ÇİFTE SULTANLAR

HAZRETİ HÜSEYİN­’İN KIZLARI

Pey­gam­be­ri­mi­zin sev­gi­li to­ru­nu Haz­ret-i Hü­se­yin, Ker­be­lâ’da şe­hit edi­lin­ce, hi­mâ­ye­siz ka­lan kız­la­rı Fâ­tı­ma 12, Sâ­ki­ne 11 ya­şın­da şa­kî­ler ta­ra­fın­dan Ana­do­lu’ya ka­çı­rı­lıp Bi­zans’a sa­tı­lır. O za­man­ki Tek­fur bu du­rum­dan is­ti­fâ­de et­mek is­ter ve on­la­rı râ­hi­be yap­mak için her tür­lü çâ­re­ye baş­vu­rur. 


Ön­ce çok iyi kar­şı­la­yıp, in­ci­ler, mer­can­lar, uşak­lar, ara­ba­lar, el­bi­se­ler... için­de bir mi­sâ­fir gi­bi ba­kar­lar. Kız­lar; “Bu ih­ti­şâ­mın bir be­de­li ol­ma­lı­dır.” di­ye dü­şü­nür­ler. Baş­ta ibâ­det­le­ri­ni ser­best­çe ya­par­lar.


So­nun­da Tek­fur ger­çek yü­zü­nü gös­te­rir. “Bi­zans­ta ya­şı­yor­su­nuz, bi­zim gi­bi ol­ma­lı­sı­nız!..” der. Ma­nas­tı­ra gön­der­mek is­ter fa­kat ka­bul et­mez­ler. Kız­la­rı süs­lü oda­la­rın­dan alıp iz­be deh­liz­le­re gön­de­rir. 


Çok sı­kın­tı çe­ker­ler. Ku­ru bir ek­mek ve bir maş­ra­ba su. Ko­ri­dor­lar­dan kah­ka­ha ve çığ­lık ses­le­ri ge­lir. Tek­fur on­la­ra 40 gün müh­let bi­çer, ya ma­nas­tı­ra ya­hut...


Kra­li­çe ara­ya gi­rin­ce, sert­lik­le de­ğil yu­mu­şak­lık­la hâl­let­mek için ken­di kız­la­rı 14 ya­şın­da­ki Ka­te­ri­na’yı, on­la­ra ar­ka­daş ola­rak gön­de­rir­ler. Mak­sat­la­rı ken­di din ve ya­şa­yış­la­rı­nı sev­dir­mek. Fâ­tı­ma ve Sâ­ki­ne mi­sâ­fir­le­ri­ni dost­ça kar­şı­lar­lar. 


Pren­ses bu iki kı­zı çok se­ver ve on­lar­dan çok et­ki­le­nir. Ha­yat­la­rı, ya­şa­yış­la­rı, ah­lâk­la­rı ve din­le­ri ile il­gi­li so­ru­lar so­rup bü­yük bir hay­ran­lık­la din­ler. On­la­rın bir­çok ke­râ­me­ti­ne şâ­hit olup Müs­lü­man olur. Ar­tık on­lar­dan hiç ay­rıl­maz. “Ne söy­lü­yor­sa­nız, ne ya­pı­yor­sa­nız doğ­ru­dur.” de­di­ği için kız­lar ona Sı­dı­ka is­mi­ni ve­rir­ler. 


Zin­dan­dan ha­ber so­ran an­ne ve ba­ba­sı­na; “Çok iyi gi­di­yor, şa­şır­ma­ya ha­zır olun!” der. Ama sa­yı­lı gün ça­buk ge­çer ve 40. gün ve­dâ­laş­ma vak­ti ge­lir. Sı­dı­ka; “Ne mut­lu si­ze, şe­hit ola­rak sev­dik­le­ri­ni­ze ka­vu­şa­cak­sı­nız. Ben ise...” der. 


Fâ­tı­ma bir ka­ğı­da Sı­dı­ka’nın Müs­lü­man ol­du­ğu­nu ya­zar ve el­le­ri­ni açıp baş­lar du­â­ya. Di­ğer­le­ri âmin der. Bi­raz son­ra üçü bir­den ve­fât eder­ler. Hep­si, İs­tan­bul’da Fatih-Kocamustafa’da Sümbül Sinan Efendi Camisi bahçesinde gö­mü­lü­dür­ler.


Allahü teâlâ şefâatlerine kavuştursun.

Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(El ulemâ vereset-ül enbiyâ.)* Efendimiz aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yâni âlimler Peygamberlerin vârisleridir. Ne büyük ni’met içindeyiz kardeşim. 

Bu gün çok yoruldum efendim. Lâkin insanın kalbinde *(Allah)* sevgisi varsa, *(Din)* sevgisi varsa, o kalbin zindeliği, vücûdun yorgunluğunu giderir efendim. 

Ben zindeyim elhamdülillah. Bana; *(Çok yoruluyorsun, üzülüyoruz)* diyorlar. 

Evet yoruluyorum, ama insanın kalbinde *(sevgi)* varsa, *(hizmet aşkı)* varsa, muhabbet varsa, vücûdunun yorgunluğu ona te’sîr etmiyor. Yeter ki kalb zinde olsun. Ben zindeyim elhamdülillah. 

Benim kurtulmam, sizin kurtulmanız, hepimizin kurtulması, bu kitapların dağılması, hep Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, bana; *(Sen lâf dinlersin)* iltifâtıyla olmuşdur. Sen lâf dinlersin dedi bana. Elhamdülillah. Allahü teâlânın ihsânı efendim. 

Ya kovsaydı, *(Git, artık gelme)* deseydi. Çünkü ben, en çok ondan korkardım efendim. *(Bir daha gelme)* diyecek diye ödüm kopardı. Bu korkuyla yüzlerine bakamazdım. Hep önüme bakardım. 

Âlimler, Allah korkusundan, kendilerini âdeta arslanın ağzının içindeki *(yem)* gibi görürler. Arslan ağzını kapatdığı zaman ölecek, o kadar Allahdan korkarlar. 

Ben, Abdülhakim Efendi hazretlerinin, her zaman tam karşısına otururdum. Hattâ, Eyüp Sultân câmiinde, ilk tanıdığımda, en önde, burun buruna oturmuşduk. 

Allahü teâlâ; *(Her istiyene veririm, bâzan da istemiyenler arasından seçdiğime veririm)* buyuruyor. İnnâ Fetahnâ leke sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. 

Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem de ihsân var. Her istiyene veririm buyurması, *(adâlet)* dir. İstediğime veririm buyurması da *(ihsân)* dır. 

İstiyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim, Rabbim de verdi. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilecek ve tutamıyacak olanları ayırdı. 

Oruç tutmak istiyen (seksen) kişi vardı. Bunların içinden, güçlü kuvvetli olanlarından (otuz) kişiyi, *(tutabilir)* diye ayırdı. (Elli) kişiyi de, zaîf gördüğü için *(tutamaz)* diye ayırdı. 

Ben de ufak tefek ve zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Hâlbuki ben tutmak istiyordum. Çünkü evimde, böyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Bunun için üzülmüşdüm. 

Hemen doktora; *(Ben tutmak istiyorum)* dedim. O zaman doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. (Sen oruç tutacak adam mısın? Tutarsan sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün!) dedi. 

Doktor, iriyarı bir yüzbaşıydı. Ramezân-ı şerîf geldi, oruç tutacak olan (otuz) kişiye *(yemek)* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. 

Ben de orucumu tutdum. Hava çok sıcakdı. Doktor yüzbaşı oruç tutmuyordu. Askerler, onun öğle yemeğini, oruç tutan talebelerin arasından geçirirdi. Üstünü de *(açık)* geçirirdi. Nezâketen de olsa, üstünü örtdürmezdi. 

Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Meğerse ölmüş. Bana; (Sen oruç tutarsan ölürsün) demişdi. Kendisi *(öldü)*. Ben, (seksen) senedir oruçlarımı tutuyorum.

Bunca sene, oruçdan dolayı (hasta) bile olmadım elhamdülillah. O doktor bana; (Sen oruç tutarsan sınıfda kalırsın) demişdi. Ben okulun *(birincisi)* oldum. 

Bir sonraki sene, oruç tutanların sayısı daha da azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *(ben)* kalmışdım. Ben, namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu, hademelerin odasına gider, kılardım. 

*(İlmihâl)* de de yazdım ya, bir kadir gecesi uyuyamadım. Duâ etdim, o gece, Allahü teâlâ bana *(Efendi)* hazretlerini gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında *(nûrânî)* bir şekilde göründü. 

Efendim Evliyâlar, dostlarla düşmanları ayırd etmezler. Fakat dostlara giderler, dostların hastasını ziyâret ederler, cenâzesine giderler. Düşmanların ziyafetlerine ise gitmezler, ama bir bahâne uydururlar. 

Meselâ (hastayım, şöyleyim böyleyim) deyip gitmezler. Şimdi Enver âbi de öyle yapıyor. Enver Âbi’yi dâvet ediyorlar. Enver Âbi ne diyor? *(Böbreğim hasta, ameliyat oldum, ben gelemem)* diyor, başkasını gönderiyor. 

Eskiden dedelerimiz, her gün birkaç sâat *(Mektûbât)* okurlarmış. Çünkü büyüklerin sohbeti kalbi temizler. Eğer büyüklerin sohbeti ele geçmezse, o vakit rûhlarından istifâde edilmeye çalışılır. Peki bunun için ne yapılır? 

Rûhlarından istifâde etmek için *(râbıta)* yapılır. Ama râbıta zordur, herkes yapamaz. Râbıta yapmayı da beceremiyorsa, o zâtın *(kitapları)* nı okur. 

Bu yolla o zâtın rûhundan istifâde eder. Yâni rûhâniyetinden *(feyz)* alır. Feyz, *(nûr)* demekdir. Böylece kalbi temizlenir, nurlanır ve parlar.

HUTBEDE HULEFÂ-İ RÂŞİDÎNIN İSİMLERİNİ OKUMAK EHL-İ SÜNNETİN ŞİÂRIDIR

 🔹HUTBEDE HULEFÂ-İ RÂŞİDÎNIN İSİMLERİNİ [Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve hazreti Ali radıyallahü anhüm ecma’în] OKUMAK EHL-İ SÜNNETİN ŞİÂRIDIR!.


🌹İmâm-ı Rabbâni hazretleri rahmetullahi aleyh buyuruyorlar ki;


▪️Yazıklar, bir değil, yüzlerce yazıklar olsun!


🔸Evet! Hulefâ-i Râşidînin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ismlerini okumak, hutbenin şartı değil ise de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atin şiârıdır. Ya’nî, alâmet-i fârikası, nişânıdır. Onu, bile bile, inâd ederek ancak kalbi bozuk kimse okumamak ister.


🔹Eğer te’assub ve inâd ile söylemedi ise de, hadîs-i şerîfe ne cevâb verecek ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bir kimse, hangi millete benzemeğe özenirse, o da onlardan olur!) buyuruyor.


🔸Bu kimse, (Töhmet getirecek, şübhe uyandıracak yerlerden ve şeylerden kaçınınız!) meâlindeki âyet-i kerîmesinin tehlükesinden kendini nasıl kurtaracak?


🔹Eğer, Şeyhayn hazretlerinin, ya’nî Ebû Bekr ile Ömerin “radıyallahü anhümâ” üstünlüklerine inanmıyorsa, Ehl-i sünnetden ayrılmış, şî’î olmuşdur.


🔸Eğer Osmân ile Alîyi “radıyallahü anhümâ” sevmek lâzım olduğuna inanmıyorsa, yine doğru yoldan sapmışdır. Doğru yoldan çıkmış olan bu hatîbin Kişmirli olduğunu sanırım.


🔹Bu pisliği, Kişmirin sapıklarından almış olmalıdır.


✍️ 2. Cild 15. Mektûb tercemesi [Eshâb-ı Kirâm]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü'min olmıyanlar *(dedikodu)* yaparlar, mü’min ve sâlihler ise *(duâ)* ederler. Aradaki farka bakın. Elhamdülillah, biz dedikodu etmeyiz, buna tenezzül eylemeyiz.


Harâma yanaşmayız, müslümânlara hayırduâ ederiz. Bütün insanların hidâyeti için duâ ederiz. 


Rabb-i teâlânın sıfatları çok. Bâzı kullarına *(Hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, bâzı kullarına da *(Mudil)* ismiyle tecellî etmiş. Cenâb-ı Hakkın ef’âlinden suâl olunmaz. 


Şuna inanırız ki, cenâb-ı Hak *(Hakîm)* dir, yâni hikmet sâhibidir. Her fi’linde bir hikmet vardır. Nitekim Kur’ân-ı kerimde;


*(Ben mahlûklarımı abes olarak yaratmadım. Boş, fâidesiz, lüzûmsuz olarak yaratmadım)* buyuruyor. Kâinatta yarattığı her zerrenin, kullarına fâidesi vardır. 


İşte bâzı kullarına *(hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, yâni onlara hidâyet nasîb etmiş, bunları kendi hizmetinde kullanıyor. 


Ötekilere de *(mudil)* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da dalâletdedirler. Bunun için yıkıcıdırlar, bölücüdürler. 


Elhamdülillah, Rabbimiz bize *(doğru yolu)* nasîb etmiş. Elhamdülilah, Rabbimiz bizi mes’ûd ve bahtiyâr kullarından eylemiş. 


Allahü teâlânın *(hâdî)* sıfatı ile doğru yola, yâni hidâyete kavuşan, diğer insanların da hidâyeti için uğraşır. Çünkü artık, o büyük bir ni’mete kavuşmuşdur.


Diğer insanların da hidâyete gelmesini ister. Dolayısıyla hâdî sıfatına kavuşan, hidâyete eren, mutlaka başkalarının da hidâyete gelmesi, yâni *(Ehl-i sünnet)* olması için uğraşır. 


Bu hizmeti yapmazsa ne olur? O ni’met elinden alınır. Çünkü âhirette herkese; *(Din için, islâmiyet için ne yapdın?)* diye soracaklar efendim. 


*(Şeref-ül mekân bil mekîn)* buyuruluyor. Yâni bir yerin mübârek olması demek, içindekilerin mübârek olması demekdir. Bir yerin içinde olanlar mübârekse, o yer de mübârekdir. 


Kâfirlerin, fâsıkların bulunduğu yer mübârek olamaz. Sâlihlerin, mücâhidlerin bulunduğu yer mübârekdir. Meselâ burası, *(mübârek)* bir yerdir. Niçin?


Çünkü burada müslümânlar *(ibâdet)* ediyorlar, *(cihâd)* ediyorlar, yâni *(emr-i mâruf)* yapıyorlar. Cihâd etmek, harbetmek değildir, harb etmeği hükümet yapar kardeşim.

ÖLÜM

"Kalb birini sevgili eder ve onu severse, muhakkak onu müşâhade etmek ve likâsına kavuşmak (görmek) ister.  Bunun aksi düşünülemez. Ona kavuşmanın, dünyadan göçmedikçe mümkün olmadığını öğrenince, ölümü sevmek lâzım olur. Bunun için muhibbe (sevene), sevdiğinin yanında bulunup, onu görmek büyük nimetine kavuşma arzusu için vatanından (bulunduğu yer olan dünyadan) sefer (yolculuk) etmek ağır gelmez. İşte ölüm, likânın (görüşmenin) anahtarıdır.


(Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî)

"Kaddesallahu teala sirreh"

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-yı kirâmdan Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine sormuşlar, demişler ki: (Yâ imâm! Allahü teâlâ İsteyin vereyim, buyuruyor ama istiyoruz, vermiyor.) 


Büyük Velî, onlara cevâben; *(İstemesini bilmiyorsunuz. Allahü teâlâ duâyı kabul eder, ama hangi ağızdan çıkan duâyı kabûl eder?)* buyurdu. 


Dînini yaymak hizmetinde kullanıyor bizleri Allahü teâlâ. Çok büyük ni’mete mazhar olmuşuz kardeşim. Elham-dülillah, çok şükür Allahımıza. 


Bu ni’met, bütün dünyâ ve âhiret ni’metlerinden daha üstündür. Çünkü peygamberlik vazîfesidir bu. Peygamberlerin *(vârisleri)* dir bu hizmeti yapanlar. 


Bir yere kıymet veren, o yerin sâhipleridir, orada bulunanlardır. Onun için, bu ni’meti bize ihsân eden Rabbimize hamdolsun kardeşim. Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah.


Bu büyük ni’metin karşısında dünyâ zevkleri, dünyâ malları ne kalır ki? Hiç. Onun için bu dünyânın hayrına ve şerrine, varlığına ve yokluğuna hiç üzülmemelidir, olsa da olur, olmasa da. 


Allahü teâlâya kavuşmak, dört kademede olur kardeşim. Bunlar, *(arkadaş)* da fânî olmak, *(hoca)* da fânî olmak, *(Peygamberimiz)* de fânî olmak ve *(Allahü teâlâ)* da fânî olmak. 


Bunların içinde en zor olanı, arkadaşda fânî olmakdır. Çünkü efendim, arkadaşda fânî olmanın binlerce engeli vardır. 


Nefs engeli, menfaat engeli, şeytan engeli vardır. Eğer bunlar aşılırsa, hocada fânî olmak kolay olur. Hele hele Peygamber Efendimizde fânî olmak, çok daha kolay olur. 


Bundan sonra, insan zâten *(Fenâ fillah)* olur, yâni Allah’da fânî olur. Peki efendim, fenâ ve bekâ ne demekdir? 


*(Fenâ fillah)* demek, ben Rabbimi canımdan, malımdan, ailemden, çoluğumdan, çocuğumdan, velhâsıl her şe-yimden daha çok severim, demekdir. 


*(Bekâ billah)*, Rabbim beni çok seviyor demekdir. Yâni sen, Allahü teâlâyı seveceksin, sonra da Allahü teâlâ seni çok sevecek. Ona fenâfillah ve bekâbillah derler. İşte *(tasavvuf)* budur. 


Âhirete aklı ermiyenlere, akıllı denmez. Eğer kelime-i şehâdet, kelime-i tevhîd getirmiyorsa, buna akıllı denmez efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bid’at fırkalarını, yetmişiki fırkada olanları sevmiyeceğiz kardeşim. Ama sevmemek demek, doğüşmek, kavga çı-karmak demek değildir. 


Döğüşmek şöyle dursun, münâkaşa etmek bile yok. Çünkü dostla münâkaşa, dostluğu azaltır, düşmanla münâkaşa, düşmanlığı artdırır. 


Allahü teâlâ hepimize seâdet-i dâreyn ihsân eylesin kardeşim. *(Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile)* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


Temel olmazsa, binâ ne kadar yüksek olsa da, hepsi birden yıkılır. Temel, *(Îmân)* dır, yâni ehl-i sünnet îtikâdıdır. Velhâsıl îmân çok mühimdir. Etrâf düşman doludur. 


Ehl-i sünnet îtikâdı, balta girmemiş ormanların en ücrâ köşesindeki *(âb-ı hayât)* gibidir. O sudan bir damla içenler, sonsuz Cennete gider. 


İşte bu büyüklerin sohbetleri, kitapları ve kendileri, âb-ı hayâtdır kardeşim. Onu içenler, o gıdâyla büyüyenler, sonsuz olarak, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yerde buluşacaklardır. 


Bütün sohbetlerin özeti, bütün vaazların özeti, bütün nasîhatlerin özeti, bir *(Allah adamı)* na kavuşmakdır. Dünyâda en zor iş, budur. Ona kim kavuşursa, o her şeye kavuşmuş olur. 


*(Akıllı)* kime denir? Akıllı demek, menfaatini koruyan, kollıyan insan demekdir. Kendini ateşde yanmakdan ko-ruyamıyan bir kimse, nasıl akıllı olabilir?


Bir kimse çok zekî olabilir, çok müthiş inşaatlar yapabilir, müthiş yatırımlar yapabilir. Ama eğer Allaha, Peygambere ve âhiret gününe îmân etmiyorsa, ona akıllı denmez. 


Allahü teâlâ bizi, akıllılar zümresinden yaratdı. Çünkü O seçmeseydi, O ayırmasaydı, biz tanıyamazdık. Bu hizmetleri yapanlar, Peygamberlik vazîfesine tâlip olmuşlardır. 


Bu çok kıymetli vezîfenin birçok düşmanları olur. Bir ni’met ne kadar kıymetli ise, onun düşmanı da o kadar çok ve kavî olur. 


En büyük düşman da, insanın kendisidir. O da, insanın *(Nefs)* idir. Nefs de insanın içindedir. Önüne birçok engeller çıkarır, mâni olmak ister.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tövbe etmek, Allahü teâlâya söz vermekdir. Yâni; *(Ben yapdığıma pişmân oldum yâ Rabbî, bir daha yapmıyacağım)* demekdir. 


Allahü teâlâya kavuşmak istiyen ne yapsın? Allahü teâlâya götüren kapıdan geçsin. O kapı neresidir? O kapı, büyüklerin kapısıdır.


*(Evliyâ-yı kirâm)* ın kapısıdır, Evliyâ-yı kirâmın huzûrudur, sohbetidir. Bu evin kapısının ne kıymeti var? Burada kastedilen, sohbet kapısıdir. O sohbet kapısından gir. 


Yâni, sohbete gir, sohbetinde bulun o büyüklerin. İşte Allahü teâlâya kavuşduran yol, Allahü teâlâya kavuşduran kapı, bu kapıdır. Allahü teâlânın sevdiklerinin sohbetidir. 


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, o kemâlâta nasıl kavuşdular? Resûlullahın sohbeti ile. Evliyâ-yı kirâm da, Resûlullah Efendimizin vârisleridir. Onlar, *(Vereset-ül Enbiyâ)* dır. 


Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadan seâdete kavuşmaya imkân yokdur. Ona tâbi olmıyan, dünyâda sefâlet çeker, sürünür. Âhiretde de Cehenneme gider ve yanar. 


Resûlullah Efendimize tâbi olmak için, en evvelâ *(Îmân)* etmek, âmentüye inanmak lâzım. Bizim kitaplarımızda bunlar yazılı. Okuyacağız, öğreneceğiz. 


Ondan sonra da öğrendiğimiz farzları, vâcibleri, sünnetleri yapacağız kardeşim. Harâmlardan sakınacağız, bunlar çok mühim. Bir kimse günâh işliyorsa, hiç kıymeti yok 


Eskiden, babamın evinde iken biz akşamları çay içmeyi bilmezdik. Sâdece kahvaltıda çay içerdik. Çay içmeyi dahî Abdülhakim Efendi hazretlerinden öğrendik. 


Efendi hazretlerinden duymadığımız hiçbir şeyi söylemiyoruz kardeşim. Efendi hazretleri tek şeker ile açık çay içerlerdi. Ziyâ bey üç şeker, Hâlid bey, koyu ve tek şeker. 


Allahü teâlâ mü’mini, namaz kılmak için yaratdı kardeşim. Namaz kılana, *(mü’min)* denir. Kılmıyan, şüphelidir. Dîn-i islâm, namâzın içinde mündemicdir. 


Namaz, çok şereflidir, çok kıymetlidir. Niçin? İçinde *(Kur’ân-ı kerîm)* olduğu için, Kur’ân-ı kerîm okunduğu için. 


Çünkü Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlâdan sonra, makâmı, mevkîi, derecesi en yüksek olandır. Peygamberlerden de yüksekdir. 


Bizim Peygamberimizden de yüksekdir. Allah kelâmıdır çünkü. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: *(Bu Kur’ânı, ben dağa indirseydim, dağ su gibi erir ve akardı.)*

İstiğfar etmek

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hüküm mevkîinde sıkıntı çok olur. Bir çürük üzüm tânesi, bir sepet sağlam üzümü çürütür. Fakat bir sepet sağlam üzüm, bir çürük üzümü düzeltemez. 


Öyleyse, bu çürük üzümü bünyeden atmak gerekir. Sizin atmanıza gerek yok, o kendisi gider. 


Osmânlıyı, Reşit Rızâ ve Mithat paşa gibi birkaç çürük adam çökertmiştir. 


Bizim kitaplarımız, Allahü teâlânın sevdiği kullarının yazılarıdır kardeşim. Ben bâzen, yeri gelince diyorum ki: *(Bizim kitaplarımız çok kıymetli, çoook. Her kitâbdan daha kıymetlidir.)*


Niçin kıymetlidir? Çünkü bizim kitaplarımızın içinde, bana âit bir yazı yok da onun için efendim. Hep o büyüklerin yazıları. Onun için kıymetli. 


Bize âit yazılar, *(Pırlanta)* nın yanında, *(Cam)* parçası gibidir. Bizim kitaplarımızda eğer bana âit de birkaç satır olsa, pırlantaların arasına cam parçalarını karışdırmış oluruz. 


O zaman hiç kıymeti kalmaz. Elhamdülillah, bize âit hiçbir yazı yok. Nasıl olsun ki efendim. Büyüklerin meydânında küçüklerin ne işi var.  


O büyüklerin kelâm meydânında, âciz kulların ne işi var. Maalesef şimdi herkes aklına geleni yazıyor. Sonra da *(İslâmiyet budur)* diyorlar. 


Hâlbuki yazdıklarının, islâmiyetle hiç alâkası yok. Kendi kafalarından çıkan şeyleri islâmiyet sanıyorlar. 


Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin 25. ci mektûbunda buyuruyor ki: *(İnsanların başına gelen her dert ve belâ, her musîbet, her sıkıntı, kötü amellerimizin karşılığıdır.)* 


Cezâ, karşılık demek. Yâni başımıza bir dert, bir musîbet geldiyse, muhakkak kötü bir amel yapmışızdır. Bir günâh işlemişizdir, onun karşılığıdır. 


Ne yapacağız peki? Hemen pişmân olup, tövbe edeceğiz, af dileyeceğiz, istiğfâr edeceğiz. İstiğfâr edince de o kötülük gider. Demek ki en birinci ilâç, istiğfârdır. 


*(Estağfirullah el azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hû. El hayyel kayyûme ve etûbü ileyh.)* 


Bunu okudun mu, yapdığın kabâhat afv olur. Kabâhat afvolunca da, o başına gelecek olan derd-ü belâ artık gelmez, geri gider.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ahmet Mekkî efendi derdi ki: *(Âhir zamanda geleceği müjdelenen ve islâmiyeti bütün dünyâya yayacak olan cemâat, Hilmi beyin talebeleridir.)*


Böyle derdi ve ardından; *(Çünkü onlar, İslâmı doğru olarak bütün dünyâya yayıyorlar, ben şâhidim)* derdi.


Mekkî Efendi, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin oğludur. Üsküdar’da ve Kadıköy’de yıllarca müftülük yapmıştır. Büyük âlimdir kendisi.


Eğer bir şey başlamışsa, o bitdi demekdir. Onun için doğmak, ölmenin alâmetidir. Çünkü Allahü teâlâ bu hayâtı, anne karnında devâm etsin diye yaratmamışdır. 


Anne karnında bir müddet kalsın diye yaratmışdır. Ondan sonra dünyâya göndermişdir. Ama hep dünyâda kalsın diye yaratmamışdır, dünyâda bir müddet kalsın diye yaratmışdır. 


Ondan sonra âhirete gidince, *(İşte, senin vatan-ı aslîn burası)* diyecekdir ve ebedî olarak, sonsuz olarak bir hayât başlıyacakdır. Şu dünyâda, bizden bahtiyâr kimse yok kardeşim.


*(Cumâ günü öyle bir zaman vardır ki, o zamanda yapılan duâ red olmaz)* diyor Peygamber Efendimiz. Ulemâ da diyor ki: Bu zaman, ekseriyâ ikindi namâzı vaktidir. 


Buhâra’da, âlimler bir araya toplanmışlar, demişler ki: *(Bu saat mâlum olsa, bilinse, Allahü teâlâdan ne isterdiniz?)* 


Âlimlerden bâzısı demiş ki: *(Son nefesde îmân isterim.)* Bâzısı demiş ki: *(Benim çocuğum olmuyor, Allahdan bir evlât isterim)*. 


Kimi de demiş ki: *(Ben fakîrim, cenâb-ı Hakdan ev isterim, mülk isterim)* demiş. Sıra gelmiş Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de buyurmuş ki: 


*(Eğer o duânın kabûl olduğu saati bilsem, Rabbimden sohbet-i sâlihîn isterim.)* Yâni Allahın sevdiği kullarıyla berâber olmak isterim, buyurmuş. 


Bütün kemâlât, bütün fazîletler, *(Allah dostları)* nın sohbetindedir kardeşim. Onların sohbeti ele geçdi mi, herşey ele geçmiş demekdir. Allahın sevgili kullarının yanında bulunmak. 


Şimdi arayın da bulun onu. Nerde o, nerde, arayıp da bulalım. Yok öyle bir zât. Ancak onların kitapları var şimdi elde. İşte bizim Seâdet-i Ebediyye kitâbımız ve diğer kitaplarımız var.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Mahşer)* meydanı, Ortadoğu’da olacak, mahşerin merkezi orası. O zaman dünyâ dümdüz olacak ve Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar her insan, o meydanda toplanacak. 


Yer, beton olacak, tek bir ağaç olmıyacak. Güneş, bir mızrak boyu alçalacak. İnsanlar sıkış sıkış olacak. Zamânı ise, *(elli bin)* âhiret senesi olacak. 


Âhiretin bir günü, dünyânın *(bin)* senesi gibi olacak. Ama bu kadar uzun müddet, ehl-i sünnet bir müslümân için, iki rekât namaz kılacak kadar kısa olacak kardeşim. 


Hele *(mücâhid)* ler, yâni dünyâda iken İslâmın yayılması için çalışanlar, bu süreyi Cennetde geçirecekler. Onlar için hiç sıkıntı yok. 


Bu, zor değil ki, bunu Allahü teâlâ yaratıyor. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, Onun gücünün yetmediği bir şey yokdur kardeşim. 


En büyük günâh, kalb kırmakdır. Kâfire dahî güzellikle emr-i mâruf yapacağız. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin en son iki kelimesi şu idi: *(Kimseyi incitmeyin!)* 


Dolayısıyla, müslüman olmak, çok güzel bir şeydir. Hakîkî mü’min olmak, kendisinin bir *(Hiç)* olduğuna inanmak ve bütün varlığıyla hizmet etmekdir. 


Kendinin *(hiç)* olduğunu anlıyan bir mü’min, *(kâmil)* bir mü’mindir. 


Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. Kitap okuduk, sohbet etdik, büyüklerden bahsetdik. 


Büyüklerin *(ismi)* nerede anılırsa, ruhları orada hâzır olur efendim. Bakın gelir demiyorum, çünkü zâten oradadır, ismi söylenince irtibât başlar. 


Çünkü rûh zamansızdır, ruh’da zaman yok. Yeter ki o büyüklerin ismi anılsın, hattâ onları düşününce bile, o anda *(irtibât)* kurulur ve istifâde başlar. 


Ne gibi? Radyo dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibât kuruluyor ve yayın başlıyor, onun gibi.   


*(Îmân)* ın bir kişide varlığı veyâ yokluğu nasıl anlaşılır? Bunun birkaç yolu vardır. Bir insanda îmânın asıl varlığı veyâ yokluğu, hubb-u fillah ve buğd-u fillaha bağlıdır. 


Eğer bir insan, Allahın düşmanlarıyla *(dost)* olur, onlarla samîmî görüşür, Allahın dostlarına ise soğuk olur, onlardan uzak olursa, bu adam ne işe yarar ki?