Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kişi, o kadar *(zengin)* olsa ki, bütün dünyânın herşeyi onun olsa ve malının hepsini fukarâya *(sadaka)* olarak dağıtsa.


Aldığı sevap, unutulmuş bir *(sünneti)* ortaya çıkarma sevâbına yetişemez. Hele *(farz)* sevâbı ile hiç kıyaslanamaz. 


İşte bizim kitaplarımızın satılmasıyla ve dağılmasıyla *(farz)* lar yayılıyor kardeşim. Bütün dünyâ, ehl-i sünnet kaynıyor. Ehl-i sünnet âlimi çok, fakat *(kitap)* yok. 


Dâima *(iyi)* insanlarla arkadaşlık edelim. Niçin? Çünkü onlardan her zaman *(iyi)* şeyler işitilir. 


Kötü, fâsık, fâcir veyâ kâfirlerle ve bid’at ehliyle arkadaşlık edilirse, onlardan da her zaman *(kötü)* şeyler işitilir. 


Kötü arkadaş, *(Şeytan)* dan daha beterdir, *(Yılan)* dan daha zararlıdır. Bir kimse, zehirli yılanla berâber bulunursa ne olur? Yılan sokar, o insanın canını alır. 


Ama *(kötü)* arkadaşla berâber olursa, o kötü arkadaş, onun dînini ve îmânını alır, onu ebedî felâkete, Cehenneme sürükler. 


Velhâsıl zehirli *(Yılan)*, insanı ölüme sürükler, *(kötü)* arkadaş ise, insanı ebedî Cehenneme sürükler. 


Allahü teâlâ, hepimize, din ve dünyâ seâdeti versin. Bu günlerimizi aratmasın. Dünyâda *(Cennet)* hayâtı yaşıyoruz kardeşim.


O kadar râhatız. Allah, Enver âbiden râzı olsun. O'nun sâyesinde *(râhat)* ediyoruz. 


Allahı çok *(seven)*, O’ndan çok *(korkar)*. Sevgi ile korku berâberdir. Allah sevgisinin alâmeti, harâmlardan sakınmakdır. 


Allahü teâlâ; *(Beni seveni, gidilemiyen yerlere bir anda götürürüm, görülemiyen şeyleri ona gördürürüm)* buyuruyor. 


Onlar, kalplerin içini, röntgen *(Şuâ)* ları gibi görürler. Bu büyükler, kalblerin içini görürler. 


Allah sevgisine kavuşabilmek için, bu *(büyük)* leri sevmek ve onların sevgisini kazanmak lâzım. 


Biz, Abdülhakim Efendi hazretlerinin sevgisini, terbiye ve edebimizle kazandık. Bu büyükler, herkesi, kendi *(sıfatı)* ile görürler. İnsanlar, kabirlerinden kendi sıfatlarıyla kalkarlar. 


Nasıl mı? Meselâ can yakanlar, *(Kurt)* şeklinde mezardan kalkarlar. Yalancılar *(Tilki)* şeklinde, kibirliler de *(Karınca)* şeklinde haşr olunurlar.

ÖLÜM

"Kalb birini sevgili eder ve onu severse, muhakkak onu müşâhade etmek ve likâsına kavuşmak (görmek) ister.  Bunun aksi düşünülemez. Ona kavuşmanın, dünyadan göçmedikçe mümkün olmadığını öğrenince, ölümü sevmek lâzım olur. Bunun için muhibbe (sevene), sevdiğinin yanında bulunup, onu görmek büyük nimetine kavuşma arzusu için vatanından (bulunduğu yer olan dünyadan) sefer (yolculuk) etmek ağır gelmez. İşte ölüm, likânın (görüşmenin) anahtarıdır.

(Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî)
"Kaddesallahu teala sirreh"

Çözülemeyen mevzu nasıl çözüldü?

 Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kağıtta olan yazıyı bir defada okuyup ezberledi. Çünkü bir defa okuduğu yazıyı ezberlemek onun hususiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?" dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi. Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, âlim daha çok hayret etti.


Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.


Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler. Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Sohbet başladı. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.


Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zata uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bugün, *(ehl-i sünnet)* îtikâdında kalanların hepsi, Eshâb-ı kirâmın soyundandır kardeşim. Eshâb-ı kirâm, dünyânın her yerine yayıldılar. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, öyle *(şerefli)* kimselerdir ki, Allahü teâlâ onları, Resûlüne *(arkadaş)* olarak yaratdı. Her biri, çeşitli yerlerden gelip toplandılar. 


Meselâ Selmân-ı Fârisî hazdetleri, *(Îran)* dan; Bilâl-i Habeşî, *(Afrika)* dan gelip, sahâbî oldular. Bu şerefi kazandılar.


Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâmın en yakın akrabâları, amcaları, *(îmân)* etmedi. Eshâb-ı kirâma, bu şeref bile yeter. 


Peygamber Efendimizin *(kabir)* resmi diye bir resim satılıyor. Bu resim, aslında Bursada, Osmânlı Sultânlarından birine âitdir. Peygamber Efendimizin *(kabr-i şerîfi)* ile hiç alâkası yok. 


Çünkü oranın resmini çekme imkânı yokdur. Sebebine gelince, kabr-i şerîfin dışında, kapısız, penceresiz bir *(duvar)* var. 


Onun dışında, gene kapısız ve penceresiz bir *(duvar)* daha var. Onun da dışında *(settâre)* denilen bir örtü, onun dışında da bilinen demir parmaklıklar var. 


Yâni kabr-i şerîf görülmüyor. Sâdece, tepede küçük bir *(hava)* deliği gibi bir boşluk var. Oradan 500 sene evvel, bir *(kuş)* düşmüş ve ölmüş. 


Onun çıkarılması ve oranın temizlenmesi için, beş yaşlarında küçük bir *(kız)* çocuğunu, belinden bağlamışlar, tepedeki o delikden aşağıya indirmişler. Orayı görmek, yalnız o çocuğa nasîb olmuş. 


Bu yolun sünneti, *(çile)* çekmekdir efendim. Başda Efendimiz aleyhisselâm, hayâtı boyunca hep çile çekdi. Bize ve kitaplarımıza çok *(sıkıntı)* verdiler. Sıkıntı verenler de çok sıkıntı çekeceklerdir. 


Hem sünnete uygun olması, hem de hizmetlerimizin *(kabûl)* olacağının ve bu hizmetlerin devâm edeceğinin alâmeti bakımından, bu sıkıntılar, bizim için bir *(ni’met)* dir kardeşim. 


Allah, hepsine hidâyet versin. Tabii bizim yüzümüzden kimsenin sıkıntı çekmesini istemeyiz. Biz işimize bakarız. İşimiz nedir? İslâma hizmet. O hizmet nedir? Kitaplarımızın dağılması, gazetemizin yayılması. 


Birine bir kitap vermek veyâ kitap verilmesine sebep olmak o kadar *(sevâb)* dır ki, bunu yapana, gökdeki kuşlar, karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar; *(Yâ Rabbî, bu kulunu affet)* diye duâ ederler. 


Bizim dînimizin iki esâsı vardır. Biri *(öğrenmek)*, diğeri *(öğretmek)*. Dînimizin en büyük düşmanı cehâletdir. Onun için nerede ilim varsa, *(din)* oradadır. Nerede din varsa, *(ilim)* oradadır. 


İlimsiz din olmaz. Onun için ilim öğrenmek çok büyük *(ibâdet)* dir, çok büyük *(sevâb)* dır kardeşim. Hizmetlere katılan arkadaşlarımızın alnından *(öpmek)* lâzım. 


Allahü teâlânın dîni yayılıyorsa, dînin yayılmasına hizmet ediliyorsa, bu hizmet devam etdiği müddetçe, o yere umûmî belâ, umûmî felâket gelmez efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Enver âbi, çok sevdiği bir âbiye demiş ki: (Başarılı olmak istiyorsan, kendini *(yok)* bil. Kendinde bir *(varlık)* vehmetme, yoksa başarılı olamazsın.) 


Böyle demiş efendim. Kendisi anlatdı bana. Çok hoşuma gitdi, çok *(güzel)* söylemiş. Hakîkaten öyledir. Allahü teâlâ buyuruyor ki: 


*(Kulum benden ne isterse, ona, o kapıları açarım, o yolu, ona kolaylaştırırım.)* Yâni, kalbimizdeki istikâmet çok mühim kardeşim. 


Kitap okumak, dînini öğrenmek için şartdır. Efendimiz aleyhisselâm bir hadîs-i şerîfde buyuruyor ki: *(İlmin rütbesi, derecesi, bütün rütbelerin en yücesidir)*. 


Bir hadîs-i şerîfde de Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *(Bir âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir)*. Yâni bir âlim vefât ederse, bütün âlem, bütün insanlar ölmüş gibi olur. 


*(Sadaka)* için verilen para, Allah yolunda *(gazâ)* için verilen paranın kıymeti yanında *(hiç)* kalır. Gazâ için harcanan para da, *(emr-i mâruf)* için harcanan para yanında *(hiç)* kalır. 


Tarîkate intisâb etmek müstehab dır, *(vâcib)* olan, kalbin temizlenmesidir. Ahlâk bilgilerini, bizim İslâm Ahlâkı kitâbından okumak ise *(farz)* dır. 


Bu bilgileri öğrenip, onları yapmaya çalışmakla da kalb temizlenir. Kalbin temizlenmesi, yalnız tarîkat ile olsaydı, o da vâcib olurdu. Hâlbuki kalbin temizlenmesi için çok *(yol)* vardır. 


Onun için tarîkat, *(müstehab)* dır. Kalbin temizlenmesi *(vâcib)*, bizim İslâm Ahlâkı kitâbını okumak, öğrenmek de *(farz)* dır. 


Müstehabı yapmakla da vâcib yapılır, ama zordur. Hâlbuki, *(farzı)* yapınca, *(vâcib)* kendiliğinden yapılmış olur. 


İnsanın iki zîneti vardır efendim. Biri *(edeb)*, diğeri de *(tevâzû)* dur. Bu din, tamâmen edebdir. Başı da, ortası da, sonu da edebdir. Edeb, haddini bilmekdir. 


Haddini aşdığın anda, yâni, adımını *(iki)* adım ileri atdığında, bir başkasının ayağına basarsın. Herkes, atacağı adımı öyle hesaplasın ki, bir başkasının ayağına basmasın. 


Her kemâlât, her iyilik, her üstünlük, *(tevâzû)* dan meydana gelmişdir. Allahü teâlâ âhiretde, bu hizmetlerimizden dolayı, bana bir *(ni’met)* verirse, yâni Cennetini nasîb ederse, hemen girmem, derim ki: 


(Yâ Rabbî! Ben bu hizmetleri *(yalnız)* başıma yapmadım, bana yardım eden kardeşlerim vardı, arkadaşlarım vardı, onları da isterim) derim.


Mahşer meydanına dönerim. Bu hizmetlere iştirak eden âbilerin hepsini alır, hattâ onları başımın üzerinde taşır, hep birlikte Cennete gireriz kardeşim.

Harama bakmayalım

Osman Sincârî [kuddise sırruhû] anlatır:


 Hocam Süveyd Sincârî ile Sincar’da bir sokakta yürüyorduk. Hocam bir adamın bir kadına dikkatlice baktığını gördü. Adam gözü ve gönlü ile ona yönelmişti. Hocam ona yaklaşıp haram olan bu işi yapmamasını bildirdi. Ancak adam bundan vazgeçmedi. Bunun üzerine hocam,


- Yâ Rabbi! Bunun bakışını al. Tâ ki bir daha yabancı kadınlara bakmasın, diye dua etti. O sırada adamın gözleri görmez oldu.


Aradan bir hafta geçtikten sonra o kişi Süveyd hazretlerinin dergâhına gelip tövbe ve istiğfar etti, günah işlediğine pişman olduğunu bildirdi. Gözlerinin açılması için dua etmesini rica etti. Süveyd hazretleri [kuddise sırruhû] ellerini açtı ve,


- Yâ Rabbi! Bunun görür hale gelmesini nasip eyle. Zira o, tövbe ve istiğfar etti. Zatına karşı özür diledi, diye duada bulundu.


Bunun üzerine o kişinin gözleri görmeye başladı. Sonradan o kişinin gözü harama değse derhal gözleri görmez olur, haramdan uzak dursa görür hale gelirdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kul hakkı o kadar mühimdir ki, bir *(dank)* kul hakkı için, âhiretde, yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış ve kabûl olmuş namâzın *(sevâbı)*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *(günâh)* ları buna yükletilip, Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, münâkaşa edemez, kavga edemez, kalp kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *(Kâbe)* yi, yetmiş defâ yıkmakdan daha büyük günâhdır. 


Bu zamanda, islâmiyete hizmeti muvaffakıyetle yapabilmek için, muhâtabın anlıyacağı gibi konuşmalı ve herkese *(tatlı)* dilli ve *(güler)* yüzlü olmalıdır. 


Cenâb-ı Hak, kuluna verdiği ni’metin izhâr edilmesini ister. Yâni cenâb-ı Hak; *(Ben sana şu şu ni’metleri verdim, onları ifşâ et, göster)* buyurur. 


Allahü teâlânın dînine hizmet ni’metinin ifşâsı, gösterilmesi de, *(tatlı)* söz ve *(güler)* yüze bağlıdır. Eğer ben, arkadaşların hatâlarına, kusurlarına *sert* davransaydım, burada hiçbiriniz olmazdınız. 


Peygamber Efendimiz, Eshâb-ı kirâma; *(Ahlâkı güzel olan, Cennetde benim yanımda olacak)* buyurdu. İnsanın şerefi, üstünlüğü, meziyyeti, kıymeti, ilim sâhibi ve edebli olmasıdır. 


Yoksa, çok zengin, çok etiket sâhibi olması, çok meşhur olması, veyâhud filâncanın oğlu olması değildir. Allah indinde insanın kıymeti, *(ilim)* sâhibi olması ve *(edeb)* sâhibi olmasıdır. 


*(Edeb)*, haddini, sınırını bilmekdir. İş yerinde, evlilikde, cemiyetde, her yerde, herkesin bir *(sınırı)* vardır. O sınıra riâyet edildiği müddetçe, bu dünyâ *(Cennet)* olur. 


Bütün sıkıntılar, üzüntüler, kavgalar, hep sınır tecâvüzünden olmakdadır. İşte bu sınır, *(ilim)* dir, yâni islâmiyeti *(bilmek)* dir. 


Dînini öğrenmiyen, ne sınır tanır, ne de sınırsızlık. Önce *(îmân)*, ondan sonra *(ilim)*. Çünkü bütün ibâdetler ilme bağlıdır. Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: 


(Bir talebe, dînine âit bir *(mesele)* öğrenmek için evinden çıksa, hocasının evine kadar yürüse, melekler, bu şerefli kul benim üzerime bassın diye, kanatlarını bunun ayaklarının altına döşerler. 


Ayrıca, havadaki bütün *(kuşlar)*, karadaki bütün *(hayvanlar)* denizdeki bütün *(balıklar)*, bu kul için istiğfâr ederler ve *(Yâ Rabbî, bunu affet)* diye duâ ederler.)

Bu makama nasıl ulaştın?

 Şibli hazretleri vefat ettikten sonra, bir tanıdığı onu rüyada, Cennette görünce sormuş:

- Bu makama nasıl ulaştın? Nasıl Cennetlik oldun?

O da buyurmuş ki:

- Dört yüz hocadan ders okudum. Bunlardan dört bin hadis-i şerif öğrendim. Bütün bu hadis-i şeriflerden bir tanesini seçip kendimi ona uydurdum, çünkü kurtuluşu ve sonsuz saadete kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasihatleri hep bunun içinde gördüm. Seçtiğim hadis-i şerif şudur: (Dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış! Âhiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itaat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günah işle!)

Allahü teâlânın gazabı günâhlar içinde saklıdır

 Allahü teâlânın gazabı, günâhlar içinde saklıdır. Nice kimselerden, bir günâh sebebi ile intikâm almıştır. 

O hâlde, her mü’minin günâh işlemekten çok korkması, ufak bir günâh işlediğinde tövbe, istigfâr etmesi lâzımdır."


İmâm-ı Gazâli Hazretleri

AHMED YESEVİ HAZRETLERİ

Türkistan’da yetişen büyük velilerden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultân, Hâce Ahmed, Kul Hâce Ahmed diye tanınır. Babası Hâce İbrâhim’in nesebi Hazreti Ali’nin oğlu Muhammed bin Hânefiyye’ye ulaşır. Soyu, Hazreti Fâtıma vâlidemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Mûsâ isimli bir zâtın kerîmesi olup, sâliha, mütteki ve afif bir hâtun idi. Ahmed Yesevî  hazretleri daha yedi yaşında iken babası vefât etti. Yetim olarak büyüdü. Doğum târihi kesin olarak bilinememektedir. 562 (m. 1166) senesinde Yesi’de vefât etti. Kabri oradadır. Timur Hân, onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.

Ahmed Yesevî hazretleri , daha çocuk iken kendisinde garîb hâller, yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler meydana geliyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyordu. Çok küçükken annesinin, yedi yaşında iken de babasının vefâtı ile, Gevher Şehnaz adındaki ablasının yanında yetişti.

Bu sırada meydana gelen bir hâdise, Hâce Ahmed’in şöhretinin bütün Türkistan’a yayılmasına vesile olur. Menkıbeye göre, o sırada Türkistan’da Yesevî adında bir hükümdâr hüküm sürmekte idi. İdâresi altındaki topraklarda yaşayan bütün velîleri toplatıp, onların duâlarının bereketi ile önemli bir mes’eleyi halletmeyi düşünmüş. Toplanan velilerin duâ ve niyazları neticesiz kalınca, acaba katılmayan veli var mı, diye tahkîk ettirmiş. Tahkîk neticesinde Hâce İbrâhim’in oğlu Ahmed’in, henüz çocuk denecek yaşta olduğu için çağırılmadığı anlaşılmış. Bunun üzerine, haberci gönderilip gelmesi istenmiş. Çocuk bu durumu ablasına danışınca ablası, “Babamızın vasıyyeti var, senin tanınma zamanının gelip gelmediğini, babamızın türbesi içinde bulunan ekmek sofrası ta’yin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamanın geldi demektir, var git!” demiş. Türbeye giden Hâce Ahmed, sofrayı bulup açmış, oradan hükümdârın istediği yere gelmiş. Veliler kendisini orada hazır beklemekte imişler. Hâce Ahmed sofrada bulunan bir parça ekmeği, duâ etmeleri için gösterince, veliler Fâtiha okumuşlar. O da ekmeği hazır bulunanlara taksim etmiş, hepsine kâfi gelmiş. O toplantıda velilerden, maiyet ve ordu erkânından dokuz bin kişi bulunmakta imiş. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmed’in büyüklüğünü ve mertebesinin yüksekliğini anlamışlar. Hâce Ahmed ise, sırtındaki babasından kalma hırkaya bürünerek, duâsının neticesini beklemekte imiş. Birdenbire gök yüzünden seller boşanarak, her yer suya garkolmuş, velîlerin seccadeleri su üstünde yüzmeye başlamış. Ahmed hırkasından başını çıkarınca, seller durmuş, güneş çıkmış. Hazır bulunanlar baktıklarında, Karaçuk dağının ortadan kalktığını görmüşler. Bu kerâmete şâhid olan hükümdâr, Hâce Ahmed’den, kendi adının kıyâmete kadar bakî kalması için niyazda bulunmasını dilemiş. Hâce Ahmed hazretleri de, “Âlemde her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin” demiş. Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte, “Ahmed Yesevî” şeklinde anılır olmuş.

Hâce Ahmed, Yesi’li olduğundan, Yesevî diye meşhûr olduğu kabûl edilmektedir.

Ahmed Yesevî hazretleri , Baba Arslan hazretlerinin talebesidir. Onun kalblere hayat ve huzûr veren sohbetlerine ve teveccühlerine kavuşmakla, kısa zamanda çok yüksek makam ve derecelere kavuştu. Baba Arslan hazretlerinin vefâtından sonra, onun ma’nevî işâreti ile, Buhârâ’ya gitti. Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî’den ma’nevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet (diploma) aldı. O büyük zâtın halifelerinden oldu. Onun vefâtından sonra bir miktar Buhârâ’da kaldı. Talebeleri yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra bu talebelerin terbiye ve yetiştirilmesini, Yüsuf-i Hemedânî’nin en büyük talebesi olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine havale edip, kendisi tekrar Yesi’ye döndü. Burada talebe yetiştirmeğe başladı. Talebeleri her geçen gün çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamanda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm’e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlıyan evliyâlık hâlleri ve dereceleri her geçen gün artıyordu. Zamanında bulunan âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve batınî bütün ilimlerde derin âlim idi. Yüksek babası ve diğer velîler gibi, o da devamlı olarak Hızır aleyhisselâm ile görüşür, sohbet ederdi. Büyüklüğü ve kerâmetleri herkes tarafından bilinirdi. Dîvân-ı hikmet isimli eserinde, yedi yaşından elli yaşına kadar geçen zaman içinde kavuştuğu ilâhi tecelliler ve çok yüksek dereceleri gayet edib bir lisân ile çok güzel anlatmıştır.

Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerinin bir çoğunu Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmekle, talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretmekle geçirirdi. Çok kısa bir zaman ayırarak, kaşık ve kepçe yapardı. Bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyardı. Bu öküz pazara çıkar, istiyenler kaşık veya kepçe alırlar, ücretlerini yine heybeye koyarlardı. Ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Aldığı şeyin ücretini heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Öküz, akşam olunca Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hâce hazretleri heybedeki paraları talebelerinin ihtiyâçları için sarfederdi.

Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler, Allahü teâlânın evliyâsına düşman olanlar, bu zâta iftira edip, sohbet meclislerinde örtüsüz kadınlar da geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar dediler ve bunu kendilerine ma’rifet sayarak etrâfa yaydılar. Bu şâyi’ayı duyan makam sahipleri, ba’zı müfettişler vazîfelendirerek bu durumu araştırmalarını emrettiler. Bu müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclise gelip, gizlice araştırmalar yaptılar. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir şeyin bulunmadığını gördüler. Söylenilenlerin tamamen asılsız olduğunu, bu zâta iftira etmek için uydurulduğunu bildirdiler.

Hâce Ahmed Yesevî hazretleri , kendisine iftira edenlere bir ders vermek istedi. Bunların bulunduğu bir meclise geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Orada bulunanlara hitaben: “Baliğ olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî zât istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim” buyurdu. Hiç kimse çıkamadı. O sırada, Ahmed Yesevî’nin hazretleri talebelerinden, Hâce Atâ isimli zât oraya geldi. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu bu talebeye verip, bu kutuyu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti.

Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftira edenler geldiler. Herkes, bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde bir miktar ateş ve bir miktar da pamuk vardı. Ateş kıpkırmızı olarak duruyor, pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldılar. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muarız olanlar da hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hazreti Hâceye hediyeler gönderip kendisinden özür dilediler. Bunların çoğu Hâce hazretlerinin talebesi oldular.

Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerinin bir çoğunu Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmekle, talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretmekle geçirirdi. Çok kısa bir zaman ayırarak, kaşık ve kepçe yapardı. Bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyardı. Bu öküz pazara çıkar, istiyenler kaşık veya kepçe alırlar, ücretlerini yine heybeye koyarlardı. Ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Aldığı şeyin ücretini heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Öküz, akşam olunca Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hâce hazretleri heybedeki paraları talebelerinin ihtiyâçları için sarfederdi.

Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler, Allahü teâlânın evliyâsına düşman olanlar, bu zâta iftira edip, sohbet meclislerinde örtüsüz kadınlar da geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar dediler ve bunu kendilerine ma’rifet sayarak etrâfa yaydılar. Bu şâyi’ayı duyan makam sahipleri, ba’zı müfettişler vazîfelendirerek bu durumu araştırmalarını emrettiler. Bu müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclise gelip, gizlice araştırmalar yaptılar. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir şeyin bulunmadığını gördüler. Söylenilenlerin tamamen asılsız olduğunu, bu zâta iftira etmek için uydurulduğunu bildirdiler.

Hâce Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ), kendisine iftira edenlere bir ders vermek istedi. Bunların bulunduğu bir meclise geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Orada bulunanlara hitaben: “Baliğ olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî zât istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim” buyurdu. Hiç kimse çıkamadı. O sırada, Ahmed Yesevî’nin ( radıyallahü anh ) talebelerinden, Hâce Atâ isimli zât oraya geldi. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu bu talebeye verip, bu kutuyu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti.

Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftira edenler geldiler. Herkes, bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde bir miktar ateş ve bir miktar da pamuk vardı. Ateş kıpkırmızı olarak duruyor, pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldılar. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muarız olanlar da hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hazreti Hâceye hediyeler gönderip kendisinden özür dilediler. Bunların çoğu Hâce hazretlerinin talebesi oldular.

Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi ki, Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini (güya) imtihan etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, ma’iyyetine dörtyüz müşavir ve kırk tane de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. “Ben üçbin mes’ele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim” diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânekâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend’e “Bakar mısın, bize kimler geliyor?” buyurdu. Mervezî’nin ma’iyyetiyle birlikte hafızasında üç bin mes’ele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üçbin mes’eleden binini, Mervezî’nin hafızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ’ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hafızasında sâdece bin mes’ele kalmış olarak Yesi’ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, “Allahın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?” dedi. Hazreti Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. “Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz” buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ’ya tekrar emredip, o bin mes’eleyi Mervezî’nin hafızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ da öyle yaptı. Mervezî, kürsü üstünde birşeyler konuşmak istedi. Fakat hafızasında hiçbir mes’elenin bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silinmiş olduğunu gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusurunu anlayıp hemen orada tövbe etti. Bütün ma’iyyetiyle beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ) bunu, yanında beş kişi ile beraber, insanlara Allahü teâlânın dinini doğru olarak anlatmak vazîfesiyle Horasan’a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa’deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd ettiler (r.aleyhim).

Horasan’da bulunan evliyâ, Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildikleri ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertîb ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya da’vet etmek için, evliyâdan birini Yesi’ye gönderdiler. Allahü teâlâ, evliyâsını çok sevdiği için, onlara diğer insanların yapmaktan âciz oldukları birçok şeyleri kolay kılmıştır. Meselâ, bir anda bir yerde, biraz sonra oraya çok uzak olan başka bir yerde bulunabilirler. Veya aynı anda başka başka yerlerde görülebilirler. Bu, Allahü teâlânın bir ihsânıdır, işte, Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya da’vet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni ile turna misâli uçarak Yesi’ye doğru geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden ba’zılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccâr, nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya gitti. Bu tüccâr, su içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezretti (adadı). Hâce Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ), Allahü teâlânın izni ile tüccârın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere olan tüccârı çekip sahile çıkardı. Sonra turna şeklinden, normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden tüccâr, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti ve malının yarısını bu zâta verdi.

Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman oradakilerle sohbet edip, sonra memleketine döndü. Nehirden kurtardığı tüccârın verdiği parayı da, talebelerinin ihtiyâçlarına sarfetti.

Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ), daha çocukluğundan itibâren, Resûlullah efendimizin sünnetine tam tâbi olmakta hiç gevşeklik göstermemişti. 63 yaşına geldiği zaman, Resûlullah efendimiz o sene âhırete teşrîf ettiklerinden, 63 yaşından sonra yeryüzünde bulunmayı kendisine münâsip görmeyip yer altında kendisine mahsûs bir hücre yaptırdı. Oraya merdiven ile inilirdi. Mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı sûrette, ibâdet ve tâat ile ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye de orada devam etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû’ ile ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından, vefât ettiği 125 veya 133 yaşlarına kadar, orada ibâdet etti.

Zamanın hükümdârı Kazan Hân, Ahmed Yesevî hazretlerinin Cum’a namazını nerede kıldığını merak edip, Hâce’nin talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend’i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cum’a namazı için ezan okuyorlardı. Talebe, Hâce’nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, “Gel elimden tut! Cum’a namazına, bugün seninle beraber gidelim” buyurdu. Talebe “Peki efendim” deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar aradıysa da bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona “Ey derviş! Burası Mısır’dır ve bu câmi Câmi-i Ezher’dir. Senin hocan, nice zamandır Cum’a namazlarını burada kılar” dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cum’a namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi’ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hân’a anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hân’ın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Halbuki Kazan Hân’ın kendisini Hâce hazretlerine gönderdiği sırada başlıyan ezan, henüz bitmemişti. Kazan Hân ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında birşey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.

Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahalisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayılan her geçen gün arttıkça, Sabranlılar daha çok rahatsız oluyorlar Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.

Birgün Hazreti Hâce’ye iftira etmek istediler. Bir yere toplandılar, içlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalındığını, mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan izlerini ta’kib ettiklerini, öküzlerinin Ahmed Yesevî’nin ( radıyallahü anh ) tekkesine girdiğini anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce’nin tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerini bildirmesi üzerine, gelip durumu bildirdiler. Hazreti Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftiracıların hazırladıkları çirkin tertîbi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi. İftiracılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı ki, Hâce hazretlerinin kerâmeti tecelli edip, iftiracıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücum edip hemen bitirdiler. Böylece esas halleri anlamış oldu.

Yine birgün aralarında anlaşıp, Hâce’yi hırsızlıkla itham etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece gizlice Hâce’nin hânekâhının bir yerine bıraktılar. Hazreti Hâceden başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmediler. Ertesi gün bu sığırı aramak behânesi ile, o kasaba halkından bir çok kimse tekkenin önünde toplandılar. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri çok müteessir olup, bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü ve “Girin köpekler! Girin itler!” diye söyledi. Gelenler, hep birden içeri girdiler. Hâce hazretlerini üzmenin dünyâdaki çok ufak bir cezası olarak, hepsi birer köpek şekline girip, parçalanmış sığır etine hücum ettiler. O eti yiyip bitirdiler. Bu hâle düştüklerine çok üzülüp, mahcûb ve pişman olduklarını bildirdiler. Hâce hazretleri merhamet edip, bunları eski hâline çevirdi. Fakat bu hainliklerine bir alâmet olmak üzere, vücûdlarında bir belirti kaldı. Hattâ bu belirti hâli, onlardan çocuklarına dahi intikâl etti.

Emîr Timur Hân, Buhârâ’ya gitmek üzere yola çıktığında Türkistan’a uğradı. Hızır aleyhisselâm da beraberlerinde idi. Timur Hân, orada rü’yâsında Ahmed Yesevî’yi ( radıyallahü anh ) gördü. Kendisine; “Ey yiğit’ Buhârâ’ya çabuk git! İnşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oradaki insanlar da senin gelmeni bekliyorlar” buyurdu. Timur Hân uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para verip, Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ) türbesi üzerine çok mükemmel bir türbe yaptırması için emir verdi. O da, hakîkaten çok güzel bir türbe yaptırdı. Bugün hâlâ bu türbe bütün haşmetiyle durmaktadır.

İngiliz müsteşriki Dr. Eugene Schuyler’in yazdığı Türkistan seyahatnamesi isimli eserinde, Hâce Ahmed Yesevî’nin ( radıyallahü anh ) câmii ve Timur Hân tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında özetle diyor ki: “Bu büyük câminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescid daha ilâve edilmiş durumda olup, câminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapının yanında penceresiz olarak, üstü çentikli olarak yükselen iki tane yuvarlak kule yükseliyor. Kapının, büyük bir san’at eseri olarak işlenmiş iki katlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kufi yazılarla süslenmiş olan kubbe, binayı daha da güzelleştirmektedir. Zelzeleler ve sâir sebeblerle çoğu yerlerinin dökülmüş, harabe hâline gelmiş olduğu bu muazzam bina, ilk hâlinde kimbilir ne kadar daha güzeldi?

Câminin avlusunda çok güzel bir medrese var. Arka kısmında bir kubbe, içinde Arslan Babâ’nın, Ahmed Yesevî’nin ve hanım efendisinin bulunduğu türbe var. Burada başka kimselerin bulunduğu da söylenilmektedir.”

Türkistan’ın her tarafından akın akın gelerek Hâce hazretlerinin türbesi ziyâret edilmekte, Câmi-i hazret isimli bu câmide namaz kılınmaktadır.

Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ) halifelerinden Seyyid Mensûr Atâ ( radıyallahü anh ), Hâce hazretlerinin yer altında bulunan ve “Çilehâne” denilen hücresini görünce ilk defa çok üzüldü. Bu dar yerde, çok sıkıntılı bir hâldedir herhalde diye düşündü. Böyle düşünce içinde iken birdenbire gördü ki, o daracık zannettiği yerin bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine dedi ki; “Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir ni’mettir. Bu saadet sahibleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu mübârek veli kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Ma’nevî bakımdan Öyle lezzetler, tadlar ihsân eder ki, zâhir olarak çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve neş’eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam...”

Hâce Ahmed Yesevî’nin ( radıyallahü anh ) yetiştirdiği talebelerin her biri bir memlekete giderek, İslâmiyeti doğru olarak öğretip yayıyorlardı. Hâce hazretlerinin talebelerinden bu şekilde olanlar ve Moğolların katliâmından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadoluya gelenler çok olmuş, onun yolu Anadolu’da da tanınmış ve yayılmıştır.

Hâce hazretleri, herkese iyilik eder, kendisinden hiç kimseye rahatsızlık gelmezdi. Bütün insanların saadeti, rahatları için gayret ederdi. Dergahı fakir ve yoksullar, yetim ve çaresizler için sığınak yeriydi.

Anadolu’nun, Türklere yurt olması için büyük gayretler gösterdi. Telkinleri ile, adetâ Alparslan’ın Malazgirt zaferini, Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olmasını daha önceden hazırlamış oldu.

Tasavvuf yolunda Ahmed Yesevî hazretlerine bağlananların ba’zı bariz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir müridin, riâyet etmeleri mecbûrî lâzım olan belli başlı edebler şunlardır: 1. Kendisinden dinini öğrendiği üstadının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda hergün çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak, geceleri nafile namaz kılmaktan ve gündüzleri nafile oruç tutmaktan farksız hattâ daha fâidelidir. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet var. İkincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2. Mürîd gayet uyanık, zekî ve dikkatli olmalı ki, hocasının sözlerinden, rumuzlarından ve işâretlerinden hemen anlıyabilsin. 3. Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itaatkâr olmalıdır. 4. Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken gayet atîk, dikkatli, ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5. Sözünde sağlam, güvenilir ve va’dinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrana sebeb olur. 6. Ahde vefa ve hocasına olan tâbiiyyet ve teslimiyyetinde çok sağlam olmalıdır. 7. Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere feda etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüt hâli bulunmamalıdır. 8. Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşa etmekten çok sakınmalıdır. 9. Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasihatlerini dikkatle ta’kib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmalkâr davranmanın zararlarını düşünmelidir. 10. Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesile, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığı yapmağa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalıdır. Onu sevmeyenlere, onun sevmediklerine ve istemedikleri şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.

Ahmed Yesevî hazretlerinin en mühim eseri, “Dîvân-ı hikmet”tir. Bu eserde, o zamanda kullanılan ve herkesin anlıyabileceği sâde bir lisan ile söylenmiş manzûmeler vardır. Bu manzûmelerin konuları umûmiyetle şunlardır: insanları müslüman olmaya teşvik edici, Muhammed aleyhisselâmı öven, O’na tâbi olmakla çok yüksek derecelere kavuşmuş olan velilerin hâllerinin anlatıldığı kısımlardır. Eserde, Muhammed aleyhisselâma ümmet olmanın büyük se’âdet olduğu, insanı se’âdet-i ebediyyeye kavuşturan İslâmiyet yolunda bulunmanın kıymeti, Allahü teâlâyı ve O’nun dostlarını herşeyden çok sevmenin lüzumu, âhırete, Cennet ve Cehenneme inanmanın ve onlara hazırlanmanın ehemmiyeti, dünyânın geçici olduğu, buradaki lezzetlere, zevklere, mal, mevki, görünüş ve gösterişlere aldananların zavallılıkları çok güzel dile getirilmiştir. Herkes tarafından anlaşılması gayet kolay olan bu şiirler çok rağbet görmüş, kısa zamanda çok uzaklara kadar yayılmıştı. Ahmed Yesevî hazretleri, bu şiirleri ile İslâmiyete çok hizmet etmiş, binlerce insanın müslüman olup saadete kavuşmasına vesile olmuştur.

Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki:

“Ey Dostlar! Sakın ola ki, câhil olanlarla dostluk kurmayınız.”

“Akıllı ve uyanık kimse isen, dünyâya hiçbir zaman gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya meyletmeni temin ederse, artık seni idâresi altına almış demektir. Bundan sonra seni felâketlerden felâketlere sürükler de haberin bile olmaz.”

“Himmet kuşağını çok kuvvetli bir şekilde beline sarmayan insan, dünyâya olan meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu yolda hiç ilerleyemez.”

“İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşüncelerinden sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk etmekten uzaktırlar.”

“Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanıp yoğrularak, bu deryanın çok mahir bir dalgıcı olmadıkça, bundan çok daha derin olan vahdaniyet denizine giremez. Zira ki, ona girmek için çok usta bir dalgıç olmak lâzımdır.”

“Gönlünde Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamamen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar.”

“Ahkâm-ı İslâmiyyeyi tam bilmeyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun îmânını şeytan çalar. Emîr ve yasaklara uymakta gevşek olanlar, sonra da evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde ba’zı hâllerin meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu hâllerinin rahmânî olduğunu zannederler. Halbuki bilmezler ki, abdestte, namazda alış-verişte öyle noksanları vardır ki, yediği içtiği haramdır. Kendisinde var zannettiği o hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu idâresine almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise velî olduğunu zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar.”

“Çeşitli günahlar sebebiyle, paslanmış bir hâl alan gönüller için çâre şudur ki, Allahü teâlâya çok tövbe, istiğfar etmeli. Her zaman Allahü teâlâyı düşünmeli, O’nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmalı, hiçbir zaman O’ndan gâfil olmamalıdır.” “Malının çokluğu dillere destan olan Karun bile, malının hayrını, fâidesini göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup gitti.”

“Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir.”

“Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatarken, kalkarken onun yoldaşı şeytandır.”

“Garîblere merhamet etmek, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetidir. Nerede bir garîb görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır.”

“Gönlü kırık, zavallı ve garîb birini görsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı sen ol.”


Kaynaklar;


1) Reşehât sh. 14


2) Cevâhir-ül-ebrâr sh. 74


3) Dîvân-ı Hikmet


4) Künh-ül-ahbâr cild-5, sh. 54


5) Nefehât-ül-üns sh. 487


6) Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 133

KÖYÜNE GİDİP AYRAN İÇSİN

Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce kalmış, evlenmiş ve Hucre-i se’âdetde belli bir hizmet yaparmış.

Ateşli bir hastalığa yakalanmış. Canı ayran istemiş. Eğer köyümde olsaydım, yoğurtdan ayran yapdırıp içerdim, düşüncesini gönlünden geçirmiş. 

O gece, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,  Şeyh-ul-Harem  efendiye rü’yâda görünüp, o kimsenin yapdığı işin başkasına verilmesini emr buyurmuş. Şeyh-ul-Harem, Yâ Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse yapmakdadır deyince,  *‘’O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!’’* buyurmuşdur. 

Ertesi gün, bu emr bildirilince, köylü baş üstüne diyerek memleketine gitmişdir.

Yalnız gönülden geçen bir düşünce, bu kadar zarar verince, Allah korusun, şaka bile olsa, uygunsuz bir sözün yâhud edebe uymıyan bir hareketin ne büyük bir zararı olacağını bundan anlamalıdır.