Eğer beğenmiyorsan,kazadır bu,değiştir
Bizlerin çektiği sıkıntı, Allahü teâlâya olan aşkımızın azlığındandır
*Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:
Bakınız mutlak aşk derecesine kavuşanlara, yani Allahü teâlâya hakiki âşık olanlara, bir sürü dert ve belâ gelir. Aşkı daha ziyade ise, bin türlü dert peşini bırakmaz. Bin türlü. Çünkü dert ve belâlar kemend-i mahbûbdur. Allahü teâlâ, sevdiğine bu belâları verir. Dert sahibi Allahü teâlâyı çok anar. Allahü teâlâ da kendisini çok anmamızı, zikretmemizi ister. Hakiki âşıklar, Allah aşkından, derd ve belâlardan zevk alır. Çünkü dert ve belâları Allahü teâlâ göndermektedir. Meselâ Hazret-i Ali ayağına ok battığı zaman buyuruyor ki, *“Namaza durduğum zamân oku çıkarın. O zamân acı duymam.”* Allahü teâlâya olan aşkı, onun acı duymasına mani oluyor. Bizlerin çektiği sıkıntı, Allahü teâlâya olan aşkımızın azlığındandır. Allah’a şükür, îmânımız var. Îmân eden Allah’ı seviyor demektir. Allahü teâlâ, hiç kendini seven kullarına kızar mı?
Kainat hem yok oluyor hem var oluyor
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu koca kâinât, herşeyiyle birlikde, bir ânın kaç katrilyonda birinde *Yok* oluyor, *Var* oluyor. Allahü teâlâ, bu kâinâtı bir yok ediyor, bir var ediyor.
Ama her an, binlerce defâ Yok ediyor, sonra *Tekvîn* sıfatı ile Var ediyor, yaratıyor. Yâni bütün kâinat, yok olma ile yaratılma arasında gidip geliyor.
Biz de, her an, binlerce defâ Yok oluyoruz, Var oluyoruz. Ama bu iş çok sür’atli olduğu için, hep *Var* gibi gözüküyoruz.
Velhâsıl kâinâtda herşey, her an, binlerce defâ Yok oluyor, Var oluyor. Ama bir gün gelecek, *Yok* olacak, ama bir daha da yaratılmıyacak. İşte o zaman *Kıyâmet* kopacak.
Efendim, Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. *Kitap* okuduk, *Sohbet* etdik, büyüklerden bahsetdik.
Büyüklerin *İsmi* nerede anılırsa, *Rûhları* orada hâzır olur efendim. Bakın *Gelir* demiyorum, çünkü zâten oradadır. İsmi söylenince irtibât başlar. Çünkü rûh zamansızdır, ruhda zaman yok.
Yeter ki o büyüklerin *İsmi* anılsın. O anda irtibât kurulur ve istifâde başlar. Ne gibi? *Radyo* dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibat kuruluyor ve *Yayın* başlıyor, onun gibi.
*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, kaç yüz sene evvel, açmış ellerini; *Yâ Rabbî, ne olacak bu gençlerin hâli? Bunlar başka şeylerle uğraşıyorlar*.
*Allahım! Bana kuvvet ver, bana bir şey ihsân et ki, ben bu insanlara fâideli olayım. Bu gençlere yardımcı olayım, Cehennemde yanmasınlar*.
Böyle yalvardı efendim. Günlerce, secdeye kapanıp cenâb-ı Hakka duâ etdi, yalvardı.
Çünkü onlar, kalb gözleriyle *görürler* efendim. Cenneti, Cehennemi görüyorlar. *Mahşer* meydanında halkın sıkış sıkış olduğunu, Cehennemdeki *ateşi* görüyorlar ve ciğerleri parçalanıyor.
Hüseyin Hilmi Işık Efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor
Hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
O büyüklerin *Kalb gözü* açıldığı zaman, kabirdekileri ve ne hâlde olduklarını görüyorlar efendim. *Mahşer* yerini, ve mahşerdekilerin ne hâlde olduklarını görüyorlar.
*Sırat* köprüsü’nü görüyorlar. *Mîzânı*, yâni sevap ve günahları tartan *Terâzi*’yi görüyorlar, *Cenneti* görüyorlar.
Cennetteki *Ni’met’leri* görüyorlar. Cehennemi ve Cehennemde *Azâb* çekenlerin hâllerini görüyorlar.
Ve efendim Allahü teâlâ, insanı bu dünyâda, zamanlı yaratdı. Yâni biz, zamanla yaşıyabiliyoruz, üzerimizde *Zaman* mefhûmu var.
Nasıl ki görmek, işitmek, yürümek varsa, yemek, hava, oksijen varsa, bir de *Zaman* mefhûmu var.
Biz *Abdülhakim arvasi Efendi* hazretlerinin câmiye geldiğini, hapşırmasından anlardık efendim. Bir hapşırırdı, *Hapşuuu!* Ses yankılanırdı böyle câmide. Gelince bir daha, *Hapşuuu!*
Derler di ki, *Efendi hazretleri geliyor*. Bu hapşırma bir ni’met efendim. Çok büyük ni’met. Hapşırdıkdan sonra *Elhamdülillah* diyoruz değil mi? Niçin hamdediyoruz?
Çünkü hapşırınca, *Kalb* duruyor efendim. Tekrar çalışmıyabilir. Çalışdığı için hamdediyoruz.
Yâni insan hapşırdığı zaman, yalnız kalb değil, vücûdunda ne kadar sistem, mekanizma varsa, o anda hepsi duruyor ve *Yok* oluyor.
Yâni hayât duruyor, hiç birşey çalışmıyor. *Kan* duruyor, *Kalb* duruyor, herşey duruyor. Sonra tekrar çalışmaya başlayınca *Elhamdülillah* diyoruz.
Çünkü tekrar hayâta geldik. Yâni o, tekrar *Dirilme* alâmeti. Onun için hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideleri anlatmak mümkün değil efendim
NAMAZA NASIL BAŞLADIM
Prof. Dr. Mim Kemal Öke, namaza nasıl başladığını Konya'da yerel bir gazetede yazdı. Yazının özeti:
İmanı ibâdetle tamamlamak gençlik yıllarıma nasip oldu. Bu eşiği geçişim, gurbetteki eğitimim sırasında, kendimle yüzleşme ile başladı
Ailem daha küçükken bazı sure ve ayetleri ezberletmişti. Şehirli uygarlık içinde büyüttükleri evlâtlarını, âdeta “protestanlandırılmış bir din telâkkisi” içinde, “modern” Müslüman olarak görmeyi arzuladıklarından olsa gerek, “kabahat de ibâdet de gizlidir” zihniyetiyle, belletmişlerdi bana.
(İngiltere’de) Her biri bir Hıristiyan azizin ismini taşıyan bu kolejlerden birinde kalıyordum. Üniversite açıldıktan sonra, bir arkadaşım, kolej bahçesinde beni görünce;
“Hey, papaz seni çağırıyor.” dedi. Okulun papazı beni güler yüzle karşıladı.
“Siz Müslümansınız. Bu ülkede sizin de ibâdet etmeye hakkınız var. O nedenle ben üniversite yetkilileriyle görüştüm. Müslüman öğrencilerin de, ibâdetlerini aksatmamaları için, bir oda tahsis etmeye karar verdik. Gelin o odayı gezelim. Uygun olup olmadığını söyleyin bize. Uygunsa o zaman tefrişi için ne gerekiyorsa temin ederiz. Tabii, üniversite bütçesinden.”
Şaşırmıştım. O günden itibaren bir oda mescide çevrildi. Bu küçük üniversitede, namaz bile kılmak alışkanlığı olmayan benim üzerime kalmıştı imamlık... İlmihale dalıp, neredeyse bütün derslerimi bıraktım. Üstelik İbrani, İsevî başlangıcıyla... Hepsini taradıktan sonra; “İyi ki Müslüman’ım” dediğimi hatırlıyorum.
Toparladığım bilgiler ile hem kendi namazlarımı kılıyor, hem de Müslüman asıllı öğrencileri, duvarlara yapıştırdığım ilânlarla mescide çağırabiliyordum.
Noel tatilinde. Türkiye’deydim. Aileme kavuşmak çok güzeldi. İlk gün namazımı aksatmamak için odama çekildim. Namazım sırasında annem bir şey söylemek için odama girdi. Durakladı, çıktı. Sonra babamla fısır fısır konuştuklarını duydum. Birkaç namaz daha geçti. Annem devamlı kılıp, kılmayacağımı sordu. Başımı salladım.
Ertesi gün sanki benimle ciddi bir şey konuşmak ister gibi karşıma dikildiler. Bu defa babam sordu:
“Evlâdım, sakın ola ki, İngiltere’de bir aşırı İslâmcı gruplara falan takılmış olmayasın? Bu değişiklik niye?”
Güldüm. Anlatmaya çalıştım onlara. Dinlediler. Bir gün sabah namazına kalkmıştım. Gürültülerden anladım ki, onlar da ayaklanmış, odama girmiş, arkamda duruyorlar. Seyrediyorlar beni... Selâmlarımı verdim. Seccadeyi katlıyordum ki, babam “Dur” dedi. Meraklı gözlerimi onlara çevirince, annemin başındaki başörtüsünü fark ettim. Bir anlık sessizlik; “Bize de namaz kılmayı öğretsene!..” Annem de; “Hem de hemen.” dercesine başını sallıyordu. İşte o günden sonra namazlarını hep kıldılar.
... Oğlumun ne zaman namaza başladığını hatırlamıyorum. O da babası gibi üniversiteyi yurt dışında okumaya başladı. Ramazan'a yakın seccade istedi bizden. Kargo ile hemen gönderdik. Beş vakit namaz kılmaya başladığını söylüyordu.
Oğlumdan on yaş küçük kızıma gelince. Kızımız bize bereket getirmişti. Yürüdü, büyüdü. Ana okuluna başladı. İşlerim açıldı. Yeni bir sitede ev almak istedik. Yeni evin içinde dolaşıyor, hanımla hesap yapıyorduk. Bir ara kızımızın yokluğunu fark ettik. Acaba kapıyı açıp, dışarı mı çıkmıştı? Aman kaybolmasın diye kapıya doğru hamle yaptım. Salona girdiğimde rükûdaydı. Namaz kılıyordu.
O günlerde beş yaşındaydı. Durdum, onu seyrettim. Arkadan emlâk danışmanı ve hanım da aynı sahneyi hayretle izlediler. Şaşkınlık sükûnetini ben bozdum. “Burayı alıyorum!...” demiştim.
Şimdi ben, her gün beş vakit kızımın o namaz kıldığı yerde, ibâdetimi yapıyorum.
Geriye doğru bakınca sadece ilk namaz hadisesi; “Şahdamarından yakınım.” esrarını, bir hardal tanesi kadar bile olsa anlamaya başladığımı hissettim...
Prof. Dr. Mim Kemal Öke
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Cehennem, kâfirlerin, din düşmanlarının yanacağı yerdir kardeşim, derece derece. Günâhkârların yeri değildir. Günâhkârlar, *Suçlu* insandır. Cehennem ise, düşmanların yeridir.
*Kâfir*, Allahın düşmanıdır. Öyleyse Cehennemde kâfirler yanacak. Müslümânlardan da Cehenneme giden olacak. Niçin? İşlediği günahda, *Küfr bulaşıklığı* olduğu için.
*Kâfirlik* bulaşıklığı olduğu için. Yoksa günâhları sebebiyle değil. Küfr bulaşıklığı yoksa, Cehenneme girmiyecek efendim. Korkmayın kardeşim, bizim arkadaşlara bir şey olmaz.
Onlar, bu zamânın *Evliyâsı*’dır. Çünkü onlarda *üç* özellik var. Îtikadları düzgün, ehl-i sünnet. Namazlarını kılıyorlar ve haramdan sakınıyorlar. İşte bu üçü, bu zamanda *Evliyalık* alâmetidir.
Biz çok bahtiyârız kardeşim. Bizim arkadaşlar, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisleri*’dir. Neden? Çünkü islâmiyeti yayıyorlar.
Peygamber aleyhisselâmın vazîfesi de, islâmiyeti yaymakdı. Âbiler de bu hizmeti yapdıkları için, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisi* olurlar. Mûris, vârisini yolda bırakmaz.
Şu koca kâinatda, dönen her şey *Allah* der kardeşim. Çünkü Allah kelimesinin sonu *(H)* dır. Başındaki eliflâm, bu *H* harfini çıkartmak içindir. Allahü teâlânın adının simgesi *H* harfidir.
Nefes alırken *H* harfi çıkıyor, verirken yine öyle. Hayvanlar, bağırırken *Zikr* ediyor. Yapraklar sallanırken *Zikr* ediyor. Su akarken *Zikr* ediyor.
Çünkü her hareketde *H* harfi çıkar. Elini sallasan *H* harfi çıkar. Rüzgâr esse *H* harfi çıkar. Yâni devâmlı sûretde kâinâtda hep *H* harfi var. Velhâsıl şu kâinatda Onu zikretmiyen tek nesne yok.
Dostu da düşmanı da, canlı cansız herşey, hattâ *atomun* içindeki *elektronlar*, çekirdek etrâfında dönerken *H* harfi çıkıyor. Velhâsıl her dönen şey *H* der, yâni *Allah* der.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Namâza mâni olan işden *Hayr* gelmez kardeşim. Geçen gün, Enver âbi bir kâğıt getirdi bana, önüme koydu. *İmzâ* etmem gerekiyormuş.
Tam kalemi aldım, imzâ atacakdım ki, o ara saate bakdım. Gördüm ki namaz vakti girmiş. O vakit imzâ atmadım efendim.
Niçin? Çünkü namaz vakti girmiş. *O anda namaz kılmakdan daha hayrlı birşey olmaz*, dedim.
*Namazı kılmadan imzâ atarsam, bu imzânın hayrı olmaz*, dedim. Namazı kıldık, sonra imzâyı atdım.
Birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben, her namazda, bütün kardeşlerimize duâ ediyorum.
Bir elin *Sesi* çıkmaz, hepimiz biraraya gelince bu *Hizmetler* oluyor. Allahü teâlâ, bize bu hizmetleri nasîb ediyor. Ne kadar şükretsek az.
Bu *Fitne* zamânında ufak bir *Hizmet* edene, çok mükâfâtlar vardır, çok müjdeler vardır. Allahü teâlânın en sevdiği amel, Allahın kullarına hizmet etmekdir.
Allaha şükrediyorum ki, sizin gibi kardeşlerim var. Sizin sâyenizde biz de *Sevap* kazanıyoruz. Allahın dînine, bu fitne fesat zamânında Hizmet ediyoruz.
Her adımınıza çok *Sevap* alıyorsunuz. Allahın dînine hizmet etmek, Allahın büyük lütfudur, herkese nasîb olmaz. Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder bu hizmetleri. Ne büyük *Şeref*.
Sizin elinizi değil, ayağınızı öpseler azdır. Sizin hizmetlerinizle, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhları *Şâd* oluyor.
Allahü teâlâ bu hizmetlerden *Râzı*’dır. Bu hizmetlere katılanlardan da râzıdır. Bir kişi, bu hizmetlere katılmakda gevşek davranırsa, *Hatâ*’yı kendinde arasın, İstiğfâr etsin.
İNSANLARIN ÇOĞU ALLAHÜ TEÂLÂDAN GÂFİLDİR!
Mehmed Şâkir Efendi Kadirî şeyhlerindendir. İstanbul’da doğdu. Tophane’de Kadirî tarikatına ait Karabaş Tekkesi şeyhlerinden olan babasının vefatı üzerine adı geçen tekkeye şeyh tayin edildi 1276’da (m. 1860) vefat etti. Bir sohbetinde şöyle buyurdu:
Marifet ehlinin firâseti, gördüğü kimsenin sâlih veya fâsık olduğunu anlamaktır. Açlık ve riyâzet çekenlerin firâseti, sûretleri, cisimlerin nerede olduklarını anlamak ve kaybolan şeyleri haber vermektir. Bunlar, mahlûkları haber verirler. Çünkü Allahü teâlâdan haberleri yoktur. Marifet ehli ise, Allahü teâlâdan kalblerine gelen bilgileri, hâlleri, marifetleri anladıkları için, hep Allahü teâlâdan haber verirler...
İnsanların çoğu, Allahü teâlâdan gâfil oldukları ve kalblerinde dünya düşünceleri bulunduğu için, maddî şeylerden haber almayı ve gayb olan şeyleri öğrenmeyi isterler. Bundan haber verenleri, ehlullah, yâni evliyâ, Allahü teâlânın sevgili kulu zannederler. Hakîkat ehlinin, evliyânın keşiflerine kıymet vermezler. Bunların, Allahü teâlâdan verdikleri haberlere inanmazlar. Bunlar, Allah adamı olsalardı, mahlûkların hâllerini bilir, haber verirlerdi. Mahlûkların hâllerini bilmeyen, daha yüksek şeyleri nasıl bilir, Allahü teâlâya nasıl ârif olur derler. Böyle fâsid kıyâs ile [yanlış düşünerek], ehlullahı tekzîb eder, evliyâya inanmazlar.
Allahü teâlâ, evliyâsını çok sevdiği için, mahlûklar ile vakit geçirmelerini, kendinden başkalarını düşünmelerini istemez. Mahlûkların hâlleri ile uğraşsalardı, evliyâlık mertebelerine yükselemezlerdi. Mahlûkların hâlleri ile uğraşanlar, Allahü teâlânın marifetinden mahrum kalacakları gibi, ehlullah da, mahlûkların hâllerini düşünmezler. Ehlullah, mahlûkların hâllerini düşünselerdi, onlardan daha iyi anlarlardı.
Allahü teâlâ, açlık ve riyâzet çekerek, nefslerinin aynasına cilâ verenlerin firâsetlerini beğenmediği için, bu firâset Müslümanlarda da, Yahudilerde de, Hristiyanlarda da hâsıl olmaktadır. Yalnız ehlullaha mahsûs değildir. Bazı sebepler, faydalar olunca, bazı evliyânın hârikalar göstermesine izin verilir. Ehli olmayan kimselerin meârif-i ilâhîden konuşmaları, marifetlerin kıymetlerini azaltmaz. Bu konuşmalar, kıymetli bir cevherin, bir çöpçü eline düşmesine benzer. Bu cevherin kıymeti azalmaz.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Gökyüzünde bir yer yokdur ki, *İblîs* oraya secde etmemiş olsun. Yedi kat göklerde, secde etmediği bir karış yer yok. İkiyüzbin sene böyle ibâdet etdi ve meleklere *Hocalık* yapdı.
Melekler, ona sorarlardı. *Dîni*, o kadar çok biliyordu. Yâni hem *İlmi* vardı, hem de *Ameli*. Ama *ihlâsı* yokdu. İhlâs olmayınca, o ilim ve o amel, onda *Gurûr* ve *Kibir* meydana getirdi.
Böylece Allahü teâlânın; *Âdeme karşı secde edin!* emrine îtirâz etdi.
Dedi ki: *Niçin secde edecekmişim? Ben ondan kıymetliyim, ben ondan makbûlüm. O, nihâyet bir çamur*, dedi.
İşte bu *Kıyâs*, bu kendini beğenmek, bu *Kibir* sebebiyle Allahın emrini beğenmedi, karşı geldi ve ebedî *Cehennemlik* oldu.
Allah celle celâlüh, eğer bir kulunu *severse*, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder.
Nasıl mı? Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *dedikodu* yaparlar, daha *Kötü şeyler* yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar.
Çünkü bir mü'mini kırmak, mü’mini incitmek, gücendirmek, *Kâbe’yi* yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar helâk olur, ama o mü’minin lehine olur.
Onun için kardeşim, ne biz yanalım, ne de bizim yüzümüzden bir başkası yansın, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu*, buyuruyor. Hadîs-i şerîf bu.
Peygamberimiz çıkdı, islâmiyeti *Teblîğ* etdi. Ama kendi yakın akrabâları dâhil inanmadılar, hakâret etdiler, düşmanlık yapdılar.
Ama Cehenneme gitdiler. Ne oldu? Onun uğruna, pek çok insanları helâk etdi cenâb-ı Hak.
Kimileri *Hâbil* gibi *Peki!* der, hizmet eder. Kimi de *Kâbil* gibi *Hayır!* der, îtirâz eder ve helâk olur. Velhâsıl herkes hür irâdesiyle iş yapar ve karşılığını da görür efendim.
Bundan daha güzel bir şey olur mu?
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bir gün gelecek, herkes birer birer öbür tarafa gidecek. Cenâb-ı Hak hepimize hayrlı ölümler nasîb etsin. Başkalarının en büyük huzûrsuzluğu, *Ölüm korkusu*’dur.
Hâlbuki biz, *Hani, nerde o gün?* diyoruz. Mevlânâ’nın *Şeb-i arûs* dediği gibi. Nerede o gün? Efendi hazretlerine, Peygamber Efendimize, Allaha kavuşmak.
Bundan daha *Güzel* bir şey olur mu? Bundan daha *Güzel* bir gün olur mu?
Bir mü’min bir mü’mine *Selâm* verirken, o anda kalbinden, bütün peygamberlere de, bütün meleklere de, Evliyânın hepsine de selâm veriyorum, diye düşünürse, bunların hepsi, o mü’minin selâmına *Cevap* verirler.
Ancak o anda, bâzı melekler *Kıyâm*’da, kimi de *Secde*’de olduğundan, bunlar cevap veremez. Bütün meleklere diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bize bunu böylece anlatır ve peşinden; *Keşke diğer meleklerin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*, buyururdu.
Efendim, bir *Tefsîr*’de okudum. Bir mü’min kabre girdiği zaman, Allahü teâlâ ona Cennetden bir *Hûri* gönderecek.
*Cennet hûrisi*, o mü’mine; Sen dünyâda iken şunu şunu sevindirdin, ferahlandırdın, o günden beri seni bekliyorum, diyecek.
O mü’min, o hûrinin gerdanlığına bakacak nasıl bir şey diye. O arada, gözü *İncilere* takılacak. Elini uzatacak, fakat her an kopabilir.
Gerdanlığa hafifce dokununca, *İp* kopacak efendim. Zâten *kopsun* diye bağlanmış. Parmağıyla hafif dokununca, *İp* kopacak ve bütün *İnciler* kabre dağılacak.
Mü’min çok üzülecek, utanacak, mahcup olacak, çok sıkılacak. Bu sefer utancından, eğilip tek tek o *İncileri* toplıyacak. Son *İnci’yi* aldığı zaman, kabir hayâtı bitecek.
Halbuki aradan yüzlerce, belki binlerce sene geçti. Sırf o mümin kabirde *Meşgûl* olsun, sıkılmasın, biraz da *Utansın* diye efendim. Bütün incileri toplar, kabir hayâtı da biter.