CA’FER-İ SÂDIK HAZRETLERİ

İslâm âlimlerinin gözbebeklerinden olup, seyyid ve oniki imâmın altıncısı. Hazret-i Ali’nin torununun torunu olup, Eshâb-ı kiramı görmekle şereflenen Tabiîn devrinin yükseklerinden ve evliyânın büyüklerinden olup, silsile-i âliyyenin dördüncüsüdür. Künyesi, “Ebû Abdullah”dır. Tâhir, Fadıl gibi birçok lakabı vardır. En meşhûru “Sâdık”tır. Babası Muhammed Bâkır, onun babası İmâm-ı Zeynel’âbidîn, onun babası Hazreti Hüseyin ve onun babası da Hazreti Ali’dir. Annesi Ümmü Ferve’dir. Annesinin babası Kâsım, onun babası Muhammed ve onun babası da Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Annesinin annesi, Abdurrahmân bin Ebû Bekr’in kızı Esmâ’dır. 83 (19 Nisan Çarşamba m. 702) senesinin Rebîul-evvel ayının onyedisinde Pazartesi günü Medîne-i münevverede doğdu. Altmışbeş senelik ömrünün otuzdört senesinde imamlık yaptı. 148 (6 Eylül Cuma m. 765) senesinin Recep ayının onbeşinde Pazartesi günü Mekke’de vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bâki’de olup, babası ve dedesi yanındadır.


Ca’fer-i Sâdık hazretleri, temiz ve yüksek bir nesebe (soya) sahip olduğu gibi, güzel yüzlü ve tatlı dilliydi. Bedeni sanki nûr saçıyordu. Yüzünün renginde beyaz ve kırmızı karışmış olup, tatlı bir çehresi vardı. Kuvvetli ve orta boylu idi. Kısa ve şişman değildi. Saçı kumrala yakındı. Hazreti Ali’ye çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshâk, Muhammed, İsmail, Abdullah, Abbâs ve Ali’dir. Evlâdlarının hepsi zamanının süsü, âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler. Mûsâ Kâzım, oniki imâmın yedincisidir.


İmâm-ı Ca’fer ilmi, oniki imâmdan beşincisi olan babası Muhammed Bâkır’dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamanının bir tanesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimya ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi, o kadar çoktu ki, bu husûslarda zamanında yaşayan herkese akıl-ilim hocalığı yapardı. Kimyanın babası sayılan Câbir de, Ca’fer-i Sâdık’ın talebesidir. İmâm-ı Ca’fer’in en meşhûr talebesi, Hanefî Mezhebi’nin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit’tir. İmâm-ı â’ zam, Ca’fer-i Sâdık’in derslerine ve sohbetlerine devam ederek, o gizli ve aşikâr ma’rifet kaynağından ilim ve evliyâlık yolunda çok istifâde etti. İmâm-ı a’zam, O’nun huzûrunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için, “O iki sene olmasaydı, Nu’man helak olmuştu” buyurmuştur, İmâm-ı a’zam ( radıyallahü anh ), bu sözü ile hocası Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin büyüklüğünü, kıymetini, kavuştuğu dereceleri anlatmak istemiştir.


Kalbi, bütün kötü huylardan temizleyip, Allahü teâlâya kavuşmak için lâzım gelen ma’rifetleri, ibâdet ve işleri öğreten tasavvuf yollarının çeşitli isimler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı mürşidin talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları (mürşidleri) ile öğünmek için bulundukları yola, müşridlerinin isimlerini vermişlerdir. Hazreti Ebû Bekir vasıtası ile gelen yolda “zikr-i Hafî” ya’nî sessiz zikir yapılmış olup, Hazreti Ali vasıtası ile gelen yolda da “zikr-i cehri” ya’nî yüksek sesle zikir yapılmıştır. Bütün tasavvuf yolları, İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinde birleşmektedir, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, iki yoldan Resûlullaha bağlıdır. Birisi babalarının yolu olup, Hazreti Ali vasıtası ile Resûlullaha bağlıdır. Bu yola “vilâyet yolu” denir. İkincisi anasının, babalarının yolu olup Hazreti Ebû Bekir vasıtası ile Resûlullaha bağlanmaktadır. Bu yola da “Nübüvvet yolu” denir, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk soyundan, hem de, onun vasıtası ile Resûlullahtan feyiz almış olduğu için “Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki hayata kavuşturmuştur” buyurdu. Ca’fer-i Sâdık hazretleri, Resûlullahtan gelen Peygamberlik (Nübüvvet) üstünlüklerine Hazreti Ebû Bekir, Selmân-ı Fârisî ve Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekir silsilesi ile kavuşmuştur. Evliyâlık (velâyet) üstünlüklerine de, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hüseyin, Zeynel’âbidîn ve babası Muhammed Bâkır yolu ile kavuşmuştur, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ta bulunan bu iki feyiz ve ma’rifet yolu, birbirleri ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden, Ahrâriyye büyüklerine, Hazreti Ebû Bekir yolu ile, öteki silsilelere ise, Hazreti Ali yolu ile feyiz gelmektedir.


İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın ilimde, ma’rifette, zühd, takvâ, kanâat ve bütün güzel ahlâktaki üstünlüğünü, büyüklüğünü duymayan kalmamıştır. Büyükler gibi çocuklar arasında da meşhûr olmuştur. Hikmetli sözleri ve menkıbeleri (ibret dolu hayat olayları) her yere yayılmış, kitaplara yazılmıştır. Onun büyüklüğü ba’zı eserlerde şöyle anlatılmaktadır.


Ca’fer-i Sâdık; Muhammed aleyhisselâmın milletinin (dininin) sultanı, peygamberlik kemâlâtının (üstünlüklerinin) burhanı (delîli, senedi), hakîkatların âlimi, evliyânın gönüllerinin meyvası, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vârisi, âriflerin, Hak âşıklarının serveri (önderi) idi. Zevk, aşk sahiplerinin rehberiydi. Tefsîr ilminde eşi yoktu. Namazda kendinden geçip düştüğü olurdu. Ca’fer-i Sâdık, Ehl-i beytten olup, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı a’zamın ma’rifette, tasavvuf ilimlerinde hocasıdır. Ehl-i sünnet vel-cemâat ve Ehl-i beyt sevgisi ile doludur. Ya’nî Ehl-i beyti sevenler ve onların yolunda gidenler, aslında Ehl-i sünnet olanlardır. Ehl-i beyte olan hakîki ve samîmi sevgisinden dolayı, İmâm-ı Şafiî’ye (ki, Ehl-i sünnetin imamıdır) “Rafızî” diyenler oldu. Halbuki O, kimseyi kötülemedi, hepsini sevdi. Nitekim bütün Ehl-i sünnet âlimleri, “Ehl-i beyti sevmek âhırete îmân ile gitmeye son nefeste selâmete, hidâyete kavuşmaya sebep olur” buyurdular. İmâm-ı Şafiî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: (Sizi sevmeyi, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde emrediyor. Namazlarında size duâ etmeyenlerin namazlarının kabûl olmaması, kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor. Şerefiniz ne kadar büyüktür ki, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde sizleri selâmlıyor).


Tasavvuf ilimlerinde yüksek ma’rifetlere kavuşmuş olan ve bu bilgileri arzu edenlere öğreterek onlara mürşidlik, rehberlik eden Ca’fer-i Sâdık, ( radıyallahü anh ) kelâm, tefsîr, hadîs ve diğer din ilimlerinde de yüksek derecelere ulaşmıştır. Bu ilimlerde kendisine izafe edilen eserler (risaleler) sonradan yazılmıştır. Din bilgisi üzerinde hiç kitap yazmadı. Kelâm ilminde, sapık i’tikâd (inanç) sahibi olan Ehl-i bid’ate ve felsefecilere karşı verdiği sağlam, vesîkalı cevaplar, bu husûsta yazılan Ehl-i sünnetin kelâm kitaplarında yer almıştır.


Ca’fer-i Sâdık hazretleri, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmanın şartlarından birisi olan Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) dört halifesinin üstünlük ve halifelik sırasını inkâr edenlere ve Eshâb-ı kirama dil uzatanlara, onları sevmeyenlere karşı vesîkaları ile cevap vermektedir. Birgün, bu konuda bozuk bir inanca sahip olan sapık birisi, gelip Ca’fer-i Sâdık’a dedi ki:


- Ey Ca’fer! Eshâb arasında, en üstün kimdir?


- Ebû Bekr-i Sıddîk, hepsinden üstündür.


- Böyle olduğunu nereden biliyorsun?


- Allahü teâlâ O’nun için, Resûlden sonra ikinci buyurdu. Bundan üstün şeref olmaz.


- Ali “radıyallahü anh”, Resûlün yatağında, kâfirlerden korkmadan yatmadı mı?


- Ebû Bekir ( radıyallahü anh ), bir şeyden korkmadan mağaraya önce girdi.


- Kâfirlerden korkmasaydı, girmezdi. Halbuki, Allahü teâlâ, Resûlüne haber verip, Ebû Bekir’e “Korkma” dedi. Demek ki, korktu.


- O, Resûlullaha bir zarar gelirse diye korktu. Ayağını bir deliğe koydu. Yılan onu kaç kere ısırdı. Acısına katlanıp, Resûlü rahatsız etmemek için, ayağını çekmedi. Resûlü uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehirlenerek, canını Resûle feda etmezdi.


- Mâide sûresi, ellisekizinci âyetinde, “Rükû’da iken sadaka verirler” diye medh olunan (öğülen) Ali’dir.


- “Allahü teâlâ mürtedlerle cihad eden bir kavim getirir. Allahü teâlâ bunları sever” âyet-i ke rîmesi, Ebû Bekir Sıddîk içindir ve daha çok yükseltmektedir.


- Bekâra sûresi ikiyüzyetmişdördüncü âyetinde, “Mallarını, gece, gündüz, gizli, göz önünde ve renler” medh olunan Ali değil midir?


- Ebû Bekr-i Sıddîk’ı medh eden (Velleyl) sûresi, şânını çok yükseltmektedir. Çünkü Ebû Bekir, kırkbin altın verdi. Kendisine hiç bırakmadı. Allahü teâlâ, Resûlüne, Cebrâil “aleyhisselâmı” gönderip “Ben Ebû Bekir’den râzıyım. O benden râzı mıdır?” buyurdu. Ebû Bekir, (Ben, Allahü teâlâdan râzı yım, râzıyım, râzıyım) diyerek cevap verdi.


- Tevbe sûresinin yirminci âyetinde “Hacılara su vermeği ve Mescid-i Haramı bina etmeği, imân etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz? Hayır. Böyle değildir” Ali öğülmektedir.


- Hadîd sûresi, onuncu âyetinde, “Mekke’nin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile, fetihden sonra veren ve cihad eden bir değildir. Önce olanın derecesi daha yüksekdir.” Ebû Bekir medh olunuyor. Ebû Cehl (Amr bin Hişâm bin Mugîre) Resûlullaha vurmak istedi. Ebû Bekir yetişip, ön ledi.


-Ali, hiç kâfir olmadı.


- Evet öyledir. Fakat, Allahü teâlâ, Tevbe sûresi, yüzbirinci âyetinde “Muhacir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râzıdır. Onlara Cennette sonsuz ni’metler vardır”ve Zümer sûresi, otuzüçüncü âyetinde, “Doğru haberle gelen ve O’na inanan için, Cennette, istedikleri her şey var dır.” Ebû Bekir’in îmânını medh etmektedir. Başkasının îmânı, böyle öğülmedi. Mekke’de, Resûlullah her ne söylese, kâfirler, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekir hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah derdi.


- İmrân sûresi, yüzellibeşinci âyetinde, Allahü teâlâ, “Uhud gazâsında, şeytana uyup, dağılanlar” diye şikâyet etmiyor mu?


- Âyet-i kerîmenin sonunu da oku. Bak ne buyuruyor. “Onların bu kusurlarını affettim.” buyuruyor.


- Ali’yi sevmek farzdır. Şûra sûresi yirmiüçüncü âyetinde “Size İslâmiyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz” buyuruldu ki, bunlar Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’dir.


- Ebû Bekir’e duâ etmek ve O’nu sevmek farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresi onuncu âyetinde, “Mu hacirlerden ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü’minler, yâ Rabbi! Bizi affet ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi (Ya’nî Eshâb-ı kiramı) affet derler,” buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki; Eshâb-ı kiramdan birini sevmiyen kimse, bu âyette bildirilen mü’minlerden olmaz. Bu duâdan mahrûm olur).


- Resûl aleyhisselâm, “Hasan ve Hüseyin, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları ise, daha üstündür” buyurdu.


- Ebû Bekr-i Sıddîk için bundan daha iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkır’dan işittim. Ceddim İmâm-ı Ali buyurdu ki, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda idim. Başka kimse yoktu. Ebû Bekir’le Ömer geldi. Resûlullah buyurdu ki: “Yâ Ali! Bu ikisi, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.”


- Yâ Ca’fer, Âişe mi üstündür. Fâtıma mı?


- Âişe ( radıyallahü anha ), Resûlullahın zevcesi idi. Cennette onun yanında olur. Fâtıma ( radıyallahü anha ), Ali’nin zev cesi idi. Onun yanında olur.


- Âişe, Ali ile harb etti. Cennete girer mi?


- Ahzâb sûresi, elliüçüncü âyetinde “Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhtır” buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, “Bu âyet gösteriyor ki, Resûlullah vefât ettikten sonra da, O’na saygı göstermek için zevcelerine saygı lâzımdır.”


- Ebû Bekir’in halife olacağını, Kur’ân-ı kerîmde gösterebilir misin?


- Hem Kur’ân-ı kerîmde, hem Tevrat’ta ve hem de İncîl’de gösterebilirim. En’âm sûresi, yüzaltmışbeşinci âyetinde, “Allahü teâlâ, sizi yer yüzünün halifesi yaptı, birbirinizin yerini tutarsınız.” Nûr sûresi ellibeşinci âyetinde “Îmân eden ve emirlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim kıla cağımı söz veriyorum. İsrâiloğullarını halife yaptığım gibi, sizi de, birbiriniz ardı sıra halife yapa cağım” buyurdu. Beydâvî ve Hüseynî diyor ki: “Bu âyet-i kerîme gaybten haber verip, Kur’ân-ı kerîmin, Allah kelâmı olduğunu ve dört halifesinin meşrû, haklı olduğunu göstermektedir.” Tevrat’ta ve İncîl’de, Feth sûresi son âyetinde “Resûlullah ve O’nunla birlikte olanlar, birbirlerini her zaman ve çok severler ve her zaman kâfirlere düşman olurlar.” Bütün Eshâb bildirilmekte ve Ebû Bekr’in şerefine işaret edilmektedir. Bu âyetin sonunda “Eshâbının misâlleri Tevrat’ta ve İncîl’de bildirildi.” buyuruyor. Ceddim Ali’nin haber verdiği hadîs-i şerîfte: “Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana verir. Kıyâmette mezardan, önce kalkarım. Allahü teâlâ, dört halifeni çağır buyurur. Onlar kimdir yâ Rabbi? derim. Ebû Bekir’dir buyurur. Yer yarılıp Ebû Bekir, herkesden önce mezardan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali kalkar...” buyuruldu.


Sapık, hemen söz alıp:


- Yâ Ca’fer, bunlar, Kur’ân-ı kerîmde var mı?


- Zümer sûresi, altmışdokuzuncu âyetinde “Peygamber ve bunların şâhidleri, hesap için getiri lir” buyuruldu. (Yahut şehîdleri getirilir.) denildi.


Yâ Ca’fer, şimdiye kadar, üç halifeyi sevmiyordum. Şimdi buna pişman oldum. Tövbe edersem kabûl olur mu?


- Çabuk tövbe et. Bu tövbe, se’âdetine alâmettir. Bu hâl ile âhırete gitseydin, dînin boşa giderdi.


İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, hadîs ilmînde sika (güvenilir) bir râvî olup ve kendisinden pek çok hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfleri, babasından, o da kendi babasından ve annesinden, Atâ bin Ebî Rebâh’dan ve Zührî gibi birçok râvîden alıp öğrenmiş ve kendisinden de Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes, Ebû Eyyûb-i Sahtiyanî gibi zâtlar hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Buhârî’nin dışında kalan Kütüb-i sitte’nin hepsinde yer alır. Hadîs ilminde, İmâm-ı Şafiî ve Yahyâ bin Muîn, O’nun sika (güvenilir) olduğunu bildirmişlerdir, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, O’nun hakkında, “O’ndan daha fakîh (fıkıh ilmini bilen) kimse görmedim” buyurdu. Ebû Hâtem de, onun sika bir râvî olduğunu söylüyor. Sâlih bin Ebil-Esved, İmâm-ı Ca’fer’in “Beni kaybetmeden önce, her ilimden sorunuz. Benden sonra, size, benim gibi söyleyen birisini bulamazsınız” buyurduğunu haber verdi. Her ilimde üstâd, her ma’rifette mahirdi. Doğruluğu ve sadâkati o kadar çoktu ki, bundan dolayı kendisine “Sâdık” lakabı verildi.


Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nurlu yolunu, hiç değiştirmeden, apaçık ve tam doğru olarak bugüne kadar ulaştırmada, Ehl-i sünnet âlimlerinin hizmeti çok büyüktür. Bu büyük hizmet için, aralarında vazîfe taksimi yapan bu âlimlerden îmân, inanç bilgilerini anlatıp öğretenlere “Mütekellimin” denildi. İbâdetlerin ve işlerin nasıl olacağı, haram ve helâli, farzı, vacibi öğreten âlimlere de “Fukahâ” dendi. Kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme “Tasavvuf ve bu ilmin âlimlerine de “Mutasavvifîn”, denildi. İşte İmâm-ı Ca’fer hazretleri, bu üçüncü ilmi anlattı, öğretti. Kelâm ve fıkıh âlimlerinin uğraştığı sahada ayrıca kitap yazmadı. Yoksa bu bilgilerde de, bütün âlimlerin ve evliyânın üstadı idi.


Bu büyük imâmın hayatı, hâli, ibret dolu menkıbeleri o kadar çoktur ki, anlatmak ve yazmakla bitirilemez. Okuyanların, işitenlerin gönüllerinde bu büyük velîye karşı, çok az da olsa sevgiye, muhabbete vesîle olması için menkıbelerinden ve hikmetli sözlerinden seçerek ba’zılarını yazıyoruz:


Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, Ca’fer-i Sâdık’ın ( radıyallahü anh ) yanına gelmişti. O’na dedi ki: -Ey Peygamberin “aleyhisselâm” torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki:


“Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zahidi, Allahtan en çok korkanısın. Benim nasihatime ne ihtiyâcın var?”


“Ey Resûlullahın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâcibtir, borçtur.”


“Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim olan Muhammed “aleyhisselâmın” elimden yakalayıp: “Niçin bana hakkıyle uymadın?” demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep (soy) işi değil, ibâdet ve amel İşidir. Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki: “Yâ Rabbi! Onun varlığı Peygamberlik; soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delîldir. Dedesi Resûl) aleyhisselâm, annesi Betûl (Hazreti Fâtıma evlâdından) olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir Kıymeti olsun!” Hazreti İmâm mütevâzi ya’nî çok alçak gönüllü idi. Kimseyi incitmezdi. Her mü’mini kendisinden daha kıymetli bilirdi. Bir gün kölelerini çağırdı. Onlara dedi ki: “Geliniz, sizinle sözleşelim. Kıyâmet günü içinizden hanginiz kurtulursa, onun diğerlerine şefaatçi olması için birbirimize söz verelim!” “Ey Allahü teâlânın Resûlünün evlâdı! Sizin bizim şefaatimize ihtiyâcınız yoktur. Dedeniz Muhammed aleyhisselâm, re bütün insanların ve cinlerin şefâatçisidir.” “Ben bu amellerimle, işlerimle yarın kıyâmet gününde ceddimin yüzüne bakmaya utanırım” buyurdu.


İmâm-ı Ca’fer hazretleri bir müddet halvet (yalnızlık) hâlinde kalmış, evinden re- İnsanlar arasına çıkmamıştı. Evliyânının büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî evine gelip: “Ey Resûlullahın torunu! İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı sohbetinizden mahrûm kaldı. Niçin uzlete çekildiniz?” deyince buyurdu ki: “Şimdi böyle gerekiyor. (Zaman bozuldu ve dostlar değişti). Sözümüzün hakîkati meydana çıktı.” ve şu iki beyti okudu:


Geçen gün gibi geçip gitti, vefa da,

İnsanların kimi hayâl, kimi ümitpeşinde.


Dostluk, vefa görünüşte kaldı aralarında,

Fakat kalbleri akreplerle dolu gerçekte.


Zamanın hükümdârı bir gece vezirine dedi ki: “Hemen git, İmâm-ı Ca’fer’i buraya getir. Onu hemen öldürmek istiyorum.”


Vezir: “Evinde oturmuş, gece-gündüz ibâdetle meşgûl olan, devlet işlerine karışmayan bu kimseyi öldürmekten vazgeç!” Vezir, hükümdârı bundan vazgeçirmek için epey dil döktü. Fakat ikna edemedi. Mecbûren gidip çağırdı. Vezir çağırmaya gidince hükümdâr cellâtlara emir verdi.


“İmâm-ı Ca’fer içeri girince, ben başımdan külahımı çıkardığım zaman hemen başını vuracaksınız!”


Bir müddet sonra, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri içeri girdi. Hükümdâr bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir tevâzu ile O’nu karşıladı. Koltuğuna oturttu. Kendisi edeble karşısına diz çöküp oturdu. Cellâtlar ve hizmetçiler şaşırıp kaldılar. Hazreti İmâma:


“Efendim, benden bir emriniz, isteğiniz olursa hemen emredin, yapayım” dedi.


Hazreti İmâm buyurdu ki: “Senden bir ricam yok. Beni bir daha yanına çağırma! Rabbime ibâdetten beni alıkoyma, başka bir şey istemem.”


Gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdâr, izzet ve ikramla onu uğurladı. Hazreti İmâm gittikten sonra vücûdunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: “Bu ne hâldir. Hani o zâtı öldürtecektiniz?”


Hükümdâr cevap verdi: “Hazreti İmâm içeri girince, yanında büyük bir arslan gördüm. Lisân-ı hâl ile bana, “Onu incitirsen seni parça parça ederim” diyordu. Bunu görünce ne yapacağımı şaşırdım.


Süfyân-ı Sevrî hazretleri, bir gün Ca’fer-i Sâdık’ın evine gitmişti. Huzûruna girip görüşmek için izin istedi. Kendisine izin verdi. Yanına geldiği zaman O’na dedi ki: “Ey Süfyân! Sen, zaman zaman sultan ile görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise, mümkün mertebe sultandan uzak duruyorum. Zamanın hâli bunu icâb ettiriyor. Yanımdan hemen çık, git”


“Bana bir hadîs-i şerîf nakletmedikçe buradan ayrılmayacağım, ey İmâm! Senden nasîhat alacak bir hadîs-i şerîf işitip gideyim.”


“Çok sözün sana faydası yoktur. Ben babamdan, o da babasından, dedem de babasından rivâyet ederek Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) bildirilen üç şeyi anlattı:


Allahü teâlânın ni’metine kavuşan ve bu ni’metin devamlı olmasını isteyen kimse, Allaha hamd ve şükrünü çoğaltsın! Zira Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde İbrâhîm sûresi onuncu âyetinde, “Ni’metlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim”buyurdu.


Bir kimse, rızkı azaldığı zaman çok tövbe ve istiğfar etsin! Zîrâ Allahü teâlâ Nûh sûresinde tövbe ve istiğfar edenlerin, günâhlarını bağışlayacağını ve rızıklarını arttıracağını va’dediyor.


Bir kimse sultandan veya herhangi şeyden bir sıkıntı görürse ve bir belâya düçâr olursa “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah-il-aliyyil-azîm” desin.


Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı Ca’fer’in elini tuttu ve O’na dedi ki: “hepsi bu üçü müdür?”


“Bunları iyi anla! Allahü teâlâya yemîn ederek söylüyorum ki, bunları yaparsan çok ihsânlara, iyiliklere kavuşursun.”


Bir gün Ca’fer-i Sâdık’a sordular “Allahü teâlâ, faizi niçin haram kılmıştır?” Buyurdu ki: “İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsânda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu haram etti. Faiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu.”


İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Allahü teâlâdan birşey istediğinde daha sözü bitmeden isteği verilirdi. Bir gün yalnız başına yolda gidiyordu. Kendisini sevenlerden biri de arkasından yürüyordu. Bir ara Ca’fer-i Sâdık hazretleri “Yâ Rabbi! elbisem yoktur, bana elbise gönder” buyurdu. Aniden bir paket içinde elbise geldi. Arkadan takip eden zât evlerine kadar geldi. Hazreti İmâma (Yâ efendim siz duâ ederken ben de âmin dedim. Eski elbiselerinizi bana verin) dedi. Bu söz Hazreti İmâmın hoşuna gitti ve elbiselerini ona verdi.


Bir şahıs, İmâm-ı Ca’fer hazretlerinden, Allahü teâlânın kendisine çok mal verip, çok hac yapması için duâ buyurmasını istedi. “Yâ Rabbi’ Buna elli hac yapacak kadar mal ver! diye duâ etti. O şahıs elli hac yaptı. Ellibirinci hac için Cühfe denilen yerde gusül edecekti. Sel geldi ve orada vefât etti.


Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki; “Benim Zeyd isminde bir amcam var idi. O Ca’fer-i Sâdık hazretlerine çok itirazda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzûsu açıldı. O anda çok itirazda bulundu ve dedi ki; Ca’fer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?.


Ca’fer-i Sâdık’ın bu işden haberi oldu ve şöyle buyurdu: “Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helak etsin.”


Birgün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Ca’fer-i Sâdık’a itirazda bulunmadı.


İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri, Ehl-i beyt’in en büyüklerindendir. Nûrlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyzin çokluğu akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce ma’rifetleri bildiren sözleri, nükte ve latifeleri çok meşhûrdur. Sayılamayacak kadar hikmetli sözleri vardır.


Buyurdular ki: “Beş kimsenin sohbetinden, ya’nî beş kimse ile beraber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan söyleyenden sakın. Çünkü ona dâima aldanırsın. Çünkü sana iyilik yapayım derken, kötülük yapar. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan ya’nî aklı az olandan sakın. Çünkü en çok işine yarıyacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü, kötü kalbli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca (düşünce) seni harcar. Beşincisi fâsıktan ya’nî günâh işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü, seni bir lokma ekmeğe satar.”


“Bir mü’min kardeşine âit hoş olmayan bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısını araştır. Bulamazsan belki benim anlamadığım bir özür kapısı vardır de ve kapa.”


“Müslüman kardeşinizden ma’nâsını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kabil olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayın.”


“Bir hatâ işlediğiniz zaman istiğfar edin, hatâda ısrar helak olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfara devam etsin.”


Allahü teâlâ, dünyâya emretti ki: “Ey dünyâ, bana hizmet edene, sen de hizmetçi ol! Senin peşinden koşana da zahmet, sıkıntı ver!”


“Bu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz:


1. Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak,


2. Misâfire hizmet etmek.


3. Yüz tane hizmetçisi olsa, muhtaç olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek.


4. İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek.


“Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, “Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billahi (ya’nî, Allah’ın dilediği olur, kuvvet O’nundur) desin!”


“Malı ve evlâdı çok olmasını isteyen, nebatı (sebze) yemek çok yesin!”


“Din âlimleri (Fakîhler), sultanların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça Peygamberlerin vekîlleridir.”


“Namaz, her takvâ sahibi için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel (ibâdet, hayırlı iş) yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer.”


“Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz, iktisat eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır, insanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır.”


“Ana-babasını üzen, onlara isyan etmiş olur. Musibet zamanında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü teâlâ sabrı, musîbet miktarınca indirir.”


“Takvâdan (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmaktan) daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur.”


“İyilik üç şeyle tamam olur.


1. O iyiliği yapmakta acele etmek.


2. Yaptığı iyiliği gözünde büyütmemek, dâima küçük görmek.


3. İyiliği yaparken, gizlice yapmak.


Günâhlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü teâlâya karşı mağrur olmak, kibirli olmaktır.” “Uzun emel sahibi olmak ve her şeyi sonraya bırakmak perişanlık ve düşüncesizliktir.”


“Allahü teâlânın yarattığı işlere karışmak, felâketine sebep olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim... gibi sözler söylemek, kişinin helakidir.”


“Dört şey vardır ki, onların azı da çoktur 1- Ateş, 2- Düşmanlık, 3- Fakîrlik, 4-Hastalık.”


“Kız evlâtlar, ana-babası için hayır ve hasenattırlar. Oğlanlar ise, ni’mettirler. Hasenat sahibi olanlar sevâb kazanır. Ni’metlerden ise hesaba çekilir, suâl sorulur.”


“Bir kimse, kusur, günah işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı zaman pişmanlık duyup kötü işlerinden vazgeçmezse ve tehna bir yerde olduğu zaman Allahü teâlâdan korkmazsa, onda hayır yoktur.”


“Üç şey vardır ki, müslümanları çok azîz, şerefli eder:


1. Kendisine zulüm edeni affetmek.


2. Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak.


3. Kendisini aramayanları, arayıp hâllerini sormak.”


Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin, oğlu Mûsâ Kâzım için olan nasîhati pek meşhûrdur. Oğluna buyurdu ki:


“Ey oğlum, kendi rızkına râzı ol! Kendi rızkına râzı olan, kimseye muhtaç olmaz. Gözü başkasının malında olan, fakîr olarak ölür. Allahü teâlânın taksim ettiği rızka râzı olmayan, O’nu kaza ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi kusurlarını küçük gören, başkasınınkilerini büyütmüş olur. Her zaman kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir. Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.


- Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, sonra aşağılanırsın.


- Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder (danışır, fikrini alır).


- Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyâretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermiyen ağaç, ot bitme yen topraktırlar.


-Ey oğlum, Allahü teâlânın kitabını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülüğü nehy edici, sana gelmeyene sen gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan sakın. Çünkü söz taşımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur.”


İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin, rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden ba’zıları şunlardır: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki:


“Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşan, bu ni’mete hamd ve şükür etsin! Rızkı azalan kimse, çok tövbe istiğfar yapsın. Sıkıntıya düşen, bir musîbete yakalanan kimse de, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” desin.”


“Allahü teâlânın hidâyete kavuşturduğunu kimse saptıramaz. Allahü teâlânın hidâyet vermediğini, kimse hidâyete erdiremez. Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi, dalâlettir, sapıklıktır.”


“İlim hazînedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahü teâlâ size merhamet etsin. İlim öğrenmekte dört kişiye sevâb vardır. Talebeye, hocaya, dinleyenlere ve onlara icabet edenlere.”


Rivâyet ettiği hadîs-i kudsî’de: “Lâ ilahe illallah kal’amdır. Bunu okuyan, kal’aya girmiş olur. Kal’ama giren de, azâbımdan kurtulur” buyuruldu.


İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri (Müsned’inde) buyuruyor ki: Cebrâil’in (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan naklen, Peygamber efendimize “Lâ ilahe illallah hısnî, men kâlehâ, dehale hısnî ve men dehale hısnî, emîne min azâbî” şeklindeki duâyı her kim rivâyet edenlerin isimleriyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ bulur.

ÖŞÜR

Toprakdan alınan mahsûlün zekâtı. Kelime mânâsı, onda bir demektir. Yağmur, nehir veya dere suyu ile sulanan haraclı olmayan bütün topraklardan (öşürlü toprak olmasa bile) ve vakf toprakdan çıkan şeylerden onda bir öşür (zekât) olarak verilir. Öşür vermek âyet-i kerîme ile emredilmiş, onda birinin verilmesi ise hadîs-i şerîf ile bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresinin yüz kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmuştur: “Çardaklı, çardaksız, Cennet gibi üzüm bağlarını, meyvaları ve lezzetleri çeşitli hurmaları, hububatı, bir bakıma birbirine benzeyen, bir bakıma benzemeyen zeytinleri, narları inşâ eden (yetiştiren) O’dur. Her birinin verdiği (yetişip olgunlaştığı) vakit mahsûlünden yeyin! Devşirildiği veya biçildiği gün de hakkını (öşrünü) verin ve (sadaka vermede) israf etmeyin. Zîrâ Allah israf edenleri sevmez.”


Hadîs-i şerîfte de; “Yağmur, nehir veya dere suyu ile sulanan ağaçların ve ekinlerin öşrü, yâni onda biri verilir. Hayvan gücü veya dolap, kova ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince, öşrün yarısı, yâni yirmide biri verilir” buyruldu.


İmâm-ı a’zam’ın (rahmetullahi aleyh) ictihadına dayanan fetvalara göre; her sebze ve meyve, az olsun, çok olsun, mahsûl topraktan alındığı zaman, onda birini veya kıymeti kadar altın veya gümüşü, müslüman fakirlere vermek farzdır. Hayvan gücü veya dolap, motor ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince, yirmide biri verilir. İster onda bir, ister yirmide bir olsun; hayvan, tohum, âlet, gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel vermek lâzımdır. Bir sâ’dan (3,5 kg.) az mahsûlün öşrü verilmez. Toprağın sahibi; çocuk, deli, köle bile olsa, öşrü verilir, öşrü vermeyenden hükümet zorla alır. Ne kadar olursa olsun, ev bahçesindeki meyve ve sebzeler için, odun, ot ve saman için öşür verilmez. Balın (fennî te’sisât ve masraflar yapılsa dahi), pamuğun, çayın, tütünün, dağdaki ağaç meyvelerinin (meselâ zeytinlerin, üzümlerin) onda biri, öşür olarak verilir. Zift, petrol ve tuz için öşür yoktur. Çift sürmekle hâsıl olsun, bağdan hâsıl olsun, mahsûlün onda birini fakîr müslümana vermeden önce yemek haramdır. Eğer ölçü ile çıkarıp, ölçü ile yedikten sonra, yediğinin de öşrünü hesâb edip verirse, önce yediği helâl olur.


On kile buğday alan; bir kilesini müslüman fakire vermezse, yalnız o bir kilesi değil, on kilenin hepsi haram olur. Sahibinin rızâsı yok iken, onun yerini ekip mahsul alan kimseye, elde ettiği mahsûlden yalnız masrafı, sermâyesi kadarı helâl olup, fazlası haram olur. Fazlasını fakirlere sadaka vermesi lâzımdır, öşürde sene geçmesi şart olmadığı için, bir yerden senede bir kaç defa mahsûl alınırsa, her defasında öşür vermek vâcib olur. Öşrünü vermediği bilinen toprak sâhiblerinin gönderdiği hediyenin onda birini ayırıp, fakîre verdikten sonra geri kalanı yemek daha iyidir.


İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed’e (rahmetullahi aleyhimâ) göre, öşür vermek için, toprakdan çıkan mahsûlün bir sene dayanıklı ve mikdârının bin iki yüz elli litre olması lâzım ise de, fetva İmâm-ı a’zam’ın (rahmetullahi aleyh) ictihadına göre verilmiştir.


Hükûmetin kaldırması ile öşür affolmaz. Toprak sahibinin, öşrünü, Beytülmâl’den hakkı olanlara vermesi lâzım olur.


Devlet, Beytülmâl’de toplanan zekâtı, zekât verilen, yedi sınıf kimseye verir. Bunlardan başkasına veremez. Verirse, öder.


Osmanlılar zamanında, Beytülmât’e âit mîrî toprakları tapu ile kiralayanların, tımarcılara mahsûlün onda birini vermelerini sultânlar emretmiş olup, bu verilenlere öşür denilmekde ise de, bu zekât mânâsındaki öşür olmayıp, kira ücretidir. Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvasına göre mîrî topraktan devletin aldığı kira harac gibidir. harac alınan topraktan öşür alınmaz, öşür tâbiri, İslâm dîninde; bilhassa özel mülk sahiplerinin, elde edilen mahsûlün belli bir nisbetini fakîr, muhtâc ve diğer hak sâhiplerine zekât olarak vermesi mânâsında kullanılır. İslâm dîninde öşür; ne bir kira, ne de vergidir, dînin emrettiği farz bir ibâdettir. İslâm’ın temel şartlarından biridir.


Öşrü verilen topraklara arâzi-yi öşriyye denir. Bunlar:


1- Müslüman devlet başkanının izniyle, müslümanların mevât (ölü=işlenmemiş) araziden ihya ettikleri topraklar,


2- Harb ile fetholunup, gâzilere veya başka Müslümanlara taksim edilen araziler,


3- İslâmiyet’i isteyerek kabul edenlerin ellerinde bırakılan araziler olmak üzere üç kısımdır.


Devlet reîsi toprağı kimseye vermeyip, Beytülmâl’e de verebilir. Böyle toprağa mîrî toprak denir. Öşürlü ve haraclı toprağın sahibi ölüp, hiç vârisi kalmazsa, bu toprak Beytülmâl’ın olur. Yâni mîrî toprak olur. Memleketimizde mîrî arazinin çoğu, devlet tarafından vakfedilmiş veya millete satılmış, her iki şekilde de öşürlü olmuştur. Böylece Anadolu ve Rumeli’deki toprakların hemen hepsi, milletin mülkü olup, öşürlü olmuştur (Bkz. Toprak Hukuku).


Bir kimse, öşürlü toprağını kiraya verirse, mahsûlünün öşrünü, İmâm-ı a’zam’a göre kendisi verir. Kira ücreti yüksek olan yerlerde, böyle fetva verilir. İki İmâma göre, kiracı verir. Kira az olan yerlerde de bu fetva uygulanır.


¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾


1) Redd-ül-muhtâr; cild-2, sh. 49


2) Kitâb-ül-emvâl; sh. 77, 686


3) El-Ahkâm-us-sultâniyye; sh. 153


4) Kitâb-ul-harâc; sh. 71


5) Mîzân-ül-kübrâ; sh. 370


6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 259


7) El-Mebsût; cild-3, sh. 18


8) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 30

Cehenneme girmesi harâm olanlar

 [İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzînin bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Cehenneme girmesi harâm olan ve Cehennemin de onu yakması harâm olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz. Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mü’mindir) buyuruldu.

Kalb kırmaktan sakınmalıdır

 Müminin kurtulmasının en kestirme yolu, müminin duasını almaktır. Müminin duası, Allahü teâlânın rızasına kavuşmaya sebep olan en kestirme yoldur. Allah korusun, ya bedduası? İster kâfir olsun, ister mümin olsun, ister münafık olsun, ister fâsık olsun, kim olursa olsun, kalb kırmamalıdır. Küfürden sonra en büyük günah, kalb kırmaktır. Kâbe’yi yıkmaktan daha büyük günahtır. İyilik etmek çok iyidir; ama farz değildir. Kötülük etmemekse farzdır. Hiç kimseye kötülük etmemelidir. İyilik eden iyilik bulur. Kötülük eden, o kötülükte boğulur.


Mümin; elinden ve dilinden emin olunan kimsedir. Mümin kötülük edemez; çünkü bu, müminin tarifine sığmaz.


Bir duanın kabul olma ihtimali çok zordur; çünkü birçok şartları vardır. Mesela:

1- Duaya, Euzü Besmeleyle, Allahü teâlâya hamd-ü sena ve Resulüne salât-ü selamla ve İsm-i a’zam olarak bildirilen duaları okuyarak başlamalı ve salevat-ı şerifeyle bitirmeli.

2- Farzları yapıp haramlardan, bid’atlerden sakınmalı, helal yiyip içmeli.

3- Acele etmeden, kabul olana kadar yalvararak dua etmeli. Gafletten uzak, şuurla dua etmeli. Hadis-i şerifte, (Gafletle edilen dua kabul olmaz) buyuruldu.

4- Cuma günü ve seher vakti gibi kıymetli vakitleri gözetmeli.

5- Hastalıkta, aile ve vatandan uzak, garip kalındığı zaman, yağmur yağarken, oruçluyken gibi, duanın kabul olacağı halleri gözetmeli.


Mazlumun bedduasının kabul olması için hiçbir şart yoktur. Anında kabul olabilir. Onun için hiç kimseyle cedelleşmemeli, zalim duruma düşmemeli. Edilen beddua, öyle bir saate denk gelir, öyle bir perde açılır ki, o anda insanın yedi sülalesine tesir edebilir.


Müminin yüzüne Allah rızası için bakanın, günahları affolur. Kimin ne olduğu belli olmaz. Büyüklerin, (Her geleni Hızır, her geceni Kadir bil) sözü meşhurdur. Buna uygun hareket etmeli, kimsenin kalbini kırmamalı, her müminin duasını almaya çalışmalıdır.


Allahü teâlânın bize nasıl muamele etmesini istiyorsak, biz de onun kullarına öyle muamele edelim.


Mal mülk, her zaman veya herkese hayır getirmez. Allah muhafaza etsin, çok nimet sahibinin malı, parası doktora, ilaca gider. Yani o malının hayrını göremez. Her zaman hayırlısını istemeli. Mal mülk sahibi olabilir insan; fakat Allah demeye vakit bulamazsa neye yarar?


İmam-ı Gazali hazretleri, (Bir insana yapılacak en büyük beddua şu üç şeydir: Ya Rabbi, buna çok ömür ver, çok sıhhat ve çok para ver) buyuruyor; çünkü herkesin peşinden koştuğu bu nimetler, o kimsenin Allah demesini zorlaştırır. Onun için, eğer bazı sıkıntılar varsa, isyan etmemeli. İlaç hep tatlı olmaz. Allah eksikliğini göstermesin bunların, hepsi bize Allahü teâlânın birer şefkati ve merhametidir. Bunlar acıyla kaplanmış baldır, şifalı ilaçtır. Dünya ise, dışı tatlı kaplanmış, içi zehir olan bir şeydir. Onun tadına kapılanlar, onun tadına vurulanlar, felakete giderler. Ahirete sahip olanlar ise, acı şekeri, acı ilacı yerler; Allah’a şükrederler ve bu acılar ona şifa olur.

KÂSIM BİN MUHAMMED HAZRETLERİ

Tabiînin büyüklerinden, Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları hakka da’vet eden onlara doğru yolu gösterip, hakiki se’âdete kavuşturan ve kendilerine “silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Adı, Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir. Babası Muhammed, Hazreti Ebû Bekir’in oğludur. Annesi Sevde, Yezdücerd’in kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-âbidin ile teyze çocuklarıdır. Babası Mısır’da şehîd edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübârek hanımı Hazreti Âişe’nin, yanında büyüdü. Tabiîn devrinde ve Hazreti Osman’ın hilâfeti zamanında 31 (m. 653) yılında doğdu ve 101 (m. 721) veya 106 (m. 725) yılında Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde hacca veya umreye giderken vefât etti.
Kâsım bin Muhammed, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ın torunudur. Eshâb-ı kiramdan birçoğuna yetişmiş ve onlardan birçok ilim öğrenip başta halası Hazreti Âişe, Ebû Hüreyre, Abdullah İbni Abbâs ve Abdullah İbni Ömer, Hazreti Muâviye gibi meşhûr sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Kendisinden de, Tabiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahmân, Sâlim bin Abdullah, İmâm-ı Şa’bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahyâ bin Saîd ve Sa’d bin Saîd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa’d bin İbrâhîm, Abdullah bin Avn ve daha birçoğu hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Tasavvuf ilminde mütehassıs idi. Vera’ ve takvâda (Allahü teâlânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada) eşi yoktu.
Dedesi Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) Peygamber efendimizden ve Peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Resûlullahdaki bütün üstünlükler, ilimler ve feyizler onda toplanmış ve her bakımdan üstün olmuştur. Kalbe, rûha âit ilimlerin kaynağı idi. Resûlullahın Peygamberlik vazîfelerinden biri de, Kur’ân-ı kerîmin ma’nevî hükümlerini, ya’nî Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ma’rifetleri, yüksek bilgileri, ümmetinin kalblerine akıtmaktı. Resûlullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yükek ma’rifetlerinin hepsini, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ın kalbine akıttı. O, rûh ilminde de bir mütehassıs oldu. Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk da Resûlullahdan aldığı bu feyzleri, Eshâb-ı kiramdan Selmân-ı Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) kalbine akıttı. Rûhu yükselten ve onu besleyen bu ma’rifetlere, Muhammed bin Kâsım da, Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir rûh mütehassısı olmuştu. Silsile-i âliyye büyüklerinden dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı (Bkz. Ca’fer-i Sâdık).
Kâsım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseği idi. İlimde ve takvâda eşine rastlanamıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Büyük hadîs ve fıkıh âlimlerinden Yahyâ bin Saîd: “Medine’de Kâsım’dan üstün bir kimseye yetişmedik” derken, İbn-i Sa’d da, “Tabakât” adındaki eserinde: “Kâsım, hadîs ilminde sika (güvenilir) bir râvi, fıkıh ilminde yüksek bir âlim ve her bakımdan imâm, önder olan zâttı. Çok hadîs-i şerîf bildirdi. Takvâ ve verâ’ sahibi idi” diyerek kendisini medhetmekte, övmektedir. Ebü’z-Zenâd da: “Ben, Kâsım’dan daha çok hadîs ve fıkıh bilen bir kimse görmedim” demektedir. Yine büyük hadîs âlimlerinden Süfyân İbn-i Uyeyne de, Kâsım bin Muhammed’in devrinin en büyük âlimi olduğunu söylemiştir. Ömer bin Abdülazîz’in de: “Eğer birini yerime halife seçmem icâb etseydi, Kâsım’ı seçerdim” dediği rivâyet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halifeliği zamanında Kâsım bin Muhammed’i, halası Hazreti Âişe’ye âit olan ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivâyetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir. Hattâ Ömer bin Abdülazîz bir keresinde, ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine Medine vâlisi Ebû Bekir bin Muhammed bin Hazne’ye mektûb yazarak şöyle demiştir: “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini, Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî’nin ve Kâsım bin Muhammed’in rivâyetlerini araştır ve yaz! Zira ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum.” Amre ve Kâsım bin Muhammed’in her ikisi de Hazreti Âişe’nin talebesi olup, O’nun Resûlallahtan rivâyet ettiği hadîs-i şerifleri en iyi bilenlerdi.
Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şeriflerin hem ma’nâsına ve hem de lâfzlarına, harflerine dikkat ederek rivâyet ederdi. Halbuki Tabiînden ba’zı hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri ma’nâsı ile rivâyet etmekte bir beis görmüyorlardı. Fakat Tabiînden muhaddislerin çoğu hadîs-i şerîflerin, Peygamberimizden işitildiği şekilde rivâyet edilmesi üzerinde ittifâk etmişlerdir. Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîf rivâyet ederken en ince noktalarına kadar dikkatli hareket eder, bir harfin bile değiştirilmesini uygun görmezdi.
O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medine’de yetişen ve kendilerine “fukahâ-i seb’a” adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî mes’elelerde fetvâ vermenin mes’ûliyetini en iyi şekilde idrak edenlerdendi. Yahyâ bin Saîd’in bildirdiği şu sözleri, bunu açıkça göstermektedir: “İnsanın, Allahın hakkını bildikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği şeyi söyleyerek fetvâ vermesinden hayırlıdır.” Halbuki, Abdurrahmân bin Ebû Zenâd, O’nun hakkında: “Peygamberimizin sünnetini Kâsım bin Muhammed’den daha iyi bilen birisini görmedim. Hattâ öyle idi ki, sünneti bilmeyeni âlim saymazdı” diyor. Kendisinden bir mes’ele sorulunca; “Anlamıyorum, bilmiyorum!” derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da: “Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Şayet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl olmaz” derdi. Dînî mes’eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetvâ verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî’ye gelir, iki rek’at namaz kılar, sonra Resûlullahın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan mes’elelere fetvâ verirdi. Nitekim mezheb imamlarından Mâlik bin Enes ( radıyallahü anh ) de onun hakkında: “Kâsım, bu ümmetin, fakîhlerinden idi” buyurmuştu.
Kâsım bin Muhammed, çok mütevâzi, alçak gönüllü idi. Bir gün köylünün birisi O’na gelip; “Sen mi daha çok biliyorsun, Sâlim bin Abdullah mı?” diye sordu. Ona cevap olarak “Burası Sâlim’in evidir” deyip başka hiçbir şey konuşmadı. Muhammed bin İshâk bunun hakkında: “O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi” derdi. Halbuki Kâsım bin Muhammed, her ikisinden daha çok âlimdi. Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî de: “Ondan daha faziletli bir kimse görmedim” dedi. İmâm-ı Buhârî de, “Zamanının en fazîletlisiydi” demiştir.
Hazreti Aişe: Peygamberimizin, yağmur yağdığını gördüğü zaman “Allahım! Onu bereketli, mübârek eyle!” diye duâ ettiğini bildirdi.
“Muhakkak ki Allahü teâlâ sizin her birinizi, yavrunuzu beslediğiniz gibi yiyecekle rızıklandırır. Hattâ onu Uhud dağı kadar yapar.”
Peygamberimiz bir kerresinde: “Sizden öncekilerden mahşerde gölgelenecek olanların kimler olduğunu biliyor musunuz?” deyince, Eshâb-ı kiram, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir!” dediler. “Onlar, kendilerine haklarından birşey verildiği zaman kabûl ederler. Kendilerinden bir şey istendiğinde hemen verirler ve insanlar hakkında kendileri için olan hüküm gibi hüküm verirler” buyurdular.
“Bir kimse, bir kadının güzelliğine bakmak isteyip de, ondan gözünü çevirirse, Allahü teâlâ onun kalbine ibadet zevkini sokar ve böylece ibadetin tadını bulur.”
Kâsım bin Muhammed şöyle bildiriyor: Resûlullah efendimizin eshâbından birisinin gözleri görmeyip, a’mâ oldu. Sonra O’nu ziyârete gittiler. Bu zât şöyle dedi. “Ben, Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) görmek için gözlerimin görmesini istiyordum. Fakat şimdi Resûlullah ( aleyhisselâm ) âhırete irtihâl etti. Allaha yemîn ederim! Eğer Yemen’deki Tübâle beldesinin geyiklerinin bir geyiğindeki gözler bende olsa artık buna sevinmem”.
İmâm-ı Buhârî, Kâsım bin Muhammed’in “Bülûğa erdiğimiz günden beri hep üç rek’at vitir namazı kılındığını gördük” dediğini naklediyor.
Kâsım bin Muhammed, şöyle bildiriyor: “Bir gün halam Hazreti Âişe’nin yanına vardım. O’na: “Ey Ana! Bana Peygamber efendimizin kabrini aç!” dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Se’âdeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek değillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca Batha taşcağızları dökülmüştü. Peygamber efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerde idi. Hazreti Sıddîk’ın başı, Fahr-i kâinat hazretlerirln mübârek sırtı hizasında, Hazreti Ömer’in başı da Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizin ayağı hizasında idi.”
Yine Kâsım bin Muhammed anlatıyor: “Âdetim üzere yine bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, halam Hazreti Âişe’yi ziyârete gittim. O kuşluk namazını kılıyor ve namazında, “Allah, lütuf edip bizi kavurucu azâbdan korudu.” âyet-i kerîmesini okuyor, ağlıyor ve durmadan tekrar ediyordu. Beklemekten usandım. O bitirmedi, ben de bırakarak çarşıya çıktım. Kendi kendime: “İşimi bitireyim, sonra ziyâretine giderim” dedim, işimi bitirip döndüğümde yine aynı hâlde âyet-i kerîmeyi tekrar ederek ağlamakta olduğunu gördüm.
Buyurdu ki: “Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen musîbetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen ni’metleri de tezellül (alçak gönüllülük) ederek karşılamayı severlerdi.”

Bir kerre ihlas ile secde etmek

 Nasr Bin Ahmed, şimdiki Özbekistan ve Tacikistan adıyla anılan Buhara diyarında hüküm süren Sâmânî Devleti Hükümdârlarındandır. 864 tarihinde doğdu, 892’de Buhara’da vefat etti. İran’da sapık îtikâd ve akımlara karşı Ehl-i sünneti müdâfaa etti. Sünnî itikadının Horasan ve Mâverâünnehr bölgelerindeki hâkimiyetlerini kuvvetlendirdi. Sarayında İslami ilimler tedris edilir ve âlimler yetiştirilirdi... 

TOPRAK ÜSTÜNDE NAMAZ!..

Samanîler dönemi, Tacik milletinin başlangıcı olarak kabul edilir. Egemenlikleri 102 yıl süren Samanîler topraklarını, Horasan, Taberistan, Kirman, Cürcan, Rey ve Maveraünnehir’e kadar yaymışlardır. Başkentleri Buhara, Semerkand ve Herat gibi kentler olmuştur.

Samanîler İslâmiyet’in yayılması için de büyük çaba sarf ettiler. Toprakları içindeki birçok topluluk İslâmiyet’e girmeye başladı. Tarihçilere göre Samanîlerin gayretleri ile o dönemde yaklaşık 200.000 Türk Müslüman oldu. Türklerin İslâma girişi gelecekte bölgeyi egemenlikleri altına alacak olan Gazneliler’in büyük bir hızla güçlenmesine ortam hazırladı...

Nasr Bin Ahmed, sert ve celalli bir hükümdardı. Bir cuma günü atına binerek cuma namazına gider. Mescide geldiğinde içeri girmeden, ikamet okunmaya başlar. Hemen atından iner ve mescidin dışında, kuru yer üzerinde namaza durur. Adamları her ne kadar seccade getirip orada kılmasını dilerse de o, asla iltifat etmeyip kum üzerinde namazını eda eder... 


“İZZET VE İKRAMA KAVUŞTUM”

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Nasr Bin Ahmed vefat eder, o zamanın din büyükleri; “Bu Bey tebaasına karşı sert idi, üzerinde mazlumların hakkı vardır, acaba Cenab-ı Hak nasıl muamele etti!..” diye düşündüler... Rüyalarında o Bey’i çok yüksek bir makamda gördüler. Kendisine, bu makama nasıl çıktığını sordular. Bey şöyle anlattı: 

- Ruhum bedenimden ayrıldığı anda, Cenabı Hakka arz ettiler. Allahü teala da bana hitaben; “Sen, üzerinde çok mazlumun hakkı olan bir kimse idin. Lâkin filan gün cuma namazında atından inip benim için kuru yerde namaz kıldığın için, senin günahlarını affettim ve rahmet-i ilâhiyeme mazhar ettim” buyurdu. Elhamdülillah bu kadar izzet ve ikrama nail oldum, dedi... 

İşte ömründe bir kerre ihlas ile secde etmenin ehemmiyetini buradan da anlamalıdır...

SELMÂN-I FÂRİSÎ (radıyallahü anh)

Eshâb-ı kiramın büyüklerinden ve meşhûrlarından. Silsilet-üz-Zeheb diye bilinen “Altın silsilenin” (Büyük veliler silsilesinin) ikinci halkası. Aslen İranlı olup, İsfehan yakınında bir köyde doğup, büyüdü. Gençliğinde mecûsî iken, hıristiyan rahibleriyle tanışıp, mecûsîliği terk etti. Kiliseye girip hıristiyan oldu. Çok ilim öğrenip âlim oldu. Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı. Nihâyet Medine’ye gelip Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) hicret edince maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı. Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), O’na Selmân ismini verdi. İranlı olduğu için de Fârisî denildiğinden ismi Selmân-ı Fârisî olarak meşhûr oldu. Nesebi ise; Mabeh bin Buzanşâh bin Mursilân bin Behbudah bin Firûz’dur. Lakabı Selmân-ül-Hayr, künyesi ise Ebû Abdullah’tır.

Ebü’l-Ferec ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Abdullah İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) yanında idim. Bana Selmân-ı Fârisî’nin bir gün hayatını şöyle anlattı:

Selmân dedi ki: “Ben Fâris (İran)’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazîmiz ve malımız çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için beni kız gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam mecûsî (ateşperest) olduğu için mecûsîliği de bana evde tam bir şekilde öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki: “Yavrum ben öldüğüm zaman bu malların sahibi sen olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tanı.” Ben de “peki” deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde bir hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey görmediğim için çok hayret ettim. Zira bizlerin ibâdeti bir miktar ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah’a ibâdet ediyorlardı ve kendi kendime dedim ki, vallahi bunların dîni haktır ve bizimki batıldır. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, akşam oldu. Onlara dedim ki: “Bu dînin aslı nerededir?” bana, “Bu dînin aslı Şam’dadır” dediler. “Peki dedim ben de Şam’a gitsem beni de bu dine kabûl ederler mi?” “Evet kabûl ederler” dediler. “Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?” diye sordum “Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir, diye cevap verdiler. (İsfehan’daki bu Hıristiyanlar, İsfehân’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)

Ben bunlarla meşgûl olurken vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam “Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi. Ben de “Babacığım ben bu gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım fakat yolda karşıma bir nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki; görmedikleri ve herşeye hâkim ve kadir olan bir Allah’a îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaşdım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dîni haktır.” dedim. Babam “Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma” dedi. Ben de “Hayır babacığım onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.” Babam buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Ben daha önce kilisede hıristiyan rahiblere; bu dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da Şam’da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken devamlı Şam’a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihâyet hıristiyan rahibler Şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim. Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam’a gittim. Şam’da hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler. Onun yanına gittim. Ona durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi ona hizmet edeceğimi söyleyip, Ondan bana nasrânîliği öğretmesini Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti. Ben de Ona hizmet etmeye kilisenin işlerini yapmaya başladım. O da bana dîni öğretmeye başladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların fakîrlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri kendine alır, fakîrlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defn etmek için toplandılar. Onlara “Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir.” dedim. “Sen bunu nereden çıkarıyorsun” dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için onlara gösterdim. Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defne ve techîze lâyık bir kimse değildir dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Âhirete tâlib bir kimse olup, hep âhıret için çalışıyordu. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve de onunla ibâdet ederdim. Vefât zamanı geldi ve ona “Ey benim efendim uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahü teâlânın emirlerine itaat ediyorsun ve men ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefât ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin” diye sordum. Bana “Oğlum Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsâd ederler. Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi. “Ben de peki efendim” dedim. O zât vefât edince Şam’dan Musul’a gittim. Onun tarif ettiği zâtı buldum. Başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl etti. O da diğer zât gibi çok kıymetli zahid âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti. O vefât ettikten sonra ben de derhal Nusaybin’e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl etti ve bir müddet de O’nun hizmetinde kaldım. Bu zât da vefât etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefâtından sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da O’nun yanında kaldım. Artık O’nun da vefâtı yaklaşmıştı. O’na da beni birine havale etmesini rica edince, vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, diyerek alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum son zât da vefât edince, O’nun tavsiyesi üzerine, Arab diyarına gitmeye hazırlandım.

Ben Amuriye’de çalışıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Benî Kelb kabilesinden bir kâfile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip beni kâfilelerine aldılar. Vâdiy-ül-Kura denilen yere gelince bana ihânet edip, köledir diyerek beni bir yahûdiye sattılar. Yahûdinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet yahûdinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medine’ye getirdi. Medine’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım. Artık günlerim Medine’de geçiyor, beni satın alan yahûdinin bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.

Bir gün beni satın alan yahûdinin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve Hazrec kabileleri helak olsunlar. Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri işitince kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim bana bir tokat vurdu ve “Senin nene lâzım ki soruyorsun sen işine bak” dedi. O gün akşam olunca bir miktar hurma alıp, hemen Kûba’ya vardım. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yanına girip “Sen sâlih bir kimsesin yanında fakîrler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) yanında bulunan Eshâba “Geliniz hurma yiyiniz” buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime işte bir alâmet budur. Sadaka kabûl etmiyor dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) getirdim. Bu hediyedir dedim. Bu defa yanındaki Eshâb ile birlikte yediler. İşte ikinci alamet budur dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mucizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime bir alameti daha gördüm dedim. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanına ikinci defa varışımda bir cenâze defn ediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü görür görmez varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra da Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Halime teaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirama da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kiram toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım..”

Selmân-ı Fârisî îmân ettiği zaman Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen yahûdi tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) meth etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrâil (aleyhisselâm) gelip Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bildirdi. Durumu yahûdi anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Selmân-ı Fârisî müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ), “Kendini kölelikten kurtar yâ Selmân!” buyurması üzerine sahibine gidip, âzâd olmak istediğini söyledi. Buna zorla râzı olan yahûdi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip ve hurma verir hâle getirmesi ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.

Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber ver” buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince Resûlullah ( aleyhisselâm ) teşrîf edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hazreti Ömer dikmişti. Hazreti Ömer’in diktiği hâriç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi. Bundan sonra Ehl-i suffâ arasına katıldı.

Buyurdular ki: Bir gün bir zât beni arıyor ve “Selmân-ı Fârisî’yi Mükâtib-i fakîr (Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle) nerededir” diye soruyordu. Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize ( aleyhisselâm ) gittim ve durumu arz ettim.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) altını tekrar Selmân-ı Fârisî’ye verip, “Bu altını al borcunu öde” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Yâ Resûlallah bu altın yahûdinin istediği ağırlıkta değil” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ) o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder.” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sahibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum” dedi.

Uzak diyarlardan geldiği için Eshâb-ı kiramdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hazreti Ebû Derda ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibâren bütün gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selmân-ı Fârisî, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) hendek kazmak sûretiyle savunma yapmayı söyledi. O’nun bu teklifi kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu’man bin Mukarrin ile Ensâr’dan altı kişinin bulunduğu bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ): “Selmân’ın ( radıyallahü anh ) kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.” buyurmuştur. Selmân’ın ( radıyallahü anh ) çalışmasına Kays bin Sa’sâ’nın gözü değmiş ve Selmân ( radıyallahü anh ) birdenbire yere yıkılmıştı. Eshâb-ı kiram hemen Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) koşmuş ve ne yapmaları lâzım geldiğini sormuşlardı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Kays bin Sa’sâ’ya gidin Selmân için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selmân yıkansın. Su kabı Selmân’ın arkasından baş aşağı çevirilsin”buyurmuştur. Eshâb-ı kiram, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) buyurduğu gibi yapınca Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) bulunduğu halden kurtulmuş, kendine gelmiş ve açılmıştı. Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Selmân-ül-Hayr” (Hayırlı Selmân) buyurdu.

Selmân-ı Fârisî müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için ince hurma dallarından sepet örüp satarak geçimini temin ederdi. Kazancının bir kısmını da fakîrlere sadaka olarak dağıtırdı. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yakınlarından olup, bazı geceler huzûrunda bulunarak başbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı. Eshâb-ı kiram tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) dünyâya hiç rağbet etmezdi. Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikr ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünürdü ki, bu tefekkürü Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) “Bir saat tefekkür bin sene ibâdetten hayırlıdır” buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince “Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibâdet et.” Diline de “Ey lisânım, sende Allahü teâlânın zikrine başla” derdi. Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca akşamdan sabaha kadar böyle ibâdet etti. Hiç bir gece bu ibâdetleri kaçırmadı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) zaten Eshâb-ı Suffe denilen ve Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) bizzatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazîfeli kıldıkları ve Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.

Kalbinde zerre kadar Allah ve Resûlullah aşkından başka birşey bulunmayan Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), kendisine gelen bütün dünyâ malını Allah rızası için dağıtırdı. Elinde mal bulundurmazdı. Kınde kabilesinden bir hanım ile evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü. Zinetli, süs örtülerin Kâ’be-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi. Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. “Bunlar kimin içindir” diye sordu. Dediler ki, “Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana bunu tavsiye etmedi. Fakat bana bir yolcunun malından ve ihtiyâcından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti.” Biraz sonra bir hizmetçi gördü. “Bu hizmetçi kimin” diye sordu. “Senin ve ehlinindir (hanımınındır)” dediler. Buyurdu ki: “Halîlim ( aleyhisselâm ) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikâhlı zevcenden başka kimse bulundurma, buyurdu. Eğer bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden şeyleri (yalanı, geçimsizliği, dedikoduyu) yaparlar diye tavsiye etti.” Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının yanına girdi ve ona “Sen bana emrettiğim şeylerde itaat edecek misin” diye sordu. Hanımı “Senin meclisine itaat etmek üzere oturdum.” Yani sana itaat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun üzerine Halîlim ( aleyhisselâm ) bana buyurdu ki,“Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel” dedi. Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok ibâdet edip gözyaşı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâ’ya duâ etti. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) hanımı ile de gayet zâhidâne bir hayat sürdüler. Eshâb-ı Suffe içerisinde Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) önünde, İslâm ilimlerini öğreniyordu. Selmân ( radıyallahü anh ) senelerce fakîrlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) en yakın olan Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) idi. Hazreti Âişe buyuruyor ki: “Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullah’ın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi. Ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar: Hazreti Ali, Ebû Zerr-i Gıfârî, Mikdâd ve Selmân-ı Fârisî” buyurdular.

Hazreti Ebû Bekir devrinde Medine’den ve Hazreti Ebû Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hazreti Selmân, Hazreti Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde Selmân-ı Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat sahibi idi. Çünkü kendisi İranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatıyordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazreti Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi. İran’ın Medayin şehri alınınca, Onu Hazreti Ömer şehre vâli tayin etti. İlmi, basîreti, vazîfesindeki adâleti ve nezâketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.

Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) Hazreti Ömer zamanında Medayin vâlisi iken otuzbin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vâli olduğu için kendisine maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakîrlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir bir dirhemiyle de evinin ihtiyâcı olan şeyleri alırdı. Üzerinde damı (tavanı) bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir taraftan güneş gelince, duvarlardan güneş gelmeyen yere geçer, oraya güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi. Medayin’de vâli iken Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî’yi ( radıyallahü anh ) tek bir hırka ile görünce işçi zannetti ve “Gel şunu taşı” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Selmân’ı ( radıyallahü anh ) tanıyanlar adama “Sen ne yapıyorsun bu vâlidir” dediler. Adam Selmân’a ( radıyallahü anh ) dönüp “Kusurumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) “Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim” dedi ve adamın evine kadar götürdü. Selmân ( radıyallahü anh ) böylesine de tevâzu sahibi idi.

Çok sade bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî, Hazreti Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini ziyârete gelen Sa’d bin Ebî Vakkas’a artık dünyâdan ayrılacağını ve bütün servetinin bir kâse (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibâret olduğunu söyledi. Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kiram nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu halde devamlı nasîhatde bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medayin’de vefât etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu 35 (m. 655).

Selmân-ı Fârisî, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) altmış civarında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifâk edip, kitaplarına almışlardır. İlim öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Sa’îd el-Hudrî, İbn-i Abbâs Evs bin Mâlik, Onun talebeleri arasında idi. Ebû Hureyre ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Tabiînin büyüklerinden ve o zaman Medine’de Fukaha-i Seb’a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir. O’nun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir.

Selmân-ı Fârisî, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda ve sohbetlerinde kemâle geldi. Zâhir ve batın ilimlerinde çok yüksek derecelere kavuştu. Eshâb-ı kiramın hepsi de böyle olmuştu. Fakat Resûlullahdan herkes, kendi kabiliyyeti ve kapasitesi kadar feyz alırdı. Hazreti Ebû Bekir’in kavuştuğu derecelere hiçbir Sahâbî kavuşamadı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) sonra Hazreti Ebû Bekir’in sohbetinde ve hizmetinde de çok bulunarak, O’ndan da feyz aldı.

Hanımı anlatır: Vefâtına yakın bana: “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrâfına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, “Esselâmü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resûlullahın arkadaşı” diyen bir ses duydum. İçeri girdiğimde rûhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.

Sa’îd bin Müsseyyeb, Abdullah bin Selâm’dan naklen anlatır: “Selmân-ı Fârisî bana: “Ey kardeşim hangimiz evvel vefât edersek, vefât eden kendini, hayatta olana göstersin” dedi, ben de bu mümkün müdür? dedim. “Evet, mümkündür. Çünkü mü’minin rûhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir, kâfirin rûhu Siccinde habsedilmiştir” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) vefât etti. Birgün kaylûle yaparken (gün ortasında uyurken) Selmân’ın geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye sordum, “İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir” dedi ve üç kere tekrarladı.”

Selmân-ı Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) ilmi ile fazîleti pek çoktu. Her ilimde âlim idi. Hazreti Ali “Selmân-ı Fârisî evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini öğrenmiş bitmez tükenmez bir denizdir” buyurmuşlardır. Resûlullaha ( aleyhisselâm ) sıdk ve muhabbeti sebebiyle Eshâb-ı kiramın seçkinleri arasına Resûlullah ( aleyhisselâm ) tarafından dahil edildi. Muhacirlerle Ensâr arasında, Muhacirlerden mi yoksa Ensârdan mı meselesinde ihtilaf çıkınca Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Selmân bizdendir, ehl-i beyttendir” buyurdu. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki:“Cennet üç kişiye müştaktır (Ya’nî şevkle onları beklemektedir) Aliyyül-Murtâza, Ammâr bin Yâser ve Selmân-ı Fârisî.”

“Dört kişi fazîlette öne geçmiştir. Ben Arabları, Süheyl Rumları, Selmân Farsları, Bilâl Habeşîleri geçmişiz.”

“Ey Selmân, hastanın duâsı kabûl olunur. Duâ et ve anlıyarak duâ yap! Sen duâ et, ben de âmin diyeyim!”

“Ey Selmân Kur’ân-ı kerîmi çok oku!”

Ebû Hureyre ( radıyallahü anh ) Onun iki kitabı da bildiğini söylemiştir. Bunlardan birisi İncîl, diğeri de Kur’ân-ı kerîmdir. Buyurdu ki:

“Mü’min, doktoru yanında olan hastaya benzer. Doktoru, ona yarayan ve yaramıyanı bilir. Hasta, kendine zararlı bir şeyi isterse, mâni’ olur ve yersen ölürsün der. Mü’minin hâli budur. O birçok şeyleri arzular, ama Allahü teâlâ mâni’ olur, tâ ölünceye kadar. Sonra Cennete gider.”

“Şaşılır şu kimseye ki, dünyâya hırsla sarılır, ama ölüm onu aramaktadır. Unutmuş ama unutulmuş değildir. Güler, ama bilmez ki, Rabbi ondan râzı mıdır, yoksa değil midir?”

“Üç şey beni hayrete düşürdü. Bunlar; ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, dünyalık peşinde olan kimselerin hâli, kendisi gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde unutulmamış olup, hesaba çekilecek olan kimseler ve Rabbinin kendinden râzı olup, olmadığını bilmediği halde, ağız dolusu gülen kimselerin hâli.”

Gayet az yerdi. Bir sofrada kendisine daha ziyade yemesi için ısrar edilince Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) kendisine; “İnsanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyâda doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir.” buyurduğunu haber verdi. Çok cömert olan Selmân ( radıyallahü anh ) günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı ve el emeği ile geçinirdi. Fakîrleri dâima doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyâr olduğu hâlde kendi işini kendi görürdü. Bir şey taşırken elleri titrerdi. Halk etrâfına toplanır, eşyalarını biz taşıyalım derler, onlara; “Hayır yerine kadar kendim götüreceğim” derdi. Halbuki emrinde binlerce kişi vardı.

Buyurdular ki; “İlim çoktur fakat ömür kısadır. O hâlde önce dinde zarurî lâzım olan ilimleri öğren!” “Kalb ile bedenin hâli kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz. İlâhi ni’metleri kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla âmil olmalı ki âhıretteki sonsuz ni’metlere kavuşmak nasîb olsun.”

“Sizler mümkün olduğu kadar sabah çarşıya ilk çıkan ve akşam en son dönen olmayınız. Çünkü bu iki vakit şeytanların harp ettikleri zamanlardır.”

“Mü’minler de çok şeyler arzu ederler. Fakat Allahü teâlâ onlara faydalı olanları yaratır, zararlı olanları yaratmaz. Mü’minler bu şekilde vefât ederler. Ve Allahü teâlânın Cennetine girerler.”

“Bir kimse Allahü teâlâya açık günah işlerse; tevbesi açık, gizli olarak günah işlerse tevbesi gizli olur. Tevbe ettikten sonra: “Yâ Rabbi bu tevbe ile günahımı affet” diye duâ etsin.”

“Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) vefâtı. Bu ayrılığa dayanamadım ve durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman halim ne olur, onu bilmediğim için ağlıyorum. Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çektiği zaman Cennetlik miyim Cehennemlik miyim bilemiyorum. O zaman halim ne olur, bilemiyorum, onun için ağlıyorum.”

Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) bir gün bir vesk (bir deve yükü=250 litre) nafaka satın aldı. Bir kimse onu gördü ve “Yâ Selmân bu kadar nafakayı ne yapacaksın. Bunu bitirecek kadar ömrün olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Selmân ( radıyallahü anh ); “Nefis nafakasını aldığı zaman insan mutmain (rahat) olur. Ondan sonra nafaka ve başka bir şey düşünmeden Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olabilir. İnsan nafakası tamam olunca, ibadetler de vesveselerden emîn olur.”

Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, “Bu hâl, sizin için hayırlı, fakat benim için fenâdır” buyurur, hiç kimsenin arkasından yürümesini istemezdi.

“Bir zenginle arkadaş olduğun zaman, onun yanında dereceni düşürmek istemiyorsan kendisinden bir şey isteme. Çünkü istemek insanoğlunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni red eden kimse ise, verenin gözünde büyük ve ona karşı makamını korumuş olur.”

“Farzları tam yapmadığı halde, nafilelerle derecesini yükseltmeye çalışan kimsenin hâli, sermâyesi elinden çıktığı (iflas ettiği) hâlde kâr peşinde koşan bir tüccârın hâline benzer.”

“Mü’minin ölüm zamanında alnının terlemesi, gözleri yaşarıp, burun deliklerinin kabarması, Allahü teâlânın rahmetine nail olduğunun alâmetidir.”

Kur’ân-ı kerîmi tilâvet eden bir kimseden Hicr suresindeki, “Şüphesiz ki o azgınların hepsine vadolunan yer; Cehennemdir.” âyetini işitince, feryâd etti ve başını iki eli arasına alıp, çıkıp gitti. Üç gün kendine gelemedi. Ne yaptığını dahi fark edemiyordu.

Medâyin’de iken Ebü’d-Derdâ’ya ( radıyallahü anh ) yazdığı mektûbta, “Hastaları tedâvi etmek için tebâbete başladığını öğrendim. Gerçek tabib isen nasîhata devam et. Çünkü sözün şifâdır. Yok eğer hakiki tabib değil isen Allah’dan kork, müslümanların kanına girme” buyurdu.

“Namaz bir ölçekdir. Kim dolu dolu ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve mükâfata kavuşur. Kim ki, eksik ölçerse (adabına uygun kılmazsa) Allahü teâlâ’nın buyurduğu Veyl’i (Cehennemi) hatırlasın”

Ebû Vail diyor ki: Bir arkadaşımla Selmân’ın ( radıyallahü anh ) ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım “Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı” dedi. Bunun üzerine Selmân ( radıyallahü anh ) matarasını rehin vererek o otu aldı geldi. Yemeği bitirince arkadaşım, “Bize verdiği ni’mete kanâat ettiğimiz, Allahü teâlâ’ya hamd ederiz” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ): “Eğer kanâat etseydin, benim matara rehin olmazdı” buyurdu.

“Eline geçmediği halde geçmiş gibi ni’metlere şükr edip râzı olan, eline geçmiş hükmündedir” buyurdu.

Kendisine hakaret edip, kötü sözler söyleyen birisine “Eğer ahirette günahlarım ağır, sevâblarım hafif gelirse; senin söylediğinden çok daha kötüyüm. Yok günahlarım hafif, sevâblarım ağır gelirse; senin sözlerinin bana bir zararı olmaz” diye cevap verdi.

“Dünyada Allah için tevâzu’ ediniz. Dünyada tevâzu’ sahibi olanları Allahü teâlâ kıyâmet günü yüceltir.”

“Cehennemin zulmeti ve azâbı, dünyâda iken insanların kendilerine ve başkalarına yaptıkları zulümdür.”

Kendisine niçin yeni güzel elbise giymiyorsun diyenlere buyurdu ki: “Kölenin güzel ve iyi elbise ile ne münâsebeti olabilir, âzâd olduğu (Cehennemden kurtulduğu) zaman hiç eskimeyecek ve çok güzel elbiseler kendisine giydirilecektir.”

Sa’d’a ( radıyallahü anh ), nasîhatında “Bir şeyi yapmaya niyet ettiğin zaman niyetinin, azminin üzerinde Allahü teâlâ’dan kork (haram ve günah olan bir şeye azmetme)” buyurdu.

Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ancak Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) “Dünyadan ayrılırken sermâyeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın” buyurmuştu, işte buna ağlıyorum” dedi. Halbuki öldüğü vakit bıraktığı malın kıymeti on dirhem civarında idi.

Bir gün yanında misâfiri olduğu halde Medayinden çıkıp bir yere gidiyorlardı. Yolda karınları açıktı. Yiyecek bir şeyleri de yoktu. Orada geyikler vardı ve süvari atıyle dahi onlara yetişemezdi. Kuşlar vardı. Fakat avcılar onları vuramazlardı. Zira uzaktan hemen kaçarlardı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) bir geyik ile bir kuşu yanına çağırdı. İkisi de yanlarına geldi. Onlara “Bu kimse benim misâfirimdir. Sizi ona ikram etmek istiyorum” buyurdu. Geyik ve kuş hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler. O zât bu işe çok hayret etti ve “Ey efendim geyik ve kuşu çağırdınız hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir kimse Allahü teâlâ’ya itaat eder ve O’na hiç günah işlemezse, her şey ona itaat eder.”

“Allahü teâlâ mü’minin hastalığını ona keffâret yapar ve günahlarının affına sebeb olur. Fâsıkın hastalığı ise, sahibi tarafından bağlanan devenin hâli gibidir. Daha sonra salındığında niçin bağlandığını ve neden salındığını bilmez.”

Selmân-ı Fârisî’nin ( radıyallahü anh ), Peygamberimizden rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden ba’zıları şunlardır:

“İnsanlar ilim öğrenip ameli terk ettikleri, dil ile sevişip kalbten düşmanlık besledikleri ve sıla-i rahmi (akraba ziyâretini) terk ettikleri zaman, Allah onlara lanet eder, kulaklarını sağır (hakîkati dinlemez), gözlerini kör (doğruyu göremez) eder.”

“Allahü teâlâ’nın yüz rahmeti vardır. Bunlardan yalnız birini dünyâya indirdi. İnsan ve cin, kuş ve bütün hayvanlar, bu bir rahmetin tesiriyle birbirine acır ve birbirlerine merhamet ederler. Diğer doksandokuz rahmeti âhirete bıraktı. Onlar ile de kullarına merhamet edecektir.”

“Muhakkak ki sizin Rabbiniz haya ve kerem sahibidir. Kulları, ellerini kaldırıp kendisinden birşey istedikleri zaman, onları boş çevirmekten haya eder.”

Selmân ( radıyallahü anh ) “Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ), bizde olmayan şeyi misâfir için almak sûretiyle külfete girmememizi ve mevcûd ile yetinmemizi bizlere emretmiştir, demiştir.

“Dünya malından nasîbiniz, yolcunun azığı gibi olsun”

“Malıyla, Allahü teâlâ’ya itaat eden ve malının zekâtını veren mal sahibi, kıyâmet günü serveti ile beraber gelir. (Sırat köprüsünden geçerken) her ne zaman Sırat önüne dikilirse, malı, “geç geç, zira sen Allahü teâlâ’nın bende olan hakkını ödedin” der. Sonra da malındaki Allahü teâlâ’nın hakkını ödemeyen gelir. Malı yanında Sırat köprüsü önüne çıkınca, mal, “Yazık sana, neden Allahü teâlâ’nın bende olan hakkını ödemedin?” diye onunla alay eder durur. Tâki adam “Vay bana, ben ne yaptım” deyinceye kadar. Sıratı geçip Cennete kavuşamaz”

“Misâfir için külfete girmeyin; misâfir buna üzülür. Kim ki misâfiri küstürürse, Allahü teâlâ’yı küstürmüş olur. Allahü teâlâ’yı küstürene de Allahü teâlâ buğz eder.”

“Dünyada iyilik işleyenler, ahirette yaptıkları iyiliklere kavuşurlar.”

EBÛ BEKR-İ SIDDÎK (radıyallahü anh)

Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin ilk halîfesi, daha hayatta iken Cennet ile müjdelenen peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünü olan sahâbî. Asıl adı Abdullah bin Ebî Kuhâfe bin Âmir bin Amr bin Ka’b bin Sa’d bin Teym bin Mürre’dir. Babasının adı Osman olup, Ebû Kuhâfe künyesi ile meşhûrdur. Annesi Ümmül-Hayr lakabıyla tanınan Selmâ binti Sahr’dır.

Hazret-i Ebû Bekr, Peygamber efendimizden 2 yıl 3 ay küçük olup, Fil vak’asından sonra 573 yılında dünyâya gelmiştir. Müslüman olmadan önce adı, Abdüluzzâ veya Abdülkâ’be idi. Sevgili Peygameberirniz, îmân ettikten sonra onun ismini Abdullah olarak değiştirdi. Peygamber efendimiz; “Cehennemden atîk olan (âzâd edilmiş kimseyi) görüp, sevinmek isteyen kimse, Ebû Bekr’e baksın” buyurduğu için Atîk lakabıyla tanındı. Otuz sekiz yaşında müslüman olmakla şereflenen hazret-i Ebû Bekr, Peygamber efendimizin vefat ettiği gün halîfe seçildi. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü 63 yaşında iken 634 (H. 13) yılında Cemâziyel-âhır ayının yedisinde Pazartesi günü hastalandı. 15 gün hasta yattıktan sonra vefat etti. Vasiyeti üzerine, hanımı Esma yıkadı. Cenaze namazını hazret-i Ömer kıldırdı. Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücre-i Seâdete defnedildi.

Hazret-i Ebû Bekr, îmâna gelen ve müslümanlıkla şereflenen ilk hür erkektir. Müslüman olmadan evvel, gençliğinde de Resûlullah efendimizin arkadaşı idi. Büyük bir tüccardı. Bütün malını, evini barkını Resûlullah’ın uğrunda harcadı. Ebû Bekr (radıyallahü anh) İslâmiyet’i kabul etmesine kadar geçen 38 senelik hayâtında asla içki kullanmadı, putlara tapmadı, her türlü sapıklıktan, hurafelerden uzak, iffeti ve güzel ahlâkı ile tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında sevilen ve saygı gösterilen bir kimse olup; fakirlere yardım eder, muhtaç olanları gözetirdi. Dürüst bir tüccardı. Herkesin ona sonsuz bir îtimâdı vardı.

Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin, peygamberliğini bildirip, müslüman olmasını istediği zaman hiç tereddüd etmeden İslâmiyet’i kabul etti.

O’nun müslüman oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir: Şöyle ki: Ebû Bekr (radıyallahü anh) İslâmiyet’i kabul etmeden yirmi sene önce, bir rüya görmüştü: “Gökten dolunay inip, Kâbe-i muazzama’ya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalardan her biri, Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçlar bir araya gelerek gökyüzüne yükselmişti. Ebû Bekr’in (radıyallahü anh) evine düşen parça ise, gökyüzüne yükselmemişti. Ebû Bekr (radıyallahü anh) hemen evin kapısını kapamış, sanki bu ay parçasının gitmesine mâni olmuştu:”

Hazret-i Ebû Bekr, heyecanla rüyadan uyanmış, sabah olunca, hemen yahûdî âlimlerinden birisine koşup, rüyasını anlatmıştı. O âlim cevâbında; “Bu karışık rüyalardan biridir, onun için tâbir edilmez” demişti. Fakat bu rüya Ebû Bekr’in (radıyallahü anh) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdînin cevâbı onu tatmin etmemişti. Bundan bir müddet sonra ticâret için gittiğinde, yolu rahip Bahira’nın diyarına düşmüştü. Rüyanın tâbirini Bahira’dan istemiş ve şu cevâbı almıştı. Bahira; “Sen neredensin?” dedi Ebû Bekr (radıyallahü anh), “Kureyş’tenim” diye cevap verince, Bahira; “Orada bir peygamber ortaya çıkıp, hidâyet nuru Mekke’nin her yerine ulaşacak, sen hayâtında O’nun veziri, vefatından sonra da, halîfesi olacaksın” deyince, o bu cevâba hayret etmişti. Hattâ râhib, ona; “Çabuk, şimdi O’na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselâmın. da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce îmân eyle!” demişti. Hazret-i Ebû Bekr, bu rüyasını ve tâbirlerini, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin peygamberliğini açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.

Peygamber efendimiz, peygamberliğini açıklayınca, Ebû Bekr (r. anh), hemen Fahr-i âlem efendimize koşup; “Peygamberlerin, peygamberliklerine delîlleri vardır, senin delîlin nedir?” diye suâl etti. Peygamber efendimiz de cevâbında: “Bu nübüvvetime delil, o rüyadır ki, bir yahûdî âlimden tâbirini istedin. O âlim; “Karışık rüyadır, itibâr edilmez” dedi. Sonra, Bahira râhib doğru tâbir etti” buyurarak, Ebû Bekr’e hitaben; “Ey Ebû Bekr! Seni Allah’a ve Resûlüne davet ederim” buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ebû Bekr; “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın Resûlüsün ve senin peygamberliğin hakdır ve cihanı aydınlatan bir nurdur” diyerek O’nu tasdîk edip müslüman oldu.

Hayâtında ilk defa duyduğu büyük bir sevinçle, evine müslüman olarak döndü. Nitekim bir hadîs-i şerîfde; “Her kime îmânı arz ettiysem, yüzünü buruşturur, tereddütle bakardı. Ancak Ebû Bekr-i Sıddîk, îmânı kabul etmekte hiç duraklama ve tereddüt etmedi” buyrulmuştur.

Hazret-i Ebû Bekr, müslüman olunca, hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da, müslüman olmaları için ikna etti. Eshâb-ı kiramın ileri gelenlerinden ve Cennet’le müjdelenenlerden olan Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d ibni Vakkâs, Ebû Ubeyde bin Cerrah gibi yüksek şahsiyetler onun tavsiyesi ile müslüman oldular. Kureyşliler, İslâmiyet’i kabul eden hazret-i Ebû Bekr ve arkadaşlarını dinlerinden döndürmek için çeşitli işkenceler yaptılar.

Birgün müşrikler, Kabe’yi tavaf eden Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimize saldırmışlardı. İçlerinden en bedbaht olanlardan Ukbe bin Mu’ayt, sevgili Peygamberimizin mübarek yakasına yapıştı. Mübarek boynunu, nefes alamayacak kadar sıktı. O anda oraya gelen hazret-i Ebû Bekr; “Rabbim Allah’dır diyen bir kimseyi öldürecek misiniz? Size Rabb-il-âlemînden âyet getirdi...” diye bağırarak, Resûlullah’ı korumak için aralarına daldı. Müşrikler, Habîbullah’ı bırakıp, Ebû Bekr-i Sıddîk’a (radıyallahü anh) saldırdılar. Mübarek başına yumruk ve tekme vuruyorlardı. Utbe bin Rebîa denilen bedbaht, hazret-i Ebû Bekr’in mübarek yüzüne ayakkabılarıyla vurmuş ve kan içinde bırakmıştı. Ebû Bekr (radıyallahü anh), uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Benî Teymliler, ayılması için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz ezik bir sesle; “Resûlullah ne yapıyor? O, ne hâldedir? O’na da dil uzatmışlar, hakaret etmişlerdi” diyebildi. Kendisi için sorulan soruların hiç birine cevap vermeyen hazret-i Ebû Bekr; annesi ve Hattâb’ın kızı Ümmü Cemîl’e; “Vallahi, Resûlullah’ı gidip görmedikçe, ne yemek yer, ne de bir şey içerim” dedi. Annesi; “Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın!” dedi. Herkes uyuyup, ortalık tenhâlaşınca, hazret-i Ebû Bekr, annesine ve Ümmü Cemîl’e dayanarak, yavaş yavaş Resûlullah’ın yanına vardı. Sarılıp öptü. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı ve annesi için dua istedi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz, Selmâ’nın müslüman olması için Allahü teâlâya yalvardı. Resûlullah efendimizin duası kabul olmuştu. Böylece Ümmül-Hayr da hidâyete kavuşup müslüman oldu ve ilk müslümanların arasında olmak şerefine kavuştu.

Hazret-i Ebû Bekr, Peygamber efendimiz ne söylerse, îtirâz etmez, hemen kabul ederdi. Hattâ herkesin îtirâz ettiği mes’eleleri bile îtirâzsız kabullenirdi. Sevgili Peygamberimizin mi’râc mucizesini kabul etmeleri böyle oldu. Resûlullah efendimiz, mi’râc’tan dönüp sabah olunca, Kabe yanına gidip Mekkelilere mi’râcı anlattı, işiten kâfirler, alay etti. “Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış!” dediler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vazgeçti. Bir kaçı sevinerek Ebû Bekr’in evine geldi. Çünkü bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular: “Ey Ebû Bekr! Sen çok kerre Kudüs’e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek ne kadar zaman sürer” dediler. O da; “İyi biliyorum. Bir aydan fazla” dedi. Kâfirler bu söze sevindiler. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekr’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek; “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı” diyerek, Ebû Bekr’e sevgi, saygı ve güven gösterdiler. Ebû Bekr (radıyallahü anh) Resûlullah’ın mübarek ismini işitince; “Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir” deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadılar. Önlerine bakıp gidiyor ve; “Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr’e sihir yapmış” diyorlardı. Hazret-i Ebû Bekr hemen giyinip, Resûlullah efendimizin yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle; “Yâ Resûlallah! Mi’râcmız mübarek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük bir Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun” dedi. Ebû Bekr’in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek bir şey bulamayıp dağıldırlar. Şüpheye düşen îmânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah efendimiz o gün hazret-i Ebû Bekr’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.

Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu beraberliği, Mekke’den Medine’ye hicrette de devam etti. O’na mağara arkadaşı oldu. Mağara’da üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medine’ye varıncaya kadar Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin bütün hizmetini o gördü. Medine’deki mescid yapılırken birlikte çalıştılar. Hiç bir hizmet ve fedakârlıktan geri kalmadı.

Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulundu. Bir kısmında ordu kumandanlığı vazifesi kendisine verildi. Çok şiddetli muharebelerde, Peygamber efendimizin muhafızlığını yapıp, bedenini siper etti. Bedr’de, Uhud’da, Hendek’te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar gösterdi. Tebük harbinde, sancakdârlık vazifesini yerine getirdi.

İslâm’ın zuhurundan 21 yıl sonra Mekke şehri, müslümanlar tarafından feth edildi. Mekke halkı Peygamber efendimizin huzuruna gelerek islâm’ı kabul etmeye başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Safa tepesine oturmuş, yeni müslümanların bî’atını kabul ediyordu. Ebû Bekr (radıyallahü anh), babasının yanına gelerek; “Babacığım! Artık islâm’ı kabul etme zamanı geldi. Haydi seni Resûlullah’ın yanına götüreyim” dedi. Ebû Kuhâfe’nin kabul etmesi üzerine, koluna girerek onu, iki cihanın efendisi Muhammed aleyhisselamın huzuruna getirdi. Ebû Kuhâfe, gayet ihtiyar olup gözleri görmüyordu. Peygamber efendimiz, onları görünce ayağa kalktı ve muhabbet dolu bir sesle; “Ey Ebû Bekr! İhtiyar babana niçin zahmet verdin? Onu buralara kadar yordun. Biz onun ayağına giderdik” diye iltifat buyurdu. İhlâs, takva ve sadâkat güneşi hazret-i Ebû Bekr; “Yâ Resûlallah! Babamın sizin ayağınıza gelmesi daha uygundur” dedi.

Ebû Kuhâfe’nin (radıyallahü anh) müslüman olmasıyla hazret-i Ebû Bekr’in ailesi, iki cihanın güneşi Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde hiç bir aileye nasîb olmayan büyük bir şeref ve fazîlete erişti. Çünkü, bir ailede dört kuşak müslümanlık ve sahâbîlik tacını başlarına giymiş oldular. Ebû Kuhâfe, oğlu Ebû Bekr’in halîfe olduğu günleri gördü. Hazret-i Ömer’in hilâfeti devrinde îmânlı olarak âhırete göç etti. Ebû Bekr (radıyallahü anh), 631 (H. 9) senesinde hac kafilesi başkanlığı vazifesini yapmıştır. Peygamber efendimizin son hastalıklarından üç gün imamlık görevinde bulunup, on yedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de sevgili Peygamberimiz, Ebû Bekr’e (radıyallahü anh) uyarak arkasında namaz kılmışlardır.

Resûlullah’ın vefatı üzerine derhâl halîfe seçimi yapıldı. Eshâb-ı kiramın (aleyhimürrıdvân) söz birliği ile halîfe seçildi. Peygamber efendimizin vekîli, müslümanların reisi oldu. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.

Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimiz vefat edince, bedevîler arasında İslâmiyet’ten ayrılma tehlikesi ortaya çıktı. Mürtedler çoğaldı. Hertarafı dehşet bürüdü. Yemen’deki ve başka yerlerdeki me’mûrlar geri gelmeye, kara haberler getirmeğe başladılar. Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Mekke, Medîne ve Tâif’ten başka bütün Arabistan halkı islâmiyet’ten ayrıldılar. Mürtedlerin sayısı yanında müslümanlar pek az idi. Fakat, Resûlullah’ın halîfesi, zamân-ı seâdettekî gelişmeyi hiç değiştirmemeye ve Resûlullah’ın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Halîfe seçiminden sonra, Eshâb-ı kiram arasında hazret-i Üsâme’nin sefere gidip gitmemesi hakkında ihtilâf edilmişti. Resûl-i ekrem efendimiz, Üsâme’yi (radıyallahü anh) sekiz bin kişilik bir kuvvetle Şam tarafına göndermişti. Mübarek eliyle Üsâme’ye bir de bayrak vermişlerdi. Ordu henüz Medine’den çıkmadan Resûl-i ekrem efendimiz vefat ettiler. Muhacirler ve Ensâr bu kuvvetin Şam’a gönderilmemesini istiyorlardı. Çünkü, bir taraftan yahûdî ve hıristiyanlar, diğer taraftan mürted ve münafıklar dîne saldırıyorlardı. “Bu kadar kuvveti kendimizden uzak tutarsak hâlimiz ne olur!” diyorlardı. Hazret-i Ebû Bekr; “Kuvvetimiz olmadığını, her tarafın boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu çekip götürmeye “kalkışsalar, Resûl-i ekrem’in mübarek eliyle bayrağını verdiği Üsâme’nin ordusunu Şam’a yine göndereceğim” buyurup, hemen hareket ettirdi. İslâm düşmanları bu hareketi görüp korktular. “Müslümanlar kuvvetli olmasaydı, bu kadar kuvveti uzağa göndermezlerdi” dediler. Mürtedlerle (dinden ayrılanlarla) muharebeyi göze aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medine’ye hücûma hazırlanan düşman üzerine, gece şiddetli bir baskın yaparak, sabaha kadar savaştı. Hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzaktaki mürtedlerle muharebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat, hazret-i Ali, halîfenin devesinin yularını tutup; “Ey Resûlün halîfesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullah’ın Uhud muharebesinde söylediğini söylerim. O gün sana; “Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!” buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur ise, müslümanlar, senden sonra düzen bulmaz” dedi. Eshâb-ı kiramın hepsi hazret-i Ali’yi tasdik etti. Bunun üzerine Halîfe, Medîne-i münevvere’ye döndü. Sonra, on bir kabîle üzerine birlikler gönderdi. Bunlardan Yemâme’deki Müseylemet-ül-Kezzâb’ın kırk bin kişilik ordusu üzerine sevk edilen ikrime (radıyallahü anh) emrindeki askerleri kâfî görmeyen Halîfe, Hâlid bin Velîd’i (radıyallahü anh) imdada gönderdi. Daha önce hazret-i Hâlid; Talhâ, Secâh ve Mâlik bin Nüveyre’yi perişan edip, Medine’ye dönmüştü. Yemâme’de de büyük zafer kazandı. Yirmi bin mürted öldürdü, iki bine yakın müslüman şehîd oldu. Amr ibni As (radıyallahü anh) da, Huzâa kabilesini yola getirdi. Âlâ bin Hadramî (radıyallahü anh), Bahreyn’de çetin muharebeler yapıp, mürtedleri dağıttı. Huzayfe, Arfece ve ikrime (radıyallahü anhüm), Umman ve Bahreyn’de birleşip, mürtedleri bozdular. On bin mürted öldürdüler. Halîfe, Hâlid bin Velîd’i (radıyallahü anh) Irak tarafına gönderdi. Hîre’de yüz bin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki İran ordusunu bozguna uğrattı. Basra’da otuz bin kişilik orduyu perişan etti. İmdada gelen büyük ordudan yetmiş bin kâfir öldürüldü. Sonra, çeşitli muharebelerle, büyük şehirler alındı. Halîfe, Medine’de ordu toplayıp, hazret-i Ebû Ubeyde’yi Şam taraflarına, Amr ibni Âs’ı (radıyallahü anh) da Filistin’e gönderdi. Sonra Yezîd bin Ebî Süfyân’ı Şam’a yardımcı gönderdi. Sonra asker toplayıp, Muâviye (radıyallahü anh) kumandasında, kardeşi Yezîd’e yardım gönderdi. Hâlid bin Velîd’i, Irak’dan Şam’a gönderdi. Hazret-i Hâlid, askerin bir kısmını Müsennâ’ya bırakıp, bir çok muharebe ve zaferlerle Suriye’ye geldi, islâm askerleri birleşerek Ecnâdin’de büyük bir rum ordusunu yendiler. Sonra, Yermük’de kırk altı bin islâm askeri, Bizans imparatoru Herakliüs’ün iki yüz kırk bin askeri ile uzun ve çetin savaşlar yapıp galib geldi. Yüz binden ziyâde rum askeri öldürüldü. Üç bin müslüman şehîd oldu. Bu muharebede İslâm kadınları da harp etti. Baş kumandan hazret-i Hâlid bin Velîd’in ve tümen komutanı İkrime’nin (radıyallahü anh) şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Bütün bu zaferler, halîfenin cesareti, dehâsı, güzel idaresi ve bereketi ile oldu.

Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah’ın vefatından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu. Bir gün kızı Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) validemiz, bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevâbında; “Beni, Muhammed aleyhisselâmın ayrılığı böyle zayıflattı” buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekr, Yermük savaşının yapıldığı sırada 634 (H. 13)’de hastalandı. Hastalığının son günlerinde; “Halîfeliği kime bırakacağım hususunda tekrar istihare ettim. Hak teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan söylemem. Hiç bir akıllı kimse de, Hak teâlâya kavuşma zamanında kendisine iftira edilmesini istemez ve müslümanları aldatmayı uygun bulmaz” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kiram; “Ey Allah’ın Resûlünün halîfesi! Senin doğruluğunda şüphemiz yoktur. Söyleyeceklerini söyle” dediler. Buyurdu ki: “Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i ekrem’i rüyada gördüm. İki beyaz elbise giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler, yeşil olup parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nur elbiseli ve bakanlara neş’e veren iki kimse vardı. Resûl-i ekrem selâm verip müsâfeha etmekle beni şereflendirdi. Mübarek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti. “Yâ Ebâ Bekr! Seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı” buyurdu. “Ben de seni özledim, yâ Resûlallah” dedim. “Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızâsını kazanmış, zamanın en temiz olan Faruk’u (hazret-i Ömer’i) halîfe seç!” buyurdular. Yanındakileri göstererek; “Bunlar, dünyâda vezirlerin, vefatın zamanında yardımcıların, Cennet’te komşularındır. Bana senin isminin gökte melekler arasında, yerde halk arasında Sıddîk olduğunu haber verdiler” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Anam-babam sana feda olsun, bu iki kişiyi tanıyamadım ve onlar gibi kimsede görmedim” dedim. “Bunlar, Cebrail ve Mikâil’dir” buyurdular. Sonra gittiler. Uyandım. Yüzüm gözyaşlarından ıslanmış, evdekiler baş ucumda ağlıyordu.”

Hazret-i Âişe anlatır: “Babam vefat edince, Eshâb-ı kiram nereye defnedelim diye tereddüde düştüler. O halde uyumuşum. Kulağıma; “Dostu dosta kavuşturun” diye bir ses geldi. Uyandım, Eshâb-ı kirama anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini söylediler. Hattâ mescidde namaz kılanlar da işittik dediler. Artık müşavereye lüzum kalmamıştı. Habîbi-i ekremin yanına defnettiler.”

Onun devrinde, devlet idâresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur’ân-ı kerîm’in bir hükmü dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere fırsat verilmemiştir. Mürtedlerle yapılan bu harplerden Yemâme’de, bir çok hafız şehîd olmuştu. Hazret-i Ömer’in de teklifi ile Kur’ân-ı kerîmin bir kitap hâlinde toplanması kararlaştırılıp, bu vazife Zeyd bin Sâbit’e (radıyallahü anh) verildi. Hazret-i Ebû Bekr’in en büyük hizmetlerinden biri de, Kur’ân-ı kerîmi kitap hâlinde toplatması olmuştur. Cebrail aleyhisselâm her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi Levh-il-Mahfûz’daki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhıreti teşrif edeceği sene, iki kerre gelip, tamâmını okudu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ve Eshâb-ı kiramın çoğu, Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemişti. Bâzıları da bâzı kısımları ezberlemiş, bir çok kısımlarını yazmışlardı. Peygamber efendimizin, âhıreti teşrıt ettiği sene, halîfe Ebû Bekr (radıyallahü anh) ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip, Zevd bin Sâbit’in (radıyallahü anh) başkanlığındaki bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîm’i kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, Mıshaf veya Mushaf denilen bir kitap meydana geldi. (Bkz. Kur’ân-ı kerîm)

Hazret-i Ebû Bekr, Eshâb-ı kiramın en çok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat kaynağı olmuştur İslâmî ilimlerin bütün mes’elelerini bilirdi Nitekim Resûlullah efendimiz onun hakkında; “Allahü teâlânın kalbime ahit tıklarım, Ebû Hekr’in kalbine akıttım” buyurmuştur. Böylece o, sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan ve diğer peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin veziri idi. O, bir mes’elede Eshâb-ı kiram ile istişare ederken hazret-i Ebû Bekr’i sağına, hazret-i Ömer’i de soluna oturturdu. Görülecek mes’ele hususunda, önce bu ikisinin reyini sorar, sonra da diğer sahâbîlerin görüşlerine yer verirdi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’in hepsinin tefsirini Eshâbına bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmin tefsiri için lâzım olan bütün ilimler, hazret-i Ebû Bekr’de mevcuttu. Yaşadığı zamanda Kureyş’in en büyük âlimi olarak tanınırdı. Arab dilinin belagatına vâkıftı ve gayet güzel konuşurdu. Resûlullah efendimizin çok feyzlerine kavuşmuş, Kur’ânı kerîm’in mânâsına ve hakîkatma ait-bütün bilgileri bizzat O’ndan almıştır. Kur’ân-ı kerîm’den hüküm çıkarmak hususunda üstün bir kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâ ve hakîkatlarına hakkıyla muttalî (öğrenmiş) idi. Eshab-ı kiram ve Tâbîinin âlimleri, bir çok âyet-i kerîmelerin tefsirini ondan alıp bildirmişlerdir.

Hazret-i Ebû Bekr’in hadîs ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah’ın her hâline ve her işine pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı kiram, bir çok mes’elede Resûlullah efendimizin nasıl hareket ettiğini Ebû Bekr’den (radıyallahü anh) soruyordu. Kendisinden, Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyy-ül-Mürtezâ, Abdurrahmân bin Avf, Abdullah ibni Mes’ûd, Abdullah ibni Abbâs, Abdullah ibni Ömer, Huzeyfet-ül-Yemân, Zeyd bin Sabit (radıyallahü anhüm) ve daha bir çok sahâbî, hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir. Resûl-i ekremin vefatından sonra, hemen hilâfet işlerine başlaması ve meşguliyetinin çok olması ve her işittiğini rivayet edecek kadar uzun yaşamaması sebebiyle rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı azdır. Bunların 142 adet olduğu kaynak eserlerde zikredilmektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin bâzıları şunlardır:

“Misvak, ağzı temizlemeğe, cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşmağa vesiledir”

“Doğruluğa ve iyiliğe dikkat edin, zîrâ bu ikini Cennet’e götürür. Yalandan ve kötülükten sakının, zîrâ bunlar Cehennem’e götürür.”

“Peygamberler miras bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır.”

Ebû Bekr-i Sıddik (radıyallahü anh) neseb ilminde de yükselmişti. Arabların soylarına ait haberleri en iyi bilendi. Aralarındaki kan dâvalarını hâlleder, onun hakemliğine ve kararlarına itirazları olmazdı.

Diline hâkim olmak, lüzumsuz hiç bir söz söylememek için mübarek ağzına taş koyardı. Mecbur olmadıkça asla dünyâ kelâmı söylemezdi. Bir hadîs-i şerîfte; “Ebû Bekr’in îmânı bütün mü’minlerin îmânları ile tartılsa, Ebû Bekr’in îmânı ağır gelir” buyruldu.

Hazret-i Ebû Bekr’in faziletleri üstünlükleri çoktur. Bunların her biri Kur’ân-ı kerîmin, hadîs-i şerîflerin ve Eshâb-ı kiram ile diğer din âlimlerinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamber efendimizden sonra olma seâdetinin sahibi, Ebû Bekr’i Sıddîk’dir. Çünkü îmân etmek, dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihâd etmekte yâni düşmanlarla şiddetli mücâdele etmekte öncelerin öncesi odur. Hadîd sûresinin onuncu âyetinde; “Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahû teâlâ hepsine Cennet’i vâd etti” âyet-i kerîmesi, onun için indirilmiştir.

ALLAH’A VE RESÛLÜNE İTAAT ETMEK

Hazret-i Ebû Bekr, Pazartesi günü halîfe seçilince, Salı günü, Mescid-i şerîfe gelip, Eshâbı topladı. Minbere çıktı. Hamd ve senadan sonra; “Ey Müslümanlar! Sizin üzerinize halîfe ve emir oldum. Hâlbuki, sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Fena bir iş yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emânettir. Yalancılık hıyanettir. Sizin zayıfınız, bence çok kıymetlidir. Onun hakkını kurtarırım. Kuvvetine güveneniniz ise, bence zayıftır. Çünki ondan, başkasının hakkını alırım. İnşâallahü teâlâ, hiç biriniz cihâdı terk etmesin. Cihâdı terk edenler zelîl olur. Ben, Allahü teâlâya ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz. Eğer ben, Allahü teâlâya ve Resûlüne âsî olur, doğru yoldan saparsam, sizin de bana itaat etmeniz lâzım gelmez. Kalkınız, namaz kılalım. Allahü teâlâ hepinize iyilik versin” dedi.

HAZRET-İ ALİ’Yİ AĞLATAN VEFAT

Ebû Bekr (radıyallahü anh), hicretin on üçüncü yılında vefat edince, Medine’de herkes ağladı. Hazret-i Ali işitince, ağlayarak geldi ve: “Hilâfet bugün tamâm oldu” Duyurdu. Kapı önünde durup:

“Yâ Ebâ Bekr! Sen, Resûlullah’ın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşaviri idin. Önce islâm’a gelen sensin. Senin îmânın, hepimizin îmânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah’dan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullah’a en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullah’ın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O’na en yakın, sen oldun, ikramda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O’na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullah’a herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen. O’nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde sıdk ismi ile şereflendirdi. Resûlullah’a, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda, O’nun huzurunda, harplerde, O’nun yanında idin. O’nun ümmetinin halîfesi, O’nun dîninin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dînine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş aslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken, sen Muhammed aleyhisselâmın yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve belîgi en edibi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, herisin temizdi. Gönlün herkesten kuvveti i. yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları islâm’a sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, af edici baba idin. İslâm’ın ağır yükünü sen taşıdın, islâm’ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bit dağ gibüdin. İşin doğruluk idi. İyilik idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi. Bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dînin ağacını diktin. Güçlükleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Allah’ın dînini, sen doğrulttun, islâm’a, îmâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensâr arasında senden ayrılık yarası çok derindir” buyurdu ve çok ağladı. Mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Sonra; “Allahü teâlânın kaza ve kaderine razı olduk. Verdiği elemleri kabul ettik. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah’dan ayrılık acısından sonra, bize senin vefatından daha acı bir musibet gelmedi. Sen mü’minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ, seni Muhammed aleyhisselamın huzuruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan korusun” buyurdu. Eshâb-ı kiramın hepsi, sessizce, hazret-i Ali’nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı.