaşalım.
Altınları koyacak torba ve yiyecek alsın diye haramilerden birini kasabaya gönderirler. Onun da dünya sevgisi ağır basar, "dur şunları zehirleyeyim" der, "altınların hepsi bana kalsın."
Bekleyenler de ihanet içindedirler. "Var mısın onu öldürelim" derler, "üçe değil ikiye bölmek varken..."
Nitekim yemeklerle çuvallarla gelen arkadaşlarına saldırır, acımadan katlederler. Sonra oturup yemeği yerler.
Zehir kanlarına işler, peş peşe toprağa düşerler...
İsa aleyhisselam dönüşte bakar ki altınlar olduğu gibi ortada durmakta ve başında üç ceset yatmakta. İbretle bakar ve şöyle buyururlar: "İşte dünya!"
Evet, işte dünya bu!..