Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Beş vakit *Namâz*’ını, özenerek, şartlarına uygun olarak *Güzel* kılanlar, aslâ *Zelîl* olmazlar ve *Zillet* içinde ölmezler. Zillet içinde ölenler, *Namaz* kılmadıkları içindir. Namaz kılsa da, *Îmân*’ı bozukdur. 


Allahü teâlâ, *Îmân*’ı ve *Namâz*’ı, azîz kılmışdır. Bu iki *Cevher* kimde varsa, Allah onu *Zâyi* etmez. Namâzını düzgün kılan, *Azîz* olur. Çünkü bu, *İzzet*’dir. Allahü teâlâ cevheri *Çöplüğe* koymaz kardeşim. 


Biz *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden *Ben* kelimesini duymadık, hep *Biz* derlerdi. Ama bir defâsında *Ben* dedi, biz de duyduk, o zaman işin *Dehşet*’ini, ve *Vehâmet*’ini anladık. 


Nitekim, Efendi bir gün; *Bu memleket neydiii, ne oldu, onu ancak (Ben) bilirim!* buyurdu. İbrâhîm aleyhisselâm, nasıl ki *Ateş*’in içinde *Râhat* etdiyse, biz de *İbrâhîm* aleyhisselâm gibi, ateşin içinde çok râhat ediyoruz kardeşim. 


Onun için bu *Büyük*’lerden ayrılan, bu *Ehl-i sünnet*’den ayrılan, *Ateş*’e gider, Allah korusun. Ne kadar *Bahtiyâr*’ız kardeşim, bütün gün ona *Hamd*’ediyoruz. 


Bu *Büyük*’leri görmeseydik, hâlimiz ne olurdu? Allahü teâlâ bizleri *Seçdi*, yoksa biz aramadık. Aramadan önümüze *Çıkdı*. Sahâbe-i kirâmın ömürleri, hep *Savaş*’larda geçdi. Neden? İnsanlar *Îmân* etsin diye. 


Ama îmân etmek *Zor*’dur. O günlerden sonra 1500 *Sene* geçdi. Biz, bu ni’mete *Bedava* kavuşduk. Bu gün, *Ehl-i sünnet* îtikâdında olmak, Peygamber aleyhisselâmın zamânında olmak gibi *Kıymet*’lidir. 


Her müslümân *Vefât* ederken Sevgili Peygamberimizi *Görecek* efendim. Allahü teâlâ gösterecek. Onu görünce, Onun o akıl almaz *Güzelliği* karşı-sında *Rûh*’unu nasıl teslîm etdiğinin farkına varmıyacak. 


Yâni *Öldü* mü, *Ölmedi* mi? Anlamıyacak. *Yûsuf* aleyhisselâmı gören kadınların,*Turunç* yerine parmaklarını doğradıkları gibi. O güzellik karşısında hiç *Acı* hissetmiyecekler.

GÜRBÜZ TANRISEVDİ

Ankara İlahiyat fakültesinde talebe iken 1973 yılı başlarında hiç tanımadığım halde Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerini rüyamda gördüm. Mübarek yüzleri bana dönük olarak mihrapta sarıklı cübbeli şekilde dizüstü oturuyordu. Ben yaklaşınca tepeden tırnağa nur haline dönüştü. Bu rüyamı ilk olarak hocam Orhan Karmış Bey'e anlattım. Çok sevindi, boynuma sarılıp " Ne güzel rüya görmüşsün, Allahü teâlâ mübarek etsin" deyince rüyanın kıymetini anladım. Sonradan Efendi hazretlerinin resmini görünce, yakînim arttı. 1977 yılında Orhan Karmış hocamı evinde ziyaret ettiğimde bana Arapça ve Farsça karışık Mektubat kitabı ile Türkçe tercümesini hediye etti. Kitabın mütercimi olan Hüseyn Hilmi Işık Efendiyi sorduğumda, "ilmine ve büyüklerimize, bilhassa Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine bağlılığına güvendiğimiz bir büyüğümüzdür" dedi.

1979 senesinde Diyanet İşleri Başkanlığınca açılan müftülük imtihanını kazanarak Bilecik Pazaryeri'ne tayinim çıktı. Orhan Karmış hocam, orada çok tanıdıklarının olduğunu söyledi ve beraber gittik. Oradaki tanıdıklarından Merkez camii imamı Zülfü Ak hocanın babası Şerefeddin Ak Hoca efendiyi ziyarete evine gittik. Sohbet esnasında Şerefeddin Hoca, Hilmi Bey'in evinde 1 hafta 10 gün kadar misafir ile kaldığından bahsetti ve bazı hatıralarını anlattı. Subay iken kendilerini götürecek arabanın geliş saatinden 3-5 dakika önce hazır olurlar; şoförü bekletip kul hakkı geçmesin diye önceden inip beklerlermiş. Bir gün beraber durakta beklerken, tekrar koşarak eve dönmüşler. "Efendim evin elektriğini kapamayı unutmuşum. Eve vardığımda hâlâ yanıyordu. Fuzuli yanması israftır. İsraf ise haramdır. Sizi bekletmemek için de koşarak gidip geldim" buyurmuşlar.

Pazaryeri'nde hemen her gün beraber gezen 5 genç vardı. Bunlar, aralarında hangi ilmihal isabetli ise ona uyalım diye konuşmuşlar. Bunlardan birisi annesinden, uzun seneler namaz kılmayanların kaza namazlarını nasıl kılacağını ve nasıl bitireceğini müftüye sormasını istemiş. O da bizim ev sahibi hanım'a söylemiş. Yaşlı bir hanımdı; gelip bana sordu. Ben de kütüphaneye gittim. Elime Hüseyn Hilmi Işık'ın Tam ilmihal kitabı geçti. Kaza namazları bahsini okuduğum zaman, Abdülhakim Arvasi hazretlerinden hürmet ve övgü ile bahsettiklerini görünce, kendilerine sevgi ve hürmetim çok arttı. Akabinde kendileri ile nasıl tanışırım, nasıl konuşurum, nasıl irtibat kurabilirim, diye düşünmeye başladım. Zülfü hocaya Hüseyn Hilmi efendiyi tanıyıp tanımadığını sordum. Tanıdığını söyledi. Beni de tanıştırmasını istedim. Kabul etti.

Ertesi günü Zülfü Hoca ile birlikte İstanbul'a gittik. Cağaloğlu'nda Türkiye gazetesinde Enver abi ile tanıştık. Ziyaret talebimizi ilettik. Telefonla randevu için konuştular. "Efendim hocamızın selamları var; hoş gelmişler. Memleketlerine dönsünler. İnşallah en kısa zamanda görüşeceğiz, buyurdular" dedi. Bunun üzerine ısrar ettik. Bir daha gelme fırsatı bulamayacağımızı arz ettik. Enver abi tekrar telefonla evi aradı. Aynı şeyi söylediler. Yatsıyı kıldık. Şiddetli bir yağmur başladı. Elektrikler kesildi. Boynumuz bükük otobüsle dönüyoruz. Boğaz köprüsü'nden geçerken gökyüzü açılmıştı; ay ve yıldızların denize aksi çok güzel bir manzara teşkil ediyordu. Cam kenarında mahzun denizi seyrederken gözümün önüne Abdülhakim Arvasi hazretlerini getirerek Hilmi bey hocamızdan sitem etmeye başladım. " Efendim sizin talebiniz olduğunu ve sizi çok sevdiğini söylüyorlar. Bir kerecik görüşseydik, konuşsa idik, ne kaybederlerdi?" diyordum.

Aradan yaklaşık 15 gün geçti. Bir Perşembe günü öğle yemeği için eve gelmiş idim. Tam o sırada yola bakan dış çatal kapı çalınmaya başladı. Koşarak kapıyı açtım. Karşımda önceden tanıştığımız Türkiye gazetesi Bursa müdürü Saim Şensöz abi duruyordu. " Haydi ceketini giy, gidiyoruz" dedi. Ara sokaklardan Zülfü hocanın evine giderken, hocamız ve Enver abinin geldiğini, bizi beklediklerini söyledi. Evden içeri girince selam verdim. Hocamız ve Enver abi, Zülfü Hoca ve onları Bursa'dan Pazaryeri'ne getiren havlucu [Nihad] abi ayağa kalktılar. Yaşlı olduğu için Şerefeddin Hoca kalkmadı. Hocamızı normal kıyafette görünce şaşırdım. İlahiyatta okuduğum devrede duyduğum tarikat şeyhlerini sakallı, cübbeli, sarıklı, ellerinde 99'luk tesbihle hayal ederdim. Böyle birisi yerine, emniyet ve itimat telkin eden, hürmet ve tevazu içinde bir zat gördüm. " Hoş geldiniz efendim" sesini işitmemle, muhterem Enver abinin arkadan işareti ile görüştüğüm kişinin Hilmi bey hocamız olduğunu anladım. Ellerini öpmeye uzandım; ellerini çektiler. " El öpmek yok. Musafaha ederek sarılalım" buyurdular. Sonra "Biz sadece sizi ziyaret için geldik. Aslında ziyaret için sizin evinize gelecektik. Fakat gören olur da müftünün evine gelmiş diye dedikodu yapmalarını, fitne çıkarıp sizi üzmelerini istemedik. Onun için sizin buraya gelmenizi arzu ettik. Kusurumuza kalmayın efendim" buyurdular. Ben de "Gönlünüz rahat olsun. Sizleri görmek bizlere yeter efendim" dedim. Ardından hafif bir sesle, " Biz öyle bir gelişle geldik ki sormayın efendim. Emir üzerine geldik. Ama bundan sonra bize dair şikayetlerinizi Efendi hazretlerine değil de, bize bildirirseniz çok memnun oluruz" buyurdular.

Sonra oturduk. Yanlarına beni oturttular. Ben hayretler içindeydim. Çünkü o geceki halimi kimseye anlatmamıştım. Günler sonra bir ziyaret sırasında Saim abi anlattı: "Hocamız Enver abi ile Bursa'ya gelmişti. Öğleden önce havlucu Nihad abinin arabası ile Bursa'yı dolaşıyorduk. Öyle bir yol ağzına gelindi ki hocamız "Bu yol nereye gider?" diye sordular. Ben de Bilecik'in Pazaryeri'ne gider"dedim. "Arabayı o cihete çevirin, Pazaryeri'ne gidiyoruz" buyurdular. "Emredersiniz efendim" dedik. Ama bir şey anlamadık. Sonra "biz oraya bir şikayet üzerine gidiyoruz" buyurdular. O zaman anlamadığımız ve sebebini sormadığımız meseleyi şimdi sizden öğrendik" dedi.

Sohbet edildi. Öğle namazı kılındı. Yemek yendi. İkindi namazı kılındı. Akşama bir saat kalana kadar takriben 6,5 saat sohbet ettiler. Bu esnada sanki konuşulmadık hiçbir mevzu kalmadı. İmandan, itikattan, kıyamet hallerinden, ibadetlerden, alimlerden, evliyadan, din ve devlet hainlerinden, ilm-i siyasetten ihtiyaç duyulan her şey konuşuldu. Ankara ilahiyat fakültesinden Orhan Karmış hocanın talebesi olduğumu duyunca, "Orhan bey, çok zeki, akıllı ve uyanık birisidir. Onun hizmetleri dalga dalga gidecektir. O, hizmetlerde kimi seçeceğini, kiminle konuşacağını çok iyi bilir. Biz kendisini çok seviyoruz; kendisinden ve hizmetlerinden de razıyız. İnşallah, Allah da razı olur" buyurdular. Bunu sonradan Orhan abiye ilettim, çok sevindi.

Soyadımın Tanrısevdi olduğunu duyunca, "Efendim Tanrı kelimesi hiçbir zaman Allah lafzının yerine geçmez. Tarihte insanların yeryüzünde bir sürü tanrılar ve tanrıçalar edindiklerini biliyorsunuz. Mısır tanrıları, Yunan tanrıları gibi. Onun için siz mümkünse, Tanrısevdi soyadınızı Allahsevdi diye çeviriniz" buyurdular.

Kayserili olduğumu söyleyince "Kayseri'de İmamı Rabbani hazretlerinin Şarki Türkistan'dan göç yoluyla gelen muhacir torunları vardır. Halilhan hazretleri ve kardeşleri çok kıymetli insanlardır. Halilhan hazretleri, hem İmâm-ı rabbani hazretleri'ne vücut olarak çok benzer; hem de Allahu Teala indinde duası çok makbul bir zattır. Kayseri'ye gittiğinizde onu hem ziyaret edin, selamlarımı kendilerine bildirin; hem de duasını alın" buyurdular. Ben de yedek subay olarak askerlik yaparken, izne ayrıldığım bir zamanda bir arkadaşımla ziyaretlerine gittim. Yanlış hatırlamıyorsam damatları Abdülaziz abinin evlerinde kalıyorlardı. Dışarıda kendilerine Halilhan amcayı ziyaret etmek ve dualarını almak istediğimizi söyleyince kabul ederek evlerine çıkardı. Halilhan amca hasta olarak yatakta yatıyorlardı. Ellerini öpüp yatağının yanına oturduk. Onlar damadından başının altına ve sırtına yastık koyarak kendilerini doğrultmalarını istediler. Mübarek elleri dua alemine açık, iki gözü iki çeşme ağlaya ağlaya çok uzun dua ettiler. Konuşmalarını damatları bize izah ediyordu. Sonra bize dönerek " İçinizde Hüseyn Hilmi Bey hocaefendiyi tanıyanınız var mı?" diye sordu. "Efendim ben Hüseyn Hilmi Bey Hoca efendi'yi tanıyorum. Size çok çok selamları var. Bizim sizi ziyaret etmemizi ve müstecap dualarınızı almamızı emir buyurdular" dedim. Bunun üzerine Halilhan hazretleri buyurdu ki "Hayır efendim, iş öyle değil. Ben çok yalnızım ve halim çok perişan. Beni yalnız bırakmasınlar, elimi boşlamasınlar, beni dualarından eksik etmesinler, kendilerine selamlarımı söyleyin" buyurdular. Sonra biz de Halilhan hazretlerinin ellerini öperek ve konuştuklarını da bize tercüme ederek söyleyen damatlarından da izin isteyerek yanlarından ayrıldık.

Zülfü hocanın evindeki sohbette buyurdular ki: "ilahiyat fakültelerindeki profesörlerin bazıları büyük imamlarımıza dil uzatırlar. Mesela İmam-ı Gazali hazretleri için "Fazla bir şey bilmiyordu. Zaten kendisi de bir şey bilmediğini ve bildiklerinin bilmediklerinin yanında bir hiç olduğunu söylüyordu" diyerek küçümsemeye ve onun tevazuundan dolayı söylemiş olduğu sözlerini nefisleri ve kibirleri için senet kabul ediyorlar. Yazdıkları eserlerini bütün İslam alimleri sözbirliği ile doğru ve sıhhatli bilmiştir. Yazdıkları eserlerin sahifelerini ömrüne bölmüşler; her gününe 18 sahife düşmüş. Ona bir şey bilmiyordu, yani cahildi demek, kendi cehlini ortaya koymaktır. Bu sözü bilmeden, tanımadan söylüyorsa ahmaktır; eğer bilerek söylüyor ise haindir. İmâm-ı Gazali hazretleri aklı o kadar açtılar ve akıl çemberini o kadar büyüttüler ki tıpkı bir havuza, bir göle bir taş attığımız zaman hemen düşen noktanın çevresinde bir su çemberi ile teşekkül eden su dalgaları gibi. O halkanın içini insanın bildiklerini kabul edin. Dairenin dışını da bilmedikleri kabul edin. İlk dalgada teşekkül eden o küçük dairede, bildiklerinin yanında bilmediklerini küçük görürler. Ama dalgaların sayısı artıp da daire büyüyünce, bilmediklerinin daha fazla olduğunu anlarlar. İşte İmam-ı Gazali hazretleri O daireyi o kadar büyütmüştü ki, bilmediklerinin yanında bildiklerinin bir hiç olduğunu anladı ve böyle söyledi. Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdular ki, İmam-ı Gazali hazretlerinin bütün eserleri çok kıymetlidir. Bütün alimlerin sözbirliği ile hepsi doğru ve yüksektir. Sadece İhya kitabının sahifelerini bir gayrimüslim severek çevirse, Müslüman olmakla şereflenir."  Bunları dinleyince, kendisini alim zanneden bazı profesörlerin cahilliklerini, ahmaklıklarını ve hainliklerini anladım.

Orada buyurdular ki, Adnan Menderes, en büyük ve şiddetli zulümlere uğradı. Asılarak şehid edildi. Tek bir suçu vardı, O da Müslüman olmaktı" buyurdular ve gözyaşlarına hakim olamadılar.

Güneş batmadan önce yenen akşam yemeğinde beni yanlarına; Enver abiyi de karşıya oturttular. Yemek sırasında elma ve armutları soydular, böldüler; bir kısmını bana uzattılar. "Buyurunuz, yiyiniz efendim" buyurdular. Ben o günlerde " Emir, edepten üstündür" ölçüsünü bilmediğim için, "Estağfirullah, özür dilerim, ah keşke ben soysaydım, şimdi siz buyurun efendim" deyince, tekrar "Efendim buyurun. Abdülhakim Arvasi hazretleri sofrada bize böyle yedirirlerdi" buyurunca, ikinci bir hataya düşmeyeyim diye Enver abi yememi işaret ettiler. O zaman uzattıklarını aldım ve yedim.

Mevlana Halid Hazretleri'nin büyüklüğünü anlattılar. İtikadname kitabını tercüme edip İman ve İslam adıyla bastırdıklarını anlattılar. Seâdet-i Ebediyye kitabı ilk basıldığında bir nüshada Mahmud Efendi'ye götürdüklerini, çünki Farsça bilmediğini; fakat "bildiğim şeyler, bir gence verin de istifade etsin" diyerek kabul etmediğini anlattılar. Bir müddet sonra Mahmud efendinin hocası Dursun efendi ile karşılaştıklarında, ona takdim ettiklerini; onun da "Abdülhakim Arvasi hazretlerini biz çok severiz. Hediyenizi kabul ediyorum. Ama kitabınızı okuyamam. Çünkü Latin harfleri ile okumayı bilmiyorum. Ama bereketlenmek için hediyenizi kabul ederim" dediğini ve teşekkür ettiğini anlattılar. 

Pazaryeri'nde imamın ya da müezzinin vakit ezanlarını çıplak sesi ile yüksekten ya da minareden okudukları cami olup olmadığını sordular. " Evet efendim. Hoparlörü bozulduğu için tepedeki camide vakit ezanları minareye çıkarak okunuyor" dedim. "Elhamdülillah bu memlekette sünnete uygun ezanı okunan bir caminiz var. Mümkün ise bu caminin hoparlörünü yaptırmayın" buyurdular.

Orada anlattılar: "Peygamberimiz Aleyhisselam buyurdular ki; "Ey eshabım, sizler ibadetin onda dokuzunu yapıp birini yapmazsanız helak olursunuz. Ahir zamandaki ümmetim onda birini yapıp dokuzunu yapamasalar kurtulurlar" buyurdu. Burada kastedilen cehennem değildir. Cennet'te tenzil-i rütbe demektir. Bu tenzil-i rütbe, Eshab-ı kirama o kadar ağır gelecektir ki, Cehenneme gitmekten daha acı olacaktır. Yoksa Eshab-ı kiramın biiznillah Cennetliktir. Zira Hadis-i şerifte buyuruldu ki; benim eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız uyun doğru yolda olursunuz."

Buyurdular ki, "Tesbihlerde adedi, Peygamberimiz Aleyhisselam tarafından nasıl bildirilmişse o kadar okumalıdır. Noksan veya fazla söylemek, tabir yerinde ise telefon numarasını noksan veya fazla bir rakam ile aramak gibidir. O takdirde görüşmek mümkün olmaz. Veya bir para kasasının anahtarındaki diş sayısı bir fazla yahut bir eksik olması halinde kasa açılamadığı gibi. Bunun gibi tesbihler de hedefine ulaşamaz."

Orada anlattılar: "Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdular ki, "Osmanlı'yı sevmek imanın şartından değildir, ama Osmanlı'yı sevmeyenin imanından şüphe edilir". Tek parti zamanında Osmanlı arşivleri Bulgaristan ve Romanya'ya kamyonlarla kullanılmış kağıt olarak gönderilmişti. O kamyonlardan dökülen birkaç tanesini de hatıra olarak saklamak için ben almıştım."

Yine anlattılar: "Diyanet İşleri, Seâdet-i Ebediyye kitabımızda güya kendi akıllarınca noksanlar veya hatalar olduğunu rapor ettiler. Oradaki raportörleri tanıyan kardeşlerimiz, heyette sarhoşların olduğunu da söylediler. Biz de halka diyaneti kötülememek için, bu raporu belli kişilerin kasıtlı olarak verdiğini ifade etmek üzere, buna cevap olarak yazdığımız kitapçığın adını Yüz karası koydum. Onlar "Anlaşılan Hilmi bey bunu bizim için yazmış' diyorlarmış."

Sohbet bitip ayrılma zamanı gelince "Efendim biz bu güzel sohbetten sonra müsadelerinizi isteyelim" buyurdular. "Hay hay efendim" dedim ve sarılarak musafaha ettik. Alt kata inip çıkış kapısına yaklaşınca, "Siz dışarı çıkmayın efendim, gören olur. Biz gittikten sonra fitne fesatla sizleri üzerler" buyurunca, "Efendim hiç mühim değil. Hiçbir kimse benim umurumda değil" dedim. "Efendim siz yine de içeride kalın" buyurunca, yanımdaki Zülfü Hoca sessizce kulağıma eğilerek "Hocam yeter artık, emirlerine uy" dedi. Kapıdan dışarı çıkmadım. Eşikten içeride arabalarına bininceye kadar arkalarından bakmaya başladım. Sanki yüreğimden bir şeyler koptu. "Ya Rabbi, bu dayanacak bir ayrılık değil. Ah keşke bir kere daha sarılabilseydik" diye geçirdim. Kapıdan en az 10 metre mesafedeki arabanın arka koltuğuna oturmak için sol ayaklarını içeri atmışlardı ki, vazgeçip süratlice kapıya doğru geldiler. " Efendim kalplerimizi kalplerimizin üzerine koyup sarılarak bir daha musafaha edelim" buyurdular. O zaman dünyalar benim oldu. Ne kadar uzak olsak da onların murakabesi altında olduğumuzu anladım.

Memleketim olan Çukur'da [Özvatan] sevdiğim bir arkadaşın babasını görmüştüm. Sohbet esnasında, "Almanya'da bir cami imamı bana, Seâdet-i Ebediyye'nin ilk baskısını getirdi. Bu kitap Hüseyn Hilmi Işık'ın kitabı değilmiş. O kitabı başkası yazmış. Kendisinin matbaası olduğu için, o adamın ismini sildirerek kendi ismiyle basmış, diye anlattı" dedi. Ben bu mevzuyu her ne kadar tam olarak bilmesem de, "kendileri subay olduğu için müstear isim kullanmıştır; sen o ismi görerek eseri başkasının zannetme" dedim. Bunu ve başka mevzuları görüşmek üzere Enver abiyi ziyarete İstanbul'a gelmiştim. Enver abinin Bursa'ya gittiğini duyunca vapurla Bursa'ya geçtim. Burada önceden tanıştığım Pazaryerili arkadaşlarla karşılaştım. Birlikte yolda yürürken karşımızda yaşlı ve yorgun vaziyetteki zatın Seyyid Zeynelabidin Işık olduğunu söylediler. Karşı karşıya gelip de selamlaşınca ellerinden öptüm. "Akşam falan yerde Enver abinin sohbeti olacak; siz de gelin" buyurdu. Oraya gittik. Çok kalabalıktı. Enver abi sonradan gelenlere yer gösteriyor; onlar biz burada rahatız, diyerek yerlerinden kıpırdamıyordu. Bir ara Enver abi, "Bir dakika abiler" diyerek sohbeti kesti ve "Zeynelabidin abi!" deyince, "Buyur Enver abi!" dediler. "Zeynelabidin abi dizime otur desem oturur musun?" diye sordu. "Hemen otururum efendim" buyurdu. "Omuzuma otur desem oturur musun?" diye sordu. "Hemen otururum" dedi. "Niçin oturursunuz?" deyince, "Emir edepten üstündür efendim" buyurdu. "Duydunuz mu arkadaşlar" diyerek sohbete başladılar. Sohbet bittikten sonra çoğu arkadaşlar vedalaştı. Enver abi ayakta etrafında da on, on beş arkadaş kalmıştı. Seyyid Zeynelabidin abi ve diğer yaşlı arkadaşlar mutfak balkonu tarafına çıkmıştı. Zeynelabidin abi dışarıdan "Evladım bana bakar mısın?" deyince, üç dört arkadaş "Ben mi efendim?" diye sordu. Hepsine hayır dedikten sonra sıra bana gelince, "Evet, Sen buraya gel evladım" buyurdu.  Yanlarına vardım, ellerini öptüm. "Ben kimim, beni tanıyor musunuz?" diye sordu. Ben de önceden duyduğum için "Esseyyid Zeynelabidin Işık abisiniz" dedim; sonra da abi dediğime utanarak "amcasınız" dedim. "Evet evladım, ben oyum. Size bir hatıramı anlatayım. Hocamız Seâdet-i Ebediyye kitabını yazıp da bastırma zamanı gelince bizim evimize geldiler. Efendim biz Seâdet-i Ebediyye kitabını sizin isminizle bastırmak istiyoruz" dediler. Ben de dedim ki "Efendim nasıl olur, içinde benim bir cümlem, bir kelimem, bir harfim dahi yok. Ben nasıl olur da sahiplenebilirim, insanların yüzüne nasıl bakarım, soranlara ne derim" deyince, " Üzülmeyin; sizin isminizle bastıralım" buyurdular. Emir edepten üstündür mucibince peki dedim. Bu şekilde bize şeref verdiler" buyurdu ve Enver abinin kendisine takılmasının hikmetini izah etti. Böylece 15 gün önceki o konuşmanın cevabını birinci ağızdan almış oldum.

1982 veya 1983 senesiydi, Ankara'da Seyyid Garbi Bey amcayı Keçiören'deki evinde ziyarete gitmiştim. Bana silsile-i aliyye tablosu hediye etti. "Seyyid Fehim hazretlerinin halifesi kim? " diye sordum. "Elbette Abdülhakim Arvasi hazretleri" dedi. "Burada niye yazılmadı?" deyince "Fitne çıkmasın diye yazılmadı" dedi. "Peki onun vekili kimdi?" diye sorunca, "Hüseyn Hilmi Bey hocamız" dedi. Sonra da ilave etti: "İslamiyet'e ve Ehl-i sünnete hizmette yeryüzünde İhlâs'tan bir ikincisini bulamazsınız."

1984 veya 1985 senesiydi. Bir akşam hocamızın evine gittik. Üst katta oturduk. Orada 5 arkadaş vardı. Kendileri çay getirdiler. Limonlu çay içtiler. "Ben çayları limonlu içerim; sıhhate daha faydalı" buyurdular. Karşımdakilerden biri de bir tarihçi abi idi. Hocamız uzun uzun tarihi malumat anlattılar. Sultan Vahideddin'den ve İstanbul'un işgalinden bahsettiler. "Bunları unutmayın, ileride size lazım olur" buyurdular. Konuşurken gözlerini açmazlardı. Ben öteden beri yüzlerine doya doya bakmak isterdim. "Buyurun" deyince ben karşılarına oturdum. "Sizin buraya yanıma oturmanızı istiyordum ama siz oraya oturdunuz" buyurdular. "Geleyim efendim" dedim. "Olsun orası da güzel oturun" buyurdular. "Dünya sultanları, Cumhurreisleri gönül sultanlarının ayaklarına gelir. Kenan Evren de yarın Enver bey'i ziyaret edecekmiş" buyurdular. "Çoğunuz gidecek, yolcusunuz, işleriniz var. Fazla uykusuz kalmayın" buyurdular. Hatta o tarihçi abi "Güzel şeyler öğreniyoruz; uykusuzluk bizim için mühim değil" deyince biraz daha konuştular.

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild, sf: 539-545)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Din* ilmi ve *Ehl-i sünnet* bilgileri, *Mürşid-i kâmil*’den öğrenilir kardeşim, *Kitap*’dan öğrenilmez. Niye kitapdan öğrenilmez? 


Çünkü kitaplarda, *Hak* ve *Bâtıl* karışıkdır, çeşitli *Rivâyet*’ler vardır. Hangisi doğru? Herkes bunu anlıyamaz. Bunu ancak *Mürşid-i kâmil*’ler anlar. Yâni *Din*, mürşid-i kâmilden öğrenilir.


Kendisi yoksa, *Kitap*’larından öğrenilir. *Rastgele* kimselerden din öğrenilmez. Çünkü hadîs-i şerîf var. Meâlen; *İslâmiyeti, büyük âlimlerin ağızlarından alınız!* buyuruluyor. 


Yâni onların *Sohbet*’lerinden veyâ *Kitap*’larından öğreniniz. 


*Küfr* çok çabuk yayılır kardeşim. Hele bu zamanda küfr, *Sel* gibi akıyor. *Câhil* müslümân ise, o sele kapılmış bir saman *Çöpü* gibi. Nasıl kurtulacak? Bir yere sığınması lâzım. 


Bir *Kaya* kovuğuna, bir *Ağaç* oyuğuna girerse, yâhut da bir *Kütüğe* yapışırsa, kurtulabilir. İşte bu kaya kovuğu, bu ağaç oyuğu, bu kütük, bizim *Arkadaş*’lardır. Yâhut da bizim *Kitap*’lardır. 


Yâni o saman *Çöpü*, bizim *arkadaşlar*’dan birine rastlarsa veyâ bizim *Kitap*’lardan birini okursa, kurtulur efendim. Yoksa mümkün değil, *Sel* alır götürür. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir *Cep* saati vardı. Namaz vakti yaklaşınca o *Saat*’i çıkarırdı. Bir de *Ziyâ* beyin verdiği namaz vakitlerini bildiren küçücük bir *Bloknot* vardı. 


Her bir *Yaprak*, bir günün namaz *Vakit*’lerini bildiriyor, *İslâm* harfleriyle yazılmış. *Efendi* hazretlerinin bir elinde o *Bloknot*, diğer elinde cep *Saati*. 


Arada bir bakıyorlar, namâza *Beş* dakîka var, biraz sonra *İki* dakîka kaldı, sonra *Bir* dakîka kaldı, en sonunda, *Tamaam, vakit oldu*, der ve namâza kalkardı Mübârek.

Bu zehirli kitâbları okumamalız

*Seyyid Kutub*, son zamânlarında yazdığı *(Fî-zılâl-il Kur’ân)* kitâbında, *Abduh masonunu* övüyor. 


*Üstâdım dediği o sapık kimsenin* yolunda olduğunu, *tefsîrine* onun yazılarını, *fikrlerini* koyduğunu bildiriyor. 


Önceleri bir *felsefeci*, bir *sosyalist* iken, son zamânlarında *islâm dînini değişdirmeye* kendi *hulyâ ve sapık görüşlerini* din bilgisi olarak yazmağa başlıyan *bu adamın,* *mezhebsiz bir dinde reformcu* olduğu, son yazdığı kitâplarında, açıkca görülmektedir. 


*Muhammed Alî Sâbûnî* ismindeki bir kimse de, 1971'de Mekke-i mükerremede hâzırladığı *(Revâi’ul-beyân)* kitâbını, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazıları ile doldurmuş ve aralarına *Muhammed Sıddîk Hasen hân Bühüpâlî, Mahmûd Âlûsî, Seyyid Kutb ve İbni Kesîrin vehhâbîliği değerli kalan* fikrlerini de karıştırmıştır. 


Bu *zehirli kitâbları okumamalız, çocuklarımıza da okutmamalıyız*. 


Bunları *piyasaya sürenlerin yaldızlı reklâmlarına aldanmamalıyız*.

Tam İlmihal Saadet-i Ebediyye

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri*’ne ilk gitdiğim sıralarda, henüz odada *Kimse* yokken, beni alırdı yanına. Kendisi *Sandalye*’ye oturur, beni de yanındaki *Sandalye*’ye oturturdu. 


Sonra elini bana uzatıp, *Tut elimi*, derdi. Tutardım. Sonra *Sık* derdi. Elini sıkardım, sıkardım, *Daha sık, daha sık* derdi. Artık yorulurdum efendim. 


Bakardım ki gözlerini kapamış, *Uyudu* zanneder, elimi *Gevşetir*’dim, çünkü yorulurdum. Tam elimi gevşetirken gözlerini açar ve *Sık* derdi. 


Bu şekilde, bir *Sene* müddetle hep elini *Sıkdırdı* bana. Kim bilir? Onların bütün hücreleri *Zikr* edermiş efendim. Evliyânın bütün *Zerre*’leri *Zikr* edermiş. Mektûbât’da var bu. 


*Bütün zerreleri zikr eder*, diye yazılı. Biz bunu sonradan öğrendik ve *Seâdet-i Ebediyye*’ye de yazdık bunu. Mübârek, elini bana sıkdırıyor ki, o *Zikr* benim *Hücre*’lerime ve *Kalb*’ime de sirâyet etsin. 


*Cihâd* demek, tek başımıza *Harb*’etmek demek değildir. Harb etmeyi *Devlet* yapar, *Hükümet* yapar. Bugün cihâd yapılamıyor. Hükümet, devlet bize emir verirse, onun emrine uyarak *Cihâd* yapılır. 


Yoksa kendi kendimize *Cihâd* yapamayız. Kendi kendimize cihâd, *Emr-i mâruf*’dur, yâni Allahın dînini Onun kullarına bildirmek, yaymak, *Cihad*’dır. İşte biz bunu yapıyoruz. 


O hâlde Allahın dînini *Yayacağız*. Allahın dînini yayanlar, silâh ile, beden ile cihâd edenlerden daha *Kıymetli’* dir kardeşim. 


Bir hadîs-i şerîfde de buyuruluyor ki: *Fitne fesâd zamânında, benim sünnetime sarılan kimseye, yüz şehîd sevâbı verilir*. 


Resûlullah Efendimizin sünneti demek, *Ehl-i sünnet vel cemâat* mezhebi demekdir. Ehl-i sünnet vel cemâat, bizim yolumuzdur işte, elhamdülillah. 


Buna sarılana, yüz *Şehîd* sevâbı var. Ya neşredene? Yâni herkese *Yayana?* Artık hesâbı belli değil. O kadar çok *Sevap* var.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir vakitler *Şeker*, vesîka ile satılırdı. Hattâ herşey, *Ekmek* bile öyle satılırdı, *Vesîka* ile. 


İkinci Cihân harbi sırasında, bir aileye, *Vesîka* ile ayda yarım kilo *Toz şeker* verilirdi. Yalnız subaylara, *Bir kilo* verirlerdi. Ben Ankara’da o bir kilo *Toz şekeri* alırdım. 

 

İstanbul Kasımpaşa’da bir *Bakkal* vardı o zamanlar. Onunla anlaşdık. *Toz şekeri* ona verirdim, üstüne de ne kadar isterse *Para* verirdim. O da bana bir kilo *Kesme şeker* verirdi. 


*Toz* şekeri, *Kesme* şeker’e çevirirdik. Bir kilo kesme şeker aldım mı, dünyâlar bana verilmiş gibi *Sevinir*’dim. Gider, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin elini öper, *Kesme şekeri* takdîm ederdim. Efendi, buna *Sevinir*’di. 


Çünkü *Çay*’ı, kesme *Şeker*’le içerdi Mübârek. Misâfirlerine de *İkrâm* ederdi. Şimdi birileri; Efendiye çay içirmek için şeker götürmüşsün, bunları niye anlatıyorsun? Ne lüzûmu var? derse, onlara derim ki: 


*İnde zikris sâlihîn, tenzîl-ür rahme*. Yâni sâlihlerden, Evliyâlardan bahs edilen yere *Rahmet* yağar. Efendi hazretlerinden onun için *Bahs*’ediyorum ki, buraya, bu odaya *Rahmet* yağsın. 


Efendim, biz şimdi dînimize *Hizmet* ediyoruz, elhamdülillâh. Ama hizmet ediyoruz diye *Mağrûr* olmıyalım, *Gurûr*’lanmıyalım. Allah bize *Yardım* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Nerede o *Para*, nerede o *İş*. Elhamdülillâh, *Kâfirler* de bizim emrimizde çalışıyor efendim. Nasıl mı? *Gemi*’leri, *Tayyâre*’leri, *Vapur*’ları, *Tren*’leri, hep bizim kitapları taşıyor. 


Elhamdülillâh, ne büyük *Ni’met* bu. Bütün dünyâ bizim *Emr*’imizde şimdi. Bütün dünyâ bizim *Kitap*'ları yaymakda çalışıyorlar. Kim yapıyor bunları? *Allah* yapıyor bunu kardeşim. 


Allahü teâlâ, bizi *Şirin* gösteriyor onlara, *Tatlı* gösteriyor. O, *Dost*’larını şirin gösterir, tatlı gösterir *Düşman*’lara. Allah hepimizi, onların *Şer*’lerinden muhâfaza eylesin. 


Duâ ediyoruz ya namazlardan sonra. Allaha *Sığınıyor*’uz. Allahü teâlâ hepimize *İyilik*’ler versin. Allahü teâlâ hepimizi, yevm-i Cumânın *Şefâat*’ine nâil eylesi, *Bereket*’ine kavuşdursun.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri


Sadreddîn-i Konevî hazretleri rahmetullahi aleyh Konya'ya geldiğinde, Çeşme Kapısı içindeki bir mescidde imâmlık yapmaya başladı. O günlerde kendisini kimse tanımaz ve îtibâr etmezdi. O da tanınmayı istemezdi. Bir gün Selçuklu Sultanı Alâeddîn'e, şahdan kıymetli bir mücevher hediye geldi. Sultan, kuyumcubaşısını çağırıp mücevheri süslemesini emretti. Kuyumcubaşı, cevheri alıp giderken düşürdü. Sultan Alâeddîn cevherin düştüğünü görünce, veziri Sâhib-i Atâ'yı gönderip onu aldırdı ve bir yerde muhâfaza etmesini söyledi.


Kuyumcubaşı dükkanına gelince, yolda cevherin düştüğünü anladığında korkudan rengi sarardı ve feryâd edip; "Mahvoldum." dedi. Aklı başına geldiğinde, büyük bir üzüntü içinde bu hâlini yakınındaki câmide bulunan Sadreddîn-i Konevî hazretlerine arz etmek istedi. Sadreddîn hazretleri onun hâlini öğrenince; "Ey kuyumcubaşı! Eğer sır aramızda kalır da kimseye söylemezsen, cevheri bulmamız kolay olur." buyurdu. Kuyumcu buna sevinip söz verdi. O zaman Sadreddîn-i Konevî hazretleri bir mikdâr toprak getirtip cevherin büyüklüğünü sordu. Kuyumcubaşı da; "Yumurta kadar." deyince, Sadreddîn hazretleri mübârek ağzının suyundan bir mikdâr katıp çamuru güneşte kuruttu. Çok geçmeden o toprak parçası misli bulunmayan bir cevher hâline dönüverdi. Sadreddîn hazretleri cevheri kuyumcuya verdi. Kuyumcu çok sevinip hemen onu Sultan Alâeddîn'e götürdü. Sultan cevheri görünce, hayretler içinde kaldı. Vezîri Sâhib-i Atâ'ya emredip önceki cevheri getirtti. Vezir cevheri getirip Sultanın huzûruna koydu. Kuyumcudan bu işin sırrını açıklamasını istediler. Kuyumcu çâresiz kalıp başından geçenleri tek tek Sultana anlatıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kerâmetini haber verdi. Sultan derhal hazırlanıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret için onun mescidine koştu.

Sultanın, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret ettiği mevsim, narların olgunlaştığı sonbahar mevsimi idi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona bir tas içinde nar hediye etti ve bunları götürmesini söyledi. Sultan bu narları alıp sarayına döndü. Kaptaki narlara baktığında her birinin mücevher hâline döndüğünü gördü. Bunun bir kerâmet olduğunu anladı ve Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi daha da fazlalaştı. Sonradan bu mücevherlerle Konya iç kalesini yaptırdığı rivâyet edilmektedir.


Allahü teâlâ şefaatlerine kavuşmamızı nasip eylesin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiçbir *Hizmet* yokdur ki, karşılığında *Acı* ve *Izdırap* olmasın. Bir hizmetde acı ve ızdırap ne kadar *Çok*’sa, o hizmet o kadar uzun *Ömür*’lü olur. 


Meselâ Peygamber aleyhisselâm, gelmiş ve gelecek bütün insanların çekdiği *Acı* ve *Izdırap*’dan en büyüğünü çekdi. Nitekim kendisi;


*Benim çekdiğimi, peygamberler dâhil, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlar dâhil, hiç biri çekmedi*, buyurmuşdur. 


Eğer bir yerde Allahü teâlânın dînine *Hizmet* varsa, her mü’minin bu hizmete *İştirak* etmesi *Farz*’dır kardeşim. 


*Farz*, yâni *Allahın Emr*’i. Ve bu farz, *Üç* şekilde îfâ edilir. Birincisi, *Fiilen* iştirak eder. İkincisi, *Mâlen* iştirak eder. 


Yâni kendisi yapamasa da, mâlen *Destek* verir. Üçüncüsü de *Duâ* eder. *Yâ Rabbî ben yapamıyorum, sen bunlara yardım et!* der. Yine *Cihâd* sevâbı alır. 


Bu zamanda *Namaz* kılmak, alâmet-i *İslâm* olmuşdur. Yâni namaz, *Mü’min* ile *Kâfir*’i ayıran bir *Fark* hâline gelmişdir, *Alâmet* olmuşdur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri de, zaman zaman; *Bir vakit namâzım kazâya kalacağına, bin kere ölmeyi tercîh ederim*, buyururdu Mübârek. Namaz o kadar mühim kardeşim. 


Elhamdülillah, *Kitap*’larımız dağılıyor kardeşim. Bu, çok büyük bir *Hizmet*. Siz yapıyorsunuz bu hizmeti. Bu hizmeti yapanlar, Peygamberlik *Vazîfe*’sine tâlip olmuşlardır. Hattâ Onun *Vâris*’i olmuşlardır. 


Çok kıymetli hizmet çünkü, çok mübârek hizmet. Bir ni’met ne kadar *Kıymet*’li ise, onun düşmanı da o kadar *Kavî* olur. Kimdir o düşman? İnsanın *Kendi*’si, yâni *Nefs*’i.

Hasan-el Benna

Hasan Benna, *Seyyid Kutb'un* da üye olduğu, Mısır’daki *İhvan-ül-müslimin yani Müslüman kardeşler* örgütünün *kurucusudur*. 


*Mevdudi*, 1927’de yazdığı *İslam’da Cihad* kitabında, ihtilal yani *devlete isyan fikirlerini* yayıyordu. 


*Arapçaya tercüme edilince, Hasan el-Benna’nın düşüncelerine tesir ederek* Mısır’da *devlete karşı gelmesine* ve *öldürülmesine* sebep oldu. 


*Mevdudi’nin ilmi yetersizliği, [siyaset ilminin noksan olması, fitne çıkmasına sebep olmuş ve] böyle sayısız müslümanları, maddi ve manevi ölüme sürüklemiştir.* (F. Bilgiler)


Din ve toplum üzerinde araştırmalar yapan Fransız Prof. Jacques Rollet diyor ki:

*İslamiyet’te şiddet yoktur. Teröristler, İbni Teymiyye’nin fikirlerini referans alıp, yörüngelerini buna göre çizen Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi gibilerin fikirlerini pratiğe dökmüşler ve bugünkü radikal gruplar oluşmuştur.* (28.9.2001 tarihli gazeteler)

Hâlid Bin Sa'id Bin Âs

Hâlid Bin Sa'id Bin Âs

İlk Müslüman olan sâhabilerden.


Resûlullah efendimiz, İslâmiyeti gizli olarak açıklamaya yeni başlamıştı. Daha birkaç kişi Müslüman olmuştu. Bu sırada Hâlid bin Sa'îd bir rü'yâ gördü. Rü'yâsında, Cehennemin kenarında dururken, babası gelip, kendisini oraya itip düşürmek istedi. Tam o sırada, Peygamberimiz belinden yakalayıp, Cehennemin içine düşmekten koruduğunu gördü.


Feryât ederek uyandı. Kendi kendine dedi ki:

- Vallahi bu rü'yâ gerçektir.


Hakkında hayırlı olsun

Dışarı çıkınca Hazret-i Ebû Bekir ile karşılaştı. O'na rü'yâsını anlattı. Hazret-i Ebû Bekir ona dedi ki:

- Hakkında hayırlı olsun! Bu kimse, Allahü teâlânın peygamberidir. Hemen git, O'na tâbi ol! Sen, O'na tâbi olacak, İslâm dînine girecek ve O'nunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rü'yâda gördüğün üzere Cehenneme girmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır!


Hâlid bin Sa'îd, rü'yâsının etkisinden kurtulamamıştı. Vakit kaybetmeden hemen, Ecyâd denilen yerde bulunan Peygamber efendimizin yanına gitti. Onun huzuruna varıp dedi ki:

- Yâ Muhammed! Sen, insanları neye da'vet ediyorsun?


Peygamberimiz cevâben şöyle buyurdu:

- Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allaha ve benim de O'nun kulu ve peygamberi olduğuma inanmaya ve işitmeyen, görmeyen, hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da, tapınmayanları da bilinmeyen birtakım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye da'vet ediyorum.


Bunun üzerine, Hâlid bin Sa'îd hemen, "Ben de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka tapılacak ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü teâlânın peygamberisin!" diyerek Müslüman oldu.


Onun Müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirdi. Hanımı Ümeyye'ye de gelip İslâmiyeti anlattı. O da hemen severek Müslüman oldu.


Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, kardeşlerinin de Müslüman olmaları için da'vette bulundu. Kardeşi Amr bin Sa'îd de, Müslüman olmuştu.


Rızkımı ihsân eder

Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid bin Sa'îd'in Müslüman olduğunu öğrenip, Mekke'nin tenhâ bir yerinde namaz kıldığını haber alınca, çocuklarından Müslüman olmayanları gönderip onu huzuruna getirtti. Ona yeni girdiği dinden ayrılmasını söyledi. Azarlayıp dövmeye başladı. Sonra dedi ki:

- Sen Muhammed'e mi tâbi oldun? Halbuki sen, Onun kavmine aykırı hareket ettiğini ve getirdiği şeyle onların putlarını ve geçmiş atalarını ayıpladığını görüyorsun!


Hâlid bin Sa'îd de dedi ki:

- Allaha yemîn ederim ki, Muhammed aleyhisselâm doğru söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölürüm de onun dîninden dönmem!


Bunun üzerine babası Ebû Uhayha'nın kızgınlığı daha çok arttı. Sopa, başında kırılıncaya kadar vurdu ve sonra bağırdı:

- Ey zelîl yaramaz oğlum! İstediğin yere git! Yemîn olsun ki, sana ekmek vermeyeceğim!


Hazret-i Hâlid cevap verdi:

- Sen benim nafakamı kesersen, Allahü teâlâ da, elbette bana geçineceğim rızkımı ihsân eder.


Bunun üzerine, babası, Hazret-i Hâlid'i evinden çıkarttı ve diğer çocuklarına da dedi ki:

- Eğer sizden biriniz, onunla konuşacak olursa, ona yapmadığım şeyi yaparım.


Sonra, Hazret-i Hâlid'i tutup evinin mahzenine hapsettirdi. Üç gün onu Mekke'nin sıcağında aç ve susuz bıraktırdı. Hazret-i Hâlid bin Sa'îd bir kolayını bulup, babasının elinden kurtuldu. Mekke'nin kenarında bir yerde gizlendi. Peygamberimizin yanından ayrılmadı.


Ey Allahım, onu kaldırma!

Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara zulüm ve işkenceleri her gün artıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bu eziyetleri, dayanılmaz hâle gelince, Resûlullah efendimiz, Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Orada rahat edebileceklerdi.


Hâlid bin Sa'îd hanımı ile birlikte hicrete çıkacakları sırada, babası çok hastalandı. Yatağa düştü. Bu hâlinde bile, "Bu hastalığımdan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke'de bir tek kimse putlardan başkasına ibâdet edemiyecektir" diyordu.


Hazret-i Hâlid, babasının, hak dîne olan bu düşmanlığının sona ermesi için, "Ey Allahım! Onu yataktan kaldırma!" diye duâ etti. Nitekim bu hastalıktan ayağa kalkamadan öldü.


Habeşistan'a hicret için, ilk olarak Mekke'den çıkan Hâlid bin Sa'îd ve hanımı oldu. Kendisi ile beraber Kureyşli Müslümanlardan bir grup da Habeşistan'a hareket etti. On seneden fazla orada kaldı. Oğlu Sa'îd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğup büyüdü.


Hâlid bin Sa'îd, kardeşi Amr bin Sa'îd ve Hazret-i Ca'fer bin Ebî Tâlib ile beraber, Habeşistan'dan Resûlullahın yanına Medîne'ye geldi. Hicretin altıncı yılına rastlayan bu dönüşte, Hayber'in fethi gerçekleşmişti. Ganimetlerinden bir hisse de Hazret-i Hâlid'e ayrıldı.


Bundan sonra Hâlid bin Sa'îd önce Umretül-kazâya, sonra sırası ile Mekke'nin fethine, Huneyn harbine, Tâif ve Tebük seferlerine ve bunların yanında, ba'zı küçük seriyyelere iştirak etti. Fakat Bedir ve Uhud harblerine katılmadığı için çok üzgündü. Bu üzüntüsünü, bir ara Resûlullah efendimize açıkladığında, Peygamberimiz ona:

- Üzülecek bir durum yok! Başkaları bir hicret etti. Fakat siz, iki hicrete katılmış oldunuz, buyurarak, gönlünü aldı.


Vahiy kâtipliği yaptı

Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, ilk Müslümanlardan olmak şerefinin yanında, Resûlullahın kâtiplik hizmetini de yapmıştır. Kızı Ümmü Hâlid de, Hazret-i Hadice, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali ve Hazret-i Zeyd bin Hârise ve Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan sonra altıncı Müslüman olduğunu bildirmektedir.


Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Resûl-i ekrem efendimiz yazışma ve mektuplaşma işlerini ona verdi. Eshâb-ı kirâmın içinde okuma-yazma bilenlerden biriydi. Mekke'de iken de bu işleri, o yürütürdü. O, yazılacak çeşitli mektupları yazar, gönderir ve yabancılarla yapılan görüşmeleri kaydeder ve buna benzer her türlü işleri yerine getirirdi. Resûlullahın özel kalem müdürü vazifesini îfa ediyordu.


Hicretin dokuzuncu senesinde Tâif'te oturan Benî Sakif'ten gelen heyetle, Resûlullah efendimiz arasındaki yazışma işlerini ve sulh antlaşmasını Hâlid bin Sa'îd kaleme almıştı.


Hazret-i Hâlid’in Müslümanlığı kabûlünden ve Habeşistan’dan Medîne’ye gelerek orada ikâmetinden sonra, onu zekât memûru, sonra da vâli olarak tâyin etti.


Vâlilik yaptı

Hazret-i Hâlid Yemen’deki görevine, Resûlullahın vefâtına kadar devam etti. Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliğinin ilk yıllarında, İslâmiyetten ayrılan ve “Namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz” diyenlerle yapılan muhârebelere katılarak mürtedlerin, bozguncuların bastırılmasında vazîfe aldı.


Bu temizlik harekâtı tamamlandıktan sonra, İslâm ordusu şam taraflarına sevkedildi. Bizans ile Yermük’te çetin savaşlar yapıldı. 46.000 kişilik İslâm ordusunun karşısında 240.000 kişilik Rum ordusu vardı. 100.000 düşman askeri öldürüldü. 3.000 Müslüman şehit oldu.


Bu arada halîfe, Hazret-i Hâlid bin Sa’îd’e, ordunun bir kısmının kumandanlığını verdi. Askerlerin harbe hazırlanması ve ihtiyaçlarının giderilmesi ona âitti. Hazret-i Hâlid, yardımcı kuvvetlerin kumandanı olarak Filistin’de Remle şehrine yakın Ecnadeyn taraflarına gönderildi.


Yolda, askerleri arasında ba’zı ihtilaflar başgösterdi. Tam bu sırada, Bizans kumandanı Mahân da, ordusu ile Hazret-i Hâlid’e karşı taarruza geçti. Hâlid bu taarruzu geri püskürttü ve yardım istedi. İslâm ordusunun tamamı seferberlik hâlinde olduğundan, Hazret-i İkrime ve Hâlid bin Velîd derhal Hazret-i Hâlid’e yardıma geldiler.


Bizans ordusu üzerine tekrar hücum edildi ve Şam’a kadar sürüldü.Şam ile Vakusa arasında ordusunu düzenleyen Bizans kumandanı Mahân, Hazret-i Hâlid bin Sa’îd kumandasındaki İslâm ordusu üzerine tekrar saldırdı. Yapılan savaşta, Hazret-i Hâlid’in oğlu Sa’îd bin Hâlid şehit oldu.


Tam bu sırada İkrime bin Ebû Cehil’in kuvvetleri yardıma geldi. Bizans komutanı Mahân kaçtı. Hâlid bin Sa’îd, ordusunu Zü’l-Merre’ye getirerek orada konakladılar. Ayrıca durumu, Medîne’de bulunan halîfeye bildirdi.


İslâm ordusu ile Bizans Rum ordusu arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu muhârebelerde Müslüman kadınlar da harp etti. Başkumandan Hazret-i Hâlid bin Velîd ile bir kolun komutanı Hazret-i İkrime’nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Hazret-i Hâlid bin Sa’îd de, büyük bir cesâret örneği göstererek kahramanca dövüştü. Ordunun diğer askerleri, onun bu hâlini görünce, kendilerine bir canlılık ve cesâret geldi.


Hanımı da cihâd etti

Şam şehrinin alınmasında ve Fihl muhârebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hazret-i Hâlid bin Sa’îd, 635 yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen yere geldi. Ertesi gün, düşman üzerine saldırıya geçildi. Hâlid bin Sa’îd hemen ön saflara geçerek dövüşmeye başladı. Düşman askerinden biri, kendisi ile yeke yek dövüşecek bir er istedi.


Hâlid hemen oraya çıkıp vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehit oldu. Kocasının şehit edildiğini gören bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm, hiç feryât ve figân etmiyerek, eline aldığı bir kılıçla düşman üzerine yürüdü. Kahramanca vuruşmaya başladı. Onun bu hâlini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırıya geçtiler. Bizanslıları kılıçtan geçirmeye başladılar. Bu arada Ümmü Hakîm de bir kâfir askerini öldürmüştü.

İnsanlar neden huzursuz?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün insanların çoğu *Huzûr*’suz, neden acabâ? *Günâhkâr* olduğu için, *Günâh* işlemekden kalpler kararmış, sıkıntı basıyor. Hâlbuki *İlâç* belli. Nedir o?


O da, *Tövbe* etmek ve günahdan *Uzak* durmak. İlâcı bu, ama biraz *Acı*, insanlar da acı *İlâç* istemiyor, nefse karşı gelemiyor, *Sıkıntı*’dan da kurtulamıyorlar. 


Bizim arkadaşlar gitmişler, *Beşiktaş*’ta bir *Kur’ân* kursuna, *Kitap* hediye etmeye. Kaç talebesi varmış biliyor musunuz? *Bin*. Bin talebesi varmış kursun. 


*Bin tâne kitap hediye etdik, hocalarına da ayırdık!* demişler. Onlara da ayrıca hediye etmişler. Bunu işitince sevincimden kendimden geçdim kardeşim. Ne büyük *Ni’met* yâ Rabbî! 

● ● ● 

Allahü teâlâ *Rahîm*’dir, kullarına dâima *Merhamet*’lidir. Ama O’nun *Şedîd-ül ikâb* ismi de var. Yâni çok da şiddetli *Azâb*’ı vardır. Ama o şiddetli azap, *Küfr*’e karşılıkdır. 


Onun *Rahmeti* öyle değil ki. Rahmet sebebsiz yağıyor. Onun için, azâba mâruz kalmamak için *Îmân* ve *İtâat* edeceğiz kardeşim. İtâat etdin mi, korkma. 


*Ne gelirse yahşîdir!* diyor Ahmed Yesevî hazretleri. Her ne gelirse yahşîdir. Yâni her ne ki O’ndan geliyorsa, o *İyi*’dir ve *Kıymetli*’dir. 


*Mâ esâbeke min hasenetin fe minallah*. Yâni size her ne *İyilik* gelirse, her ne *Seâdet* gelirse, hep *Allah*’dandır. 


*Ve mâ esâbeke min seyyietin!* Size her ne kötülük gelirse, *Fe min nefsik!* Bu da nefsinizdendir, kendinizdendir. 


Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: Size gelen her *İyilik*, Allahü teâlâdandır, hem de *Sebebsiz*’dir, yâni karşılık olarak değildir. Ama size gelen her *Seyyie* yâni kötülük, kendinizdendir. 


Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ; *Ve küllün min indillah!* buyuruyor. Yâni size her ne iyilik gelirse, her ne seâdet gelirse, hepsi *Allah*’dandır. 


*Hayrihî ve şerrihî!* Yâni *Hayr* da Allahdandır, *Şer* de Allahdandır. Hani şer, yâni kötülük *Nefs*’dendi? 


Evet, sebep olarak, yâni sebep olmak îtibâriyle *Nefs*’dendir. Ama yaratmak îtibâriyle *Allah*’dandır. Kötülükler de *Allah*’dandır. O *İrâde* eder, O *Yaratır*.