MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ (rahmetullahi aleyh)

On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Irak ve Şam'da yetişmiş büyük velîlerden. İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve Silsile-i aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed'dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn'dir. Bağdâdî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası hazret-i Osman'ın, annesi ise hazret-i Ali'nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur. 1778 (H.1192) senesinde Bağdât'ın kuzeyindeki Şehrezûr kasabasında doğdu. 1826 (H.1242) senesinde Şam'da vefât etti. Kabri Şam'ın kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süleymâniye'de devrin meşhûr âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile kardeşi Abdülkerîm Berzencî'den, Abdullah-ı Harpânî'den ve daha pekçok âlimden ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen), hey'et (astronomi), geometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdî'nin Kâmûs'unu ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.

Hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî 1788 (H.1203) senesinde tâundan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkülü çözer her derde devâ olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmi bir yaşındayken, ulemâya ve talebeye üstâd olup, yedi sene ders okuttu. Sözü tesirli, avâm ve havâss arasında sözü delîl olan şerefli bir zâttı.

1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzûundan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî'den hadîs rivâyeti; Mustafa Kürdî'den Kâdirî yolu icâzeti aldı.

Bir müddet Şam'da kaldıktan sonra Hicaz'a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman Peygamber efendimize aşk derecesindeki sevgisini anlatan Kasîde-i Muhammediyye'yi Farsça olarak yazdı.

Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: "Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme." Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. "Utanmadan Kâbe'ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!" diye düşünürken, o kimse; "Mü’mine hürmet, Kâbe'ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne'deki zâtın nasîhatını unuttun mu?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; "Beni talebeliğe kabûl et" diye yalvardı. O da; "Sen burada olgunlaşamazsın" dedikten sonra eli ile Hindistan'ı göstererek; "Senin işin orada tamam olur" dedi ve gitti.

Bu gördüğü zâtın hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu da rivayet edilmektedir.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye'ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan'ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan'ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî'nin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; "Mevlânâ Hâlid'e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurdu" dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli'ye kızmaya başladı.

Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan'ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; "Âb-ı hayât zulümâtta bulunur" şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran'a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî'yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur'ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, ma’nâlarının tahrif edildiğini görmüştü. Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen;"Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi" âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî'ye; "Peygamberler günah işler mi?" dedi. Kâşî; "Bütün peygamberler ma’sûmdur, günah işlemezler" dedi. Mevlânâ Hâlid; "Peki, Kur'ân-ı kerîmin; "Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi" meâlindeki âyet-i kerîmede; "Af" söylendiğine göre, günah işlemiş ma’nâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir" deyince, Kâşî; "Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr'i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir" dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr'i affettim buyuruyor da, siz niçin affetmiyorsunuz?" dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.

Mevlânâ Hâlid, Tahran'dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur'a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî'nin kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kasîde söyledi.

Sonra Tûs (Meşhed) şehrine gitti. Orada, on iki imâmın dokuzuncusu Mûsâ Kâzım'ın oğlu İmâm Ali Rızâ'nın türbesini ziyâretinde de, çok güzel bir kasîde okuyarak onu medheyledi.

Mevlânâ Hâlid, Ahmed Nâmıkî Câmî'nin kabrini ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasîdeyle medheyledi. Buradan Afganistan'a geçti. Hirat'a uğradı. Hirat'ın bütün âlimleri, fazîlet sâhipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât sonradan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebesi oldu. Her şehirden ayrılırken; âlimler, vâli ve kumandanlar ve halk ona âşık olup, saatlerce yola uğurladılar. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla hepsini hayran bıraktı. Peşâver'de çok hürmet ve tâzimle karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler. Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî'yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhâr-ı Cân-ı Cânân'ın en üstün talebelerindendi.

Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah'ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; "Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûr ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzûr ve hizmetinde bulunmayı, sana va’d olunan ni’metlere kavuşmaya sebep bilmelisin" dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan'ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd'a geldim.

Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli'ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli'ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan'ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç i’tirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; "Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan, yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm" diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş'a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ'nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saâdetine erişti. Huzûr ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilayet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbindeki bütün esrâr ve ma’nevî üstünlüklere kavuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât'a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur" buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve i’tibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler" diye arz etti. "Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!" buyurdu. "Din için dünyâlık isterim!" dedi. "Git, her istediğini verdim!" deyip; "Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakka gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakkın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!" buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid'i uğurladı. Sonra; "Hâlid bürd", yâni "Hâlid herşeyi aldı götürdü" buyurdu.

Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid'i (rahmetullahi aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; "Aleyke ve aleyhisselâm" buyurdu. Sonra; "Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri Bağdât'tır" deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Haktan ve O'nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.

Mevlânâ Hâlid Şîrâz'a, oradan İsfehan'a sonra Hemedan'a gitti. Hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu şehirlerdeki va’z ve nasîhatlerini duyan i’tikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid'in heybeti sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec'e, oradan da 1811 (H. 1226) senesinde vatanları olan Süleymâniye'ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâniye'de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bağdat'a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Tekrar Süleymâniye'ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye'den tekrar ayrılıp Bağdât'a gitti. İkinci defâ Bağdât'a teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdât'ta en önce kendisine talebe olan, Bağdât müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Saîd Paşanın yardımıyla, İhsâiyye, Isfahâniyye Medresesini tâmir ettirip, Mevlânâ Hâlid'e arz etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladığı günlerde, Bağdât Vâlisi Sa’îd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Mevlânâ Hâlid'in celâl hâli gidince, Sa’îd Paşanın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; "Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünki, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir" deyip, nasîhat buyurunca, Sa’îd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât'ta kalıp İslâmiyeti anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâniye'ye döndü. Orada kendisi için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara va’z ve nasîhat edip talebe yetiştirdi.

Süleymâniye'deyken, Berzencîler'den silâhlı iki yüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cumâ günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında beklemeye başladılar. Cumâ namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar, bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere heybetli bir nazarla bakınca kalblerinde müthiş bir korku hâsıl oldu. Öldürmek için gelenlerden bâzısı nâra atarak kaçıştı, bâzıları da yüzüstü düşerek perişân oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânekâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu; "Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık" dediler.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât'ta ilimle ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olduğu sırada, onu hased eden inkârcılardan birisi Bağdât Vâlisi Sa’îd Paşaya bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid hazretlerini şikâyet etti. Mektup yalan ve iftirâlarla doluydu. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretleri küfürle ithâm ediliyordu. Mektûbu okuyan vâli, sinirlenerek mektubu yere çarptı ve; "Sübhânallah! Eğer hazret-i Şeyh Hâlid de müslüman değilse, müslüman kimdir? Bu mektubu yazan ya delidir veya Allahü teâlâ onun basîret gözünü kör etmiştir. Bunun sebebi de o kimsedeki aşırı haseddir. Allah'a sığınırız, Allah'a sığınırız" dedi.

Bağdât'taki âlimlere bu mektuba bir reddiye yazılmasını emretti. Halle Müftüsü Muhammed Efendi bu mektuba bir reddiye yazarak bozuk fikirlerini çürüttü. Bu mektubu Bağdât âlimleri de tasdik ettiler. Daha sonra hatâ ettiğini anlayan iftirâcı iddiâlarından vazgeçip Mevlânâ Hâlid hazretlerinden özür diledi ve affedildi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri karşılaştığı güçlükleri hocası Abdullah-ı Dehlevî'ye bir mektupla arz edince, hocası ona yazdığı mektupta şunları buyuruyordu:

"Mektubuma Rahman ve Rahîm olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlânın ni’metlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.

Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler. "Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir" sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine i’tirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mü’min ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir." İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd'in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd'in ni’metlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.

O memleketin âlimleri, şerîfleri ve âmirleri mübârek varlığınızı ni’met bilip sizden istifâde edeler. Size ta’zîm ve hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere ma’ni olalar. Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Din nasîhattir" buyurdu.

Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend'in, Müceddîd-i elf-i sânî'nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib'in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyâç yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve Habîbine uymaya muvaffak eylesin! Âmîn."

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine düşman olan ve karşı çıkanlardan pekçoğu onun güzel ahlâkı ve kerâmetleri karşısında insafa gelip büyüklüğünü kabûl ettilerse de, bâzıları aynı hased ve muhâlefetlerine devâm ettiler.

Âlim ve fazîlet sâhibi olan Şeyh Ali Süveydî, büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihân etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi. Müsâfeha esnâsında bir hadîs-i şerîf okudu. Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i Sitte'de yazılı hadîslerden üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak okuyunca, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tevbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; "Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız" derdi.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, bir gün yolda yürürken bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ'nın arkasından yürüdü. Hânekâha girdi. Müslüman oldu. Saâdete kavuşanlara katıldı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Allahü telânın emir ve yasaklarını anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra Süleymaniye'den âile fertlerini ve talebelerinden bir kısmını da berâberine alarak yerleşmek üzere Şam'a gitti. Şam ahâlisi, âlimleri ve idârecileri ona saygı ve iltifât gösterdiler. Şam Vâlisi Abdurrahmân Paşanın oğlu Mahmûd Paşa, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü anladı. Uzaktan yakından pekçok kimsenin onun sohbetiyle ve ilim meclisleriyle şereflenmek üzere geldiklerini görerek ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Kendisinin ve talebelerinin geçimlerini sağlayabilecek maddî yardımlarda bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri sohbetleriyle insanların dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse onun sohbetlerinde bulundu. Şeyh İsmâil Şirvânî, Şeyh Ahmed Eğribozî ve başka zâtlar bunlardandır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada Abdülvehhâb es-Sûsî'yi İslâmiyeti anlatmak ve Nakşibendiyye yolunun esaslarını tanıtmak üzere vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî İstanbul'a gidince, kendisini şeyhülislâma kabûl ettirdi. Âlimlerden bir grub büyük vezirler ona bağlandılar. Abdülvehhâb es-Sûsî devlet adamları ve ulemâ ile düşüp kalkması sebebiyle ucb ile kendini beğendi ve kibire kapıldı. Zenginliğe ve dünyâ malına meyletmesi sebebiyle İslâmiyete uygun olmayan hareketler yapmaya başladı. Bu durumu keşif yoluyla anlayan ve habercileri vâsıtasıyla bilgi alan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri mektup yazarak Abdülvehhâb es-Sûsî'yi Şam'a çağırıp tevbe etmesini istedi ve yerine başkasını vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî zâhiren Mevlânâ Hâlid hazretlerine itâat ediyor göründüyse de, gizlice hîleli yollara başvurdu. Fakat Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid hazretlerine onun başvurduğu hîleli yolları bildirdi. Mevlânâ Hâlid efendimiz üç kere mektup yazarak işin hakîkatini İstanbul'daki talebelerine ve sevenlerine bildirdi ve onun tasavvuf yolundan tard edildiğini, sözlerinin dinlenmemesi gerektiğini haber verdi. Bu mektuplardan birinde buyurdu ki: "...Size ma’lûm olsun ki, Abdülvehhâb tarîkat ve şerîat esaslarından pekçok şeyi bozdu. Bu yolda bulunma şerefini de dünyâ leşini almaya vesîle etti, i’tibâr vesîlesi kıldı. İstanbul'da maddî çıkarlara yol açtı. Allah orayı belâdan korusun. Gerek İstanbul'da, gerekse Irak'ta insanların inkârına sebeb oldu. Onun davranışları insanlar arasında vehimlere ve vesveselere yol açtı.

Sizin ona çok ta’zîm edip saygı göstermeniz onun için gurur sebebi oldu. Kendi üzerindeki terbiye haklarını inkâr yoluna gitti. Ondan son derece ters davranışlar ortaya çıktı. İşte anlatılan sebeplerden dolayı ilâhî irâde onun tarîkat yolundan kovulması yolunda tecellî etti. Bâzı sırlarından dolayı, onlar basîret sâhibi olanlara gizli bir şey değildir.

Bu mektup size ulaştıktan sonra onunla muhatap olmayın. Bunun tersine davranırsanız bu silsile büyüklerinin sizinle olan bağları kopar. Kezâ bu fakîrle de bir bağlantınız kalmaz. Sevgi hakkını gözeterek bu mektubu yazdım. Size bir zarar gelmemesi için oradaki ihlâs sâhibi kardeşlerimiz ve sevenlerimiz de bu mektubun muhâtabıdırlar."

Tasavvuf yolundan tard olunan Abdülvehhâb es-Sûsî yaptıklarına pişman olup bir gün Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebelerinden olan Şeyh Yahyâ hazretlerine gelerek elini öptü ve affedilmesi için vâsıta olmasını istedi. Şeyh Yahyâ, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin huzûruna geldi ve Abdülvehhâb'ın affını diledi. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bu iş benim elimde olsa affederdim. Fakat Nakşibendiyye silsilesinin sâdâtı (efendileri) onu tarîkat kapısından kovmuşlardır. Şâyet Abdülvehhâb sakalını traş eder, yüzünü siyaha boyayıp bir merkebe ters bir şekilde biner, sokaklarda gezer, kendini teşhir ederse, o zaman belki şeyhlerin rûhâniyeti onu affeder." Bunun üzerine Şeyh Yahyâ; "Üstâdım! Abdülvehhâb nefsine böyle bir iş yükleyemez. İzin veriniz de onun yerine bu işi ben yapayım, Abdülvehhâb affolunsun. Ben kendimi müslümanların hayrı için fedâ ederim" dedi. Onun bu sözlerini dinleyen Mevlânâ Hâlid hazretleri ağlayarak Şeyh Yahyâ ile kucaklaştı. Şeyh Yahyâ dönüp Abdülvehhâb'ın yanına gitti ve dedi ki: "Sen kendinden başka kimseyi kınama, ancak ve sâdece kendini kınayabilirsin." Zâten kötü niyetliliği kendine huy edinmiş olan Abdülvehhâb es-Sûsî, Medîne-i münevvereye giderek Mevlânâ Hâlid hazretlerinin aleyhinde küfre vardıracak iftirâlar ve sözler sarf etti.

Şam fetvâ emîni İbn-i Âbidin hazretleri Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sevdiklerindendi. Mevlânâ Hâlid efendimize iftirâ eden azgınlara ve onlara inananlara bir reddiye risâlesi yazı. Bu risâleye de Sell-ül-Hüsâmü'l-Hindî li-Nusreti Mevlânâ Şeyh Hâlid Nakşibendî ismini verdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd'a; "Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın." diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; "Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; "Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın" buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler."

Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam'a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine ma’nevî olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyâfetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri onları yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar.

Bu hâlin Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul'a dönmek istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Olmaz. En uygunu İstanbul'a dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız. Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur" buyurdu.

Vazîfeli iki kişi Sultan İkinci Mahmûd Han’a dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam'a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hizmetinde bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.

Sonra Sultan Mahmûd Hanın saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve i’tibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. "On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır" dedi. Sultan Mahmûd Han; "Din adamlarından devlete zarar gelmez" diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; "Hâlet Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir" buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Han Mora İsyânına sebeb olduğu için onu Konya'ya sürdü. Orada îdâm olundu.

(Şeyh Şamil hazretleri gibi yüzlerce evliyanın hocasıdır.)


Mevlânâ Hâlid hazretleri; uzuna yakın boylu, iri yapılı, buğday tenli, burnunun ortası yüksekçe, gözleri iri ve siyah, sakalı sünnete uygun olup, siyahı beyazından fazlaydı. Güleryüzlü, kolları uzunca, geniş göğüslü, vakarlı ve çok heybetliydi.

Birçok peygamberin, âlim ve evliyânın kabrinin bulunduğu Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristana defnedilen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kabri üzerine daha sonra türbe yaptırıldı. Bu türbesi sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dört oğlu vardı. Bunlardan Şihâbüddîn Efendi, babasının sağlığında iken Bağdât dönüşü sırasında Urfa'da vefât etti. Muhammed Behâüddîn ve Abdurrahmân Efendi ismindeki iki oğlu da babalarının vefât ettiği sene tâûn hastalığından Şam'da vefât ettiler. Dördüncü oğlu Necmeddîn Efendi, babasının vefâtından sonra dünyâya geldi. Uzun müddet yaşadı. Onun da iki oğlu olup, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin nesli bunlardan devâm etti.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri pekçok talebe yetiştirip, İslâm memleketlerine gönderdi. Onun sohbetlerinde ve ilim meclislerinde yetişen âlim ve velîlerden bâzıları şunlardır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin medrese arkadaşı Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı, Şeyh Ahmed Eğribozî, Feyzullah Erzurûmî, Kuzey Afrika'dan gelip feyzlerine kavuşan Şeyh Muhammed Mağribî, Şeyh Seyyid Esad Sadrüddîn, Müftî Hayderî Bağdâdî, Şeyh Abdurrahmân Rûzbehânî, Abdullah Ceselî, Şeyh Muhammed Kudsî Bozkırî, Osman-ı Kürdî Tavîlî, Ubeydullah Hayderî, İbrâhim Fasih Hayderî, Muhammed-i Cedîd, Seyyid Abdülgafûr Efendi, Mûsâ Cûbûrî, İsmâil Enârenî, Abdullah-ı Herâtî, Abdülfettâh-ı Akrî, Abdullah Erzincânî Mekkî, İsmâil Şirvânî, İsmâil Berzencî, Molla Ebû Bekr-i Bağdâdî, Abdülgafûr Kürdî, Muhammed Meczûb İmâdî, Şeyh Hasan Hâfız Kozânî, Şeyh Hâlid-i Cezîrî, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, Ahmed Hatîb Erbilî, İsmâil-i Basrî, Şeyh Yûsuf-i İslâmbolî, Muhammed Hânî Şeyh Fırakî, Tâhir-i Akrî, Şeyh Tekrîtî, Mûsâ Bendenîhî, Âşık-ı Mısrî, Hasan-ı Kudsî, Hüseyin Vâiz Malâtî, Ahmed Hicâr Halebî, Sâlih Kazzâz-ı Dımeşkî, Ahmed Bikâî, Ahmed bin Süleymân Trablûsî Ervâdî, Şeyh Ahmed Tevzeklî, ilim ve fazîlet sâhibi Mücâhid Şeyh Şâmil-i Dağıstânî, Abdurrahîm Bustânî Hamevî, Ahmed Kürdî Zemlikânî, Ahmed Kürdî, Şeyh Ali Palurî, Şeyh İsrâil Ezrâî, Seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin icâzet ve hilâfet verdiği bu zâtlar Mekke, Medîne, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdât, Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye, Cezîre, Şemzîn (Şemdinli), Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbakır, Anadolu'nun birçok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Mağrib, Girit ve diğer İslâm memleketlerine gidip İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattılar. İnsanlar bu zâtların vesîle olmasıyla dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, çeşitli ilimlerde eserler yazdı. Bilhassa İrâde-i Cüz'iyye Risâlesi'nin bir benzeri o zamâna kadar yazılmamıştı. Râbıta Risâlesi'nin birçok şerh, tetimme ve tâlikleri vardır. Hele Fârisî dil ile yazdığı, ince rûhunun terennümlerini bildiren Dîvân'ı, bir şâheserdir. Okuyanlar, zekâsının kuvvetini, görüşünün keskinliğini, aklının üstünlüğünü, kalbinin temizliğini, sanatkârâne üslûbunu, evliyâlıktaki derecesini ve muhabbetinin çokluğunu görür. Eserlerinden biri de İ’tikâdnâme olup bu kitap, Cibrîl hadîs-i şerîfine göre, İslâmın beş şartını ve îmânın altı şartını bildirmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu eserini Farsça olarak yazıp, İ’tikâdnâme adını verdi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kardeşi, büyük velî Mevlânâ Mahmûd Sâhib'in talebelerinden Kemahlı Hâcı Feyzullah Efendi de, bu kitabı Türkçe'ye tercüme ederek, Ferâid-ül-Fevâid ismini verdi. Her müslümanın okuması ve çoluk-çocuğuna okutması gerekli olan bu eser, İhlâs Vakfı yayınları arasında, Herkese Lazım Olan Îmân ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bunun Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de yapılarak bastırılmış, İhlâs Vakfı tarafından bütün dünyâya dağıtılmıştır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin bir de Câliyet-ül-Ekdâr adında, salevât-ı şerîfe kitabı vardır. Okunması, keder ve üzüntüleri giderir. Bundan başka; Cem'ul-Fevâid min Câmi'il-Usûl ve Mecmeu'z-Zevâid, Hayâlî Hâşiyesi, Şerh-ur-Remlî Hâşiyesi, Risâletün fil-İbâde, Arabî ve Fârisî Mektûbât, Risâletün fi Isbât-ır-Râbıta, Risâletün fî Âdâb-il-Mürîd Maaşşeyhihî, Risâletün fit-Tarîk, Makâmât-ı Harîrî Hâşiyesi (tam değil), Zemahşerî'nin Etbâk-üz-Zeheb'i üzerine Fârisî bir şerh, Siyâlkûtî Hâşiyesi, Şerh-i Akâid-i Adudiyye, El-Ikd-ül-Cevherî fil-Farkı Beyne Kesbey il-Mâtürîdî vel-Eş'arî vb.dir.


KERÂMET VE MENKIBELERİ:


Süleymâniye'nin meşhûr âlimlerinden bâzısı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile mağlub etmek istediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çâresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslâm denen Şeyh Yahyâ Mazûrî İmâdî'ye mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanların hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mazûrî İmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanları uzun hayâtınızla bereketlendirsin. Şehrimizde, Hâlid isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve insanları irşâd dâvâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır." dediler.

Bu mektup, Şeyh Yahyâ'nın eline geçince, bâzı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine dâvet ettiyse de, kabûl etmedi ve; "Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır" deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hânekâhına gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh'e hitâben; "Din ilimlerinde çok müşkil meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur" buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarını söyledi.

Şeyh Yahyâ bu mübârek zâtın evliyânın büyüklerinden olduğunu anladı. Tevbe edip talebelerinden oldu. İftirâcılar bunu duyunca perişân oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ'yı çok severdi.


EMÂNETİMİZİ VERİN

Hacı Halîl Efendi, Sultan Mahmûd Han’ın saray hizmetçisiydi. Halîl Efendi hacca gitmeye niyet etti. İstanbul'dan Üsküdar'a geçtiğinde, Üsküdar mezârlıklarının içinden bir zât, elinde bir mektup olduğu hâlde hızlı adımlarla ona doğru koşarak geldi ve:

"Aman Hacı Halîl Efendi şu mektubumu al! Lütfen Şam'a vardığınızda, velîlerin önderi, âriflerin büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine ver. Buyurduklarını ve mektubu verdiğiniz târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alırız" dedi ve yine kabristanlığa doğru yürüyüp uzaklaştı.

Halîl Efendi Şam'a gidip, vâlinin konağına misâfir oldu. O akşam Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine feneri hazırlamasını emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi. Konağı teşriflerinde vâli hürmetle karşılayıp; "Efendim, teşrifinizden çok memnun olduk. Bunun bu gecede olmasının bir hikmeti olsa gerek" dedi. Halîl Efendi de orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra ayağa kalktılar ve; "Gidelim" buyurdular. Vâli ve Hacı Halîl Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defâ kalktıklarında, Hacı Halîl Efendiye dönerek; "Hacı Halîl Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır" buyurdu. Halîl Efendi de; "Efendim böyle bir emânet yoktur" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri tekrar; "Elbet olacak. Cebinize ve eşyânıza baksanız" buyurdu. Halîl Efendinin hatırına mektup gelmeyince; "Halîl Efendi! Üsküdar kabristanlığından geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir mektup vermişti" buyurdu. Hacı Halîl Efendi hatırladı ve derhal mektubu çıkarıp verdi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdu ki: "Hacı Halîl Efendi bizimdir (bizim misâfirimizdir)." Vâli de; "Biz köleniz de Efendimindir" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O başka" buyurdular ve birkaç defâ; "Hâcı Halîl Efendi bizimdir" buyurunca, Hacı Halîl Efendi: "İnşâallahü teâlâ hacdan sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz sürerim (ziyâret edip misâfir olurum)" dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Hacdan sonra gelirseniz bizi bulamazsınız" buyurdu. Hacı Halîl Efendi de; "İnşâallah buluruz" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Nasîb!" buyurdu. Daha sonra mektubu açıp okudu ve; "Bize hüsn-i zan etmişler. Zannettikleri gibi olsun" buyurdu.

Halîl Efendi hacdan sonra bizi bulamazsınız buyurmasının hikmetini anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu. Mekke-i mükerremeye geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını gördü. Onlara; "Ortada cenâze yok. Kimin namazını kılıyorsunuz?" diye sordu. Onlar da: "Şam-ı şerîfte Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât etti. Onun namazını kılıyoruz" cevâbını verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl Efendi kendine geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kerâmetini anladı. Haccı edâdan sonra, Şam'a oradan da İstanbul'a gitti. Üsküdar'a geldiğinde kabristanlığın kenarında mektubu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendiye; "Efendim! Siz mektubu verdiniz, bizim de işimiz oldu" deyip, kabristanlığa doğru uzaklaştı.

EN SEVGİLİ OLANINIZ

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, bir sohbeti sırasında talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki:

"Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı; câhiliye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid'atlerden sakınmanızı; gösterişe kapılmamanızı; halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebeb olur. Yapmak mecburiyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Devlet reislerine dil uzatmayınız, onların iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onların iyiliği, sizin iyiliğinize vesîle olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır."


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'ın meşhûr semtlerinden Kunvat'ta büyükçe ve geniş bir konak satın aldı. Âilesi ile birlikte oraya yerleşti. Oranın bir kısmını vakıf olarak bağışladı. Konağın yanına bir mescid yaptırdı. Bu mescidde beş vakit namaz cemâatle kılınmaya başladı. İleri gelenlerden ve halktan pekçoğu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin cemâat ve sohbetlerine koştu. Vezirler ve devlet adamları onun huzûrunda el pençe divan durdular. Kâfile kâfile gelenler Nakşibendiyye yoluna girip talebesi oldular. Kendisine devletin ileri gelenlerinden mektuplar yazıldı, vâliler ziyâretine koştular. Âlimler ve şâirler üstünlüğünü anlatan eserler ve şiirler yazdılar. Kısaca İslâm dünyâsının her tarafında onun üstünlüğünü ve fazîletini bilmeyen ve kabûl etmeyen kalmadı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da kaldığı müddet içinde pekçok yıkık mescidi tâmir ettirdi. İdas Câmii de bunlar arasındadır. Yerleştiği konağın yakın bir yerine bir köy kurdu. Orada halîfeleri ve talebelerinden bir cemâatin kalmasını emretti. O köy halkının dînî terbiyesini ise, halîfelerinden Şeyh İsmâil Enârenî ile Şeyh Ahmed Hatib'e bıraktı. Şuvayka Câmii olarak bilinen Murâdiye Câmii’nde Muhammed Hânî'yi, Sâlihiyye'deki Câmi-i Sâhibe'de Abdülkâdir Dimlanî'yi insanlara İslâmiyeti anlatmakla ve Hatm-i hâcegân yaptırmakla vazîfelendirdi. Kendisi de medresesinde sabahları Şâfiî fıkhı okuttu.

Şam'dayken Kudüs'e giderek Mescid-i Aksâ'yı ve büyüklerin kabirlerini ziyaret etti. Kudüs halkından saygı iltifat gördü. Kudüs'ten Urfa'ya gelerek mübârek makamları ziyâret etti ve insanlara va’z nasihat ederek kurtuluşlarına vesîle oldu. Tekrar Şam'a döndü. 1826 senesi hacca gidişinde berâberinde halîfelerinden ve talebelerinden pekçok kimse de bulundu. Yol boyunca gittiği beldelerin insanlarına da İslâmiyeti anlatan Mevlânâ Hâlid hazretleri hac vazîfesini yerine getirdi. Medîne-i münevvereye giderek sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede pekçok âlim ve evliyâ zâtlarla karşılaşıp sohbet etti. Aynı sene içinde Şam'a döndü ve vazîfesine devâm etti.

Mevlânâ Hâlid hazretleri hayâtının son senesinde Ramazân-ı şerîf ayının son gününde halîfeleri ve sevenlerine Kudüs'e gitmek istediğini bildirdi. Talebeleri bu habere çok sevindiler. Fakat Şevvâl ayı içerisinde tâûn salgını, vebâ hastalığı ortaya çıktı. Talebeleri; "Kudüs'e gitmenin tam zamânıdır" dediler. Onlara buyurdu ki: "Şimdi üzerinde durduğumuz mesele, tâûna karşı sabırlı olmaktır. Bunun sevâbı, istediğiniz şeyden daha çoktur." Tâûnla şehîd olup gitmenin fazîletinden ve iyiliğinden bahsetti. Tâûndan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okuyarak, bu yüksek dereceye kavuşmak istediğini bildirdi.

O sırada birisi gelip; "Efendim duâ edin de bana tâûn bulaşmasın" diye yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; "Rabbime kavuşmayı istememekten hayâ ederim" buyurdu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Muhammed Behâüddîn isimli beş yaşındaki oğlu bu sene tâûn hastalığına tutulup vefât etti. Onun vefâtını haber alınca, buyurdu ki: "Ey Rabbim! Bu musîbete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir" buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin fazîletlerini içine alan sohbet ve va’za başladı. Âhirete göç eden bu temiz yavrunun Kâsiyûn Dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri imâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.

Behâüddîn'in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı sene içinde tâûndan vefât etti. Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuktu. O da defin hazırlıkları bitince Kâsiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn'in mezârının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları sâhiplerine vermek için ayırmaya başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Enârenî'yi çağırttı. Ona; "Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn'in yanına gitmeyi isterim" buyurdu. Şeyh İsmâil; "Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz" deyince, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Güneşin harâreti bize zarar vermez" buyurdu. Sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; "Ey İsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî'yi tâyin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonra Abdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz borcumun iskâtı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından bâzı ihlâs sâhipleri, bu makâmda, sevdiklerimiz için dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızdaki fakir ve yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musîbet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz" buyurdu.

Şeyh İsmâil de; "Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey İsmâil! Biz Şam'a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz bundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil oluruz. Başka bir şey istemiyoruz. Bâzı inkârcıların size yapacağı ezâ ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir" buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.

Bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzî'ye buyurdular ki: "Bütün kitaplarımı vakfettim." O esnâda içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; "Efendim Seyyid Hüseyin Efendi ve berâberinde bâzı âlim zâtlar, size tâziyeye geldiler" dedi. Daha sonra onları karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu Abdurrahmân için tâziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh İsmâil Efendi de izin alıp ayrılmak istedi. Mevlânâ hazretleri: "Bugün burada kalınız" buyurdu. Sonra da; "İnsanların; "Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor" demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cumâ gecesi gideceğimizi zannediyorum" buyurdu. Daha sonra kendisine yemek getirildiğinde; "Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?" buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ yemeklerinden yemedi. Sonra; "Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem" diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti. Sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sâhiplerine göndermeye başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasîhat ve vasiyet ederek vedâlaştıktan sonra; "Biz bu Cumâ gidiyoruz" buyurdu. Sonra mescide vardı. İkindi namazını kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî'yi yanına çağırıp iltifât etti. Kütüphânesinin önünde oturdu. Önceki vasiyetini ve nasîhatı tekrar etti. Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasîm Şeyh İsmâil Enârenî'dir. Benden sonra irşâd vazifesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç kimse hatırından çıkarmasın." buyurup, İsmâil Gazzî'ye: "Bana kalemi ver, vakıf şartlarını yazayım" buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; "Bu kitapları Allah için vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır" diyerek şartlarını yazdı. Sonunda da; "Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplarımın küçük bir tânesini de olsa değiştiren, noksanlaştıran kimseler üzerine; Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti yağsın" buyurdular. O esnâda talebelerinden olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn içeri girdi ve bâzı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her soruya cevap verdikten sonra da, hangi kitaplarda olduğunu söyledi ve bu arada; "Şu kitabı getirin" buyurdu. O kitaptaki delîllerini de gösterdi. O zaman İbn-i Âbidîn hazretleri; "Efendim! Dün gece rüyâmda hazret-i Osman'ın vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım" diyerek rüyâsını anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; "Ey İbn-i Abidîn! Yakında ben vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazımızı kıldırırsın, çünkü ben, hazret-i Osman'ın evlâdındanım" buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü ve rüyâsını anlattığına çok pişmân oldu.

Daha sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, sevdiklerine şöyle vasiyette bulundu: "Muhammed aleyhisselâmın sünnetine uyunuz. Üzerinde bulunduğumuz doğru yol üzere olunuz. Karşılaşacağınız güçlüklere sabr ve tahammül gösteriniz. Bizim vefâtımızdan daha büyük musîbet size ulaşmaz. Şekil ve şemâilimi sayarak, bağırıp çağırarak ağlamak sûreti ile, rûhuma zahmet vermeyiniz. Etrafa mektuplar yazarak, vefâtıma hiçbir kimsenin üzülmemesini ve ağlamamasını tenbih ediniz. Beni seven ve bana muhabbet eden, Allah rızâsı için kurban kesip sevâbını benim rûhuma göndersin. Rûhuma Kur'ân-ı kerîm ve Fâtihalar, kıymetli duâlar göndersin. Benim için iyiliklerde bulununuz. Sadaka veriniz. Sizi bize yaklaştıracak işler işleyiniz. Ömrümüz elliye ulaşmıştır. Otuz beş senelik farzları iskat edersiniz. Ömrümüzde kuşluk ve teheccüd namazlarını diğer beş vakit farz namazlar gibi hiç terk etmedik. Ey İsmâil, talebe ve arkadaşlarımın kıymetini biliyorsun. Onlara sıkıntı verecek şeylerden sakın. Zannederim ki, yakın zamanda talebelerim için bir dergâh inşâ edilir."

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu nasîhatleri yaptığında, sıhhatleri ve âfiyetleri yerindeydi. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını bildirdiler. İçeri girmemeleri hakkında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade ettiler. İsmâil Efendi berâberlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi huzûrlarına girip, ziyârette bulundular. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, sağ yanlarına yatmış bir vaziyette murâkabe hâlindeydi. Hâl ve hatırları sorulunca, teşekkür ve iltifât olarak gözlerini açıp, fazla kalmamalarını ve fazla konuşmamalarını işâret ettiler. Talebelerinden İsmâil Efendi; "Efendim zât-ı âlîleriniz su isterler mi?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; "Dünyâ ve içindekilerden vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm" demek istediler. Bu hâllere şâhid olanların hepsi, mübârek ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde dışarı çıktılar. Dışarıda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için bekleşiyorlardı. Onlara gördüklerini anlattılar.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara hitâben; "Hepinize hakkımı helâl ettim. Birbirinizden ayrılmayınız. Vefâtınıza kadar bu evde kalınız" buyurdular. Abdest alıp bir mikdâr namaz kıldıktan sonra; "Şu anda tâûna tutuldum" buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı. Sabahleyin de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar; "Bundan sonra beni meşgûl edip benden bir şey istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekîlimden isteyiniz. Beni Hak'la meşgûl olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgûlüm. Yanımda hiç kimse bulunmasın." Göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı üzere yatarak, murâkabe ve Allahü teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya başladı. Hastalığının şiddetinden; "Ah! vah!" gibi sesler aslâ duyulmayıp, her a’zâsından, hattâ mübârek saçlarından Hakkın zikrinin belirtileri görülüyordu. 1826 (H. 1242) senesi Şevvâl ayının yirmi altıncı günü müezzin ezân okumağa başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr sûresinin son âyetlerini okudu. Meâlen; "(Sonra Allah mü’min kimselere şöyle buyurur):"Ey (îmânda sebât gösteren Allah'ı anmakta huzûra kavuşan) mutmainne olan nefs, dön rabbine (Cennet'le sana hazırladığı ni’metlere) sen O'ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden (îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennet'ime." Bu âyet-i kerîmeleri okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhları Cennet-i âlâya uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.

Kapısında bulunan âbidler, talebeleri, sevdikleri, vefâtlarını işitince, müteessir olarak kendilerinden geçtiler. Talebelerinden İsmâil Efendi, oradakilere; "Evliyânın vefâtı, bir evden öteki eve gidişi gibidir" hadîs-i şerifini naklederek, nasîhatte bulundu. Talebelerinin önde gelenlerinden İsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed Efendi, Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve Şeyh Abdülkâdir Efendi berâberce Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu sâf ve temiz bir şekilde görünce, mübârek ayaklarından öpüp gözyaşı döktüler. Daha sonra Şeyh İsmâil Efendi; "Kendimi, öldükten sonra dirileceğimiz yer olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid Efendimizin yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nûrluydu. Her hâli ile nûr saçışları, velîliğine işâret ediyordu" dedi. Şeyh İsmâil sözlerine devamla; "Elini öptüğüm zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid oldum. Böyle hoş koku şimdiye kadar koklamış değildim. O güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye başlamıştım. Cân ve gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu" diyerek o günkü hâllerini anlattı.

Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen ve; "Beş vakit namazda Ettehıyyâtü okurken Resûlullah efendimizi baş gözüyle görmezsem, o namazımı iâde ederim" diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn kıldırdı.

ABDULLAH-I DEHLEVÎ HAZRETLERİ

Hindistan’da yaşayan âlim ve evliyânın en büyüklerinden, insanları hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmisekizincisidir. Tasavvuf mütehassıslarının üstadı, müslümanların gözbebeğidir. Seyyid olup, Hazreti Ali efendimizin soyundandır. 1158 (m. 1745) senesinde Hindistan’ın Pencap şehrinde doğdu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe oldu. Onun sohbeti ve teveccühleri ile kemâle gelerek, zamanının bir tanesi oldu. Çok kerâmetleri görüldü. En büyük kerâmeti, kendisine gelen sâdık kimselerin kalblerine bir teveccüh ederek, feyz ve bereketle doldurmasıydı. Binlerce âşıkı bir bakışta cezbelere ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuştururdu. İnsanların Cehennemden kurtulması için zamanın sultanlarına, komutanlarına, beylere, âlimlere, cemiyete hükmeden kimselere mektûplar yazar, onlara nasîhatlarda bulunurdu. Çeşitli memleketlere göndermiş olduğu mektûplarından yüzyirmibeş adedi, talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidî tarafından toplanarak, “Mekâtîb-i şerîfe” ismi verildi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, 1240 (m. 1824) senesinde Delhi’de vefât eyledi. Şah Cihan Câmii yakınındaki kendi dergâhında, mermerden yapılmış mezar içinde, üstâdının yanında ve onun batı tarafında medfûndur. Binlerce âşıkı her zaman ziyârete gelmekte, onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedir.


Abdullah-ı Dehlevî’nin babası Abdüllatîf Efendi, riyâzet ve mücâhede eder, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak tasavvuf yolunda kemâle gelmeye, olgunlaşmaya çalışırdı. Hattâ insanların hazırladıklarını şüpheli korkusuyla yemez, kırlarda yetişen meyvelerle yetinirdi. Nefsini terbiye etmek için kırk gece hiç uyumadı. Sahralarda Allahü teâlânın ism-i şerîfini söyleyerek, O’nun yarattıkları hakkında tefekkür eder, bir an olsun Rabbini unutmazdı. Onun hocası Şeyh Nâsırüddîn Kadirî hazretleri idi. Çeştiyye ve Şattâriyye yolundan da pay almıştı.


Abdüllatîf Efendi, oğlunun doğumundan birgün önce rü’yâsında Hazreti Ali’yi gördü. Kendisine; “Ey Abdüllatîf! Hak teâlâ hazretleri sana bir oğul ihsân edecek. O çok yüksek bir insan olacak. Ona bizim ismimizi koyasın” diye tavsiyede bulundu. Annesi de o günlerde rü’yâsında, Gavs-ı a’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini, gördü. O da; “Yakında dünyâya gelecek mübârek oğluna bizim ismimizi koyarsın” diye tavsiye etti. Amcası büyük bir evliyâ idi. O da rü’yâsında Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) gördü. Doğacak çocuğa Abdullah ismi verilmesi emrini aldı. Çocuk doğduğu zaman ismini, babası Ali, annesi Abdülkâdir, amcası da Abdullah koydu. Pencap’ın Bîtâle kasabasında dünyâya gelen Abdullah-ı Dehlevî’nin doğumu için; “Mazhar-ı cûd: Cömertlik aynası” târihini düşürdüler. Abdullah-ı Dehlevî beş-altı yaşına geldiğinde, kendisine Ali demekten haya edip; Gulâm-ı Ali ya’nî Ali’nin hizmetçisi dedi ve “Gulâm Ali” olarak tanındı.


Abdullah-ı Dehlevî, küçük yaşından i’tibâren babasının yanında ilim öğrenmeye başladı. Onüç yaşına gelince, babası onu, kendi hocası olan Nâsırüddîn hazretlerinin sohbetinde bulunup, ilim öğrenmesi için Delhi’ye götürdü. O sırada Şeyh Nâsırüddîn vefât ettiği için görüşmek mümkün olmadı. Bunun üzerine babası; “Ey oğlum! Ben seni üstadım Nâsırüddîn hazretlerinden ilim öğrenip, onun terbiyesi altında yetişmen için getirmiştim. Ne yapalım, nasip değilmiş. Şimdi serbestsin. Mübârek kalbine nereden bir ma’rifet kokusu gelir, seni yetiştirecek bir âlim ve velî bulabilirsen, ona gidip büyüklerin yolunu öğrenebilirsin” dedi. Abdullah-ı Dehlevî, bunun üzerine Delhi’de Allah adamlarının sohbetlerinde bulunmaya gayret etti. Evliyânın büyüklerinden Hâce Zübeyr, onun halîfelerinden Ziyâullah ve Abdüladl, Hâce Nâsırüddîn’in oğlu Hâce Mîr Dürer, Mevlânâ Fahreddîn, Fahr-i Cihân-ı Çeştî Dehlevî, Hâce Nânû, Hâce Gulâm-ı Çeştî gibi büyük zâtların sohbetleriyle şereflendi. Yirmiiki yaşına kadar onlardan tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Tasavvuf yolunda yetişip büyük bir velî olmak için çalıştı. Yirmiiki yaşından sonra, zamanın bir tanesi, dünyânın en büyük âlim ve evliyâsı, insanları hakka da’vet eden, Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) gelen feyz ve bereketleri alıp başkalarına aktarabilen, velîler zincirinin halkalarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleriyle karşılaştı. Hâline şu beyt çok uygun idi:


“Aşk secdesi için bir eşik buldum,

Ve bir yeri göklere şerik buldum.”


Seyyid Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın kendisini talebeliğe kabûl buyurması için yalvardı. O da; “Evlâdım! Bizim yolumuz, tuzsuz taş yalamak gibidir. Bunun için sen kendine, zevk ve şevk ile dolu olan yerler bul” buyurdu. Onun büyüklüğünü anlayan Abdullah-ı Dehlevî ise; “Ben de tuzsuz taş yalamayı arzu ediyordum. Bunu hepsinden çok seviyorum. Ne olur bu fakiri kabûl buyurunuz” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân “Peki” buyurup kabûl etti. Önce zâhirî ilimleri öğretti. Zamanın fen ilimlerinde yetiştirdi. Sonra da tasavvufta yetiştirmeye başladı. Nakşibendiyye yolunun edeblerini öğretti. Onbeş sene Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın şerefli sohbetinde bulundu. Huzûrunda nihâyete kavuşunca, ya’nî evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşınca, kendisine Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyyede irşâd için icâzet verdi. Abdullah-ı Dehlevî anlattı ki: “Hocam tasavvufta yetişmem için Kadirî yolunu öğrettikten sonra Nakşibendî Müceddidî yolunu anlattı ve iyice öğrenmemi sağladı. Onbeş sene Allahü teâlâyı zikr ve onun yarattıkları hakkında tefekkür edip, murâkabe ettim. Nefsimin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsimi terbiye ettim. Sonra bu âcize mutlak icâzet (diploma) verip, halîfesi yapmakla şereflendirdi.


İlk zamanlarda, “Nakşibendiyye yoluna girip, bu yolda çalışmamdan dolayı Gavs-ül-a’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri râzı olurlar mı?” diye tereddütler geçirdim. Birgün ma’nâ âleminde gördüm ki, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makama gelip oturdu. O makamın tam karşısına da Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn hazretleri teşrîf etti. Şâh-ı Nakşibend’in yanına gitmek istedim. Gavs-ül-a’zam; “Maksat, Allahü teâlâya kavuşmaktır. Oraya gitmenizde hiçbir mahzur yoktur” buyurdu.


Hazret-i Abdullah-ı Dehlevî, kendi hâlini şöyle anlattı: “Cihânâbâd (Dehlî) Câmii şerîfinde aç ve uykusuz olarak Allahü teâlâyı zikretmek ile meşgûl olurdum. Çok acıksam ve susasam, Câmi’deki havuzdan biraz su içerdim. Her gün Kur’ân-ı azîmden on cüz okurdum. Ve günde onbin adet; “La ilahe illallah” derdim. Kalb ile söylerdim. İşte bu sûretle devâm-ı zikr ve huzûr ile kalb hâllerim o kadar kuvvetlendi ki, Câmi’nin içerisini nûr ile dolu görürdüm. Nereye dönsem, orası nûr ile dolardı. Gittiğim her yerde bir azîzin mezarının yanından geçsem, beni bırakmaz, geri çekerdi. Dönerdim, o büyüğe tevâzu’un gereğini yerine getirirdim. Beyt:


Şu kadar haberim var, benim dermansızlığımdan,

Gözümü alamıyorum, senin yüzüne bakmaktan.


Yine Abdullah-ı Dehlevî hazretleri anlattı ki: “İlk zamanlar geçimimde zorluklarla, güçlüklerle karşılaştım. Elimde olan ne kadar dünyâ malı varsa hepsi bitti. Allahü teâlâya tevekkülü, ahlâk edindim. Eski bir hasırı yatak, bir tuğla taşını yastık edindim. Bir elbiseyi yıllarca giydim. Bu şekilde, on beş senedir kanâat köşesinde oturdum. Bir defasında o kadar çaresiz kaldım, bitkin düştüm ki, artık bulunduğum bu hücre benim mezârım olacaktır diye düşünmeye başladım. İşte bu düşünce bende hâsıl olunca Allahü teâlânın yardımı ulaştı. O’nun ihsân denizine gark oldum. Kalb gözüm açıldı. Melekler âlemini görmeye başladım. Ondan sonraki günlerde hücreme bir kimse gelip; “Kapıyı açınız” dedi. Açmadım. Tekrar açınız dedi. Yine açmadım. Bunun üzerine pencereden bir miktar para atıp gitti.”


Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, hocasının vefâtından sonra talebe okutmağa başladı. Âlim ve sâlihlerden yüzlerce kimse, uzak yolculuklara katlanarak Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûruna koştular. Onun hizmetiyle şereflenip, kalblere deva olan sohbetlerine kavuştular. Teveccühleri bereketiyle yüksek makamlar sahibi oldular. Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) i’tibâren gelen nübüvvet yolunun feyzlerine mazhar oldular. Bunların en başta geleni, Bağdat’tan gelen Mevlânâ Hâlid hazretleridir.


Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, yüksek makamlar, dereceler sahibi olduğu hâlde, devamlı kırıklık ve tevâzu içinde yaşardı. Birgün karşıdan gelen bir köpeğe bakarak; “Yâ Rabbî! Şu mahlûkun hürmetine bana merhamet eyle. Her taraftan talebeler akın akın Allahü teâlâya kavuşmak için geliyor. Bizi vesile ve vâsıta yapıyorlar. Hâlbuki, ben o gelenlerin hatırı için Rabbimden istiyorum” buyurdu.


Abdullah-ı Dehlevî’nin dergâhında hergün ortalama ikiyüz kişi bulunurdu. Dergâha gönderilen az bir yiyeceğe veya mala Allahü teâlâ bereket verir, herkesin bütün ihtiyâçları bununla karşılanırdı.


Abdullah-ı Dehlevî, günlük hayâtını hadîs-i şerîflere uygun olarak geçirirdi. Çok az uyurdu. Teheccüd namazına kalktığında, talebelerini de uyandırırdı. Namazdan sonra yatmaz, Kur’ân-ı kerîm okur, murâkabe ve Allahü teâlâyı zikr ile meşgûl olurdu. Sabah namazını evvel vaktinde cemâatle kılar, talebeleriyle birlikte işrak vaktine kadar murâkabe ve Allahü teâlânın yüce ism-i şerîfini kalbleriyle anarlardı. Her bir talebesine ayrı ayrı teveccüh ederek, onların tasavvuf yolunda ilerlemelerini sağlardı. İşraktan sonra talebelere hadîs-i şerîf ve tefsîr dersi verirdi. Ziyâret için gelenlere ikramlarda bulunur, onlarla kısaca görüşür, sıkıntılarını giderdikten sonra gitmelerine müsâade ederdi. Makam sahibi olanlara da aynı muâmeleyi yapar, diğerlerinden ayırt etmezdi. Birgün Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Nevvâb Muhammed Emîr Hân kendisini ziyârete geldi. Bir müddet sohbetten sonra Abdullah-ı Dehlevî; “Kusura bakmayınız. Bugünlük bu kadar yeter” buyurup kalkmasını istedi. Emîr Hân ise, muhabbetinin çokluğundan pek kalkmak istemedi. Bunun üzerine; “Siz kalkmazsanız biz kalkarız” buyurup kalktı.


Öğleye doğru birazcık yemek yerdi. Zenginlerin gönderdikleri mükellef yemekleri kendisi yemediği gibi, talebelerine dahî yedirmez, komşulara, dergâha gelen misâfirlere verirlerdi. Birisi para gönderse ve bu paranın şüpheli yerden kazanılmadığını anlarsa, önce paranın kırkta birini ayırırdı. Çünkü İmâm-ı a’zam hazretlerine göre nisaba mâlik olunca, bir sene doldurmadan zekâtını vermek caizdir. Ayrıca zekâta nafile sevâbı da eklenmiş olur.


Sonra sevâbı, “Silsile-i aliyye” büyüklerinin rûhlarına olmak üzere, tatlı ve yemekler hazırlatır, fakirlere dağıtırdı. Dergâhta bulunan talebelerin ihtiyâçlarını giderir, borçlarını verir, arzu edene fazlasıyla dağıtıp gönüllerini alırdı.


Öğleye yakın, sünnet-i şerîfe uymak için bir müddet kaylûle yapar, ezan okunduğunda kalkıp namazını cemâatle kılardı Talebelerine “Nefahât”, “Âdâb-ül-müridîn” ve benzeri kitapları okuturdu. Daha sonra ikindiye kadar hadîs ve tefsîr kitapları okuturdu. İkindi namazından sonra yine hadîs-i şerîf ve Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârif-ül-me’ârif, Risâle-i Kuşeyrîyye gibi kitaplardan okuturdu. Akşam namazını kıldıktan sonra Allahü teâlâyı zikreder ve talebelerine teveccüh ederek, evliyâlık makamlarında pay sahibi olmalarına çalışırdı. Akşam çok az, birkaç lokma hâlinde yemeğini yer, yatsı namazını kılardı. Gecenin çoğunu zikr ile geçirir, uykusu geldiğinde seccadesi üzerine sağ yanı üzere yatardı. Ayaklarını uzatarak yattığı hiç görülmedi. Çoğu zaman dizleri üzerine oturmuş hâlde iken uyurdu. Sert ve kaba elbise giyerdi. Birisi kıymetli bir elbise hediye etse onu satar, parasıyla bir kaç elbise alarak, fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Buyurdu ki: “Birkaç kişinin giyinmesi bir kişinin giyinmesinden daha iyidir.” Nitekim Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ) sert ve kalın elbise giyerdi. Hattâ vefâtları esnasında üzerlerinde böyle bir elbise vardı.


Cömertliği dillere destan idi. Hayası o kadar çoktu ki, insanlarla göz göze gelmemeye çalışır, aynada kendi yüzüne dahî bakmazdı. Müslümanlara o kadar şefkatli ve merhametli idi ki, kendisine kötülük yapanlara bile gece seher vakitlerinde duâ ederdi. Hâkim Kudretullah Hân, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin komşusu idi. Çoğu zaman Abdullah-ı Dehlevî’yi gıybet eder, aleyhinde konuşurdu. Birgün hapse düştü. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri onu hapishâneden çıkartmak için her türlü çâreye başvurdu. Hapisten çıktığında yaptıklarına utanıp, Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna geldi. Tövbe ettiğini bildirdi ve ona çok bağlı talebelerinden oldu.


Abdullah-ı Dehlevî’nin meclisinde dünyâ kelâmı konuşulmazdı. Birisi gıybet etse ona; “Kötülenmeye lâyık olan benim” buyururdu. Birgün yanında, pâdişâhı kötülediler. O gün de Abdullah-ı Dehlevî oruçlu idi. O kötüleyene dönerek; “Orucumuz gitti” buyurdu. O kimse; “Siz kimseyi kötülemediniz ki” dediğinde; “Evet biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette söyleyen de dinleyen de aynıdır” buyurdu.


İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini hatırlatır yasak ettiklerinden kaçınmaları için a’zamî gayret gösterirdi. Ya’nî emr-i ma’rûf, nehy-i anil münker ederdi. Zamanın pâdişâhına dahî çekinmeden emr-i ma’rûfda bulunurdu. Bir defasında Nevvâb Şimşir Behâdır Hân, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûruna hıristiyan kıyâfeti giyerek gelmişti. Abdullah-ı Dehlevî, onu o hâlde görünce çok üzüldü ve; “Bir daha bunu giymeyin! buyurdu. O da; “Eğer bana emr-i ma’rûf yaptıysanız bir daha buraya gelmem” deyince; “Allahü teâlâ sizi, bizim evimize getirmesin” buyurdu. Behâdır Hân, hak söze âşık olan kimselerdendi, önceki sözünden vazgeçerek hıristiyan kıyâfetini çıkarıp çöpe attı. Abdullah-ı Dehlevî’nin elini öptü ve onun en bağlı talebeleri arasına girdi.


Abdullah-ı Dehlevî, haramlardan şiddetle kaçar, mübahların bile şüpheli korkusuyla fazlasını terkeder, dünyâya hiçbir zaman meyletmezdi. Dünyâyı terk etmekte o hâle geldi ki, zamanın pâdişâhı ve diğer devlet adamları dergâhta harcanmak üzere para gönderir, kabûl buyurması için yalvarırlardı. Birgün, önde gelen talebelerinden Rauf Ahmed’e buyurdu ki; “Hediye gönderen Emîr Hân’a şu beyti cevap olarak yazınız:


Biz fakr-ü kanâati şeref biliriz,

Emîr Hân’a söyle ki, mukadderdir rızkımız.


Ve biz, Allahü teâlânın meâlen; “Semâda ise, rızkınız ve va’d olunduğunuz Cennet vardır.” (Zâriyât-22) âyet-i kerîmesine güveniriz.” Allahü teâlâ, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin dergâhının ihtiyâçlarını çoğu zaman gaybdan gönderirdi.


Abdullah-ı Dehlevî’nin, Peygamber efendimize çok fazla muhabbeti vardı. Şerefli ismini duyduğu zaman, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir defa hizmetçisi su getirdiğinde; “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek sayesi, ya’nî feyz ve nûr gölgesi üzerinize olsun” dedi. Bu sözü duyunca birden yüzlerinin rengi değişti, kendinden geçer gibi oldu ve hizmetçinin alnından öpüp; “Biz, o şerefe lâyık bir kimse olabilir miyiz?” diyerek tevâzu ettiler ve hizmetçiye duâ ettiler. Kur’ân-ı kerîmi okumaktan ve dinlemekten çok zevk alırdı. Eğer şevk hâlinin galip olduğu zamanlar dinleseydi, düşer kalır ve; “Daha okumayınız, dayanamıyorum” buyururdu. Ekseriya, Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sini okutup dinlerdi. Onunla vecd hâline kavuşur. Kendini kaybedercesine ilâhî aşka dalardı. Fakat, başkalarının yaptığı gibi dînin-emir ve yasaklarına uymayan taşkınlıklarda bulunmazdı. Onun her hali dîne uygundu. Çok nâzik ve nazîf (temiz) idiler.


Yakın talebeleri anlattılar “Mübârek hocamızın odasından zaman zaman çok güzel kokular duyardık. O zaman anlardık ki, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) ve büyük âlim ve evliyânın rûhları ziyârete gelmişler. Hocamız; “Hâce Nakşibend’in ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek yüzlerini baş gözümle görüyorum. Bir defa karnım ağrıdı. Hazret-i İmâm-ı Rabbânî’nin rûhâniyetinden yardım istedim. O anda hazret-i İmâm’ın sûretini havada gördüm. Yanıma geldiler ve rahatsızlığımı ânında giderdiler” buyururdu. Hocamız, Peygamber efendimizin sünnet-i şerîflerine o kadar bağlıydı ki, birgün; “Biz muhabbet şerbetini içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasına sebep olan, kalblerimize çeşit çeşit zevk bahşeden hadîs-i şerîfler ve salevât-ı şerîfelerdir” buyurdu.


Ba’zı kerâmetleri: Bütün âlimler, evliyâ ve sonsuz feyz talibleri bilirler ki; hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyı sevmek ve peygamberlerin Efendisine ( aleyhisselâm ) tâbi olmak gibi olamaz. Bu iki ana madde, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinde kemâl üzere idi. Ya’nî kerâmetten üstün diye bildirilen istikâmet sahibi idi.


Kerâmetlerinin en büyüğü, hârikalarının en üstünü, taliblerin gönüllerine tasarruf etmeleri ve Hakkın feyz ve bereketlerini onların kalblerine akıtmaları idi. Bu büyük iş, Abdullah-ı Dehlevî’de o kadar çok oldu ki, anlatması ve misâlleri, cildlerle kitap olur. Binlerce talibin kalbini devamlı Allahü teâlâyı anar hâle getirdi. Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî feyzlere kavuşturdu. Çoklarını yüksek makam ve hâllere eriştirdiler. Bununla beraber dünyâya âit kerâmetleri ilâhî ilhamlarla gaybdan haber vermeleri de çok idi. İnsanların müşkillerini çözer, derdleri ve istekleri için duâ ederdi. Çoklarının işleri onun duâları ile hallolurdu. Beyt:


İşlerin olması mutlak Allahdandır.

Sakın zannetmeyin Abdullahdandır.


O yüksek makamlar sahibinin her sözü hârika olup, Allahın Peygamberinin ( aleyhisselâm ) mu’cizelerinin şuaları idi.


Birçokları Abdullah-ı Dehlevî’yi rü’yâda görüp, büyüklerin yolunu anlar, içine düşen şevk ile huzûrlarına gelir, yüksek makamlara kavuşur, memleketlerine dönerlerdi. Taliblerin sayısı çok olduğu hâlde, teveccühle herbirini makamdan makama geçirir, hâlden hâle ulaştırırdı. Teveccühünün kuvvetli oluşundandır ki, senelerce sürecek işleri, günlere sığdırırlardı. Çok fâsık ve fâcirler, yüksek teveccühleri sebebiyle tövbe edip, doğru yola gelmişlerdir. Ba’zı kâfirler, küçük bir iltifâtı ile İslâmla müşerref olmuşlardır.


Abdullah-ı Dehlevî şöyle anlattı: Birgün, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) muhabbet ateşinden dayanamaz hâle geldim. O’nun ayrılık acısıyla çok ağladım. O gece hocam Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin önde gelen talebelerinden Mîr Rûhullah’ı rü’yâda gördüm. Bana; “Resûl-i ekrem efendimiz ( aleyhisselâm ) oturmuş sizi bekliyorlar” dedi. Son derece istek ve şevkle huzûrlarına gittim. Boynuma sarıldılar. Boynuma sarılıncaya kadar kendi mübârek şekillerinde idiler. Sonra Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin şekline girdiler.


Yine birgün, yatsı namazından önce uyumuştum. Resûlullah ( aleyhisselâm ) gelip, men’ettiler. (Ya’nî o saatte yatmaktan men’ettiler) ve bunun cezasını bildirdiler.


Bir defa rü’yâda Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) suâl edip; “Yâ Resûlallah; “Beni gören gerçekten beni görmüştür” sizin hadîsiniz midir?” dedim. “Evet” buyurdu. Devamlı tesbih ve tahmîd okuyup, mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defa okuyamadım. Rü’yâda Resûlullahı, Tirmizî’nin Şemâil’inde anlatılan şekilde gördüm. Geldi ve; “Okumamışsın” buyurdu.


Ber defa Cehennem ateşi korkusu bini kapladı. Rü’yâda Resûl-i ekremi ( aleyhisselâm ) gördüm. Geldi ve; “Bizi seven, Cehenneme girmiyecek” buyurdu.


Bir defa O yüksek hazreti ( aleyhisselâm ); gördüm “Senin ismin, Abdullah ve Abdülmüheymin’dir” buyurdu.


Bir defa gördüm ki, yüzümün şekli Sultân-ül-meşâyıh hazretlerinin (Ya’nî Nizâmeddîn Evliyâ’nın) mübârek yüzüne çok benziyor.


Bir defa gördüm ki, bir şahıs, Sultân-ül-meşâyıh hazretlerinin gömleğini getirdi ve; “Onlar, sizin üstâdınızdır” dedi. Dedim ki: “Benim üstadım Mirzâ Cân-ı Cânân hazretleridir.” Birkaç defa tekrar etti. Sonunda; “Sultân-ül-meşâyıh, sizin sohbet hocanızdır” dedi.


Bir defa İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sani hazretleri teşrîf eylediler. “Sen benim halîfemsin!” buyurdular.


Bir defa hazret-i Şâh-ı Nakşibend teşrîf buyurdu. Gömleğimin içine girdiler.


Birgün Hâce Bâkî-billah hazretlerinin mezarına gittim. Teveccüh buyurmalarını arzettim. Mezardan kalktı ve teveccüh eylediler.


Birgün Hâce Kutbuddîn (Bahtiyar Kâkî) hazretlerinin kabrini ziyârete gidip; “Allah için bana bir şey verin” dedim. Su ile dolu bir havuz gördüm. Kenarından su akıyordu. Kalbime; “Senin kalbin, Müceddidî muhabbetiyle doludur. Başkasını almaz” diye bildirildi.


Birgün Sultân-ül-meşâyıh Nizâmeddîn-i Evliyâ’nın mezârına gittim. Teveccüh etmelerini arzettim. “Kemâlât-ı Ahmedî sizde hâsıl olmuştur” buyurdu. “Kendi bağlılığınızı muhabbetinizi de ihsân ediniz” diye arzettim. Teveccüh ettiler. Gördüm ki, çehresi benim yüzüm gibi olmuş. Çok memnun ve mesrûr oldum. Son derece haz duydum.


Bir defa hazret-i Hâce Muhammed Zübeyr’in vefâtının sene-i devriyesi gününde bulundum. Toplu hâlde oturmuş Hâce Muhammed hakkında sohbet ediyorduk. Bir ara kapı açıldı, içeri Hâce Muhammed Zübeyr girdi ve; “Çok ibâdet ediniz, bu yolda kulluk yapmaya çalışmak lâzımdır ki, tasarrufdan bir kapı açsınlar” dedi. “Siz bu mertebeye nasıl kavuştunuz?” diye arzettim. “Çok ibâdet etmekten” buyurdu.


Birgün şüpheli bir yemek yemiştim. Gördüm ki, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri istifra ediyor ve ardından; “Her yerde yemek yememelidir” buyuruyordu. Ben de yediklerimi istifra edip kustum.


Birgün kendi kendime “Oturduğumuz ev geniş olsaydı” diye düşündüm. “Çoluk-çocuğun yok, ne yapacaksın” diye ilham olundu. Bir gece; “Yâ Resûlallah!” dedim. “Söyle, ey sâlih kul!” diye cevap geldi.


Talebesinden Mevlevi Kerâmetullah, zâtülcenb hastalığına yakalanmışdı. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin elini hastanın üzerine temas ettirmesiyle, hastalık Allahü teâlânın izniyle geçti.


Delhi Câmii’nin imamının çocuğu uzun zamandır hasta yatıyordu. Bir gece rü’yâda, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kendi evine gelip, hasta oğluna birşey içirdi. Sabah olunca oğlunun tamamen iyileştiğini gördü. Çok sevindi. Sıdk ve hâlis bir niyet ile biraz para alıp, huzûruna geldi ve; “Bunları kabûl ediniz” diye arzetti. Abdullah-ı Dehlevî tebessüm ederek; “Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti midir?” diyerek keşf-i kerâmet buyurduğunda, Mevlevi Fadl Ahmed (Câmi’nin İmâmı); “Hayır efendim, bu ancak bu geceki, lütf ve inâyetinize şükür bile olamaz” dedi.


Talebelerinin ileri gelenlerinden Ahmed Yâr, ticâret için sefere çıkmıştı. Dönerken hocası Abdullah-ı Dehlevî’yi yanında yürüyor gördü. Ahmed Yâr’a; “Hızlı yürü, kâfile geride kalsın! Çünkü yolda, soyguncular, yol kesiciler vardır. Kâfileyi basmak istiyorlar” buyurdu ve kayboldu. Ahmed Yâr anlattı: “Acele ettim. Kervandan çok ileri geçtim. Yol kesiciler gelip, ardımdan kâfileyi bastılar. Ben kurtuldum. Sağ sâlim evime geldim.”


Hazret-i Zülf Şah anlattı: Abdullah-ı Dehlevî’yi ziyârete gidiyordum. Fakat onu hiç görmemiştim. Memleketim Delhi’den çok uzaktı. Yolu şaşırdım. Heybetli bir zât karşıma çıktı ve bana yolu gösterdi. “Sen kimsin” dedim. “Ben, ziyâreti için yola çıktığın kimseyim” buyurdu. Bu hâl, bana iki kerre oldu.


Eshâbının büyüklerinden Mîr Ekber Ali’nin akrabasından bir kadın hastalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden, hastalığının azalması için duâ etmesini rica etti. Fakat o duâ etmedi. İlle duâ etmesini istirhâm edince; “Bu kadın, onbeş günden çok yaşamaz” buyurdu. Allahü teâlânın takdîri ile onbeşinci gün vefât etti. Lâkin Mîr Ali, kadına teveccüh edip, hastalığının kalkmasına uğraşdı. Ama yaşamasına fâide vermedi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri cenâzesinde bulundu ve; “Mîr’in teveccühlerinin bereketleri, bu hanımın üzerinde açıkça görülmektedir” buyurdu.


Abdullah-ı Dehlevî, birgün Hakîm Nâmdâr Hân’ı ziyârete gitti. Onu sekerât hâlinde, gözlerini kapamış ve şuuru gitmiş buldu. Yakınları; “Allahü teâlâya, hastalığının gitmesi için teveccüh ediniz” dedi. O da, hastaya bir baktı. O anda hastanın şuuru yerine geldi, gözlerini açtı. Bir müddet, rahat olarak onunla konuştu. Sonra Abdullah-ı Dehlevî kalkıp mübârek adımını, kapısından dışarı atıp çıkınca hasta hemen vefât etti.


Ahmed Yâr’ın amcasını, sultan hapsetmişdi. Ahmed Yâr ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve durumu arz etti. Abdullah-ı Dehlevî; “Birisini gönder, onu hapisten çıkarsın” buyurdu. Ahmed Yâr ise; “Bu nasıl olur, kalenin etrâfı muhafız askerler ve nöbetçilerle kuşatılmıştır” dedi. Hocası da; “Sen orasını düşünme, sözümü dinle git, onu kurtarırsın” buyurdu. Ahmed Yâr anlattı ki: “Gittik, onu hapisten kurtardık ve nöbetçilerden hiçbiri bize müdâhalede bulunmadı.”


Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna bir şahıs gelip; “Ey yüksek efendim! Oğlum iki aydan beri kayıbdır: Çocuğumu bana vermesi için Allahü teâlâya duâ eder misin?” dedi. O da; “Çocuğunuz evdedir” buyurdu. Gelen çok şaşırarak; “Ben şimdi evden buraya geldim” dedi. Tekrar; “Evinize gidiniz. Çocuğunuz evdedir” buyurdu. O kimse emre uyarak evine gitti ve gerçekten çocuğunu evde buldu.


Hakîm Rükneddîn Hân başvezir olunca, Abdullah-ı Dehlevî, sevdiklerinden birini bir iş için ona gönderdi. Rükneddîn Hân onunla ilgilenmedi. Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbi kırıldı. Kısa bir süre sonra hiçbir sebep yok iken Rükneddîn Hân azlolundu ve bir daha o yüksek makama gelemedi. Başka bir seferinde Delhi vâlisine kalbi kırıldı ve o gün o vâli de azledildi.


Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden biri, ahbâbları ile bir yolculuktan hocalarına dönüyordu. Yolda kendi aralarında konuşuyorlar ve; “Hocamızın yüksek huzûrlarına kavuştuğumuzda, bize ikram olarak ne istiyelim?” dediler. Biri; “Bana bir seccade vermesin”, öbürü; “Bana bir takke vermesini arzu ederiz” diye konuştular. Huzûrlarına varınca, Abdullah-ı Dehlevî herkese, arzu ettiği şeyi ikram etti.


Ölüm hâline yaklaşan birisini, dostlarından biri sırtına alıp, seher vaktinde Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna getirdi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri duâ ettikten sonra hastaya bir teveccüh buyurdu. O anda hasta iyileşti.


Abdullah-ı Dehlevi hazretlerine, hasta sahipleri gelir hastalarının iyi olması için duâ isterlerdi. O da, gelenleri boş çevirmez, sıhhate kavuşmaları için duâ buyururdu. Allahü teâlâ, böyle sevgili bir kulunun duâsını kabûl buyurduğu için, hasta ânında iyi olurdu. Bunu işiten herkes, Abdullah-ı Dehlevî’nin hâne-i saadetlerinin önünde birikirler, dertlerine derman ararlardı. Buna rağmen Abdullah-ı Dehlevî’nin mübârek vücûtlarında üçten ziyâde hastalık mevcût idi. Bu hastalıklar sebebiyle namazlarını dahî özürlü olanlar gibi kılardı. Bunu bilen dostlarından biri dayanamayıp; “Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak için sizden duâ istiyor. Cenâb-ı Hak da bu duâlarınızı reddetmiyor. Her gelen, şifâya kavuşmuş olarak huzûrunuzdan ayrılıyor. Hâlbuki kendi üzerinizde birden çok hastalık var. Bir duâ buyursanız da bu dertlerden kurtulsanız olmaz mı?” diye sordu. O da cevaben; “Onlar hastalıktan kurtulmak için duâ istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın verdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için râzıyız. Dert ve belâlar, kemend-i mahbûbtur. Allahü teâlâ, bu dertleri sevdiği kullarına, dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, gönderilmesini isteriz” buyurdu.


Delhi’de kıtlık, kuraklık vâki oldu. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çıkıp, kızgın güneşin altında oturdu ve; “Yâ Rabbî, sen yağmur yağdırmayınca, buradan kalkıp gitmem” dedi. Bir saat geçmeden yağmur yağdı.


Bid’at sahiblerinden biri, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin kabrinin yanında oturmuştu. O anda Abdullah-ı Dehlevî de orada idi. “Orada oturma!” buyurdu. O kimse bu sözü dinlemedi. Bunun üzerine; “Allahü teâlânın hakkı için, orada oturamazsın” buyurdu. O anda söz dinlemeyen bid’at ehli kimse, titretici bir sıtmaya yakalandı. Oradan istemeyerek kalktı gitti. Üç gün sonra öldü.


Birgün güzel, yakışıklı bir gayr-i müslim genç, Abdullah-ı Dehlevî’nin meclisine, severek gelip, sohbetini dinlemeye başladı. Mecliste olanların hepsi, onun bu hâline hayret ettiler. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin mübârek nazarları o gence değince, gencin kalbinde bir değşiklik oldu. Hemen küfürden tövbe ederek İslama geldi. Böylece yüz güzelliğine bir de İslâmın ve îmânın güzelliği, nûru eklendi. Beyt:


Evliyâyla, onları candan severek otur,

Onlarla oturan kul, kalkınca sultan olur.


Yine Meyan Ahmed Yâr anlattı: “Birgün mübârek hocam ile birlikte, kızı vefât etmiş olan yaşlı bir hanımın evine ta’ziyeye gittik. Hazret-i Şeyh, o hanıma hitaben; “Allahü teâlâ, sana ona karşılık daha iyisini ihsân eder” dedi. Kadın; “Hocam! Ben ihtiyârım, kocam da çok ihtiyârdır. Bu durumda bizim artık çocuğumuz olmaz” diye cevap verdi. Hocam buyurdu ki: “Hak teâlâ herşeye kâdirdir.” Sonra hocam ile birlikte o evden çıktık. O kadının evinin bitişiğinde olan mescide geldik. Hocam abdestini tazeledi ve iki rek’at namaz kıldı. O kadına çocuk vermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra bana dönüp; “Allahü teâlâya, o kadına bir çocuk vermesi için arz-ı hacette bulundum. Duâmın kabûl oluğuna dâir alâmetleri gördüm. İnşâallah çocuğu olacaktır” buyurdu. Daha sonra hocamın buyurduğu gibi, Allahü teâlâ, o kadına bir oğul verdi ve çok yaşadı.


Mübârek dergâhlarının yakınında, Eshâb-ı Kirâma düşman olan birinin yeri vardı. Abdullah-ı Dehlevî’nin talebesi çok olduğundan dergâh küçük geliyordu. Bunun için genişletilmesi lâzımdı. Sahibi olan kadından, o yeri istediler. Kadın vermedi. Nihâyet Delhi’nin ileri gelenlerinden olan Hâkim Şerîf Hân’ı ona gönderdiler ve; “Eğer satıp, para almaktan utanıyorsan, kıymetini gizli olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye gibi bir isimle bize verdiğinizi söyleyin” dediler. Allahın velî kullarına düşman olan bu kadın, Hâkim’in sözünü kabûl etmedi. Ayrıca Abdullah-ı Dehlevî hakkında, râfızîlerin âdetleri olduğu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim kalktı. Abdullah-ı Dehlevî’nin yanına geldi ve duruma anlattı. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ellerini açarak; “Yâ Rabbî, söylediklerini duydun!” dedi. Allahın takdîri ile o evde bir çocuk hâriç, hepsi kısa zamanda öldü. Çocuk da hastalandı. Anladılar ki, yaptığımız kötü iş sebebiyledir. O oğlanı Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna yolladılar. O yeri de hediye ettiler.


Mevlânâ Kerâmetullah Sâhib anlattı: “Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin şerefli huzûrunda bulunduğum zamanlar, acâib ve garîb şeyler müşâhede ederdim. Bir defasında sabah namazından sonra murâkabe ve zikr zamanında, kitabı koltuğumun altına alıp, okumak niyeti ile geldim. Bakışlarını bana çevirdi ve; “Otur ve meşgûl ol” buyurdu. Büyük küstahlık edip; “Sizin huzûrunuza gelmemin sebebi, zahmet ve zorluk çekmeden öğrenmek istememdendir. Sıkıntı ve zorluk çektikten sonra her yerde mümkündür” dedim. “Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn’in hürmetine sana sıkıntısız ve zahmetsiz vereceğim, otur” buyurdu. O esnada bana teveccüh eyledi. Kendimden geçtim ve düştüm. Sanki yüreğim, göğsümden dışarı çıkmış idi. Bir zaman sonra kendime geldim. Abdullah-ı Dehlevî zikri bitirmişti. Güneş de doğmuştu. Şah Ebû Sa’îd gibi seçkin eshâbı hâlâ orada idiler. Mahcûb oldum. “Ne oldu” dediler. “Uyku bastırdı” dedim. Tebessüm ettiler.”


Abdullah-ı Dehlevî, ömrünün sonlarında hastalıklardan çok güçsüz kaldı. İbâdetlerini zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardı. Buyururdu ki: “Şu şiiri okuduğum zaman Allahü teâlâ, vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleşiyorum:


“Gerçi ihtiyârım, kalbim hasta, dermansızım,

Yüzünü andıkça kuvvet gelir, gençleşirim.”


Ya’nî; “Her ne kadar ihtiyâr, hasta ve mecalsiz olsam da, hakîkî ma’şûk, aşk ve şevkinin nûrlarını gösterdikçe gençleşirim.”


Vefâtları: Abdullah-ı Dehlevî her zaman şehîd olmayı arzu ederdi. Lâkin buyururlardı ki: “Mürşidim ve üstadımın, ya’nî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd edilmesinden insanlara çok sıkıntılar geldi. Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce insan öldü. Yine o şehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildiği gibi yazıya sığmayacak kadar fazla oldu. Onun için şehîd olmaktan vaz geçtim.” Abdullah-ı Dehlevî’nin son hastalığında basur ve kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov’da bulunan Ebû Sa’îd Fârûkî’ye kısa zamanda birçok mektûplar yazıp; “Benden sonra yerime siz oturursunuz” dediler. Bu haberler üzerine Ebû Sa’îd çok şaşırdı. Çoluk çocuğunu Luknov’da bırakıp sür’atle geldi. Huzûrlarına gelince; “Sizinle karşılaştığım zaman içimden çok ağlayacağım diyordum. Fakat öyle bir vakitte geldiniz ki, ağlayacak gücüm de yok” buyurup, çok ihsânlarda bulundular. Âdetleri öyle idi ki, hastalandığında vasıyyetname yazdırırlardı. Şimdi de hem yazdırdılar, hem söz ile anlattılar ve buyurdular ki: “Devamlı zikrediniz. Büyüklere bağlılığımızı muhafaza ediniz. Güzel ahlâklı olup, insanlarla iyi geçininiz. Kaza ve kader husûsunda nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve feragat üzere olunuz. Benim cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin bulunduğu Delhi’deki Büyük Câmi’ye götürünüz Allahın Resûlünden ( aleyhisselâm ) şefaat isteyiniz.” Yine buyurdu ki: “Hazret-i Hâce Behâeddîn Nakşibend (r.aleyh); “Bizim cenâzemizin önünde;


Huzûruna müflis olarak geldim,

Yüzünün güzelliğinden birşey isterim.


Şu boş zenbilime elini uzat,

O mübârek eline güvenirim


beytlerini okuyun” buyurmuşlardı.


Ben de, bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin güzel sesle okunmasını istiyorum:


Kerîmin huzûruna azıksız geldim,

Ne iyiliğim var, ne doğru kalbim,

Bundan daha çirkin hangi şey olur?

Azık götürürsün, O ise kerîm.”


Cumartesi günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib’e; “Çabuk Meyan Sâhib’i (ya’nî Şah Ebû Saîd’i) (rahmetullahi aleyh) çağırınız” buyurdular. Mevlevî Sâhib ecele kalkıp, Ebû Sa’îd hazretlerini çağırdı. Kapıdan içeri girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde, kuşluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan ayrıldılar. İnsanlık için büyük üzüntü ve zarar olan vefâtı haberini duyan binlerce insan toplandı. Cenâze namazı, Büyük Câmi’de kılındı. Şah Ebû Sa’îd imâm oldu. Cenâzesı, üstâdı Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin medfûn bulunduğu kabrin sağ yanına defnolundu.


Şimdi orada bulunan üç kabirden biri de Şah Ebû Sa’îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken Tunek’de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-ı Dehlevî’nin sağ yanına defnettiler. Bu duruma göre, Abdullah-ı Dehlevî’nin mezârı ortada olandır. Abdullah-ı Dehlevî’nin vefâtı için; “Nevverallahu madca’ahü: Allahü teâlâ kabrini nûrlandırsın” “Can be-Hak Nakşıbend-i sânî dâd: İkinci Nakşibend hakka can verdi” târih düşürüldü. Şâh Rauf Ahmed de pek güzel bir ruba’i söyledi ki şöyledir:


Zamanının kayyûmu Şâh Ahdullah-ı Dehlevî,

Vefât etti, açıldı ona, Cennât-i kerîm

Kalbimden vefâtına târih aradım, buldum:

Fî ravhın ve reyhânın ve Cennât-in-na’îm (1240)


Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetiştirdiği binlerce âlim ve evliyadır. Bunların içinde en büyükleri şunlardır: Mevlanâ Hâlid Ziyâeddîn Bağdâdî, Ebû Sa’îd Fârûkî, Mevlânâ Besâretullah, Mevlânâ Pîr-zâde, Rauf Ahmed, Mevlanâ Muhammed Can, Mevlanâ Fadıl Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa’dullah Sahib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm Muhammed, Mevlanâ Abdürrahmân, Mevlânâ Seyyid Ahmed, Mevlânâ Seyyid Abdullah Magribî, Mevlânâ Pîr Muhammed Mevlânâ Muhammed Münevver.


Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, “Makâmât-ı Mazhariyye” isimli eserinde, mübârek hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ı pek güzel anlatmaktadır. “Mekâtib-ı şerîfe” isimli kitabı ise, çok fâideli bilgi ve sırları açıklayan bir hazînedir. Bu kitaptan birkaç mektûp Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye isimli eserde, Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu mektûpları okuyanlar Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilminin, derecesinin yüksekliğini açıkça görmektedir. Talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidî, hocasının son bir sene içinde yaptığı sohbetleri yazarak, bir kitap hâlinde toplamıştır. Bu kitaba; “Dürr-ül-me’ârif” ismini vermiştir ki, çok fâideli bir eserdir. Bu iki kitap, Hakîkat Kitabevi tarafından neşredilmiştir.


Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini, Dîvân’ında şöyle anlatmaktadır:


“Mübârek hocam karanlık ufukları aydınlatıp, mahlûkâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya vesile oldu.


Bu büyük zât, Gulâm Ali Abdullah’dır ki, bir teveccühü ile çürümüş kemikler dirilir.


Onu anlatmak kelimelerle ifâde etmek öyle kolay değildir. Ancak edibler onu anlatmak için, temsil yapıp, misâl vermekte bir beis görmediler.


O, bir fazilet denizi bir cömertlik ve kerem dağıdır. Her fazilet ve iyi hallerin kaynağı, menbaıdır.


O, hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummanı, feyzler definesi, yüksek hâller ve kerâmetler hazinesidir.


O, hilmde yer, vekarda dağlar, ziya bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.


O, dîn-i İslâmı en güzel bilen bir kaynak, irfan ma’deni, mahlûkâtın yardımcısı, iyilik ve ihsân menbaıdır.


O, Allahü teâlâya kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkların gavsi (yardımcısı), ebdâl isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.


O, mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baş tacı, büyüklerin reîsi, müşkillerde müracaat yeridir.


Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları Allahü teâlâya da’vet edici, çağırıcıdır.


O, âlemlerin Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yoldan giderse, sen o kimseye; “Ey emsallerine rehber olan zât” diye hitâb et.


Nefsi hevasının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden kurtarmıştır.


Nice kâmil velîler, ondan yüzçevirdiği için yüksek hâllerden ve ma’rifetlerden mahrûm kalmıştır.


Onun yüksekliğini inkâr eden nice kimseler helak olmuş, Allahü teâlânın şiddetli azâbına yakalanmıştır.


O, noksan olanların kemâle gelmesine vesile olan, bütün kemâl ehlinin de noksanını tamamlayandır.


Şânı yüce Allahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altında gizlemiştir.”


Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin kalblere şifâ olan pek kıymetli sözlerinden ba’zıları:


“Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin, günahların başıdır. Günahların başı da küfürdür.”


“Hizmet görmek isteyen, hocasına hizmet etsin.”


“Talibin her vakit, her ibâdetten ayrı ayrı lezzet alması lâzımdır. Namazda nasıl hâllere kavuştuğunu, Kur’ân-ı kerîm okurken nasıl bir bağlılığın zuhur ettiğini, hadîs-i şerîf dersinde nasıl şevklerin hâsıl olduğunu, Kelime-i tevhîd söylerken nasıl bir zevkin meydana geldiğini bilmelidir. Bunun gibi şüpheli lokmalardan nasıl bir zulmetin yükseldiğini ve diğer günahları da buna benzeterek te’sîrlerini bilmelidir.”


“Zevk, şevk, keşf ve kerâmet peşinde olan, Allahü teâlâyı arayıcı değildir.”


“Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun.”


“Müceddidî yolu, dört feyz denizini birlikte bulundurur: Nakşibendî, Kadirî, Çeştî ve Sühreverdî. Lâkin birincisi galiptir.”


“Bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz! Yahut, Mirzâ Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın mezarına gidip, onun rûhâniyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, Allahü teâlânın feyzlerine kavuşulur. O, zamânımızdaki binlerce diriden daha fâidelidir.”


“Yemekde, bir nefsin rızâsı (beğenmesi), bir de nefsin hakkı vardır. Nefsin rızâsı, çok ve iyi yemekler yemektir. Nefsin hakkı ise, farzları ve sünnetleri yerine getirecek kadar kuvvet verecek gıdalardır.”


“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bütün kemâlâtı kendinde toplamış idi. Ama o kemâllerden, her asırdaki ümmetinde o vakte uygun olanlar zuhur etmiştir ve edecektir. Feyzler hazînesi olan mübârek bedeninin kemâlleri, aç durmak, cihâd ve ibâdet etmek olup, Eshâb-ı Kirâmda göründü. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek kalbi ile alâkalı olan kemâller, istiğrak (nurlara gömülme), kendinden geçme, zevk ve şevk, âh, feryâd ve vahdet-i vücûd sırları olup, Cüneyd-i Bağdâdî’nin (r.aleyh) dilinden evliyâya verildi. Bâtın nisbetinde kendini yok etmek ve yok olmak, Nakşibendî büyükleri ile Hâce Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinde ortaya çıktı. Şerefli Muhammed ismi ile alâkalı kemâl mertebeleri ve olgunluklar, Müceddîd-i elf-i sânî zamanında zuhur etti.”


“Duâ ederken nûrlar akıp gelir. Duânın kabûl olması yönünden bu bereketleri ayırmak zordur. Ba’zıları demişlerdir ki, eğer iki elde ağırlık hissedilirse, duânın kabûl alâmetidir. Biz de deriz ki, eğer sadrın inşirahı, ya’nî göğüste bir genişleme, kalbde bir açıklık hâsıl olursa, kabûl alâmetidir.”


“İnsanlar dört kısımdır: “Nâmerdler, merdler, civânmerdler ve ferdlerdir. Dünyâyı isteyen nâmerd. âhıreti istiyen merd, âhıretle birlikte Hak teâlâyı isteyen civânmerd, yalnız, Hakkı isteyen ferddir.”


“Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) üveysî olmak isteyen, yatsı namazından sonra, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek ellerini, kendi elinde imiş gibi tutup şöyle demelidir: “Ey Allahın Resûlü, sana beş şeyde bî’at ettim: Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü demek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan’da oruç tutmak ve gücüm olduğunda Kâ’be’ye gidip haccetmek.” Birkaç gece bunu yapmalıdır. Eğer büyüklerden birine üveysî olmak istiyorsa, yalnız olarak oturup, iki rek’at namaz kılıp, sevâbını onun rûhuna göndermeli ve rûhuna müteveccihen oturmalıdır.”


“Allahü teâlâ bana öyle bir idrâk, ya’nî anlama kuvveti ihsân etti ki, bedenim de, kalb gibi oldu. Önden, arkadan, sağdan, soldan kim gelirse bilirim.”


“Sa’dî Şirâzî, Sühreverdî yolunda, anlayış sahibi idi. İki sözde tasavvufu ne güzel anlatır.


Âlim, mürşid, üstâd Şihâbüddîn Sühreverdî. Bana unutulmayan iki nasihat verdi.


Biri, asla kendini hiç iyi bilmemektir,

Diğeri, başkasını hiç kötü görmemektir.”


“Bizden konuşan, bizim elbisemizi giyinir ve bizim tavrımızı seçmiş olur.”


Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin Mekâtib-i şerîfe adında bir mektûbâtı vardır. Farsçadır. Çok hoş, çok tatlı, fâideli ve bereketli bir eserdir. Mektûplarından ba’zı bölümler aşağıdadır:


“Allahü teâlâya, çok, temiz, sevdiği ve beğendiği gibi hamd-ü sena olsun. Ni’metlerine şükretmeyi, ni’metlerini arttırması için vesile kıldı. O’na, nasıl ve ne kadar hamd ve şükredeceğimizi bilemiyoruz. Zîrâ bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden edip, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdı ile şereflendirdi. Ehl-i sünnette, Şeyhayn’ı ya’nî Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’i diğer bütün ümmetten üstün tutmak, iki dâmâdı, ya’nî hazret-i Osman’la hazret-i Ali’yi sevmek, Ehl-i beyti sevmek ve ta’zim etmek, Eshâb-ı Kirâma (r.anhüm) hürmet etmek esastır. Bu sevgi ve ta’zim, îmân ve kurtuluşun iki esâsıdır. Yine Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize peygamberleri evliyâdan üstün tutma i’tikâdını ihsân eyledi.


Hiçbir velînin zevk, şevk, sır ve ilimleri, hiçbir peygamberin yüksek derecelerine ulaşamaz. Çünkü velîdekiler sıfatların, peygamberdekiler zâtın tecellîsinden hâsıl olmaktadır. Bunun için evliyâ, enbiyâya tâbi oldu. Hattâ Eshâb-ı Kirâmın da (r.anhüm) evliyâ üzerine üstünlüğü sabittir. Peygamberlerin en üstününün bereketli sohbetinde bulunmakla, ilâhî hikmet çeşmeleri ve nihâyetsiz feyz pınarları oldular ve Ümmet-i Muhammedin hidâyet ve saadetine çalıştılar. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) inâyet nazarlarından, kalblerinde öyle feyz ve nûr buldular ki, sabır, kanâat, tevekkül, rızâ ve teslimiyet, hayatlarının sermâyesi oldu. Teheccüd ve nafile ibâdetler, kendilerine güzel ahlâk oldu. Allahü teâlâya ve Resûlullaha ( aleyhisselâm ) olan aşırı muhabbetlerinden, îmân etmemiş akrabâları ile muharebeyi iki dünyâ saadeti ve kurtuluşu bildiler. Canları pahasına, din ve İslâmın yücelmesi için, cihâddan hiç geri durmadılar. Ya’nî diğer insanların müslüman olması için, onlara İslâmı duyurmak için, kendi canlarını verdiler.


O hâlde hiçbir velî, en aşağı derecedeki bir sahâbînin derecesine erişemez. Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) hepsine teşekkür etmek, bütün müslümanlara lâzım oldu. Allahü teâlâ onlara en iyi karşılıklar versin. Buradan Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek ve mukaddes sohbetinin ne kadar te’sîrli, bereketli olduğu anlaşılmaktadır. Önceki âlim ve evliyâ sonrakilerden üstündür. Yakînen biliyor ve inanıyoruz ki, evvelki büyüklerin bereketli terbiye ve telkinleri ile, sonrakilerde hâller, sırlar ve ma’rifetler hâsıl oldu. Bizim büyüğümüz hazret-i Müceddîd İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki: “Şeyh Muhyiddîn İbni Arabî (r.aleyh), ma’rifet ve sırlarda İmâm ve rehberdir. Biz sona kalanlar, onların ni’met sofrasından birşeylere kavuştuk, üzerinde durulmamış ba’zı cüz’î şeyler, mes’eleler kalmıştı, onları açıkladık. Nitekim nahiv ilminin İmâmı Sibeveyh, Ahveş ve benzerleridir, İbn-i Hâcib, Radî ve benzerleri, ba’zı incelikleri ortaya çıkardılar. Fukahâdan sonra gelen âlimler, fer’î ve cüz’î çok mes’ele açıkladılar. Ama bütün bunlara, İmâm-ı a’zam ve İmâm-ı Muhammed’den (r.aleyhimâ) ettikleri istifâdelerle kavuştular.”


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, beyân eylediği kendi yolunun ilim, ma’rifet ve tarikat ıstılâhlarının hepsi, velîlerin üstadı Hace Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin onları terbiyesi ile hâsıl olmuştur.


Onlar, ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i elf-i sâni’dir. Hicri ikinci bin yılında İslâm dîninin yenileyicisi ve kuvvetlendiricisidir. Beyân ettiği hakîkatler, incelikler, ilâhî ma’rifetler, feyzler, bereketler, kalblere feyz akıtıp ıslâh etmeler, yüksek makamlar, Allahü teâlâya yaklaştırıcı dereceler hakkında bildirdikleri ile, sofiyye-i aliyyenin ilimlerini yenilemiş, zamanına kadar hiçbir tasavvuf kitabında bulunmayan mertebe, makam, ıstılâh ve hâllerden, sır ve ma’rifetlerden bahsetmiş, müceddidlik vazîfesini yapmıştır. O hâlde, inkarcılardan olma!


Bütün bunlar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Hâce Ma’rûf-ı Kerhî, hazret-i Gavs-is-sekaleyn, Hâce Mu’înüddîn, Hâce Şâh-ı Nakşibend, Hâce Alâüddevle Semnânî ve hazret-i İmâm-ı Gazâlî (r.aleyhim) gibi hepsi müceddid idiler. Bunların nûrları, ilimleri, ma’rifetleri ve feyzleri, müceddid olduklarının delîlidir.”


“Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sahibi. Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Na’îmüddîn Hân, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektûbu yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, la’net etme, büyükleri anlayamama neticesi sitemler şeklinde açık günahlar, yahut huzûr içinde olmayan, tecvide riâyet edilmeden namaz kılma, boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, ma’nâsını düşünmeden Kur’ân-ı kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihan bahçesine gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyanlar olsun ki, bize sıhhat, afiyet ve rahatlık verildi. Hepsinin şükründe kusur ve eksiklik eyledik. Pişmanlıklar olsun ki, Kur’ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) gibi eşsiz iki ni’met ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin ( aleyhisselâm ) huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve liyakatsizlikle, şefaat ve mağfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü teâlânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.


Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın, işe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennete girip, Cennet ni’metlerine ve Hakkın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gafiller, ellibin senelik hesâb günü bizi hesaba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır ki, yarın hasret, ziyan elde kalmasın. Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Na’îmüddîn Hân ve sevgili zât-ı âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyârları hatırlayınız. Gıyabî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ se’âdeti versin.”


“Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât-ü selâmdan sonra, o bereketli memleketin (Orta Doğu) âlimleri, fâdılları, hafızları, emirleri, hâkimleri, şerîfleri ve ileri gelenleri! Hepinizin ma’lûmu olsun ki, zâhir ve bâtın faziletlerini, ya’nî İslâm dîninin görünen ve görünmeyen güzellik, üstünlük ve meziyetlerini kendinde toplamış olan Mevlânâ Hâlid (r.aleyh), gaybî işâretlerle, Hindistan’da, Şâhcihânâbâd’da (Delhi) bu aşağı kulun yanına geldi. Zikr, murâkabe ve diğer vazîfeler ile meşgûl oldu. Allahü teâlânın yardımı ve meşâyıh-ı Kirâmın vâsıtası ile kendilerinde huzûr, Cem’iyyet, kendinden geçme, cezbeler, varidat, keyfiyetler, hâller, nûrlar hâsıl oldu. Nakşibendîde, kalb nisbeti denilen mertebeye kavuştu. Bu hâl ve makamlarla, talibleri yetiştirmek ve Hakka kavuşturmak için, kendilerine icâzet ve hilâfet verilip, vatanına gitti. Büyük kabûl gördü ve o diyarda Ahrâriyye yüksek yolunu yaydı. Bunun için Allahü teâlâya hamd olsun!


Mevlânâ Hâlid’in eli benim elimdir. Onu görmek beni görmektir. Onu sevmek beni sevmektir. Bunun gibi onu sevmemek, ona düşman olmak da, bana ulaşır. Onun makbûlü, benim pîrân-ı kibârımın ya’nî Şâh-ı Nakşibend, Hâce Ubeydullah-i Ahrâr, Hâce Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’nin (r.aleyhim) makbûlüdür. Mevlânâ Hâlid’e ta’zim ve hürmet etmek, o memleketteki Müslümanlara lâzımdır. Ona hayır duâ edip, çok yaşamasına, kaza ve belâlardan korunmasına duâ etmek ise bu fakîre vâcibdir. Hadîs-i şerîfde; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan kimsedir” buyuruldu.

İslam'da ilk fitne

*Müslümanlar arasında ilk fitneyi çıkaran ve Eshab-ı kiram düşmanlığı aşılayan Yahudi dönmesi, "Sebeiyye" diye bilinen sapık yolun kurucusu.* Aslen Yemenli olup, doğum tarihi belli değildir. *Annesi San'alı siyahi bir Yahudidir.*


*Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanında Yemen'den Medine'ye gelerek Müslüman olduğunu söyledi.* Halifenin gözüne girmek istediyse de yüz bulamadı. *Bunun üzerine her yerde halifeyi kötülemeye başladı.* Fitne ve fesat çıkaracağı anlaşılarak Medine-i münevvere dışına çıkartıldı. Bunun üzerine gittiği *Basra, Şam ve Kufe'de de Halife Osman'ın aleyhindeki faaliyetlere* devam etti. 


*Eshab-ı kiramın büyüklerinin aleyhinde uygunsuz sözler söyleyerek kardeşi kardeşe düşürmeye çalıştıysa da taraftar bulamadı.* Mısır'a gelerek cahilleri etrafına topladı. 


*"Hazret-i İsa'nın döneceğine inanıp da hazret-i Muhammed'in döneceğini yalanlayana şaşarım."* diyerek, ric'at fikrini ortaya attı. 


*"Halifelik hazret-i Ali'nin hakkıydı, hazret-i Osman onun hakkına tecavüz ederek zalimlik yaptı."* dedi. Hatta *hazret-i Ebu Bekr ve hazret-i Ömer'in hilafete geçmeye hakları olmadığını, onların ve diğer Eshab-ı kiramın zulüm işlediklerini ileri sürdü.* 


Cahil kimselerden etrafına topladığı taraftarları vasıtasıyla Müslümanları halifeye karşı ayaklanmaya teşvik etti. 


*Abdullah ibni Sebe' ve taraftarlarının yaptığı menfi propagandalar tesirinde kalarak Mısır ve Irak'tan Medine'ye gelen isyancılar hazret-i Osman'ı şehid ettiler. Böylece İslam'da ilk büyük fitneyi çıkarmış oldu.*

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


*Türk-İslâm* âleminde en büyük İslâm âlimi *İmâm-ı Birgivî* hazretlerdir. Kitapları var efendim. Fakat bir *Mürşid-i kâmil* görmediği için *Hatâ* işlemiş. Kitâbının bir sayfasında vehhâbîliği methetmiş. 


Evet, *Vehhâbî* olarak değil, ama *Îzâhı* bunu gösteriyor. Demek ki, bir *Mürşidi* olmıyan, *Hatâ* yapabiliyor. Onun için Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri ne derdi? 


Bir *Mü’min*, islâmiyetin tamâmını *Bilse* ve *Tatbîk* etse, kurtulmak *İhtimâli* vardır. Fakat bir *Mürşid-i kâmili* tanımış ve sevmişse, onun kurtulmamak *İhtimâli* yokdur, buyururdu. 


Bir kimse, *Allah rızâsı* için size bir şey sorarsa, siz de *Allah rızâsı* için cevap verirseniz, velev ki *Yanlış* cevap verseniz de, Allahü teâlâ, onu *Doğrultur* kardeşim. Yâni netîcesi *Hayrlı* olur. 


Niçin? Çünkü esas olan, *İhlâs*’dır, *Niyet*’dir. Siz *Allah için* cevap verdiniz, niyetiniz *Hâlis*. Eğer nefsinize uygun cevap verseydiniz, doğru da olsa, *Yanlış* olurdu. 


Çünkü *Allah için* olmadı, *Nefs için* oldu. Onun için bizim arkadaşların yapdığı işler, hep *İsâbet*’lidir. Hepimiz aynı *Gemide*’yiz kardeşim. 


Bir gün Peygamber aleyhisselâma sordular, dediler ki: *Yâ Resûlallah, en efdâl ibâdet nedir?* Buyurdu ki: *Kelime-i tevhîd* söylemekdir. Yâni *Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah* demekdir. 


Bir başka zaman da sordular. Buyurdu ki: *Namaz kılmak*’dır. Bir başka zaman yine sordular. *Allahın dînini yaymak*’dır, buyurdu. 


Peki, aynı suâle niçin değişik cevaplar verdi? Cevâbı şöyledir ki; *Her suâle verilen cevap, o zamânın şartlarına uygun olarak verilmişdir*. 


Yâni namâzın *Terk* edildiği zaman, en efdâl ibâdet, *Namaz*’dır. Cihâdın terk edildiği zaman en iyi ibâdet, *Allahın dînini yaymak*’dır. 


Hiç kimsenin *Îmân* etmediği bir zamanda en efdâl ibâdet, *Kelime-i tevhîd* söylemekdir.

Kalb carullahtır

 İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:

(Kalb carullahtır. Carullah demek Allahü teâlâya komşu demektir. Eğer komşu kırılırsa sahibi de kırılır. Onun için, ister Müslüman olsun, ister kâfir olsun, ister facir olsun, ister fâsık olsun, ister evliya olsun, hiç kimsenin kalbini kırmamaya özen göstermelidir.)

Kimseye iyilik yapmak mecburiyetinde değiliz, ister yaparız ister yapmayız; ama kötülük yapmamaya mecburuz. Neden bu iyiliği yapmadın demezler; ama neden bu kötülüğü yaptın diye hesap sorarlar. Allahü teâlâyı incitmemek için, onun komşusunu incitmemek lazım. Onun komşusunu, kim olursa olsun, kırmak günahtır.

En güzel şey îsâr’dır

 Allahü teala bütün peygamberleri çok mühim bir özelliğinden dolayı seçmiştir. Eshab-ı kiram efendilerimiz sormuşlar, “Ya Resûlallah, cenab-ı Hak sizi hangi güzel huyunuzdan dolayı seçti” demişler. Cevabında Peygamber efendimiz “aleyhissalatü vesselam” “îsar” buyurmuş. İsar, kendi muhtaç olduğu bir şeyi vermektir. Her mü’min ömründe bir kere olsa bile isar yapabilmelidir ki Cennete kolay girsin. En güzel şey îsâr’dır.

İmam-ı Ali Rıza hazretleri “rahmetullahi aleyh”

İmam-ı Ali Rıza hazretleri “rahmetullahi aleyh” zamanında birinin dilinde tutukluk vardı biraz.


Bu derdini hazret-i İmama arz etmeyi düşünüyordu.

O gece hazret-i İmam rüyasına girip;

- Bir bardak suya, kimyon ve tuz karıştırıp o su ile gargara yap. İnşallah şifa bulursun, buyurdu.


Uyanıp, yapmayı düşündü bu tavsiyeyi.

Sonra da rüya deyip, ehemmiyet vermedi.

Huzuruna gidince, ilaç sordu tekrar.

Büyük İmam;

- Bu gece söyledik ya, buyurdu. Niçin dediğimizi yapmıyorsun?


Adam, tatbik etti ilacı.

İyileşti tamamen.


Biri de şöyle anlatıyor:


Bir gece, rüyamda Resulullahı “aleyhisselam” gördüm.

Hacıların konduğu mescitte oturuyordu.


Selam verdim.

Selamımı aldı ve çok iltifat buyurdu.


Önünde bir yığın hurma vardı. Bir avuç alıp bana verdi.

Saydım, tam onyedi tane idi.


Ertesi gün, imam-ı Ali Rıza hazretlerinin o mescitte konakladığını işitip, onu görmek için o yere koştum.


Baktım ki, gerçekten içeride oturuyor.

Hem de gece rüyamda Resulullahın “aleyhisselam” oturduğu aynı yerde.


Önünde de bir yığın hurma vardı.

O da, bir avuç alıp uzattı bana.

Saydım, tam onyedi tane idi.

Hayret ettim tabii.

- Biraz daha verseniz, diye arzettim.

Cevaben gülümseyip;

- Resulullah “aleyhisselam” da, bu kadar vermedi mi? buyurdu.

Bizi seven imansız gitmez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân* çok hassasdır kardeşim. Bir kelimeyle *Gelir*, bir kelimeyle *Gider*. İslâmiyetin bir emrini hafife almak ve *Küfr*’e sebep olan bir kelimeyi söylemek, *Îmân*’ı götürür. Bir *Tövbe* etmekle de *Geri* gelir. 


Öyleyse *Mü’min*, rastgele yaşıyamaz. Mü’minin en büyük korkusu, *Îmân*’ını çaldırmak olmalıdır, Bizi seven, *Îmân*’sız gitmez kardeşim. Çünkü bizi seven, Efendi hazretlerini sever. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi*’yi seven de *Seyyid Fehîm Arvasi* hazretlerini sever, bu böyle Resûlullaha kadar gider. Bu yol, *Ehl-i sünnet* yoludur efendim. Ne demek ehl-i sünnet? 


Yâni Resûlullahın ve Onun eshâbının *Yolu*’nda giden demekdir, Tek kurtuluş *Fırkası* da budur. Diğer yetmiş iki *Fırka*, Cehenneme gidecek, *Îtikad* bozukluğu kadar yandıkdan sonra, çıkıp Cennete gidecekler. 


Bu büyükleri *Tanımak*, sonra *Sevmek* sonra da onlara *Tâbi* olmak lâzımdır. Bu, Allahü teâlânın bir kuluna vereceği en büyük *Ni’met*’dir efendim. En büyük *Şeref*’dir. 


Hattâ bu *Büyükler*’i tanıyıp, bu büyüklere *Muhabbet* besleyip de, başka yerlerde, başka *Şeref*’ler aramaya kalkan, açıkçası *Şerefsiz*’dir. Çünkü en büyük şeref, budur. 


*Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Eshâb-ı kirâm olduktan sonra hiçbir şeye *Kıymet* vermediler. Çünkü en büyük *Şeref*’e kavuşmuşlardı. 


Kardeşim, yalnız *Çanakkale*’de, 250 bin üniversiteli *Genç*, tıbbiye’den, mühendislik’den, bütün bu gençleri topladılar, Çanakkale’de hepsi *Şehîd* oldu. 


Neden? *Küffâr içeri girmesin* diye. Bu vatan toprağına, *Kâfir ayağı* değmesin diye. 


Ecdâdımız, dedelerimiz, hep bu *Îmân-Küfr* mücâdelesinde *Şehîd* düştüler. Velhâsıl, biz *Hazıra* konduk kardeşim. 


Ama bunun kıymetini bilmezsek, *Hesâb*’ı sorulur yârın âhiretde. O hesap da *Ağır* olur, cevâbı verilemez. Bunun da tek *Çâresi* var. Mâdem ki bu *Bayrak* bizim elimize kadar gelmişdir. 


1400 seneden beri, *Kan*’la, *Mal*’la, *Can*’la gelmişdir. Eğer bu bayrak, bizden sonraki nesle aktarılmazsa, çok *Kötü* olur.


Bizden sonraki gençlik, bizim *Evlâtlar*’ımız, *Torunlar*’ımız, İslâmiyetden *Habersiz* olurlarsa, daha doğrusu islâmiyeti doğru olarak öğrenemezlerse, *Âhiret*’te, cevâbını veremeyiz kardeşim.

Seyyid Mazhar-ı Can-ı Canan Hazretleri


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Seyyiddir. Silsile-i aliyyenin yirmi yedincisidir.


İsmi, Şemseddin Habibullah'tır. Babası Mirza Can'dır. Onun ismine izafeten Can-ı Canan denilmiştir. 1701 yılında doğdu. 1781’de şehit edildi. Ceddi, ileri gelen devlet adamlarından olup, Teymuriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Babası Mirza Can, mevki ve makamı terk edip, fakirliği ve kanaati tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikahı için ayırdığı yirmi beş bin rub'iyye miktarındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamamen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlakı, insani meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zattı.


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, Zeka, fehm ve anlayışının parlaklığını gören firaset erbabı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sahip olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve taliminde, ilim öğrenmesi hususunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük yaşta ilim, marifet öğrenmeye ve çeşitli maharetler kazanmaya başladı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan itibaren gayet iyi değerlendirdi. İlim ve marifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve maharetleri öğrendi. Kendisi şöyle demiştir: "Çocukluğumda İbrahim aleyhisselamı rüyamda görüp, çok iltifat ve ihsanlarına kavuştum. Yine çocukluğumda Hazret-i Ebu Bekiri ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübarek sureti karşıma çıkardı. Ruhaniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifatta bulunurdu."


Yine şöyle anlatmıştır:

"Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmam-ı Rabbani hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda imam-ı Rabbani hazretlerinin ruhaniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işaret etti. Bu hâli babama söyleyince; "Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifade edeceksin" dedi. Allahü teâlâ benim tinetime, sünnet-i seniyyeye ittiba etme, uyma hasletini yerleştirmiş."


Kendisi ilim tahsilini şöyle anlatmıştır:

"Farisi lisanını ve diğer bazı bilgileri babamdan, Kur'an-ı kerimi, tecvid ve kıraat ilmini Kari Abdürresul'den, akli ve nakli ilimleri de zamanımızın âlimlerinden öğrendim. Hacı Muhammed Efdal'den, tefsir ve hadis ilmi öğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hacı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsilimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefat etti. Vefat etmeden önce şöyle vasiyet etti: "Bütün vaktini, kemalatı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme."


Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye devam ettim. Bir gece rüyamda evliyadan bir zatı gördüm. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külahını başıma koydu." Bu rüyadan sonra gönlümde makam ve mevki arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defasında rüyamda gaybdan bir ses; "Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidayete kavuşması ve onları hidayete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!" dedi. Bu rüyayı da görünce tasavvufa yönelip, batın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce marifet sahibi bir zat olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dinin emirlerine tam uyan, yüksek ahlak sahibi bir zat idi. Sohbeti kalbe safa veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzurunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzurunda dirilip itminana eriyor. Hakk'a kavuşmak orada müyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabul etmesini arzedince, istiharesiz talebe kabul etmediği halde beni derhal kabul etti. Feyzleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifatına kavuştum.


Kısa zamanda Nur Muhammed Bedayuni hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hallerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilahinin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murakabe halinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihayet o hale geldim ki; "Rabbini görüyormuş gibi ibadet et" hadis-i şerifinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fena ve beka hallerine kavuştum. Büyüklerin tarif ettiği maksada, sırr-ı tevhide yükseldim.


Nur Muhammed Bedayuni, benim hallerime bakıp, bana karşı tevazu ile, büyük bir sevgi ve alaka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken; "İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nurundan diğeri görülmüyor. Eğer taliplerin terbiyesine yönelsen âlem nurlanır" buyurdu. Yine bir gün bana; "Sende Allahü teâlâya ve Resulüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şemseddin Habibullah ismi verildi" buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havale etti.


Hocam Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin sohbetine dört sene devam ettim. Sonra bana icazet verdi. Bana Ehl-i sünnet itikadı üzere olmamı, sünnet-i seniyyeye uymamı ve bid’atlerden sakınmamı vasiyet etti.


Hocası Seyyid Nur Muhammed'in vefatından sonra, insanları irşada ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, amirler, veliler ve halk devam edip ondan feyz aldılar. Mir Müsliman, Senaullah Pani-püti, Gulam Kaki, Seyyid Âlimullah, Seyyid Abdullah Dehlevi gibi büyük âlimler ve veliler yetiştirdi.


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki:

"Allahü teâlâ bize en olgun aklı, doğru ve keskin görüşü ihsan etti. Saltanat işlerinin idaresi ve memleketin nizamı hususunda, herkesin haline uygun en güzel usulü öğrenmiş idim. Bunun için zamanın meşhur devlet adamları, alacakları silahları ve diğer mühim şeyleri bizden sorar ve bizden aldıkları cevaba göre hareket ederlerdi."


Yine şöyle buyurmuştur:

"Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende öyle bir hâl hasıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun nuruyla insanların saadet veya şekavet, (Cennet veya Cehennem) ehli olduğunu, alınlarından okurdum."


Nevvab Han Firuzcenk, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü. Bu halini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine; "Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zat hediye kabul etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz" dedi. Bu hadise üzerine Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri; "Biz, zenginlerden bir şey kabul etmemeye, almamaya kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabul etmedik" buyurdu. Sonra Nevvab Han Firuzcenk, otuz bin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabul buyurmadı ve; "Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız" dedi.


Yine Afgan serdarlarından biri, eşrefi denilen üç yüz altın göndermişti. Bunu da kabul buyurmayıp; "Her ne kadar hediyeyi kabul etmek lazımsa da, mutlaka kabul etmek lazım olduğuna dair bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlas ve ihtiyatla, haram karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabul etmiyoruz. Kaldı ki, ümeranın ve zenginlerin hediye edeceği şeylerin tam helalden hazırlanmış olduğu şüpheli olanları hiç kabul etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. Kıyamet günü onun hesabını vermek zordur. İmam-ı Tirmizi'nin, Ebu Berze'den getirerek yazdığı hadis-i şerifte Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Kıyamet günü herkes, dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı." Bunun için çok dikkat etmek lazımdır" buyurdu.


Mazhar-ı Can-ı Canan'a yine devlet adamlarından biri Hindistan'ın meşhur meyvesi olan "Enbe"den (Hint kirazı) bir miktar hediye göndermiş ve kabul etmesi için de çok yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tane "Enbe" alıp gerisini iade etmiş ve; "Bu fakirin gönlü, bunları kabul etmek istemiyor" buyurmuştu. Biraz sonra huzuruna bir bahçe sahibi gelip; "Falan emir, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye etti" dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilerek, himaye edilmesini söyledi. Sonra da; "Sübhanallah, onun getirdiği bu yiyecek bizim batınımıza zararlı oldu" buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli kimselerin ikramını hiç kabul etmedi. Yine bu hadise üzerine; "Yiyeceklerin en zararlısı kazançları şüpheli olan zenginlerin ikram ettiği yiyeceklerdir. Hatta fakirlerin ikramları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için, kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar" buyurdu.


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: "Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı, taat ve ibadetin nurunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanaatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızayı seciye haline getirmelidir. Resulullah efendimizin; "Allahım! Âl-i Muhammed'in rızkını kâfi gelecek kadar kıl" buyurduğu duasına uygun olarak, insan için lazım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir.


Eshab-ı kiram da böyle dua ederdi. İsrafa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilahi bir hediyedir. Allahü teâlâya kavuşmak ve Resulullah efendimizin didarını, mübarek yüzünü görmektir.


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlas ile bağlıydı. Bilhassa İmam-ı Rabbani hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. "Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızasına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızasına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zatları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için en kuvvetli vasıtadır" buyurdu.


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri şöyle anlatmıştır:

"Bir defa cihanın süsü ve kâinatın serveri olan Peygamber efendimizi rüyada görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübarek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yani İmam-ı Rabbani hazretlerinin evladı da orada idiler. Resulullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakir; "Ya Resulallah, onlar benim pirimin evladıdır" diye arzettim. "Onlar bizim sözümüzü tutarlar" buyurdu. Onlardan bir aziz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; "Ya Resulallah, hazretiniz Müceddid-i elf-i sani hakkında ne buyurursunuz?" diye arzettim. "Ümmetimde onun bir benzeri yoktur" buyurdu. "Ya Resulallah! İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı, mübarek nazarlarınızdan geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!" Ben de, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bazı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ için; "O, vera-ül-vera sonra yine vera-ül-vera'dır, yani Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" buyurduğunu okudum. Resulullah efendimiz bunu çok beğendi ve;"Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifadeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devam etti.


Ben gördüğüm bu rüyada, Resulullah efendimizin mübarek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamamen nur ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım."


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, şehid olarak vefat etti. Vefatından birkaç gün önce, bu fani dünyadan gitme zamanının geldiği ve Allahü teâlâya kavuşacağı için bambaşka bir aşk ve şevk içindeydi. O günlerde ibadet ve taatlarını daha da artırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve murakabeleri büyük bir huzur hali içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzurunda toplananlar yüz kişiden ziyade olur, bereketlere ve feyzlere kavuşurlardı. Vefatının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Nesim, memleketine gidip dönmek üzere izin istediğinde, bu talebesine; "Artık seninle bir daha görüşeceğimiz malum değildir" buyurdu. Bu sözleriyle vefat edeceğine işaret etmişti. Bunu işiten talebeleri ağlaşmaya başlayıp gözyaşlarını tutamadılar. Yine vefatının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzak'a yazdığı bir mektupta; "Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duada bulun" diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işaret etmiştir.


Yine vefatının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nimetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: "Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nimete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ onları bana ihsan etti. Beni İslam-ı hakiki ile şereflendirdi ve çok ilim ihsan etti. Salih amel üzere istikamet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve keramet ihsan etti. Beni dünyaya düşkün olmaktan ve dünyaya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmakta, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücudum zayıf düştü. Cihad edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, takatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemeyenlere şaşılır. Ölüm Allahü teâlâya kavuşmaya sebeptir."


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri böylece, şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzuruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önünde pek çok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihayet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Moğol ve Mecusi idiler. Huzuruna girince, Mazhar-ı Can-ı Canan sen misin?" dediler. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri de; "Evet benim" buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isabet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı.


Durumdan haberdar olan Nevvab Necef Han, sabah erkenden frenk bir tabip gönderdi. Tabibe; "Çabuk gidip bu mübarek zatı tedavi et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın" dedi. Frenk tabip gidip Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvab Necef Hana; "İyileşip kurtulur, başka tabip göndermeye lüzum yok" dedi. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu yaralı haliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cuma günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fatiha-i şerifi okudu. İkindi vaktinde; "Günün bitmesine kaç saat vardır?" buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cuma, hem de Aşure günü idi. Akşam olunca üç defa derin nefes aldı ve şehid olarak vefat etti.


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, İslamiyet’in yayılması ve insanların hakiki saadete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zatlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazifelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslamiyet’i öğretmişler, imanlarının vicdanileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri bulunduğu yerde İslamiyete uyulmasına, güzel ahlakın yayılmasına ve insanların birbirlerine karşı iyi muamelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat yaşamak ve saadete kavuşmakla şereflenmişlerdir.


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki:

"Her kim ki dünyaya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nurlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyaya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve halis niyetle ve batıni nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."


"Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da melundur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için masivayı yani Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lazımdır."


Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin kendi eshabına, talebelerine nasihatleri şöyledir:

"Takvanın ve veranın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resulullah efendimize mütabeat yani tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabul etmektir. Kendi halinizi, ehli sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer haliniz, ehl-i sünnette bildirilen hususlara yani dinin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun değilse merduddur, reddedilecektir. Dünya ve ahiret saadetlerine kavuşmak için, ehl-i sünnet vel cemaat itikadı üzere olmak lazımdır."


Dünya metaı pek azdır

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri kemal derecede zühd ve tevekkül sahibiydi. Dünyadan ve dünyaya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabul etmezdi. Kabul ettiği çok nadir olurdu. Zamanın padişahı Muhammed Şah, veziri Kameruddin Han ile Mirza Can-ı Canan'a haber gönderip, şöyle dedi: "Allahü teâlâ bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler." Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu teklif üzerine şu cevabı verdi: "Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen; "...Onlara şöyle de; dünyanın metaı pek azdır..." (Nisa suresi: 77) buyurarak dünyanın yedi iklimindeki mal ve mülkün az bir şey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esası ise, ondan uzak durmaktır."


Yine o havalinin devlet adamlarından biri, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri için bir dergah yaptırdı ve bütün dervişlerin ihtiyacını da karşılayacağını bildirerek kabul etmeleri için arzetti. Fakat Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri kabul etmedi ve; "Bizim için her yer birdir. Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdir edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazinesi sabır ve kanaat olup, bu kâfidir" buyurdu.


Hakiki ilaç

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfuzatı, Kelimat-ı Tayyibat denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:


"Kardeşim, zamanımız talebesinin zayıflığından, evliyadan keşf ve keramet istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bahseden mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimselerden, bu işe talip olanları kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ hakiki hakimdir. Al-i İmran suresi 31. âyetinde mealen; "Ey Habibim! Onlara de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever" buyurulması, bütün yollardaki saliklerin, talebelerin maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızasını kazanmayı, Peygamber efendimize tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günah hastalıklarından kurtarmak için, ilaç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilaçları alan, perhize riayet eden sıhhat ve şifa bulur. Kaçınan kendini ziyan ve telef etmiş olur.


Bu reçetenin bir sureti, bir de hakikati vardır. Sureti ile avam müslümanları hareket eder. Bu da, itikadını düzelttikten sonra dine uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşılığı da Cennetin nimetleri ve Cehennemden kurtulmaktır. Hakikati ise havassa, seçkinlere mahsus olup, kalblerin nurlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan suret bulunmakla beraber, riyazet ve mücahedelerde de vardır. Burada ele geçen, tecelli ve keşflerdir. Surete iman ve İslam, hakikate ise ihsan denir. Nitekim Hadis-i şerifte; "İhsan; Rabbine, onu görür gibi ibadet etmendir" buyuruldu. Hakikatsiz suret, derideki hastalıklara çare bulmada, çıban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilaçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakikatin ise, suretsiz hiç faydası yoktur. Belki o hakikat değil, mekr-i ilahidir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.


Hakikat, temizlemek, yani hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çıkarıp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, büsbütün şifa bulmak, bu iki tedavinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Eshab-ı kiramın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifa tesirleri yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedavi ve ilaç, Allahü teâlâyı çok sevmek, bütün gayretiyle Resulullaha tâbi olmak, taat ve ibadetlerden lezzet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzuru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapıyordu. Resul-i ekremin bereketli sohbeti ve İslamiyet reçetesinin tatbiki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevacidlerden ziyade, suret ve hakikate son derece riayet ve ihtimam gösterip, hakikati koruyan sureti muhafaza edip, keşf ve keramete itina göstermediler. Bunları kemalin, olgunluğun icap ve şartlarından saymadılar.


O halde, tam sıhhate kavuşmak isteyen bir talip, Resulullahın sünnetine uymayı, bütün riyazet ve mücahedelerden üstün ve buna ait olan nur ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve mevacidlere, batın cemiyyeti ve devamlı huzur yanında değer vermemeli ve bu öz ve hakikatlerin elde edilmesine sebep olan büyüğü, Resulullah efendimizin vekili bilmeli, ona canla başla hizmet edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.


Fıkıh bilgilerini öğretiniz. Fıkıhsız din olmaz. Ehl-i sünnet itikadını öğretmeye, yaymaya pek ehemmiyet veriniz. Her şeyinizde Allahü teâlânın habibi olan Peygamber efendimize ittibaya, uymaya gayret ediniz. Çünkü Allahü teâlâ habibine uyanları çok sever." (21. mektup)