Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükleri tanıyan, çok *Şanslı* kardeşim. Bu büyükleri tanıdıkdan sonra, başka şeylerde izzet ve şeref aramak, *Ahmaklık* dır, *Akılsızlık* dır. 


Çünkü en büyük şeref, o büyükleri *Tanımak* dır, daha büyük şeref yok ki onu bulasın. Bu ni’mete kavuşan, dünyâ ve âhiret *Ni’metleri* nin hepsine kavuşmuş demekdir. 


Eğer başka şeyler aramaya kalkarsa, *Zirve* den aşağı yuvarlanır efendim, Allah korusun, tehlikeli. Çünkü dünyâda en zor şey, bu büyükleri *Tanımak* dır. Bu da, bir  *Nasip* işidir. 


Cenâb-ı Hak kime nasîb ederse, o kavuşur. Yâni Allahın *Seçdiği* kimselere nasîb olur bu devlet. O, seçdiklerini kavuşdurur, meselâ *Biz* kavuşduk efendim.


Öyleyse biz hepimiz *Seçildik*. Çünkü bu yolu biz bulmadık ki, Allahü teâlâ ihsân etdi efendim, bedâva kavuşduk. 


Şâh-ı Nakşibend hazretleri; *Mâ fadliyânim!* buyuruyor. Ne demek bu? Yâni, *Biz seçildik!* buyuruyor Mübârek. 

********

Çok zengin bir adam varmış, gurûrla yolda giderken yerde bir *Böcek* görmüş. Bir tekme vurup öldürmüş böceği, *Hor* görmüş yâni. 


Ama aynı gün ayağında bir *Yara* çıkıyor adamın ve gitdikçe büyüyor, hiç bir ilâç kâr etmiyor efendim, hiçbir okuma fayda vermiyor. Yara devâmlı büyüyor. Adam çâresiz.


En sonunda ona demişler ki: *Falan yerde bir mübârek zât var, bilse bilse o bilir bunun çâresini*. Koşuyor o adrese, kapıyı çalıyor. O zât, buyurun diyor, içeri alıyor. 


Adam gösteriyor yarasını, *Efendim, bu yara her gün büyüyor, hiç bir ilâç kâr etmedi, biz çâre bulamadık* diyor. 


O mübârek zât yarayı görür görmez, *Bunun tek bir çâresi var* buyuruyor. Adam seviniyor. *Aman hocam söyleyin, nedir o çâre?* diyor. 


O zât diyor ki: *Bir böcek var, o böceğin külü iyi gelir bu yaraya*. Adamcağız; *O hangi böcek?* deyince, târif ediyor Mübârek. 


Meğer o *Böcek* miş, tekme vurup öldürdüğü böcek. Hakîkaten bir defâda yarası iyi oluyor adamın.

Mel'un Şimir'in saliha hanımı

Muharrem ayının onuncu günü (Miladi 680 Hicri 61 senesi) hazret-i Hüseyin, yetmiş kişi ile Kerbelâ’da şehîd edildi. Şimir (Şemmer) isimli bir mel’un onu kılıçla şehid ettikten sonra mübarek başını kesti... 

Vâkıdî “rahmetullahi aleyh” şöyle bildirmiştir: “HİÇ ALLAH’TAN KORKMADIN MI?” 

Mel’ûn Şimir, hazret-i Hüseyin’in “radıyallahü anh” mübârek başını kestikten sonra, bir torbaya koyup evine getirdi. Hanımı, gece dışarı çıktığında, oradan bir nûrun göklere yükseldiğini gördü. Yanına yaklaşınca bir ses işitti. Hemen kocası Şimir‘in yanına gidip, durumu anlattı ve “onun altında ne vardır?” diye sordu. Şimir, “Bir hâricînin başıdır. Yezîd’e götürüyorum, bana çok mâl verir” dedi. Hanımı, “Adı nedir?” diye sordu. “Hüseyin bin Alî’dir” deyince, kadıncağız bir çığlık attı ve bayılıp düştü... Kendine geldiğinde, kocasına, “Hiç Allah’tan korkmadın mı? Âlemlerin seyyidinin göz nûrunun başını nasıl kestin!” dedi. Sonra ağlayarak, Şimir’in yanından çıktı... 

Şimir uyuyunca, hazret-i Hüseyin’in mübârek başını alıp öptü ve odasına götürdü... Gece ilerleyince, kadını uyku bastırıp, uyudu. Rü’yâsında evinin yarıldığını ve her tarafı bir nûrun kapladığını gördü. Bir beyâz bulut içinde iki kadın geldi. Hazret-i Hüseyin’in başını alıp ağlaştılar. “Bu iki kadın, hazret-i Hadîce ve hazret-i Fâtımadır” “radıyallahü anhümâ” dediler. Sonra yüzü ay gibi parlayan bir kimse geldi. “Bu, Muhammed aleyhisselâmdır” dediler. Sağ tarafında hazret-i Hamza, Ca’fer-i Tayyâr ve diğer Eshâb-ı kirâm vardı. Ağlaştılar... 


“ARTIK SENİNLE YAŞAYAMAM!”

Hazret-i Hadîce ve hazret-i Fâtıma, Şimir’in hanımının yanına gelip, “Senin bizim üzerimizde hakkın çoktur. Ne istersin?” dediler. “Cennette sizinle birlikte olayım” dedi. “Seni bekliyoruz” dediler... 

Sabâhleyin kocası Şimir gelip, hazret-i Hüseyin’in mübârek başını istedi. Hanımı vermedi. “Artık seninle yaşayamam, beni boşa!” dedi. Şimir de boşadı. Fakat mübârek başı yine vermedi. “Ölürüm de yine vermem” dedi. Şimir kadını öldürdü ve hazret-i Hüseyin’in mübârek başını aldı...

Büyük âlim ve velî Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri diyor ki: 

“Hazret-i Hüseyin’in mübârek başı Şâm’dan Medîne’ye getirildi. Medîne vâlîsinin emri ile, mübârek başı kefenlenip Bakî’ Kabristânında, Fâtıma-tüzzehrâ hazretlerinin mübârek kabri yanına defnolundu.” Allahü teala şefaatine nail eylesin. Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplar, birer *Mücevher* kardeşim. Okuyan çok istifâde eder. Çünkü kendimden bir şey yazmıyorum. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* yazıyor, diye yazıyorum. 


Bizim kitaplar, hep islâm âlimlerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgiler* dir.


İşte bizim kitaplar, hep *Büyükler* in yazıları olduğu için bütün dünyâ hayrân kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Efendi* hazretlerinin bereketi.


Onun himmeti kardeşim. Bizimle alâkası yok. Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi* ni bile işitmezdik, değil basdırmak. 


*Evliyâ-i kirâm* ın, vefâtlarından sonra da kerâmetleri devâm eder. Hattâ himmetleri, tasarrufları, yardımları daha *Fazla*, daha *Kuvvetli* olur. 


Zâten Seâdet-i Ebediyye kitâbında yazılı. Allahü teâlâ, her zaman, her yerde *Hâzır* ve *Nâzır* dır. Her yerde ve her zaman. *Evliyâ* ise, çağrıldıkları zaman orada *Hâzır* olurlar. 


Ondan evvel hâzır değildir Evliyâ. Onlara tevessül edilirse, isti’âne edilirse, istigâse edilirse, hemen ruhları orada *Hâzır* olur. 


Hele böyle hayâtda iken bulundukları, bildikleri *Yer* ve *Mekân* olursa, oradaki irtibâtları daha çok devâm eder onların. Hattâ kıyâmete kadar devâm eder. 


Birbirimize duâ edelim kardeşim. Ben, beş vakit namâzımda; *Hizmetlerimize iştirak eden, yardım eden din kardeşlerimize!* diye hepinize duâ ediyorum. 


Efendi hazretlerinin, hiç *Sert* konuşduğunu görmedim. Dâima güler yüzlü, tatlı dilli idi. Ama bir gün, ikimiz berâber oturuyorduk. 


O günlerde annem ve kız kardeşlerim, benim *Tıbbiye* den *Eczâcı* ya geçdiğimi bir türlü istemiyor, ileri geri konuşuyorlardı. Bu hâli *Efendi*’ye söyleyip dedim ki: 


Efendim, o kadar üzüldüm ki, onları susdurmak için; *İleri varmayın, fazla üzerime gelmeyin, yoksa intihâr ederim!* dedim. 


Ben böyle söyleyince, Efendi hazretleri bi kaşlarını çatdı. *Ne dedin ne dedin? Bir daha senin ağzından bu lâfı işitmiyeyim!* dedi. Lâfını bile duymak istemedi.

ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ HAZRETLERİ

İstanbul'un en yüksek üç evliyâsından biri. İsmi Abdülfettâh-ı Bağdâdî el-Akrî'dir. 1778 (H.1192) senesinde doğdu. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen âlim ve evliyânın en meşhurlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı. Onun emriyle İstanbul'a gelip senelerce insanlara hak yolu öğretmek vazîfesiyle meşgul oldu. 1865 (H.1281) senesi Muharrem ayının dokuzuncu Cumâ günü vefât etti. Kabr-i şerîfi Üsküdar'da Eski Vâlide Câmiinden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile SelimiyeBağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhül islâm Ârif Hikmet Beyin kabristanındadır.


Abdülfettâh Efendi, küçük yaşta Bağdâd'ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrendi. Çok zeki olup kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Gayret ve devamlı çalışması ile de arkadaşlarının ve hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs bir âlim oldu.


Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh Efendi tasavvuf adı verilen Resûlullah efendimizin mübarek kalbinden çıkıp evliyânın kalplerine gelen bilgilere de sâhib olmak istedi. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine talebe oldu. Bundan sonra hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı.


Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalplere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; "Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım." diye üzülürdü.


Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır, diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe binmesini yasaklamıştı. Yaya gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak yolculuklara hiçbir şeye binmeden giderdi. Yürüyerek, yolculuk ânında doğan mihnetlere, sıkıntılara katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı. Vazîfeli olarak İstanbul'a iki defâ yaya gitmişti. Bu tahammülü sebebiyle hocasının iltifâtlarına kavuştu ve önde gelen talebeleri arasına girdi. Öyle ki artık hocasının evine girer çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Bu hizmeti netîcesinde çok faydalara kavuştu. Kendisine insanları yetiştirmek, ilim ve edeb öğretmek izni verildi.


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul'dan da pekçok kimse, Bağdad'a gidip, onun talebesi olmakla âhirette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdad'a gitmesi mümkün değildi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî'yi İstanbul'a gönderdi.


Abdülfettâh hazretleri, İstanbul'un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler dergâha akın ettiler. Abdülfettâh hazretleri, bu Hak âşıklarının hasta ve ölü rûhlarına hayat veriyor, kararan kalplerine nûr akıtarak Ahrâriyye yolunun Müceddidî ve Hâlidiyye kolunun feyzlerini sunuyordu. Kısa zamanda, devlet erkânından vezîrler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. O âb-ı hayat pınarı, herkesi kâbiliyetlerine göre yetiştiriyordu. Bu şekilde senelerce çalışarak, pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu.


Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuz dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1865 (H.1281) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Muharrem'in on dokuzunda Cumâ günü talebelerinin başında okudukları Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.


Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile Eyüp'te medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) hâriç, İstanbul'un en yüksek üç velîsinden birinin Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri olduğunu bildirdiler. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek'teki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.


 


BEYİTLER


KIRK YIL HİZMET ETTİ


Hâlid-i Bağdâdî'nin, şânını o zamanlar,


Duymuştu dünyâdaki, bilcümle müslümanlar.


 


Yayılınca şöhreti, her yerine dünyânın,


Bağdad'a geliyordu, insanlar akın akın.


 


Hem İstanbul'dan dahi, birçok âşık olanlar,


Ona kavuşmak için, Bağdad'a yollandılar.


 


Bu gelen insanların, şu idi tek gâyesi:


"Hâlid-i Bağdâdî'nin, olmaktı talebesi."


 


Zîrâ Resûlullah'tan, fışkıran bütün "nûrlar",


Ondan yayılıyordu, herkese o zamanlar.


 


İstanbul'dan Bağdad'a, taşınan insanlara,


Baktığında, Mevlânâ, kıyamadı onlara.


 


Emir verip hemence, Abdülfettâh Akrî'ye,


Gönderdi İstanbul'a, "feyzini saçsın" diye.


 


Abdülfettâh Efendi, İstanbul'a gelince,


Nuh kuyusu denilen, yere geldi hemence.


 


Bu mübârek velî zât, buraya vardığında,


Cümle Hak âşıkları, buldu onu ânında.


 


Etraftan akın akın, geliyordu insanlar,


Zîrâ ondan akardı, ilâhî feyiz, nûrlar.


 


Devlet ricâlinden de, vezir, paşa, kumandan,


Gelirdi akın akın, bu dergâha o zaman.


 


On binlerce müslüman, gelerek bu dergâha,


Bağlardı kalplerini, hepsi Resûlullah'a.


 


Abdülfettâh Efendi, kırk yıldan daha fazla,


Bu dergâhta böylece, hizmet etti ihlâsla.


 


Mevlânâ Hâlid ise, o gelince Bağdad'dan,


Otuz dokuz yıl önce, ayrılmıştı dünyâdan.


 


Onun ayrılığına, hiç dayanamıyordu,


Hocasına kavuşmak, aşkıyla yanıyordu.


 


Bin sekiz yüz altmış dört, yılı Muharreminde,


Cümle talebesiyle, helâlleşti evinde.


 


Ayın on dokuzunda, hem de bir Cumâ günü,


Kur'ân'ı dinler iken, teslim etti rûhunu.


 


Âlim ve evliyâlar, sözbirliği hâlinde,


Şunu bildirdiler ki: "İstanbul dahilinde,


 


Binlerce evliyâdan, eshâbın hâricinde,


Üçü, en büyüğüdür, bu velîler içinde.


 


Bu üçünden biri de, Abdülfettâh Akrî'dir,


Kabri, âşıklarının, istifâde yeridir.


 


İkisi de şunlardır, bu üç büyük velînin,


Murâd-ı Münzâvî'yle, Tokâdî Mehmed Emîn.


 


Yâ Rabbî, bu üç büyük, velînin hürmetine,


Şifâ ver hasta olan, Muhammed ümmetine.


 


KAYNAKLAR


1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.971


2) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.23


3) Şems-üş-Şümûs


4) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.84


5) Hadâik-ul-Verdiyye; s.259

İslâmiyet

 İslâmiyet; her safhası ile, ahlâkı ile, itikadı ile, ameli ile yaşanan bir dindir. Hepsi bulunursa tam olur. 

Hüseyin Hilmi bin Saîd “Rahmetullahi aleyh”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim İlmihâl, daha doğrusu *Tam İlmihâl*, bir ömrümü aldı benim. Ama gerçekden de tam bir ilmihâl oldu. 


Onun için, bu *İlmihâl*, kalıcı bir eserdir ve bir *Ayna* dır. Okuyan, onda kendini görür ve nasipliyse, kendinden iğrenir, *Ben insan değilmişim!* der.


Din ve dünyâ seâdeti, bu büyükleri *Tanımak* dır kardeşim. Allahü teâlâ dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ *Kerîm* dir. Kerîmin, ufak bir sebeple keremi coşar, yayılır her tarafa. 


En büyük sebep de, O’ndan *İstemek* dir. *Yalvarmak* dır, *Duâ* etmekdir. 


Ömürler geçiyor kardeşim. Vaktiyle Efendi hazretlerinin huzûrunda el pençe dururken, şimdi *Hayâli* kaldı. Hayâle kaldık. Hepimiz, gâyemize doğru gidiyoruz. *Gâye* nedir? Rabbimize kavuşmak. 


Yâni O’nun *Rızâsı* na, *Sevgisi* ne kavuşmak. Rabbimizin bu kâinâtı yaratmasından maksad, varlığını bildirmekdir. *Hilkat* den, yaratılmakdan maksad ve gâye de, Allahü teâlâyı *Tanımak* dır. 


Gerisi hep hava. Rabbimiz hepimize din ve dünyâ seâdeti vermiş. Ne seâdetdir bu. Bu zamanda bu büyükleri tanımak, ne büyük *Şeref* dir. 


*El-ulemâ vereset-ül enbiyâ* Yâni bizim büyüklerimiz, Peygamberlerin vârisleridir, vekîlleridir. Ne mutlu onları tanıyanlara. *Sevmek* şöyle dursun, *Tanımak* bile ne büyük ni’met. 


Hele tanıdıkdan sonra bir de *Sevdi mi*, o zaman seâdete kavuşdu demekdir. Çünkü *Feyz* yolu açılır, feyz gelmeye başlar, kalpden kalbe akar. 


Peygamberlerden maada hepimizin *Kusûru* var kardeşim, hepimizin *Günâhı* var. Şu toplulukda günâhı *Az* olan da var, *Çok* olan da var. 


Günâhı en çok olan hangimiz biliyor musunuz? *Benim Beeen!* Niçin ben? Çünkü benim yaşım hepinizden daha çok. Günâh zamânı çok olunca, günâhı da çok demekdir. 


Her birinizin elini sıkarken, kalbimden Rabbime yalvarıyorum; *Yâ Rabbî!* diyorum, *Şu mücâhid kardeşimin hürmetine benim günâhlarımı affet!* Herbirinizin elini sıkarken kalbimden hep böyle geçiriyorum.

MUHYİDDÎN-İ ARABÎ HAZRETLERİ (1240)

On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Endülüs'te ve Şam taraflarında yaşamış büyük velîlerden. İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur. Âilesi meşhûr Tayy kabîlesine mensuptur. Cömertliğiyle meşhûr Adiy bin Hâtem'in kardeşi Abdullah bin Hâtem'in neslindendir. 1165 (H.560) senesinde Endülüs'teki Mürsiyye kasabasında doğdu. 1240 (H.638) senesinde Şam'da vefât etti. KabriŞam'da olup sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.


Küçük yaşında ilim tahsîl etmeye başlayan Muhyiddîn-i Arabî, sekiz yaşındayken babasıyla birlikte İşbiliyye'ye gitti. Pekçok âlimin ilim meclislerinde bulunup, ilim öğrendi. Keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası ile dikkatleri çekti.


Bir gün Muhyiddîn-i Arabî hastalandı. Hastalığın tesirinden bayıldı, hattâ öldü zannettiler. Muhyiddîn-i Arabî baygın hâldeyken, kendisine, çirkin yüzlü bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu çirkin yüzlüleri kovalamaya çalışan nûrânî yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım ediyordu. Nihâyet bu güzel zât, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; "Yâsîn sûresi" cevâbını aldı. Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolu halde Yâsîn-i şerîf okuyan babasını gördü.


Muhyiddîn-i Arabî pekçok ilimleri tahsîl etti. Filozof İbn-i Rüşd'le görüştü. 1194 (H.590) senesinde Endülüs'ten ayrılarak Tunus'a, 1195'de Fas'a gitti. Karşılaştığı birçok âlimle sohbet edip, ilim meclislerinde bulundu. 1199 senesinde tekrar Endülüs'e dönüp Kurtuba'ya geldi. 1201 senesinde tekrar Endülüs'ten ayrılıp doğuya gitmek üzere Tunus'a geçti. Hacca giderken Mısır'a uğradı. Oradan Mekke-i mükerremeye giderek hac farîzasını yerine getirdi. İki yıl kadar Mekke'de kalıp, Medîne-i münevvereye geldi ve sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti.


Endülüs'te, Fas'ta, Tunus'ta, Mısır ve Mekke-i mükerremede kaldığı zamanlarda hadîs ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü'l-Ferec ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek sûretiyle, fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde yetişti.


Tefsîr, hadîs, fıkıh, kırâat gibi pekçok ilimlerde büyük âlim oldu. Tasavvufta, Ebû Midyen Magribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temim, Ebü'l-Hasan ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhûr oldu. Mekke'de bulunduğu sırada Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserini yazdı.


Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ'yı yanına çağırarak; "Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin." buyurdu. Yûnus bin Yahyâ, uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn-iArabî'ye, hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, zamânında, ilminden ve feyzinden istifâde etmek için kendisine mürâcaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti. Konya'ya gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikrâm ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tâyin olunduğu ve hediyeler gönderildiği halde, hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî'nin hocası ve üvey babası oldu.


Hocasının üstâdı olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hırkasını üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddîn-i Konevî'ye giydirdi.


Konya'da bir müddet kaldıktan sonra Haleb'e giden Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1215 senesinde tekrar Konya'ya döndü. Aynı sene içinde Sivas'a, oradan da Malatya'ya gitti. 1230 senesinde Şam'a giderek oraya yerleşti.


Büyük âlimler, Muhyiddîn-i Arâbî'nin hâl, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu kabûl ettiler. Evliyânın büyüklerinden Ebû Midyen Magribî ona; "Âriflerin Sultânı" demişdir. Şeyh Safiyyüddîn bin Ebû Mensûr onun hakkında; "O, şeyhdir, imâmdır. Hem de tam kâmil ve hakîkatı bulanlardandır. Onu üstün irfan sâhiplerinin başında saymak lâzımdır. Öyle açık gönül âlemi vardı ki, özüne erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşf âlemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hâllere gelince, ancak "Hârika" diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak âlemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velâyet ahkâmına dâir tasavvuf deryâsında pek uzun kulaçlar atardı. O ummânın da süratli bir yüzücüsü idi. Ve nihâyet o, bu yolda vaz geçilmez bir zât idi. Böyle kabûl edip, onun şânını bu şekilde yüceltmek ona lâyıktır." derdi.


Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî şöyle anlatmıştır: "Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü."


Muhyiddîn-i Arabî hazretleri şöyle anlatır:


"Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; "Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonra Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim.


"Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden meydana gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccâdeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete inanmıyan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu."


Zenginlerden biri, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine kıymetli bir ev bağışlamıştı. İbn-i Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün bir fakir gelip dedi ki: "Allah rızâsı için bana bir şey ver." Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu ki: "Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun." Böyle söyleyip, evi o fakire verip terketti.


Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, İmâm-ı Gazâlî'ye muhabbet ve bağlılığından, Şam'da Gazâliye Medresesinde çok oturur, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserlerini okurdu. Bir gün müderris derse gelmedi. Muhyiddîn-i Arabî orada idi. Fakîhler kendisine; "Efendim, bugün bize dersi siz veriniz." deyip ısrâr ettiler. O da; "Ben Mâlikî mezhebindenim. Mâdem ki çok ısrâr ediyorsunuz akşamki dersinizi söyleyiniz" buyurdu. İmâm-ı Gazâlî'nin fıkha dâir Vesît kitabından bir yer gösterdiler. Muhyiddîn-i Arabî onlara ders verdi, uzun uzun îzâh ve açıklamalar yaptı. Öyle ki, onlar; "Biz böyle bir üstâd görmedik." dediler.


Horasan'da Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine çok dil uzatan, ona ve onu sevenlere eziyet eden bir adam vardı. Çok eziyet görenler, Muhyiddîn-i Arabî'ye bunu şikâyet edip, sabra tahammülümüz kalmadı, cezâsını veriniz dediler. O da; "Bana şöyle şöyle bir bıçak getirin." buyurdu. Bir kâğıdı insan şeklinde yapıp, bıçakla kesti ve; "Ey cemâat, şu anda, Horasan'daki o inatçı adamı boğazladım. Evindeki duvarın çatısındaki köprü şeklindeki kalası kaldırdım ve bıçağı onun altına koydum. Onu yirmi kişiden az insan kaldıramaz. Bıçağın üzerine, onun kanı ile, bunu Muhyiddîn-i Arabî boğazladı diye yazdım." buyurdu.Şikâyet edenlerden biri Horasan'a gitti. O evi buldu. Filân kimse, falan günde, falan saatte onu kesti dediler. Hâdise, hocalarının buyurduğu şekildeydi. Onlara vâkıayı anlattı. Birçokları töhmetten kurtuldu. Bildirilen kalası kaldırdılar. Bıçağı ve yazıyı, Muhyiddîn-i Arabî'nin buyurduğu hâlde buldular...


Bir kimse, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğüne inanmaz, ona buğzederdi. Her namazının sonunda da, ona on defâ lânet etmeyi kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenâzesinde Muhyiddîn-i Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-iArabî'yi evine dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden gülümseyerek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: "Bana her gün namazlarının sonunda on defâ lânet okuyan bu kimse, af ve magfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin Kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim."


Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet etti: "Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bir gün Kâbe-i muazzamada, Kâbe'nin mânâsı hakkında bir vâz veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkâr ettim. O gece, mânevî mânâda Kâbe'nin Muhyiddîn-iArabî'nin etrâfında dönerek, onu tavaf ettiğini gördüm."


Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn ibni Arabî yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî'ye denildi ki: "İbn-i Arabî hakkında ne dersin?" buyurdu ki: "Hakîkatler deryâsı, kutb-i kebîr ve gavs'dır."


İbn-i Arabî'ye Sühreverdî'den sorulunca buyurdu ki: "Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur."


"Ruhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?" diye sordular. Onlara verdiği cevapta; "Üç şekilde: 1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek" buyurdu.


Muhyiddîn-i Arabî hazretleri kendinden nasîhat isteyen bir kimseye buyurdu ki:


"Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Herşeyden önce sana lâzım olan, sana kendi ayıb ve kusûrlarını gösterecek, seni nefsine itâattan kurtaracak bir üstâd, hoca lâzımdır. Şâyet böyle bir zâtı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana bâzı nasîhatlerde bulunayım. O zâtı bulduğun zaman, huzûrunda, yıkayıcının elindeki meyyit, ölü gibi ol. Çünkü meyyit, yıkayıcının irâdesine göre hareket eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir. Meyyit, yıkayıcıya aslâ îtirâz etmez.


Sakın hatırına o zâta karşı îtirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzûrunda, kölenin, efendisinin huzûrunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rüyânı veya başka bir hâlini arz ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile berâber olma. Arkadaşlık etme. Hocanı seveni sev ve ona yardımcı ol.


O zâta, hiçbir işinde îtiraz etme. Bunu niçin böyle yaptın? deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun senin oturuşundan haberdâr olduğunu unutma. Edebi aslâ terketme. Yolda giderken onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayâyı azaltır, ona karşı hürmeti kalbten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak sûretiyle göster. O zâta yemek ve yiyecek takdîm ettiğin zaman, diğer lâzım olan şeyler ile berâber önüne bırak, kapının yanında edeble dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada bir şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, îtiraz etmeden ye. Başkasına verme.


O zâtın denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bâzan onlar, talebelerini denerler. Onunla berâber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zâta karşı edebe uymayan bir husus meydana gelip, onun bundan haberi olduğu hâlde, sana müsâmaha gösterdiğini, seni cezâlandırmadığını görürsen, bilki o seni denemektedir. O zât, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona, işleri hususunda sana görüşünü sormadan, görüş beyân etme. Şâyet seninle istişâre ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvâfık olduğunu söyle. Haddizâtında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtac olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.


Böyle bir zâtı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri râzı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyân içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgûl olmaktır. Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdest al. Abdest aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemâatle beş vakit namaza ve evinde nâfile namaza devâm et.


Abdesti en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyâyı terk etme niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duâları oku. Tevâzu ve huşû içerisinde, kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü hayâ ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak, muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını, en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabbinin nîmetlerini müşâhede etmek için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun. Resûlullah'a salâtü selâm oku. Sonra, namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi dur. Yüzün ile Kâbe-i muazzamaya döndüğün gibi, kalbin ile de Allahü teâlâya dön. Kul olduğunu, Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al. Rükû'dan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allahü teâlânın kudreti ile yaşadığını düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra bu düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.


Acıkmadıkça yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Yemeği ihtiyâcın kadar ye. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Orta derecede al. Lokmayı ağzına koymadan önce Besmele-i şerîfeyi oku. Lokmayı iyice çiğne, sonra yut. Yemekten sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun."


Muhyiddîn-i Arabî hazretleri velîlik yolundaki yüksek derecesini ifâde ederek buyurdu ki:


"Allahü teâlâ bana öyle nîmetler ihsân etti, bildirdi ki, istersem kıyâmete kadar gelecek bütün velîleri, kutubları, isim ve nesebleriyle bildirebilirim. Fakat bâzıları inkâr ederler de, mânevî kazançlarından kaybederler diye korkuyorum."


Muhyiddîn-i Arabî hazretleri kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirdi.Edison'u (1847-1931) dahi "Üstâdım" demek mecbûriyetinde bıraktı. Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul'u fethedeceğini, Yavuz SultanSelîm Hanın Şam'a geleceğini keşf yoluyla haber verdi.


Şeceret-ün-Nu'mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır." dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabî'ul-âhir ayının 28. Cumâ günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam'da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti. Sâlihiyye'de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı SultânıYavuz Selîm Hân Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arâbî'nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.


Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, onu çok seven bir hizmetçisi vardı. Onun vefâtından sonra gece gündüz ağlardı. Bir gece hizmetçinin kapısı açıldı. İçeriye Muhyiddîn-i Arabî sağlığındaki hâliyle girdi. Hizmetçisine; "Ağlamayınız." diyerek onu teselli etti.


Büyük âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf ediyordu. O esnâda ihrâmını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve kendi kendine; "Benim gibi bir âlime hürmet etmemek ne ayıp şey." dedi. Biraz sonra büyük bir câmide vâz verecekti. Câmi çok kalabalıktı. Bütün cemâat onun vâzını dinlemek için bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye çıktı. Fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu. Ter içinde kaldı. "Bugün biraz rahatsızım, konuşamayacağım." dedi ve kürsüden indi. Evine gidip; "Yâ Rabbî! Ne gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de bunlar başıma geldi." diye Allahü teâlâya yalvarıp ağladı. O gece rüyâsında Muhyiddîn-i Arabî'yi gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi olduğunu anlayıp pişman oldu. Muhyiddîn-i Arabî'yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken kapısı çalındı. Gördü ki, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri karşısında durmaktadır. "Buyurun." deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn-i Arabî onun özrünü kabûl etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O âlim kimsenin ilmi, kendisine iâde olundu.


Muhyiddîn-i Arabî hazretleri her işini Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapardı. Allahü teâlânın rızâsına ve mârifet-i İlâhiyyeye kavuşmak için İslâmiyete tam uymak gerektiğini belirtirdi.


"İslâmiyetin emirlerinden bir emri yapmayanın mârifeti sahîh değildir." buyururdu.


Muhyiddîn-i Arabî; "Ârifin niyeti, maksadı olmaz" buyuruyor. İslâm âlimleri bu cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: "Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için bir şeye başvurmaz demektir. Çünkü, derd ve belâların sevgiliden geldiğini, O'nun dileği olduğunu bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymakdadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O'ndan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice faydaları vardır, bu anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekte, onların belâlarına sebeb olmaktadır."


Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve fıkıh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyururdu ki: "Peygamber efendimiz; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz." emri ile, bâzı meşâyıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de hesâbımı görüyorum."


Dört mezhebin âlim ve ârifleri, Muhyiddîn-i Arabî'yi hep medhetmişlerdir. İmâm-ı Şa'rânî El-Yevâkit vel-Cevâhir'inde ondan uzun uzun bahsetmekte, Şeyh Abdülganî Nablüsî ve Ârif-i billah Seyyid Mustafa Bekrî, onun için ayrı birer kitap yazmışlardır. Abdülganî Nablüsî'nin eseri Er-Redd-ül-Metîn alâ Müntakıs-il-Ârif Muhyiddîn, Seyyid Mustafa Bekrî'nin eseri, Es-Süyûf-ül-Haddâd fî A'nâki Ehl-iz-Zendeka vel-İlhâd'dır. Şihâbüddîn Sühreverdî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ, İbn-i Hacer Heytemî, Hâfız Süyûtî, Ali bin Meymûn, Celâlüddîn Devânî, Seyyid Abdülkâdir Ayderûsî, İbn-i Kemâl Paşa, Kâmûs sâhibi Necmüddîn Fîrûzâbâdî hep onu medh etmişlerdir.


Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl Paşa hazretleri, İbn-i Arabî hakkında sorulan bir suâle şöyle cevap vermiştir: "Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ'ya, O'nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibniArabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arabî'yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeblendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak ile memurdur ve vazifelidir...

MUHYİDDÎN-İ ARABÎ HAZRETLERİ VEFATI-3 RAHMETLE ANIYORUZ (1240)


İbn-i Arabî'nin birçok eseri vardır. Füsûs-i Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin bâzı meseleleri lafz ve mânâ bakımından mâlûm olup, emr-i ilâhîye ve şer'i Nebevî'ye uygun, bâzı meseleleri ise, zâhir ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül ehilleri) bilirler. Meram olan mânâyı anlayamayan kimsenin, bu makamda susması gerekir. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur" (İsrâ sûresi: 36). Allahü teâlâ doğru yola götürendir."


İmâm-ı Süyûtî, Tenbîh-ül-Gabî kitabında, Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbât etmektedir. Ebüssü'ûd Efendi fetvâlarında da, ona dil uzatılamayacağı yazılıdır.


Bununla berâber, îmân, îtikâd ve ibâdet bilgilerine tam vâkıf olmayanların ve tasavvufun inceliklerini iyi bilmeyenlerin, Muhyîddîn-i Arabî'nin kitaplarını okumaları ve sözleri üzerinde düşünmeleri, çok defâ zararlı olmaktadır. Geçmiş asırlardaki velîlerin ve âlimlerin bâzıları da, onun sözlerini anlamakta acze düşmüşler ve yanlış yollar tutmuşlardır. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûd bilgisi ve mertebesi çok yüksek ve kıymetli olmakla berâber, nihâyetin nihâyeti değildir. Asıl maksad yanında, bu mertebe çok gerilerde kalmaktadır. (Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî hakkında, İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanan Müjdeci Mektuplar ve Seâdet-i Ebediyye kitaplarında geniş bilgiler vardır.)


Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1230 (H.627) senesinde Şam'da iken, bir gece mânâ âleminde Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz elinde bir kitap tutarak; "Bu Füsûs-ül-Hikemkitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyâtını açıkla." buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî de Sevgili Peygamberimizin mânevî işâretine uyarak, emir ve ilhâm ile, kitabın ihtivâ ettiği hususları ne eksik, ne de fazla yazdı. Bu kitapta kısa bir başlangıç vardır. Ve ismi bildirilen her Peygambere aleyhimüsselâm, bir hikmet verildiği bildirilmiştir. Çok kıymetli bir kitaptır. Sonra gelen âlimler, bu kitabın kırktan fazla şerhini yapmışlardır.


Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, evliyâ-i ârifînin en büyüklerinden olduğu gibi, zâhir âlimlerin de büyük imâmlarındandır. Sultan Melik Muzaffer Behâüddîn Gâzî'ye icâzet (diploma) verdiği, Câmiu Kerâmât isimli kitapta bildirilmektedir. Yine aynı kitapta, üstâdlarının isimleri uzun uzun yazılıdır. Bu kitapta, yazdığı eserlerden iki yüz otuz dört tânesinin ismi bildirilmekte, hepsi bu icâzette yazılmış bulunmaktadır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: Fütûhât-ı Mekkiyye, Et-Tedbîrât-ül-İlâhiyye, Et-Tenezzülât-ül-Mevsûliyye. El-Ecvibet-ül-Müsekkite an Süâlât-il-Hakîm Tirmizî, Füsûs-ül-Hikem, El-İsrâ ilâ Makâmil Esrâ, Şerhü Hal'in-Na'leyn, Tâc-ür-Resâil, Minhâc-ül-Vesâil, Kitâb-ül-Azamet, Kitâb-ül-Beyân, Kitâb-üt-Tecelliyât, Mefâtîh-ül-Gayb, Kitâb-ül-Hak, Merâtibü Ulûm-il-Vehb, El-İ'lâm bi-İşâreti Ehl-il-İlhâm, El-İbâdet vel-Halvet, El-Medhal ilâ Ma'rifetil-Esmâ, Künhü mâ lâ Büdde Minh, En-Nükabâ, Hilyet-ül-Ebdâl, Esrâr-ül-Halvet, Akîde-i Ehl-i Sünnet, İşârât-ül-Kavleyn, Kitâb-ül-Hüve vel-Ehâdiyyet, El-Celâlet, El-Ezel, Anka-i Mugrib, Hatm-ül-Evliyâ, Eş-Şevâhid, El-Yakîn, Tâc-üt-Terâcim, El-Kutb, Risâlet-ül-İntisâr, El-Hucb, Tercümân-ül-Eşvâk, Ez-Zehâir, Mevâkı-un-Nücûm, Mevâiz-ül-Hasene, Mübeşşirât, El-Celâl vel-Cemâl, Muhâdarât-ül-Ahrâr ve Müsâmerât-ül-Ahyâr. Buhârî, Müslim, Tirmizî'nin eserlerini muhtasar hâle getirmiştir. Sırrü Esmâillah-il-Husnâ, Şifâ-ül-Alîl fî Îzâh-üs-Sebîl, Cilâ-ül-Kulûb, Et-Tahkîk fil-Keşfi an Sırr-is-Sıddîk. El-Vahy, El-Ma'rifet, El-Kadr, El-Vücûd, El-Cennet, El-Kasem, En-Nâr, El-A'râf, Mü'min, Müslim ve Muhsin, El-Arş, El-Vesâil, İ'câz-ül-Lisân fî Tercemetin an-il-Kur'ân".


 


KERÂMET VE MENKÎBELERİ


SÖZLERİ DOĞRUDUR


Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle anlatır: "Hocalarımdan Ebü'l-Abbâs hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-i zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; "Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü'l-Abbâs'ın o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdîk et." buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlattım. Bana; "Sana söylediğim sözün doğru olduğunu isbât etmek için Hızır aleyhisselâmdan yardım istedim" buyurdu. Bunun üzerine hocama îtirâz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim."


 


ALLAHÜ TEÂLÂ EMRETMEDİKÇE YAKMAZ


Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devâm edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen: "Biz de: Ey ateş İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik" buyurmaktadır." dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe sok!" deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir." buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.


 


KAZDIĞI KUYUYA DÜŞTÜ


Evi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: "Bir gece yatsı namazından sonraydı. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam âniden çukurun içinde kayboldu. Hâne halkı, onun kaybolduğunu anlayınca aramağa çıktılar. Ben durumu kendilerine haber verdim. Gelip gömüldüğü yeri kazmaya başladılar ve başını buldular. Çekip çıkarmak istediler. Fakat bütün uğraşmaları boşuna oldu. Zîrâ, onlar çıkarmağa çalıştıkça, o, durmadan aşağı doğru indi. Kazıldıkça indi ve çıkarmaları mümkün olmadı. Nihâyet kurtaramayacaklarını anladılar. Kazdıkları yeri tekrar toprakla doldurup, yorgun ve perişân bir hâlde, elleri boş olarak bırakıp gittiler."


BEYİTLER


YAKMAYAN ATEŞ


Muhyiddîn-i Arabî, zamânında bir kişi,


Felsefeyle îzâha, çalışırdı her işi.


Açık mûcizeleri, ederdi o hep inkâr,


Derdi ki: “Bu şeylere, câhiller inanırlar.”


Geldi bir gün bu kişi, Muhyiddîn-i Arabî’ye,


Kapıdan izin alıp ve girdi içeriye,


Soğuk bir kış günüydü, mangal vardı odada,


Şöyle söze başladı, bu filozof orada.


“Bâzı câhil insanlar, şuna inanırlarmış,


Nemrud Halîlullah'ı, bir gün ateşe atmış.


Ve lâkin Halîlullah, yanmamış o ateşte,


Bu işi akıl mantık, kabûl etmiyor işte.


Ateşin özelliği, yakıcıdır muhakkak


Böyle hurâfelere, câhil inanır ancak.”


Üzüldü o velî zât onun bu sözlerinden


Ona cevap olarak, kalktı hemen yerinden,


Ateş dolu mangalı, alarak ellerine,


Boşalttı tamamını, kilimin üzerine.


Karıştırdı eliyle, hem de o ateşleri,


Sonra da avuç avuç, mangala döktü geri.


Bunu gören filozof, şaşırdı hayretinden,


Dedi ki: “Bu gördüğüm, gerçek mi hakîkaten.”


Peşinden buyurdu ki, Muhyiddîn-i Arabî:


“Sok sen de şu ateşe, elini, benim gibi.”


O dahî bir elini, uzatınca ateşe


Ateşin şiddetinden, geri çekti acele.


Çok hayret etmiş idi, o kişi olanlardan,


Muhyiddîn-i Arabî, buyurdu ki o zaman:


“Ateşin özelliği, yakıcıdır ve fakat,


İbrahîm peygamberi, yakmadı, bu hakîkat,


Bıçak da kesicidir, mantığa bakar isek,


Ve fakat İsmâil’i, kesmedi, bu da gerçek.


Sen yanlış biliyorsun, hakîkat işte budur,


Her şey Hak teâlânın, dilemesiyle olur.”


Pişman oldu o kişi, önceki sözlerine,


Şehâdeti söyleyip, girdi İslâm dînine.


KAYNAKLAR


1) Tenbîh-ul-Gabî


2) El-A'lâm; c.6, s.281


3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.11, s.40


4) Lisân-ül-Mizân; c.5, s.311


5) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.190


6) Kâmûs-ül-A'lâm; c.5, s.4, 233


7) Fevât-ül-Vefeyât; c.3, s.435


8) Zeyl-i Ravdateyn; s.170


9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.118


10) Mîzân-ül-İ'tidâl; c.3, s.659


11) Nefehât-ül-Üns; s.621


12) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.188


13) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.2, s.202


14) Et-Tefsîr vel-Müfessirûn; c.2, s.407


15) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı) s.1122


16) Müjdeci Mektublar-Mektûb; No:100, 131, 200, 220, 234


17) Tabakât-ı Evliyâ; s.469


18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.153

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum kardeşim, benim ömrüm aramakla geçdi. Yâni Efendi hazretlerinden işitdiklerimin *Vesîka* sını aradım kitaplarda. Bu sebeple *Bin* den fazla *Kitap* karıştırdım. 


Satır satır okuyup, o bilgileri aradım, *Efendi* den öğrendiklerimin mehazını, kaynağını, senedini bulmak için, bir ömür uğraşdım. 

********

*Sultân-ı zikr* ne demek? Yâni bu *Büyükler* in bütün zerreleri, bütün hücreleri, kanları zikredermiş kardeşim. Etleri, âzâları her an, devâmlı *Zikr* edermiş. 


İşte Efendi hazretleri, o büyüklerdendir. Nûr içinde yatsın. Biz herşeyi *Efendi* den öğrendik. Onu görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. 


Papazlar, misyonerler kapı kapı dolaşıp, *Hıristiyânlığı* metheden kitapları bedava dağıtıyorlarmış, *Sivas* da, *İzmir* de, *Antalya* da. 


Biz de, bu bozuk kitaplara, câhil papazlara ve misyonerlere karşı, şimdi hangi kitâbımızı dağıtıyoruz? *Cevap Veremedi*. 


Çünkü *Cevap Veremedi* kitâbımızın sonunda, Mehmed Mâsum hazretlerinin 110.cu mektûbu var. O mektupda; *Câhil hocalara, yalancı şeyhlere aldanmayın!* diyor Mübârek. 


Peki, hocaların, şeyhlerin, imâm ve müezzinlerin *Câhil* olduğu, *Yalancı* olduğu, *Sahte* olduğu nasıl anlaşılır? Bunların câhil, yalancı ve sahte olduğunun alâmeti var mıdır? Var tabii. 


Nedir o? Nasıl anlaşılır? *Yaşayışları islâmiyete uyuyor mu?* Ona bakılır. Yâni şeyhlerin, hâfızların, hakîkî olup olmadığı, hareketlerinin islâmiyete uygun olup olmadığından anlaşılır. 

********

Bir gün Efendi hazretlerinin evinde *Çay* içiyorduk. Efendi’den öyle korkuyordum ki, titriyordum. Bir gün çayı verirken kolum çarpdı, çay bardağı üstüne devrildi Mübâreğin. Çok korkdum kızacak diye. 


*Dikkat etsene!* falan derse diye korkdum. Benim korkduğumu gördü Mübârek. *Zararı yok, zararı yok, hayrdır inşallah!* dedi. O zaman râhatladım. Şimdi ben de size öyle söylüyorum. 


*Hayrdır inşallah!* diyorum. Efendi hazretlerinden böyle işitdim çünkü. Gözümün önünde şu anda *Efendi hazretleri*. Onu ne kadar özlediğimi bilemezsiniz kardeşim.

SAHÂBE-İ KİRÂMA TA'N

Evliyânın büyüklerinden Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretlerinin en meşhur talebelerinden Muhammed Parisâ (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri buyurdular ki:

"Eshâb-ı kirâma (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmain) ta'n eden (söven, hakaret eden) bilmeli ve bilinmeli ki bu ta'nın sebebi ve kaynağı onları sevmemektir. Bu, kabukta kalanların ve nefislerine esir olanların, muhalefet azabından ve illetinden kurtulamayanların hâlidir. 

Niceleri bu mübarek simalar hakkında nefsanî ve şeytanî mülahazalarla, asılsız mukayeselerle sözler sarfetmişler, onlardan mukteza-i beşeriyet olarak vuku bulan ârizi halleri hüccet göstererek nicelerinin zihinlerini bulandırmışlar, perişan etmişlerdir. 

Bütün bunların temelinde heva ve isyan tohumu vardır. Resûlullah'a (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) açıktan bir şey diyemeyen O'nun ashabına ta'n ederek zehrini kusar, ortalığı karıştırır." 


(Faslu’l-Hitab fi’l-Muhâdarât)

DÂVÛD-İ TÂÎ HAZRETLERİ

 İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ileri gelen talebelerinden. İsmi, Ebû Süleymân Dâvûd bin Nâsır-i Kûfî’dir. Takvâ sahiplerinin büyüklerinden, kanâat ehli olup, zâhidlerin (dinin emirlerini yerine getirenlerin) en meşhûrlarındandır. Horasanlı’dır. Habîb-i Acemî’nin halifesi idi. Sultan Hârûn Reşîd ve diğer makam sahiplerinin hediyyelerini kabûl etmezdi. Haramlardan, şüphelilerden, mübahların fazlasından sakınan, pek çok ilimlere sahip bir zâtdır. 165 (m. 781)’de Bağdâd’ta vefât etti.


İmâm-ı a’zamın yirmi sene derslerine devam etti. Fıkh ilminde talebelerin içinde en önde gelenler arasına girdi. Dâvûd-i Tâî hazretlerinin tövbe etmesine, şarkıcı bir kadının:


Hangi güzel yüzdür ki, toprak olmadı,

Hangi tatlı gözdür ki, yere akmadı.


beytini işitmesi sebep olmuştur. Bu beyti düşündükçe şuuru alt üst oldu. Zamanının en büyük âlimi İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin huzûruna geldi. İmâm-ı A’zam bunun yüzünün renginin değiştiğini görünce sebebini sordu. Hazreti Dâvûd-i Tâî: “Dünyâdan soğudum. Bende meydana gelen bu hâli, anlatamıyacak hâldeyim. Bu hâlin ne olduğunu okuduğum kitaplarda bulamıyorum. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?” dedi. İmâmın gösterdiği yolda, dünyâya düşkünlüğü tamamen terk edip, dinin emir ve yasaklarına uymada, haram ve şüphelilerden kaçmada örnek olacak şekilde ilerledi. Evine çekildi, insanların arasına karışmadı. İbâdetlerini hep evinde yaptı. Aradan bir müddet geçtikten sonra, İmâm-ı A’zam hazretleri evine gelip: “Evde oturup, insanlar arasına karışmamak uygun değildir. Talebe arkadaşlarının arasına gir. Onları iyi dinle, fakat hiç konuşma, mes’eleleri çok iyi öğren” buyurdu. Dâvûd-i Tâî: “Peki efendim” diyerek İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Züfer gibi arkadaşlarının arasında bir sene daha derslerine devam etti. Ba’zı mes’elelerde konuşması ve mes’eleyi hâl etmesi icâb ediyor, kendini zor tutuyor, hocasının emrini unutmayıp sabrediyor, konuşmuyordu. Bir sene boyunca hep sabretti, hiç konuşmayıp, sabırla dinledi.


Hazreti Dâvûd-i Tâî, bir sene dolunca “Bir sene içinde gösterdiğim sabır, daha önce yapmış olduğum otuz senelik ibâdete bedel oldu” dedi. Sonra Habîb-i Acemî hazretleriyle görüştü. Ondan feyz alarak kemâle geldi, olgunlaştı. İnzivâya (yalnızlığa) çekilerek insanların arasına karışmadan yaşamaya karar verdi. Halktan tamamiyle ümidini, alâkasını kesti. Kendisinin küçük bir arazisi vardı. Hazreti Ömer, İranlılarla yapılan savaşlarda alınan arazilerden bir kısmını da onun dedesine vermişti. Bu arazinin üçte ikisini dörtyüz dirheme satarak, ömrünün sonuna kadar bu parayla yaşadı. (Hattâ kefenini de bu para ile aldı). Araziyi sattığı sıralarda “Bizim yolumuz parayı saklama yolu değildir. İhtiyaç sahiplerine dağıtma yoludur” diyen arkadaşlarına, “Ben bu parayı, dünyalık kazanma sıkıntılarına karşı, başkalarına yük olmadan, ölünceye kadar âhıret için hazırlık yapayım diye saklıyorum” dedi. Evinde hiç durmadan, biraz sonra ölecekmiş gibi ibâdet ederdi. Boş şeylerle meşgûl olmazdı. Lüzumsuz bir tek kelime konuşmaz, ibretsiz bir yere bakmazdı.


Yemek yerken vakitten tasarruf olsun diye ekmeği suyun içine doğrar, çorba gibi yapıp öyle yerdi. “Çiğnemek, zamanı uzatıyor, bir lokmayı çiğnemek, elli âyet-i kerîmeyi okumama engel oluyor, niçin zamanı zayi edeyim” derdi.


Ebû Ayaş anlattı: Dâvûd-i Tâî’nin evine ziyârete gittim. Elinde kuru bir ekmek vardı ve ağlıyordu. “Yâ Dâvûd, sana ne oldu, niçin ağlıyorsun?” diye sorduğumda:


“Bu ekmeği yemek istiyorum, fakat helâldan mıdır, değil midir bilemiyorum” dedi. Bir arkadaşı kendisini ziyârete geldi. Dışarıda güneşin altında içi su dolu bir testi duruyordu. “Testiyi niçin gölgeye koymuyorsunuz?” diye sordu. Hazreti Dâvûd da, “Testiyi oraya koyduğumda, orası gölgeydi. Onu, güneş ısıtıyor diyen nefsimin arzusu için, yerini değiştirmek husûsunda Allahtan utanıyorum” dedi.


Cüneyd-i Bağdadî ( radıyallahü anh ) diyor ki: Hazreti Dâvûd-i Tâî, hacamat yaptırarak kan aldırmıştı. Hacamat yapana bir altın verdi. O’na dediler ki, “Bir altın vermeniz çok değil mi? İsrâf etmiş olmuyor musunuz?” O da: “Hacamatçıya yardım olsun diye verdim. Mürüvveti olmayanın ibâdeti ve dîni olmaz” dedi.


Hazreti Dâvûd-i Tâî, evinden sadece namaz vakitlerinde çıkar, câmide namazını kılar kılmaz hemen kalkar, aceleyle evine dönerdi. Birgün, onu cemaate hızla giderken görüp, “Niçin acele ediyorsun?” diye sordular. O da “Askerler beni bekliyorlar” dedi. “Hangi askerler?” diye sordular. O da “Mezarlıkda bulunan ölüler” dedi. Câmiden çıkınca, eve birinden kaçıyormuş gibi aceleyle gelirdi. “İnsanlar dünyâya çok bağlanıyor, onlarla görüşünce kalbime dünyâ sevgisi geliyor” der. İnsanlarla bir araya gelmemeye çalışırdı.


Birgün, annesi O’nun dışarıda güneşin altında otururken iyice terlediğini görünce “Evlâdım, oruç tutuyorsun, sıcağın altında niçin oturuyorsun? Bu gölgeye gelsen olmaz mı?” deyince, “Anneciğim, Allahü teâlâya söz verdim ki, nefsimin arzusu için bir adım atmıyacağım. Hem, artık kendimde yürüme gücü bulamıyorum” dedi. Annesi de “Niçin?” deyince, O da, “İnsanlardaki, uygunsuz hâlleri görünce, Allahü teâlâya duâ ettim ki, bendeki yürüme gücünü alsın da, mecbûr kalırsam bile insanlar arasına karışmayayım. Bu sûretle insanları görmemiş olurum. Rabbim duâmı kabûl etti. Tam onaltı senedir, bu hâldeyim, sana bunu sorduğun için anlattım” dedi.


Evinin bir çok odaları vardı. Odalardan biri harâb olunca diğer odaya geçerdi. “Evinizi tamir ettirseniz iyi olmaz mı?” diyenlere, “Dünyâyı imâr etmemek için Allahü teâlâya söz verdim” dedi. “Evinizin tavanı çökmek üzere yaptırmayacak mısınız?” diyenlere,” Artık biz de âhırete göçmek üzereyiz. Yirmi senedir, burada kalıyorum, evin tavanına doğru bakmış değilim. Lüzumsuz yere, ibretsiz bakmamağa Rabbime ahd ettim” dedi.


“İnsanların arasına, niçin karışmıyorsun?” dediler. “Kiminle konuşayım? Akıllı kimseler, benimle dînî bir mevzûda konuşmuyorlar, emir ve yasaklardan anlatmıyorlar; yaptığım hatâ ve kusurlarımı yüzüme karşı söylemiyorlar, aksine hatâlarımı fazîletmiş gibi anlatıyorlar. Böyle insanların bana fayda yerine zararı oluyor, onlarla niçin oturayım” dedi.


Kendisine, “Niçin evlenmiyorsun?” diyenlere “Sâliha bir hanımla evlenince, onun dünyâ ve âhıret bütün ihtiyâçlarını görmeyi üstlenmiş olurum. Şayet bunları yapamazsam, onu aldatmış olurum. Aldatmamak için evlenmiyorum” buyurdu.


Birgün Hazreti Dâvûd-i Tâî, Ca’fer-i Sâdık’a ( radıyallahü anh ) geldi ve “Ey Peygamber efendimizin torunu! Kalbim çok karardı. Bana nasîhat eder misiniz?” dedi. Hazreti Ca’fer-i Sâdık, “Ey Dâvûd, sen, zamanımızın zahidisin, benim nasîhatime ne ihtiyâcın var ki?” dedi. Dâvûd-i Tâî, “Ey Resûlullahın torunu! Peygamber efendimizin mübârek kanını taşıman hasebiyle, senin bütün insanlardan üstünlüğün vardır. O’nun için hepimize nasîhat etmen lâzım değil midir?” deyince, Ca’fer-i Sâdık şu cevâbı verdi. “Ey Dâvûd, kıyâmet günü dedem Resûlullahın yakama yapışıp, (dîn-i İslama niçin lâyıkıyla hizmet etmedin? İslama hizmet, iyi, asil bir soy’a (nesebe) sahip olmakla olmaz. Bu iş, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmakla olur) buyurmasından korkuyorum” dedi. Dâvûd-i Tâî, bu sözleri işitince ağladı ve dedi ki; “Yâ Rabbi! Peygamberimizin mübârek kanını taşımak şerefine kavuşan bir zât, böyle hayret içinde olursa, Dâvûd da kim oluyor ki, ibâdetlerini ve yaptığı işleri beğensin.”


Birgün Hazreti Fudayl bin Iyâd, Dâvûd-i Tâî’nin ( radıyallahü anh ) rahatsız olduğunu işitti ve ziyâretine geldi. Fudayl’e buyurdu ki: “Bizi seyrek ziyâret ediniz. Bu kapıyı kapalı tutunuz. Çünkü, kalabalık olsun istemiyorum.” Bir başka gün, Fudayl yine ziyârete geldiğinde kapıyı açmadı. Fudayl dışarıda çok ağladı.


Hasan bin Rebî, İbn-i Mübârek’e: “Dâvûd-i Tâî’nin hâli nedir ki, ismi dillerde dolaşır, her yerde şan ve şöhretinden konuşulur. Halbuki onun dengi pek çok kimseler var ki, dereceleri pek yüksektir” deyince, İbn-i Mübârek de, “Davud’un insanlar arasındaki yerinin büyük olmasının sebebi, kalbinin, Allahü teâlânın muhabbetiyle dolu olması, Allahü teâlânın sevgisinden başka hiçbir sevginin kalbinde olmamasıdır. Onun, uzleti (yalnızlığı) seçmesinin sebebi, Allahü teâlânın ma’rifetine kavuşması içindir.”


Mehtaplı bir gecede evinin damına çıkmıştı. Gökyüzüne bakarak, Allahü teâlânın kudretini düşünüyor, tefekkür ediyordu. Bu hâlde iken içi dolmuş, ağlamaya başlamıştı. O kadar ağladı ki, kendinden geçip komşusunun damına düştü. Ev sahibi, yukarıda hırsız vardır diye silâhını alıp dama çıktı. Hazreti Dâvûd-i Tâî’yi görünce; “Seni buraya kim düşürdü?” diye sordu. O da, “Kendimden geçmişim, bizim damdan sizinkine düşmüşüm, farkında değilim” dedi.


Birgün İmâm-ı A’zam hazretlerinin oğlu Hammâd ile Ebû Yûsuf hazretleri, Dâvûd-i Tâî’nin yanına geldi. O zaman, Dâvûd-i Tâî çok fakîr idi. Hazreti Hammâd O’na dörtbin dirhem verip: “Babam İmâm-ı A’zam’dan mirâsdır. Kabûl buyurunuz” dedi. O da kabûl edip geri verdi ve: “İzzet ve kanâat ile yaşamak istiyorum. Eğer bir kimseden, bir şey kabûl etseydim, senden kabûl ederdim” dedi. Kabûl etmeyince, Hazreti Ebû Yûsuf, usulca Hazreti Hammâd’a: “Paraları önüne saçınız” dedi. O da yere saçtı. Bunun üzerine Hazreti Dâvûd: “Eğer bütün dünyâ altın ve gümüş olup, önüme atsanız, bana topraktan daha aşağı gelir” dedi. Hazreti Hammâd ve Ebû Yûsuf bunu duyunca çok ağladılar.


Ba’zı dostları, “Sana, yağ ile pişmiş bir yemek getirsek yer misin?” dediler. O da “Evet, canım istiyor” dedi. Pişirip getirdiler. Yemeği önüne koydukları an, uzun uzun düşündü ve dedi ki; “Filân kimsenin yetim çocukları ne hâldedir? Bu yemeği alınız, onlara götürünüz. Onlar yesinler. Çünkü onlar yerlerse, Allahü teâlânın katında hayırlı bir iş olur. Ama ben yersem, necâset olur ve sonu helada biter”


İbni Semmâk hazretleri, Dâvûd-i Tâî’ye gelip: “Bana nasîhat et?” dedi. O da: “Öyle gayret et ki, Allahü teâlâ seni yasak ettiği yerde görmesin, emr ettiği yerden de ayrılmış bulmasın. Allahü teâlâdan haya et ki, senin O’na yakın olduğunu ve senin üzerindeki kudretini göz önüne getiresin. Oruçlu ol ki, iftarın ölüm olsun, insanlardan, aslandan kaçar gibi kaç, fakat cemaatleri terk etme ve sünnetden ayrılma” buyurdu.


Birisi kendisinden nasîhat istedi. “Dünyâ için, dünyâda ne kadar kalacaksan, o kadar çalış, âhıret için, âhırette ne kadar kalacaksan o kadar çalış” dedi.


Akrabalarından birisi: “Akrabayız. Bana nasîhat verip vasıyyet ediniz” dedi. Dâvûd-i Tâî hazretleri ağlamaya başladı. Bir müddet sonra kendisinde konuşacak hâl buldu ve “Gece ve gündüz, yolculukta bir konak yeri gibidir. Dünyâ ile âhıretin arası bu kadardır. Dünyâdan, âhırete mutlaka gideceğimize göre oraya hazırlanmak lâzım. Çünkü yolculuğun bitmesi yakın, ecelin gelmesi de ondan daha aceledir. Ben bunları sana söylüyorum, fakat bu nasıl hata, senden çok, benim ihtiyâcım vardır” dedi. Nasîhat isteyen birisine “Ölmüş olanlar seni bekliyor” dedi.


Hazreti Dâvûd-i Tâî, bir gün ilâç içti. Dediler ki, “Dışarıya çıkıp, güneşin altında bir miktar otur ki, ilâcın faydası görülsün.” O da “Mahşer meydanında, Allahü teâlâ bana (Niçin nefsinin hevesi için bir kaç adım yürüdün?) diye sormasından utanırım” diye cevap verdi.


Muhammed bin Süveyd-i Tâî diyor ki: “Dâvûd-i Tâî, uzlete (yalnızlığa) çekilmeden önce, İmâm-ı A’zam hazretlerinin derslerine sabah akşam devam eder, derslerini hiç kaçırmazdı. Uzlete çekildiğinde, kalbi nûrlar ile doldu. Kalbinde ma’rifetullah hâsıl olunca, İmâm-ı A’zam ( radıyallahü anh ) Dâvûd-i Tâî’nin ziyâretlerine gelmeye başladı. İmâm-ı a’zam ( radıyallahü anh ) Dâvûd-i Tâî’nin zaman zaman ziyâretine gelir, ona iltifât ederdi.


Bir kimse, Dâvûd-i Tâî’nin ( radıyallahü anh ) yanına geldi. Onu seyretmeye başladı. Bunun üzerine O da: “Bilmiyor musun, çok konuşmak kadar, çok bakmak da hoş değildir?” dedi. Kûfe’de bir cenâze vardı. Dâvûd-i Tâî hazretleri de oradaydı. Kabristana mevtayı defn ettikten sonra oradaki insanlar Dâvûd-i Tâî’nin etrâfına toplandılar. “Bize biraz nasîhat eder misiniz?” dediler. O da “Kim ki, Allahü teâlânın va’d ettiğinden korkarsa, arzularına çabuk kavuşur. Kimin arzuları çoksa, ona bütün azaplar yakındır. Ey kardeşlerim, iyi biliniz ki, en büyük sermâye, Allahü teâlânın râzı olduğu bir iş ile meşgûl olmaktır. Kabirdekiler, kıyâmet kopunca kabir azâbı kalkacağı için, kıyâmetin çabuk gelmesini beklerler. Halbuki dünyâdakiler, kabirdekilerin pişmanlıklarını bilmedikleri için hep günah işlerler. Halbuki onlar da ölünce, dünyâda iken neden çok ibâdet yapmadık, diyerek pişman olurlar” dedi. Birgün Dâvûd-i Tâî pazara çıktı. Taze hurmaları gördü. Almak istedi. Fakat yanında alacak parası yoktu. Hurma satıcısına “Bana, parasını yarın vermek üzere bir dirhemlik hurma ver” dedi. Hurmacı da “Veresiye hurma satmıyorum” cevâbını verdi. Biraz sonra satıcı, bu kimsenin, Dâvûd-i Tâî hazretleri olduğunu öğrendi. Çok üzüldü. Hemen Dâvûd-i Tâî’nin bulunduğu yeri öğrenip, yanına geldi. İçinde yüz dirhem olan bir kese uzatarak “Kusurumu bağışlayınız. Biraz önce ben sizi tanıyamadım. Bir dirhemlik hurma istediniz, vermemiştim. Şimdi ise size, yüz dirhem hediye ediyorum, ihtiyâcınıza harcarsınız, lütfen kabûl buyurunuz” deyince, Hazreti Dâvûd-i Tâî; “Benim bunlara ihtiyâcım yoktur. Nefsimin istekleri yerine gelecek mi diye tecrübe için bunu yapmıştım. Elhamdülillah, nefsimin isteği yerine gelmedi ve bu dünyâda bir dirhemlik bile itibarının olmadığını gördü” buyurdu.


Dâvûd-i Tâî’nin önceleri çok malı mülkü vardı. Bir yetim veya fakîr görse, ihtiyâcını sorar, söyleyince hepsini yerine getirirdi. Malının çoğunu Allah yolunda harcadı. Sonunda kendisi fakîr kaldı. Kırk sene, bayram günleri hariç oruç tuttu, yakınlarından hiç kimsenin haberi olmadı. Talebelik hayatında da, sahurda yemeğini az yer, sabah medreseye gider, akşam yemeği zamanında eve gelir iftar ederdi.


Dâvûd-i Tâî, dâima hüzünlü hâlde bulunurdu. Geceleri Allahü teâlâya yalvarır, duâ eder, “Yâ Rabbi! Sana olan korku ve muhabbetim bende en büyük dert oldu. Öbür dertleri düşünecek zaman bırakmadı. Senin derdin uykumla arama girdi” der, sabahlara kadar Kur’ân-ı kerîm okur, namaz kılar, istiğfar edip günahlarına pişmanlığını dile getirir, gözyaşı dökerdi.


Ebû Hâlid der ki, “Bizim evlerimiz karşı karşıya idi. Ben gecenin hangi saatinde uyansam, Dâvûd-i Tâî’nin ışıkları yanardı. İçerden duâ ve ağlama sesleri gelirdi. O, geceleri hiç yatmazdı.”


Ebû Yahyâ, bir gün Dâvûd-i Tâî’nin evine gitmişti. Evinin ba’zı yerleri yıkılmıştı. Yorganı dahi olmayıp, kerpiçten bir yastığı, bir testisi, bir de ekmek torbası vardı. Evinin kapısı da yoktu. Ziyâretine gelenlerden ba’zıları: “Evinize vahşi hayvanlar girip, size bir zarar verebilir. Bir kapı getirelim de takalım” dediler. O da “Siz beni, dünyâ vahşilerinden korumaya çalışıyorsunuz.” Peki kabrin yılan ve çıyanlarından beni kim koruyacaktır? Kabirdekiler ise, dünyâdakilerden kat kat daha şiddetlidirler” buyurdu.


Birgün, Sultan Hârûn Reşîd, Ebû Yûsuf’a: “Beni, Davud’un yanına götür, O’nu ziyâret edeceğim. Nasîhat isteyip, duâsını alacağım” dedi. Bunun için kalkıp, Davud’un evine gittiler, içeri girmek için izin istediler. Fakat içeri girmeye izin alamadılar. Annesine rica ettiler. Annesi, oğluna, “Evlâdım, müsaade et de içeri girsinler” deyince, O da: “Anneciğim, dünyâ ehli ile benim ne işim vardır? Onları görünce, dünyâyı hatırlıyor, âhireti unutuyorum. Bunun için beni mazur gör” dedi. Annesi tekrar rica edince, kırmadı, “Ey benim Allahım! (Annenin hakkını gözet, zîrâ onun rızâsı benim rızâmdır) buyurduğun için kapıyı açıyorum” dedi. Halife Hârûn Reşîd ile İmâm-ı Ebû Yûsuf içeri girdiler. Dâvûd-i Tâî ile müsâfeha yaptılar. Onların hâlini bir şâir şöyle anlatır:


Dâvûd uzunca tuttu, Hâlifenin elini,

İyice tetkik etti, sağa sola çevirdi.


Dedi; ne kadar zarif, ne kadar nâzik bir el,

Elbette yanmayacak, ellerden ise eğer!


Ey Halife! yaşadın, hükmettin bunca zaman,

Meyletme zulme sakın, kurtuluş yok hesaptan!


Davud’un bereketli, o güzel sohbetinde,

Her ikisi eridi, gözyaşları içinde.


Ayrılırken Halife, bir kese altın verdi,

Çok özür dileyerek, kabûlünü diledi.


Fakat Dâvûd almadı, uzatılan keseyi,

Nezâketle reddetti, incitmedi kimseyi,


Dedi; evimi sattım, parası yeter bana

 Bu helâl para için, rica ettim Allaha,


Dedim: Yâ Rab! bu para, erince nihâyete

Ömrüm de sona ersin, gideyim kıyâmete.


Senden bunu isterim, hazretinden ricam bu,

Ümmid ediyorum ama, duâm kabûl olur mu?


Ayrıldı misâfirler, aradan aylar geçti,

Ebû Yûsuf, beylerden, birine şöyle dedi;


Dâvûd-i Tâî bugün, eyledi Hakka vuslat,

Gittiler gördüler ki, ölmüş idi. Hakîkat.


Dediler; nereden bildin, Davud’un vefâtını?

Ebû Yûsuf dedi ki: Sattığı ev parasını,


Günlük sarfına böldüm, dediğim gün bitmişti,

Bittiği gün ölmeyi, Haktan talep etmişti.


Ölümünden bir gün önce, kendisini ziyâret eden zât onu şöyle anlatmıştır: “Hazreti Davud’un hastalandığını duydum ve ziyâretine gittim. Hava çok sıcaktı. Evine geldim, yastık yaptığı bir kerpicin üzerine başını koymuş, hem çok ızdırab çekiyor, hem de Kur’ân-ı kerîmden, Cehennem ateşi geçen bir âyet-i kerîmeyi okuyor, onu durmadan tekrar ediyordu. “Açık havaya çıkarayım ister misin?” dedim. Cevaben: “Hayatımda, nefsim, bana hiçbir isteğini kabûl ettirememiştir. Nefs için, böyle bir şey istemekten Allahü teâlâya sığınının. Ben ölünce, şu duvarın arkasına gömünüz ki beni kimse görmesin. Sağlığımda uzlette (yalnızlıkta) idim. Ölünce de öyle, kimsenin görmediği bir yerde yatayım” dedi. Benimle helâlleşti.


Haber veriyor bize, vâlidesi Davud’un,

Önce sabaha kadar, ibâdet ile oğlum,


Hıçkırarak ağladı, meşgûl oldu duâyla,

Sonra sabaha karşı, namaz kıldı huşûyla.


Uzun müddet kalkmadı, secdede iken başı,

Öylece orada kaldı, tam sabaha karşı.


Duâ ediyor sandım, vakit hayli geçmişti,

Bir de gidip baktım ki, rûhu teslim etmişti.


Vefât ettiği gece semâdan bir ses duyuldu, diyordu ki; “Ey insanlar! Dâvûd, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştur. Allahü teâlâ O’ndan râzı olmuştur.” Hazreti Salât bin Hâkim diyor ki; “Dâvûd-i Tâî’nin vefât ettiği gece, nûr ve çok melekler gördüm, (Cennet-i a’lâ, Davud’un gelişi için süslenip, hazırlandı. Dâvûd muradına erdi) diyorlardı. Birisi, o gece rü’yâsında Dâvûd-i Tâî’yi gördü. “Şu anda zindandan kurtuldum” diyordu. Sabah olunca rü’yâyı anlatmak için evine geldiğinde onu vefât etmiş olarak buldu. Vefât haberi Bağdâd’ta çabuk duyuldu. Cenâzesini taşımakla şereflenmek için binlerce insan toplandı. Kabrin başında İbn-i Semmâk hazretleri, “Ey Dâvûd! Kendini, kabir zindanına konmadan önce dünyâda hapsettin. Hesap günü gelmeden önce, sen kendini hesaba çektin. Bugün Allahü teâlânın rahmetine ve Rıdvânına kavuşursun” dedi.


Hazreti Dâvûd-i Tâî buyurdu ki:


“Her nefs, dünyâdan susuz olarak gidecektir. Ancak Allahü teâlâyı zikreden kullar bundan müstesnadır.”


“Uzun emele dalan bir kul, üzerindeki kul borçlarını unutur ve tövbe etmeyi sonraya bırakır. Siz böyle yapmayınız.”


“Her an kusur ve günahları çoğalan, kabahatları yenilenen bir kul, nasıl olur da üzülmez.”


“Dünyâya düşkün olan kimsenin, insanlardan ayrı yaşamasının (uzlete çekilmesinin) bir faydası olmaz. Dost ve yoldaşı Allahü teâlâ, nasîhat edeni Kur’ân-ı kerîm olmayan kimse, şüphesiz yolu şaşırmıştır. Onun uzleti uygun değildir.”


“Benim uzlete (yalnızlığa) çekilişimin sebebi, büyüklere hürmetin kalktığını görmem, arkadaşımın bana kızdığı zaman, beni kötülemek için birçok ayıplarımı sayıp döktüğünü müşâhede etmem olmuştur.”


“Dünyâyı sevenler, dünyalıkları için âhıretlerini terk ediyorlar. Sen, Allahü teâlânın emirlerini yapabilmek için dünyâyı terk et.”


“Nefsimin hiç bir amelini güzel bilmedim ve karşılığında sevâb ummadım.”


“Senin ayıplarını araştıran, kötü insanlarla arkadaş olma.”


“Hayatımda, gece ibâdet edenlerden başka hiç kimseye imrenmedim.”


“Selâmet istersen dünyâya kıymet verme, kerâmet istersen, sonsuz olanı yüce tut.”


Abdülmelik bin Ömer, Habîb bin Ebî Ömer, Muhammed bin Abdullah bin Ebî Leylâ gibi âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. İsmail bin Ali, Mus’âb bin Mikdâd, Ebû Nâim, El-Fadl bin Vekî gibi zâtlar Hazreti Dâvûd-i Tâî’den hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.


Zühd ve takvâda o kadar ileri gitmişti ki, zamanın âlimleri: “Eğer bütün insanlar Dâvûd-i Tâî ile tartılsa, ibâdetçe cümlesinden ağır gelir” buyurdular.


¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾


1) Miftâh-üs-se’âde, cild-2, sh. 250


2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 996


3) El-A’lâm, cild-2, sh. 235


4) Vefeyât-ül-a’yân, cild-1, sh. 177


5) Hilyet-ül-evliyâ, cild-7, sh. 535


6) Tabakât-ül-kübrâ, cild-1, sh. 76


7) Tezkiret-ül-evliyâ, sh. 141


8) Târîhi Bağdâd, cild-8, sh. 347


9) Risâle-i Kuşeyrî, sh. 74, 75, 76, 301, 329, 572, 579


10) Keşf-ul-mahcûb, sh. 240 (Urdu tercümesi)


11) Câmi-ul-kerâmât-il-evliyâ, cild-2, sh. 346


12) Eshâb-ı Kirâm, sh. 323


13) Nefehat-ül-üns, sh. 94

En saadetli günüm

 Seyyîd Abdülhakîm Efendi şu mısrayı söylerdi:

"Es'adü'l-yevmi yevmün lâ ere'l-kelbe ve le'l-kelbü yerânî"  (En saadetli günüm şüphesiz şu gündür ki/ Köpeği görmedim,köpek de görmedi beni.)