Kaç rekat kıldığını unutan

Sual: Namaz içinde veya namaz bittikten sonra kaç rekat kıldığını unutan kimse ne yapmalıdır? Namazda dünya işlerini düşünürken bir rükün gecikirse secde-i sehiv gerekir mi?


Cevap: Bir kimse, kaç rekat kıldığını unutsa, bu şaşırması, ilk olarak başına geldi ise, selâm verip namazı tekrar kılmalıdır. Şaşırmak âdeti ise, düşünüp, çok zan ettiğine göre kılar. Kuvvetli zan edemezse, az kıldığını kabul ederek tamamlar. Namazı kıldığında şüphe eden kimse, vakit çıkmadı ise, tekrar kılar. Çıktı ise kılmaz.


Kaç rekat kıldığını şaşırıp, namaz içinde düşünmesi, sonraki rüknün veya vacibin, bir rükün zamanı kadar gecikmesine sebep olursa, bu arada, âyet ve tesbih okusa bile, secde-i sehiv lâzım olur. Namazın içindeki farzlara (Rükn) denir. Bir âyet okumak, rükü ve iki secde, son rekatte oturmak, birer rükündür. Düşünmek, farzı veya vacibi geciktirince, secde-i sehiv lâzım oluyor. Mesela, son rekatte oturunca düşünürse, selâm vermesi gecikirse, secde-i sehiv lâzım olur. Fazla okuduğu salevat ve dua, sünnet olarak değil, düşünce, dalgınlık sebebi ile olduğu vakit, vacibin gecikmesi suç oluyor. Başka bir namazı kılıp kılmadığını veya dünya işlerinden herhangi birini düşünürse, bir rüknün gecikmesine sebep olsa bile, secde-i sehiv lâzım olmaz. Namaz bittikten sonra, kaç rekat kıldığında şüphe ederse, buna vesvese denir. Buna ehemmiyet vermez. Namazdan sonra, bir âdil Müslüman, yanlış kıldın derse, tekrar kılması iyi olur. İki âdil kimse söylerse, tekrar kılması vacib olur. Âdil olmazsa, sözünü dinlemez. İmam doğru, cemaat ise, yanlış kıldık derse, imam kendine güveniyorsa veya bir şâhidi olursa, tekrar kılınmaz.


İftitah tekbirini söyledi mi, abdesti var mı, elbisesi temiz mi, başına mesh etti mi şüphe ederse, ilk olarak şüphe etti ise, namazı bozup tekrar kılar. Abdest almaz. Elbisesini yıkamaz. Her zaman şüphe ediyorsa, namazı bozmaz, temamlar. (Tam İlmihal s. 228

Mirac gecesi

Sual: Mirac gecesi ne demektir ve bu geceyi nasıl değerlendirmelidir?

Cevap: Mirac gecesi, Receb ayının yirmiyedinci gecesidir. Mirac, merdiven demektir. Resûlullahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. Elliiki yaşında iken, bir gece Mekke’den Kudüs’e ve oradan göklere götürülüp getirildi. Bu yolculuğuna (Mirac) denir. Miracda, Cennetleri, Cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü. Beş vakit namaz, bu gece farz oldu. (Rûh-ul-beyân)da (Tefsîr-i Hüseynî)den alarak ve (Bahr)de, imamlığı anlatırken, diyor ki, (Resûlullahın Mekke’den Beyt-ül-mukaddese götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, dâl ve mübtedi olur). Yani sapık olur.

Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, dua ve tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibadet yapması, dua ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Mübarek geceleri ihya etmeli, yani kaza namazları kılmalı, Kur’ân-ı kerim okumalı, dua, tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevablarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günah işlememekle olur. Gecenin oniki kısmından bir kısmını [bir saat kadar] ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (Tam İlmihal s. 352)

Sevgi nedir?

 🍃🍃🍃MÜBAREK ENVER ABİMİZDEN✔️✔️✔️

💦Bir adamcağızın birine, ihlas dediğin nedir, diye sormuş. Ben size ihlasın ne olduğunu anlatayım, demiş.

Ben Mekke-i mükerremeye hacca gittim. Aslen Basra'lıyım, Basra'nın çok zengin bir tüccarıyım. Ama kesemi çaldılar, paramı hırsızlar götürdü, beş kuruşsuz kaldım. Bakkala gittim, borç, fırına gittim, borç. Veren verdi, vermeyen vermedi; ama Basra'ya mektup yazdım. Bir ayda, hatta iki ayda zor para geldi. Para gelecek, onu kullanacağım. Baktım ki her tarafım saç olmuş, bir berbere gittim. Berber de orada birini tıraş ediyor. Param da yok. Berber'e, hiç param yok, beni Allah rızası için tıraş eder misin, dedim. Hemen tıraş ettiği adamı yarıda bıraktı, gel baba, dedi. Ben oraya oturdum, o ilk tıraş olan, yahu ne oluyor? Sıra bizde! Sen beni tıraş ediyordun, niye beni bıraktın, dedi. Berber, ben seni para için tıraş ediyordum. Bunu Allah rızası için tıraş edeceğim. Sıra bunun, dedi, beni tıraş etti. Tıraştan sonra, benim Basra'dan param gelecek, geldiği zaman seni inşallah fazlasıyla mutlu ederim, dedim. Sen garipsin dedi, bir kese altın verdi. Allah Allah, böyle insanlar var mı dünyada, dedim. Basra'dan param geldi, bir torbaya iki mislini koydum, yine berbere gittim. Arkadaş, benim param geldi. Ben zaten zengin bir tüccardım, bu da benden sana dedim, torbayı verdim. Bunun üzerine berber dedi ki; Baba, al onu geri. Ben, Rabbimin rızasını parayla değişecek kadar ahmak değilim. Sen bana dedin ki; Allah rızası için. Ne demek sen biliyor musun Allahü tealanın rızası? Kimin rızasından bahsediyorsun? Beni yoktan var eden, seni yoktan var eden, hepimizi varlıkta durduran yüce Allahın rızasını, altınla, parayla değişir miyim? Ben O'na kurban olayım. Sen beni kandıramazsın, altınla, parayla Rabbimin rızasını değişemem, dedi. Onun için, Rabbimin rızası olduğu zaman, akan sular durur...


İnsanlara hizmet etmek, onları sevindirmek lazımdır. Bir kimse bir kimseyi sevindirirse, Allahü teala onun bu iyiliği için bir huri yaratır. Vefat edince, iyiliklerine karşılık ne kadar huri varsa onu kabirde karşılarlar. Ona; korkma, şimdi, münker ve nekir gelecek, sual soracaklar. Takıldığın yerde biz sana yardımcı olacağız. Bizim vazifemiz, seni burada rahatlatmak ve Cennetin kapısından içeriye sokuncaya kadar arkadaşlık etmektir, derler. Kim hizmet ederse, karşılığını burada veya ahirette mutlaka görecektir. Çünki, hadis-i şerif vardır."Men Hadime, hudime". Hizmet eden hizmet görür.

 

Bir sabah Mübarekler buyurdular ki; aynen mübareklerin sözü; vallahi, billahi, tallahi, şöyle buyurdular; "Kardeşim, sizin muvaffak olmanızın yarısı, bu güler yüzünüzdendir. Sizin başarılı olmanızın yarısı, güler yüzlü olmanızdır". Neden biliyor musunuz? Şimdi herkesin üzüntüsü, derdi var. Bir de biz ilave etmeyelim. Biz de milleti biraz ferahlandırmaya uğraşıyoruz. Çünki, o da bir ibadet. Şimdi Enver abi burada bir üzgün, süzgün olsa, herkes üzülür. Eyvah, neden Enver abi üzgün. Acaba kötü bir haber mi aldı? Acaba Mübarekler hasta mı? Borcumu arttı? Hastalığı mı arttı, diyecekler. Doksan tane fikir, öyle değil mi?


Mübarekler buyurdular ki; Efendim, kainatta hiçbir şey sebepsiz olmaz. Mesela, ben konuşuyorum, sesim size gelinceye kadar arada hava var, hava, taşıyıcı oluyor. Benim konuşmalarımı size kadar taşıyor. Bu bir sebeptir. Yani, taşıyıcı olarak iletken var. İkincisi; telefonlar, cep telefonları, televizyon, radyo, telsizler var. Bunlar da uzak uzak yerlere, insanın sesini, görüntüsünü götürüyor. Bu da taşıyan farkındandır. Elektromanyatik dalgalarla taşınırlar. Bir üçüncü vasıta daha vardır, o da evliyalarla irtibat kurmak. Evliyalarla irtibat nasıl kuracak? En kolayı o efendim. İsmini söyleyin, yeter. Çünki, Rabıta Risalesinde var, Allahü teala her an hazır ve nazırdır; büyüklerin ruhları, anıldığı yerde hazırdır. Onların ismini söyleyin yeter. Mesela, satırların arasındayım, buyurdular. Özür, bahane yok! Her şey âşikar. Hiç kimse başkasını suçlu bulmasın! Hata bende diyen kurtulur.

 

Bir gün Mübarekler buyurdular ki; iki türlü talebe vardır. Birileri ihlaslı, birileri de kabiliyetsizdir. O kabiliyetli talebelere bir yön verirler, onlar o kabiliyeti ile ilerlerler. O kabiliyeti olmayanlarla hocalık talebe ilişkisi başlar. Dolayısıyla, böylece kabiliyetsiz talebe kalmaz. Ne malum, o kabiliyetsize hocası belki kendi kabiliyetinden verir. Hiç kimse açıkta kalmaz. Yeter ki o Allahü tealayı tanısın. Çünki ne buyuruluyor? İyiliğe elverişli olmayan kimse, faidelenemez Peygamberi dahi görse. 


Mübarekler buyurdular ki; Bir mü'min, bir büyük zâtın kabrine giderse, o kabirdeki zât, kalbindeki feyzden, gelenin kalbine akıtır. Bir kalbe feyzin gelip gelmemesi, onun ahirete karşı olan muhabbetini, Allahü tealaya karşı olan sevgisini arttırmasından belli olur. Eğer ahiret sevgisi artmıyorsa, dünya muhabbeti devam ediyorsa, iki kusur vardır. Ya kendisinde kusur vardır, ya gittiği yerde kusur vardır. Tabii evvela kendisinde kusur araması lazımdır. Bunun için de tabii ki istiğfar etmesi, ya Rabbi, bende bir kusur var, madem ki istifade edemiyorum, bende bir bozukluk var, demesi lazımdır. Bozukluğun ilacı istiğfardır. Tevbe istiğfar edecek, tekrar gidecek. Yine aynı şey devam ediyorsa, bu sefer vazgeçecek. O bakımdan, birgün Mübarekler buyurdular ki; Huzur, bir an dahi olsa, dünyayı unutmaktır. Çünki Allahü azimüşşân, ahireti ferahlık için, dünyayı sıkıntı için yaratmıştır.

 

Bir gün üç kişi beraber kahvaltıdayız. Biri, Mübarekler, biri, Enver abi, biri de bizim hanım. Mübarekler; Allahı ve Peygamberini seven kurtulacaktır, buyurdular. Bizim hanım, hepsi mi, buyurdu. Mübarekler; tabii, sevenlerin hepsi kurtulacaktır. Fakat sevgi, seviyorum demek değildir. Sevgi, sevdiği için gözyaşı dökmek değildir. İki türlü sevgi vardır. Biri, nefsin sevgisi, biri de Allah sevgisi. Ben, nefsin sevgisinden bahsetmiyorum, Allah sevgisinden bahsediyorum. Allahü tealayı seven bir insan, sevdiğine itaat eder. Sevgilisi kırılmasın diye, bir yanlış yapmamak için, gözünün içine bakar. Eğer, seviyorum diyenler, rahmani olarak Allahü tealayı sevselerdi, Allahın emir ve yasaklarına uyarlardı, buyurdular.

İki cihânda Hakdan başka işimiz yokdur

 _*Hazret-i Îşân yine buyurdu ki, insanlar dört kısmdır:_*

— Birincisi; *Nâmerd* lerdir. Bunlar dünyâya tâlibdirler. 

— İkincisi; *Merd* olanlar, yiğitlerdir.Bunlar dünyâ ve âhirete tâlibdirler. 

— Üçüncüsü; *Cömerd* lerdir. bunlar âhıreti ve Allahü teâlâya kavuşmayı isterler. 

— Dördüncüsü; *Civânmerd* lerdir. Bunlar sâdece Allahü teâlânın cemâlini isterler. 

Bunların dünyâ ve âhıretle bir işleri yokdur. 

Nitekim büyüklerden biri buyurmuşdur: 

Şii’r:

    _*İki cihânda Hakdan başka işimiz yokdur,_*

    _*Ve hazret-i Cebbârdan başka yârımız yokdur._*

    _*Baş açık yalın ayak Hüdâ âşıklarıyız,_*

    _*Ne cübbe, ne sarığa ihtiyâcımız yokdur._*

Selefîlerin diğer adı Vehhabi’dir

 Selefîler​, görüşlerine muhalif olanlara müşrik derler. Ehl-i sünnet olanların ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler!

 

Selefî denilen kimselerin, Ehl-i sünnete, evliya zatlara ve yatırlara kızıl şal görmüş boğa gibi saldırmalarının sebebini hiç düşündünüz mü?

Onların bu tavırları; Allahü teâlâyı tanıyamayıp Onu, Hristiyanlar gibi, mücesseme fırkası gibi, bir cisim olarak kabul etmelerinden kaynaklanıyor. Hâşâ (O, yaratılmış bir varlık gibidir, eli vardır, bir yerde durur, yani gökte, Arş’ta oturur. Vefat etmiş evliya ve enbiyaya yardım etmekten âcizdir) diyerek evliya zatların kerametlerini inkâr ederler, yatırlarına gidip dua edenlere ateş püskürürler. Genelde Allahü teâlânın dirilere yardım edebileceğine inanırlar, fakat vefat etmiş olanlara yardım edemeyeceğini zannederler.

(Allahü teâlâ cisim değildir, mekândan münezzehtir) diyen Ehl-i sünnet âlimlerine düşmanlık ederler. Allahü teâlânın kâinatı yaratmadan önce de, yarattıktan sonra da bir mekâna muhtaç olmadığını bilmezler. İmam-ı Gazalî hazretlerinin, (Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir, hiçbir yönden hiçbir mahlûka benzemez) ve İmam-ı Rabbanî hazretlerinin, (Arş da diğer eşya gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur) sözlerinden dolayı bu zatlara ateş püskürürler.

Selefîlerin diğer adı Vehhabi’dir. Bunlara "Necdî" de denir. İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr ettikleri ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir oluyorlar. (İslam Ahlakı)

İngilizler tarafından kurulan Vehhabiliğin küfür olduğuna dair birçok kitap yazılmıştır.

Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin Müftisi ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyhül-hutebasıydı. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram), (Firreddi alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, sapıklıklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle göstermektedir.

Yusüf Nebhani’nin (Şevahid-ül-hak) kitabında, İkinci Abdülhamid Han'ın Bahriye Mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşa’nın (Tarihi Vehhabiyan) ve (Mir’at-ül-Haremeyn) kitaplarında da maksatları açıklanmıştır...

İbni Âbidin hazretleri de bu hususta buyuruyor ki:

Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, görüşlerine muhalif olanlara müşrik derler. Bundan dolayı Ehl-i sünnet olanların ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ül-muhtar)

Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi âlemlere rahmet olarak yaratmıştır. Onun hürmetine dua etmeye şirk ve Müslümanlara müşrik, kâfir diyorlar. Hakim’in bildirdiği sahih hadiste buyuruldu ki:

Âdem aleyhisselam Cennetten çıkarılınca, çok dua etti. Tevbesi kabul olmadı. Nihayet (Ya Rabbi! Oğlum Muhammed hürmeti için, bu babaya merhamet et!) deyince, duası kabul oldu. Âdem aleyhisselam, Cennette iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde, (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın en sevgili kulu olduğunu bilip onun hürmeti için dua etti.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çocuklarımıza müslümân *İsmi* verelim kardeşim. En önemlisi de, onlara dînimizi öğretelim, haramdan sakınsınlar. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: 


*İnsanın giydiği elbisesi helâlden olsa, sâdece bir düğmesinin ipliği haramdan olsa, o elbiseyle kıldığı namâzı kabûl olmaz*. 


*Hattâ en büyük günah, dînini bilmemekdir*, buyurdu. 


Abdülhakim Efendi hazretlerini yeni tanıdığım zamanlar, bir gün dergâha gitdiğimde, yatıyormuş mübârek. *Şâkir Efendi* ile haber gönderdim. *İçeri gelsin!* buyurmuş. 


Yatak odasına girdim. Küçük bir karyola vardı. Karyolanın üstünde *Cibinlik* vardı. Efendi hazretleri yatıyordu. Ben girince, kalkıp oturdu. Ve bana dönüp;


*Buna gündüz uykusu, kaylûle derler, sünnetdir*, buyurdu. Biraz sonra karyolanın eteği kıpırdamağa başladı. Bakdım, pencereler kapalı. Dışarda rüzgâr da yok.


Ama karyolanın eteği sallanıyor. Hâliyle merak etdim. Biraz sonra karyolanın eteği tamâmen kalkdı. Ve altından, beş altı yaşlarında bir *Kız çocuğu* çıkdı. 


Efendi hazretleri, bana; *Bu çocuğu tanıyor musun?* diye sordu. Ben de; *Tanıyorum efendim, Ziyâ Beyin kızı*, dedim. Efendi hazretleri güldü. 


Demek ki, ileriyi, yâni bu günleri görmüş de sormuş *Mübârek*. Evliyâ zâtlar, seneler sonra olacak şeyleri, *Kalb gözleriyle* görürler kerdeşim.


Öldükten sonra da, yâni *Kabir’de* iken de, *Dünyâ’da* olan şeyleri görürler ve haber alırlar. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri bir gün bana buyurdular ki: 


*Ben sana kız buldum, hiç kimseye nasîb olmıyan ni’met sana nasîb oldu. Hanımını, kayınpederini, kayınvâlideni üzersen, mezarda kemiklerim sızlar*. 


Böyle buyurdu. Bu ne demekdir? Yâni *Mezarda olsam bile, görürüm, haber alırım ve üzülürüm* demekdir.

Gidin bakın kendisini tepeleyerek öldürenin adı Ömer diye çağırdığı hayvan mıdır?

 İsmail b. Hammad b. Ebi Hanîfe naklediyor:

Yanımızda râfizîlerden bir değirmenci vardı. Bu değirmencinin de işinde çalıştırdığı iki tane katırı vardı. Birine Ebubekir diğerine de Ömer adını koymuştu. Bu katırlardan biri sahibini tepeleyerek öldürdü. Bu olaydan İmam-ı Azam haberdar olunca şöyle dedi: “Gidin bakın kendisini tepeleyerek öldürenin adı Ömer diye çağırdığı hayvan mıdır?” 

Gidip baktılar, dediği gibiydi.

(İmam Nevevî, Tehzibü’l- Esma ve’l-Lüğat, 2/222)

Sen benim hem kızımsın hem de gelinimsin

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:

 Abdülhakim Efendi hazretleri, hem *Hanefî*, hem *Şâfiî* mezhebine göre nikâhımızı kıydı, düğünümüz de oldu. Velhâsıl beni Efendi hazretleri evlendirdi.


Düğün olduğunun ertesi gün, aldım ben bizim hanımı, birlikte Efendi hazretlerine gitdik. *Fâtih*’den *Eyübe*, Efendiyi ziyârete gitdik. Odada başka kimse yokdu. 


Efendim, bu sabah bunlar hâtırıma geldi de anlatıyorum size. Çok tatlı hâtıralar bunlar. Evde bugün bunları, o tatlı günleri hatırladım da *Ağladım* evde bu sabah. 


Velhâsıl ertesi gün Efendi hazretlerine gitdik. Odaya girdik, tenhâ idi, kimseler yokdu. Efendi hazretleri tek başına oturuyordu. Bizi de karşısına oturtdu, yan yana. 


Efendi hazretleri benimle başdan konuşmadı. Evvelâ bizim hanıma; *Hilmi’den memnûn musun?* buyurdu. Çok büyük bir imtihân geçirdim. 


Ya, *Râzı değilim, memnûn değilim!* derse, diye ödüm patladı orada. Acabâ ne cevap verecek diye merakla bekledim. Bizim hanım da; *Memnûnum*, dedi, o kadar. 


Başka birşey demedi. Ben de sevindim tabii. Bu sefer bizim hanıma ne dedi biliyor musunuz? *Sen benim kızım mısın, gelinim misin?* diye sordu. 


Tabii hanımanne sustu, şaşırdı çünkü. Ben de öyle dinliyorum. Bizim hanım cevap vermeyince, Efendi hazretleri kendisi cevap verdi. Ne dedi biliyor musunuz?


Bana, en büyük müjdeyi verdi orada. *Sen benim, hem kızımsın, hem de gelinimsin*, dedi. Ne demek gelinimsin? Bunun mânâsı; *Hilmi, benim oğlumdur*, demekdir. 


Bunun mânâsı budur. Ben bu *Müjde*’yi aldım elhamdülillâh. Ne büyük ni’met. Bu da, benim için ikinci *müjde* oldu. Efendi hazretleri, benim için *Oğlum* dedi. 


Efendi hazretleri beni şımartmamak için; *Hilmi benim oğlumdur*, demiyor da, bizim hanıma; *Sen benim, hem kızımsın, hem de gelinimsin*, diyor. Orada bu *Müjde*’yi aldım elhamdülillah.

Biz her şeyi Ondan öğrendik

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


AbdülhakimArvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan üçü beşi geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse kul hakkına inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *para* değil ki. Bir sert bakış, bir yan bakış, bir kalb kırmak, bir mü’mini incitmek, bunların hepsi *Kul hakkı*’na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, özür dileyip helâllık alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte Abdülhakim Efendi hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 


Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, *Efendim*, dedi. Şu karyolanın üzerine, gökden kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, istifâde ediyorlar. Yalnız burada değil, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan bu kitaplardan öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevâbların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Bütün bu *sevâblar*, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine âitdir. Çünkü biz herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri efendisini anlatıyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İşin esâsı, sevgi ve muhabbetdir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, âhiretde onunla berâber haşr olunur*, buyuruyor. Ne demek sevmek? 


Yâni onun yolunda olmak, onun sevdiklerini sevmek demekdir. Rabbimize şükürler olsun, elhamdülillah biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin yolundayız ve tam Onun hayâtını yaşamaya çalışıyoruz.


Buna çok ehemmiyyet veriyoruz, dikkat ediyoruz kardeşim. İnşallah âhiretde de Onun yanında oluruz. *El mer’u mea men ehabbe*. Hadîs-i şerîfdir bu ve bize büyük müjdedir. 


Herkes, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde onun yanında olacak. Ne güzel! İnşallah biz de âhiretde o büyüklerin yanında olacağız kardeşim. Bırakmazlar inşallah. 


*Kerîm*, yâni kerem ve ihsân sâhibi, kereminden vaz geçmez. *Men dakka bâb-el kerîmi infetehâ*. Efendi’den işitdik biz bunu. Ne demek? 


Yâni kerîmin kapısını çalarsanız, muhakkak açılır. İhsân kapısıdır o. O büyükler, istiyene verirler. 


Askerî liseyi bitirmişdim, talebeleri sınıflara ayırıyorlardı. Harbiyeye gidecekdik. Ben de sınıfın birincisiydim. Bana; *Sen ne olmak istiyorsun?* dediler. 


Ben, *Tıbbiyeye gideceğim*, dedim. *Hay hay, zâten senin gitmen lâzım* dediler. Tıbbiyeye ayırdılar. 


1,5 sene *Tıbbiye*’de okudum. Birinci sınıfa *F.K.B.* diyorlar. Yâni Fizik-Kimyâ-Biyoloji. Birinci sınıfda bunları okuduk. 


Tıbbiye birinci sınıfda iken, onların içinde ben sınıfın birincisi oldum. İkinci sınıfda da sınıfın birincisiydim. Sene ortası oldu.


Ben *Tıbbiye*’de okurkan, bir sömestre, yâni altı ay kadar anatomide yalnız *Kemikleri* okuduk. Profesör, *Moşe* isminde bir *Fransız* idi. 


İkinci sömestrede *Kadavra* dersi vardı. Birgün laboratuvarı merak etdim, gidip bakdım. Masalar var, her masanın üstünde erkek, kadın, çırılçıplak *Ölüler* var. 


Kimsesizleri toplayıp getiriyorlar. Talebeler, onların üzerinde öğrenecekler. Ellerine de birer *Bıçak* veriyorlar, ölüleri kesip insan vücûdunda neler var, onu öğrenecekler. 


Her hafta Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine giderdim. Efendi’nin sözlerine bayılırdım. *Bir şeyler söylese de dinlesem*, derdim. Efendi’yi dinlemek çok hoşuma giderdi. 


Sene ortasında sömestre tâtili oldu. O hafta Abdülhakim Efendi hazretlerine gitdiğimde, bahçede oturuyordu. Ben de gittim yanına oturdum. İkimiz, *baş başa* yalnız olarak oturduk. 


Bana, ne okuduğumu sordu. Hâlbuki 1,5 senedir *Tıbbiyede* okuyorum. Daha önce hiç sormadı da mübârek, o gün sordu. *Sen mektebinde ne okuyorsun?* dedi. Ben cevâben dedim ki:


*Kadavra* okuyoruz efendim. Ölüleri keseceğiz, içinde ne var, ne yok, sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz. Altı sene sonra *Tıbbiyeyi* bitireceğim, inşallah *doktor* olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım, dedim. 


Abdilhakim Efendi hazretleri; *Öyle miii, ben sana bir şey söylesem, beni dinler misin?* dedi. Elbette efendim, dedim. *Sen doktor olma, eczâcı ol!* buyurdu. Baş üstüne efendim, dedim. 


Ancak annem ve ablalarım, benim eczâcıya geçmeme şiddetle karşı çıkdılar. Annem, üzüntüden düşüp *bayıldı*. Ne yapacağımı şaşırdım. 


Kendi kendime; *Yârın erkenden çıkıp, sabah namâzına câmiye gideyim, câmiye ilk gelene, bu işi danışayım*, diye düşündüm. 


Ve erkenden *Süleymâniye* câmiine gitdim. Biraz sonra *iri* yapılı, *heybetli* bir bey câmiye geldi. İlk gelen o kimseye sordum: 


Dedim ki: Efendim, ben *Tıbbiye*’de okuyorum. Mektebin de birincisiyim. Hocam bana; *Kaydını, Tıbbiye’den Eczâcılığa nakletdir, eczâcı ol*, diyor. 


Annem ise; *Hayır, sen doktor olacaksın!* diyor. Ben şaşırdım, şimdi ne yapayım? dedim. O zât; *Senin hocan kim?* dedi. Ben de; Abdülhakîm Efendi hazretleridir dedim. 


O zât; *Evlâdım, sen hakîkî bir büyük bulmuşsun. Böyle mübârek hocanın bir sözüne, bin ana fedâ olsun. Hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma!* dedi. 


Meğer o zât, Ehibbâ’dan *Cevad bey*’miş. Onun için Cevad bey, benim ilk mürşîdim oldu. 


Cevad bey, Abdülhakim Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir *Paşa* idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen istîdâ yâni dilekce verdim. 


Ankara’dan cevap geldi. Diyordu ki: *Sınıfın birincisidir, çalışkandır, bunu eczâcıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz!* 


Yâni reddetdiler beni. Abdülhakim Efendi’ye gitdim. *Efendim, böyle böyle, izin vermiyorlar*, dedim. Mübârek; *Tekrar istîdâ ver!* buyurdu. 


Ben tekrar dilekçe verdim, nihâyet kabûl edildi, Eczâcıya geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa gene birincilikle geçdim.


Efendi hazretleri, zaman zaman; *Ben sizin aranızda misâfirim, artık beni bulamazsınız*, buyururdu. Bu söz hoşuma gitmezdi. 


İçimden; *Niye böyle söylüyor ki?* derdim, şimdi anladım. Tabii ya, doğru söylermiş Mübârek. Hakîkaten öyle efendim. Hepimiz dünyâda misâfiriz.


Efendi hazretleri son günlerinde, Ankara’da, *Fârûk Işık* beyin evinde kalırdı. *Nevzât*’ı tanırsınız değil mi? Fârûk beyin oğludur. Rüçhânın da âbisi.


Bir gün, ben Ankarada, oturuyordum evde, Yalnızdım. Kapı çalındı. Yukarıdan, pencereden bakdım ki *Nevzât* gelmiş. *Hilmi âbi, Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. 


Allah Allah, *Efendi hazretleri İstanbulda, burası Ankara*, dedim. Ben iki hafta evvel İstanbulda idim. Kendileriyle oturdum. Ellerini öpdüm, sohbet etdim, dedim. 


Nevzât; *Vallahi bugün bize geldi*, dedi. Kapıdan girince; *Hilmi nerede?* diye beni sormuş Mübârek.


Nevzât; *Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. Allah Allah, hemen giyindim, gitdim. Ben içeriye girer girmez, Efendi hazretleri bana; *Hilmi bak! Ben ne hâle gel-dim? buyurdu. 


Bakdım ki, Efendi hazretleri iki hafta içinde çok değişmiş, zaîflemiş. İstanbul’dayken topluydu. Şimdi, bir Deri, bir Kemik kalmış. 


Her gün gel, beni boş bırakma! buyurdular. Vefât edene kadar, 15 gün Efendi’ye hizmet etdim. Gece-gündüz, devâmlı. Aynı odada berâber bulunduk. 


Fârûk beyin evi, Hacı Bayram câmiinin alt tarafında, ah-şap, iki katlı, büyük bir Ev idi. Mevsim Kış idi. Salonda soba yanıyor, sobanın yanında da Yer yatağı yapmışlar. 


Efendi hazretleri, sobanın yanında, o yatakda yatıyor. Sobanın karşı tarafında sandalyeler dizili, Beş-on tâne. Misâfirler gelirse, orada otursun, diye. 


Ziyâretçiler geldiğinde, herkes karşıya, sandalyelere otururdu. Beni ise, kendi yanına, kendi yatağına otur-turdu Mübârek. Hâlbuki misâfir gelmesi Yasak idi efendim. 


Polis yasak etmiş. Evin yanında bir de Polis kulübesi koymuşlar, gelenleri tesbît etsinler diye. Polis vardı kapının dışında.


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri Ankara’da, yeğeni Fâruk beyin evinde, nezâret altındaydı. Kapının dışında *Polisler* vardı. Geleni gideni tesbît ediyorlardı. Gelip gitmek, gidip gelmek *Yasak*’dı efendim. 


Tabii ben *Polis* falan dinlemezdim. Her *Akşam* giderdim elhamdülillâh. Allah da muhâfaza ederdi. Efendi hazret-leri, sandalyede oturmağa beni bırakmazdı. Daha ilk gitdiğimde, elimi tutdu.


*Gel, buraya otur*, dedi. Yatağının içine oturtdu beni Mübârek. *Her gün geleceksin, senin yerin burası*, dedi. Gece-gündüz, devâmlı aynı odada, berâber bulunduk. 


Vefât edene kadar, onbeş gün *Hizmet* etdim. Yatağına yalnız ben otururdum. Bâzen bellerine elimi sokdurup; *Ne buluyorsun?* diye sorarlardı. 


Ben de; *Sâdece deri ve kemikden başka bir şey yok*, derdim. Efendiye çok zulüm etmişler. Çok zaîflemişdi. Zulümle ölenler *Şehîd* olur kardeşim. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin vefâtlarına artık bir iki gün kalmışdı. Kendisini başka bir odaya götürdük. *Fârûk* bey bir koluna girdi, *ben* bir koluna girdim. Yürüyemiyordu Mübârek. 


O odada bir karyola vardı. Karyolaya yatdı ve Fârûk bey’e; *Sen dışarı çık!* dedi. Fâruk bey, Efendi hazretlerinin yeğeni. Efendi hazretleri, Fârûk bey’in amcası oluyor. 


*Sen dışarı çık!* dedi ona. Fârûk bey odadan çıkdı. Ben karyolanın başında kaldım. *Beni ört, arkamı sıkışdır!* dedi. Hiç unutmam. Kış mevsimiydi, hava çok soğukdu. 


Üzerini iyice örtdüm battâniye ile. Sırtını sıkışdırdım. Buyurdu ki: *Şimdi üç Kulhüvallâhü ile Kul E’ûzüleri yüksek sesle oku, ben işiteyim, üzerime üfle ve çık!* dedi. 


Üç Kulhüvallâhü ile Kul e’ûzüleri okudum, üfledim. Bakdım, gözlerini kapamış, uyuyacak Mübârek. Onun için yatarken, Kul E’ûzüleri okuyalım kardeşim. Efendi hazretlerinin sünnetidir. 


Onbeş günlük izni bitip de, askerler geri almaya geldikleri zaman, o gün vefât etdi. Vefâtından bir gün önce yanında idim. *Haydi, sen git artık!* demişdi. Sabâha karşı vefât etmiş. 


İyi ki de yanında yokdum. Çünkü vefâtına dayanamazdım efendim. Ertesi gün, Fârûk bey’in evinden, dâmâdı *İbrâhîm bey*’in Keçiören’deki evine götürülüp, bahçede gasledildi. 


Sonra bir otomobile koydular. Akşam ezânı henüz okunmuş idi. Hava hafif yağıyordu. Efendim, otomobili açdılar, otomobilin içine tabutu koydular. 


*İbrâhim Arvas* bey vardı, Efendi hazretlerinin dâmâdı. Van meb’ûsu idi. Beni aldı, tabutun yanına oturtdu. *Sen subaysın, jandarmalar görürse karışmasınlar*, dedi. Beni tabutun başına oturtdu. 


Öylece *Bağlum*’a gitdik okuya okuya. Orada kabristânda cenâze namazı kılındı. Keçiörende kılınmışdı zâten. Orada da *Bağlum*’lular vardı, müslümân insanlardı.


Şimdi onların hiçbiri sağ değildir. Namâzı tekrar kıldık. Efendi hazretlerini kabr’e koydular. Oranın imâmı, Mekkî Efendi’ye; *Hadi, sen kabre in de, babanın başındaki sargıyı aç, sünnetdir*, dedi. 


Kefenin başı da bağlı böyle. *İn de o bağı aç!* dedi. Mekkî Efendi bana bakdı. *Ben inemem, Hilmi insin!* dedi. Çünkü ağlıyordu, üzüntüden kendinde değildi Mekkî Efendinin. 


Onun için *Hilmi insin!* dedi Mekkî âbi. Kabrin içine girdim efendim. Mübârek kefenin baş ucundaki düğümü çözdüm. Bakdım, Mübâreğin başını görüm. 


Sakallarını gördüm. Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir*. Hadîs-i şerîf bu. 


Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir, diyor Efendimiz aleyhisselâm. İşte ben, o bahçeye girdim efendim. 


Şimdi ben yemîn etsem ki, Cennet bahçesine girdim! yalancı olmam efendim. Hadîs-i şerîf çünkü. Cennet bahçelerinden bir bahçedir mü’minin kabri. 


Efendi hazretlerinin kabrine girdim. Sonra çıkdım, toprakları örtüldü. Yine imâm efendi, Mekkî Efendi’ye döndü; *Gel, babanın başında telkîn ver!* dedi. 


Mekkî Efendi; *Ben telkîn veremem!* dedi. Çünkü ağlıyordu devâmlı. *Hilmi versin telkîni*, dedi. Mekkî Efendi’nin bana o iyiliği oldu işte. 


*Babam Hilmi’yi çok severdi, sesini iyi tanır, hoşuna gider*, dedi Mekkî Efendi. Aynen böyle söyledi. Hâtırımda kalmış. Hemen paltosunun cebinden bir sayfa *Yazı* çıkardı. 


*Telkîn* yazılıydı orada. O kâğıdı bana verdi, *Al, bunu oku!* dedi. Oradan okudum efendim elhamdülillâh. 

Hem okudum, hem de ağladım. Velhâsıl *Cennet bahçesinde* bırakdık Efendi hazretlerini.