Ebû Derdâ (radıyalllahu teâlâ anh) buyurdu:
“Îmânın zirvesi hükme sabır, kadere rızâdır.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 274)
Ebû Derdâ (radıyalllahu teâlâ anh) buyurdu:
“Îmânın zirvesi hükme sabır, kadere rızâdır.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 274)
“Tedbîr de kazâya dahildir”
buyruldu.
...
Hazret-i Enes (radıyallahu teâlâ anh) buyurdu:
“Resûl-i Ekrem Efendimize (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) on sene hizmet ettim. Yaptığım hiçbir şey için bana, bunu niçin yaptın, niçin öyle yapıyorsun, demedi. Bana yaptığım bir iş için, keşke öyle olmasaydı, şöyle olsaydı da demedi. Ehlinden birisi bana söz söylese;
“Onu bırakın, bir şey kazâ hâlini almışsa, olacak”
buyururdu.
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 273)
...
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Mehmed Mâsum* hazretleri, bir gün abdest alıyormuş. Talebesi su dökerken, hemen çocuğun elinden *testiyi* kapdığı gibi hızla duvara fırlatıyor. Duvara çarpınca, testi paramparça oluyor.
Çocuğun da ödü patlıyor ve *Eyvâh, ben ne kabâhat yapdım acaba?* diyor ve ağlıya ağlıya oradan çıkıyor. Mehmed Mâsum hazretlerinin evine gidiyor.
Hanımı, çocuğu böyle görünce, *Niçin geldin yavrum, niye ağlıyorsun?* diyor. Çocuk da; Efendi hazretleri bana kızdı diyor. Hanım; *Ne oldu?* deyince de;
Hocam abdest alıyordu, ben de su döküyordum. Birden bire elimden testiyi aldı, duvara çaldı, testi duvarda parçalandı. Ne hatâ yapdım acabâ? diyor.
Bunları ağlıyarak söylüyor ve *Ne olur, söyleyin de hocam beni affetsin!* diyor. Hanımına yalvarıyor çocuk.
Akşam, Mehmed Mâsum hazretleri eve gelince, hanımı soruyor: Sen bu gün ne yapdın öyle? diyor. *Ne yapmışım?* deyince;
Çocuk sabahdan beri ağlıyor. Abdest alırken kızmışın ona. Testiyi alıp duvara çalmışın. Ne kabâhat yapdı ki? diyor. O da, *Vallâhi kabâhati yok!* diyor.
Öyleyse niye ağlatıyorsun çocuğu? deyince, *Ben onu ağlatmadım ki!* diyor. Peki ne oldu? deyince de; *Ne olduğunu sana anlatayım!* diyor ve hâdiseyi baştan sona anlatıyor.
Meğer, şöyle olmuş efendim: Mehmed Mâsum hazretleri tam abdest alıyorken, Hindistânın uzak bir yerinde, sevdiği bir talebesi ormanda giderken, kocaman bir *Arslan* çıkmış karşısına. Arslanın karnı aç, paralıyacak çocuğu.
Tam üstüne atılacak, pençelerini kaldırmış, an meselesi, saldırıp çocuğu yutucak. Talebe, karşısında kocaman arslanı görünce korkusundan; *Yetiş yâ şeyhim!* diye bağırıyor.
Bir de ne görsün, arslanın alnına bir *Testi* çarpıp parçalanıyor, arslan yere yıkılıyor ve ânında ölüyor. Demek ki abdest alırken, o talebesi *Yetiş yâ şeyhim!* deyince, Allahü teâlâ ona işitdiriyor.
*An meselesi*. Nasıl imdâdına yetişsin hemen? *Testi* var yanında. Testiyi kavrayıp, arslanın üstüne fırlatıyor. Hâlbuki orda olanların arslandan filân haberi yok. Testi duvara gitdi diyorlar.
Duvarda parçalandı zannediyorlar. Hâlbuki arslanın kafasında parçalanmış o testi. Birkaç ay sonra o çocuk geliyor, tekkede bunu anlatıyor başkalarına.
Böyle böyle gidiyordum, karşıma bir arslan çıkdı, tam üstüme atlarken, *Yetiş yâ şeyhim!* dedim, o anda havadan bir testi geldi, arslanın alnında parçalandı. Arslan da yere yıkıldı, diyor.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Peygamber Efendimiz, bir gün eve geliyor. Buyuruyor ki: *Yiyecek bir şey var mı?* Peygamber Efendimiz acıkmış. Yâ Resûlallah, yiyecek bir şey yok, diyorlar.
Hattâ, zaman zaman arpayı, kendileri değirmende çekip esmer ekmek yapıyorlardı. O ekmek dahî yok. *Akşama hazırlıyacağız!* diyorlar.
Peygamber Efendimiz bir bakıyor ki, köşede mangal var, ateşde bir şey kaynıyor. *Nedir o?* diye soruyor.
Kadınlar; *Bizim hizmetçi kadın Büreyde’ye, bir yerden gelen adak etidir!* diyorlar.
Adak eti, fakîrlere verilir, zenginlere verilmez, harâmdır. Meselâ Peygamber aleyhisselâmın sülâlesine de, *Zekât* ve *Adak* verilmez, harâmdır.
Onun için hanımlar; *O ateşde kaynayan, adak etidir, size harâmdır!* diyorlar. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
Evet, adak eti bana harâmdır. Ama Büreyde’ye gelmiş. Büreyde’nin malı, mülkü olmuş. Eğer Büreyde bana İkrâm ederse, onu yemek bana *Helâl* dir, buyuruyor.
O zaman hemen o etden bir parça alıyorlar, bir tabağa koyuyorlar. Peygamber aleyhisselâma *ikrâm* ediyorlar. Efendimiz de ondan bir parça yiyorlar. Bunlar, bize birer *Ders* dir kardeşim.
Gazetenin parası, kitapların parası, bana harâm değil, ama olsun. İhtiyacım yok ki, elhamdülillah. Gazeteden ve kitaplardan *On para* almamışımdır. Onun için hacca gidecek param yok benim.
********
*Zelîha*, bir salonda kadınları toplamış ve o kadın misâfirlerin önüne *Turunç* getirip ikrâm etmiş. Onlar turunçları bıçakla soyarlarken, Zelîha, *Yûsüf* aleyhisselâmı çağırıyor.
O zaman Zelîha’nın evinde, hizmetçiydi hazret-i Yûsüf. Yûsüf aleyhisselâm gelince, bütün kadınlar bakıyorlar ki, aman yâ Rabbîiii hiçbir insana benzemiyor, *Nûr* lar içinde. *Cennet* güzelliği vardı Onda, *İnsan* güzelliği değil.
Kadınlar, Onun *Cennet güzelliği* ni görünce, akılları başlarından gidiyor, kendilerinden geçiyorlar. Turuncu keserken, kendi *Ellerini* kesiyorlar da, acısını hiç duymuyorlar.
Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: Mü’minin rûh’u çıkarken, Cennetten hûriler gelecek, melekler gelecek. Mü’min, o *Hûrileri*, o *Melekleri* görünce, rûhun çıkdığının acısını hiç duymıyacak.
Nasıl ki, o kadınlar, *Turunç* keserken ellerini kestiler de acısını duymadılar, onun gibi işte.
Peygamber Efendimiz mi daha *Güzel* di, yoksa Yûsüf aleyhisselâm mı? Bütün güzellerin en güzeli kimdir? Tabii ki Sevgili *Peygamber* Efendimizdir aleyhissalâtü vesselâm.
Yûsüf aleyhisselâmı gören kadınlar, ellerini kesmiş. Peygamberimizi gören kadınlar ise, hiçbir şey yok gibi konuşuyorlar, suâl soruyorlar, sohbet ediyorlar.
Çünkü hicretin 3.cü senesine kadar, kadınların örtünmesi emredilmemişdi. Kadınların erkeklerle konuşması yasak değildi. Kadınlar gelir, Peygamber aleyhisselâma suâl sorarlardı.
Yüzleri açık konuşurlardı. Çünkü *Harâm* değildi. O zaman kadınların örtünmesi *Farz* edilmemişdi. O hanımlar, Peygamber Efendimizi görünce niçin düşüp bayılmazlardı?
Hâlbuki Yûsüf aleyhisselâmı gören kadınların akılları başlarından gitmiş, Peygamber Efendimizi gören hanımlara ise hiçbir şey olmuyor, Onu görünce kendilerinden geçmiyorlar, düşüp bayılmıyorlar.
Peki niçin? Cevâbı şöyledir ki: Peygamber Efendimizde; bir melâhat vardı, bir de sabâhat. *Melâhat*, sevimlilik demek. *Sabâhat*, güzellik demek.
Yûsüf aleyhisselâmda yalnız sabâhat vardı, melâhat yokdu. Peygamber Efendimizde ise hem *Melâhat* vardı, hem de *Sabâhat*. Fakat sabâhatını dünyâda izhâr etmedi.
Dünyâda izhâr etseydi, hiç kimse onun karşısında duramaz, hemen düşer bayılırdı. İyi de, Herkesin bayılması için mi Peygamberimizi gönderdi Allahü teâlâ?
Peygamber Efendimiz âlemlere rahmetdir. *Rahmeten lil âlemîn* dir. Onun için sabâhat güzelliğini göstermedi. Allahü teâlâ onu gizledi. Peygamber Efendimizin güzelliği âhiretde görülecek.
Yâni *Cennet* de görülecek. Dünyâda melâhati görüldü. Çok sevimliydi, ama sabâhatı nasıldı? Onu bilen yok. O, âhiretde, yâni *Cennet* de görülecek.
********
İnsanın karşılaşdığı her hâdisede bir karar vermesi lâzım. Bu karar vermede de iki ihtimâl vardır. Biri îmân tarafı, yâni *Âhiret* tarafı, biri de *Dünyâ* tarafı.
Eğer îmân tarafını tercîh ederse, âhireti düşünürse, yâni sevâp tarafını tercîh ederse, îmânının *Güçlü* olduğunu gösterir.
Yok eğer dünyâ tarafını tercîh ederse, nefsine göre karar verirse, îmânının *Zayıf* olduğunu gösterir. İşte imtihân budur efendim, imtihân bu.
Büyüklerden biri buyurdu:
“Muhabbetle amele gevşeklik girmez.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 260)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin (kaddesallahu teâlâ sirreh) halifelerinden Ahmed bin Süleyman Ervâdî hazretlerinin (kaddesallahu teâlâ sirreh) terbiyesinde hilafet makamına kavuşan Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh), Rûhu’l-Ârifîn isimli eserinde buyurdular ki;
“Bel’am bin Bâ’ura büyük alimlerden idi. Dînle dünyâyı yedi. Ya’nî, dînini dünya için kullandı.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 269)
...
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
İnsanın kalbi, *Kâbe* den daha kıymetlidir. Nasıl ki Kâbe-i muazzamayı ilk gördüğünüz anda yapılan *Duâ* red olunmazsa, mü’min, mü’minle karşılaşdığı anda yapdığı duâyı da Allahü teâlâ reddetmez, kabûl eder.
Peki, ne duâ etmemiz lâzım? İşte efendim, yapılacak en güzel duâ, *Esselâmü aleyküm!* demekdir. Neden? Çünkü bunun mânâsı;
*Allahü teâlâ seni, hem dünyâda, hem de âhiretde selâmete kavuşdursun. Sen ne dünyâda, ne de âhiretde, zerre kadar sıkıntı çekmiyesin!* demekdir.
********
Gerçek îmân sâhibi bir mü’minin ellerine kollarına *Zincir* vursanız, o yine islâmiyeti yayar. Muhakkak bir şey yapar. *Anlatır*, *Kitap verir*. Durduramazsınız onu.
Çünkü onun içinde yanan *Ateş*, birilerini Cehennemden kurtarmak içindir. Eğer bu ateşi hissetmiyorsa, onda gerçek *Îmân* henüz teşekkül etmemişdir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri hacca giderken, *Delhi*’ye geldiğinde, arkadaşı Hasan Keşmirî hazretleri; *Hep ölüye gidiyorsun, burada bir diri var, diriyi de ziyâret et!* dedi.
Ve Onu, *Bâkî Billah* hazretlerine götürdü. Bâkî Billah hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerindeki *Cevheri* görünce, birkaç gün misâfir kalması için yalvardı.
O da, *Peki* deyip kaldı ve o büyük zâtın huzûrunda, iki günde kalbi açıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *Kâbe’ye giderken, Kâbe’nin Sâhibi’ne kavuşdum*.
Yâni Bâkî Billah hazretlerinin yanında Allahü teâlâya kavuşdum, dedi.
********
Bir kimse, kendini *Uyuz Köpek* den daha aşağı görmedikce, *Evliyâ* olamaz. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki:
*Ben bunun için, kabristânları dolaşıp uyuz köpek arardım. Hizmetimin karşılığına kavuşayım diye, köpeğin yaralarını tımar ederdim*.
Köpek, bâzan yatar, ayaklarını kaldırır ve bâzı *Sesler* çıkarırdı. Ben de *Âmin!.. Âmin!..* derdim.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyurdu ki: “Tevekkül, vekîl olarak Allahü teâlâdan râzı olmak, rızık için endişe duymamak, ömrünü, bugün içinde olduğu günden ibâret kabûl etmek. Tûl-i emel sahibi olmamak, vakitlerini ibâdet ve tâatle geçirmeye gayret etmektir.”
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Mûsâ* aleyhisselâm zamânında, biri dağa çıkmış. Kendi kendine; *Nasıl olsa Allah rızkımı gönderir!* demiş. Çünkü Allahü teâlâ;
*Ben, herkesin rızkını ezelde tâyin etdim. Herkes rızkını yer. Hiç kimse rızkını bitirmeden ölmez. Kimse kimsenin rızkını yiyemez!* buyuruyor.
Bunları bildiği için, çıkmış dağa, rızkını beklemiş. Akşam olmuş, gelen giden yok. Acıkmış tabii. Kendi kendine; *Burası uzak yer, ancak gelir!* demiş. İkinci gün de yine birilerini beklemiş.
Ama kimse gelmemiş. Akşam olunca, yine gelen giden yok. Artık *Açlık* dan pelte gibi yığılıp kalmış. Bunun üzerine Allahü teâlâ, *Mûsâ* aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâmı gönderip buyuruyor ki:
O dağdaki kişi şehre insin, insanların arasına karışsın ki, ben de onun *Rızkını* göndereyim. Çünkü ben, insanların rızkını, yine insanlar ile gönderirim.
Eğer şehre inmez, dağda kalırsa, benim âdetimi bozmuş olur. Benim âdetimi bozduğu için de, onu *Açlıkdan* öl-dürürüm ve Cehenneme sokarım, ateşde yakarım! Böyle buyuruyor.
Biz de sebeplere yapışacağız kardeşim. Elhamdülillah, bizim *İhlâs vakfı* hiç dünyâlık peşinde değil. Her işi Allah için. Dostluk da Allah için, düşmanlık da Allah için.
Onun için Allahü teâlâ hep temiz insanları bize gönderiyor, nasîb ediyor. Bu temiz arkadaşlar, işlerinde muvaffak oluyorlar.
Her namazda okuyoruz ya. Fâtiha sûresinde; *İhdines-sırâtal müstekîm!* diyoruz. Yâni bizi doğru yola kavuşdur yâ Rabbî. *Sırâtallezîne*, O doğru yola ki.
*En’amte aleyhim*, sen onu, dostlarına ihsân etdin. *En’amte*, ihsân etdiğin demek. *Aleyhim*, onlara, yâni dostlarına. Sen beni, dostlarına ihsân etdiğin doğru yola kavuşdur yâ Rabbî!
*Gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn*. Sen bizi düşmanlarının arasına sokma yâ Rabbî. *Mağdûb*; gadab olunmuş demek, düşman demek.
*Gayril mağdûbi aleyhim*, düşmanlarının, gadab etdiklerinin arasına beni karışdırma yâ Rabbî! Her namâzın her rek’atinde böyle duâ ediyoruz.
Allahü teâlâ da bu duâlarımızı kabûl ediyor inşallah. Çocukken başladık bu duâyı etmeye. Cenâb-ı Hak da bizi karışdırmadı düşmanlarının arasına elhamdülillah. *Fâtiha sûresi* kurtardı bizi.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Kur’ân-ı kerimi, Peygamber aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâm getirir ve ekseriyâ insan şeklinde gelirdi. Sahâbe arasında, *Dıhye* isminde bir genç var idi.
Gâyet zengin, yakışıklı, beyaz ve güzel idi. Cebrâil aleyhisselâm, çoğu kere Onun şeklinde gelirdi. Bu *Dıhye* ilk zamanlar îmâna gelmemişti.
Sık sık *Şam*’a gider, orada ticâret yapar, çok *Para* kazanırdı. Döndüğünde, Peygamber aleyhisselâma hediyeler getirir, Efendimiz de onun hediyelerini kabûl ederdi.
Ve kendisine; *Yâ Dıhye! Yakışıklısın, gençsin, güzelsin, zenginsin. Yazık değil mi? Öldükden sonra Cehenneme gideceksin!* derdi.
Ve ardından; *Bir kerrecik Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah de, Cehennemden kurtul*, buyururdu.
*Dıhye*, Efendimizi hakîkaten sever, Onu kırmak istemezdi ve *Bir düşüneyim, o da olur!* gibi, tatlı sözlerle idâre ederdi. Bir gün, yine Efendimizin yanına gelmiş ve yine bir çok *Hediye* ler getirmişti.
O ara Efendimize dedi ki: Yâ Muhammed, yüzlerce defâ *Şam*’a gitdim, birçok papazlarla konuşdum. Dikkat etdim, papazların sözleri birbirini tutmuyor. Aynı adam, başka zamanlarda başka türlü konuşuyor.
Ama senin hiçbir sözün, hiçbir sözünü bozmuyor. Hep *İyilik* den, hep *Fâideli* şeylerden bahsediyorsun. Ben anladım ki, sen Allahın Peygamberisin. Ben müslümân olmak istiyorum, dedi.
Ve *Kelime-i şehâdeti* getirip, müslümân oldu.
Peygamberimiz, *Dıhye*’nin müslümân olmasına çok sevindi. Ve eshâbına; *Ey Eshâbım! Bu gece Dıhye’nin şerefine bizim evde ziyâfet var. Ziyâfete gelin!* dedi.
Hattâ, kitaplar yazıyor ki: Peygamber aleyhisselâmın sofrasında, o gün üç türlü yemek vardı. Bir, *Et yemeği*, bir *Çorba*, bir de *Tatlı*.
Eshâb-ı kirâmdan *Dıhye* radıyallahü anh *Şam*’dan geldiği zaman Şam şekerlerinden, hamur işi tatlılarından getirir, hazret-i *Hasana* ve hazret-i *Hüseyine* verirdi.
Hazret-i Hasan *Dokuz* yaşında, hazret-i Hüseyin ise *Yedi* yaşında idi. Ne zaman *Dıhye* gelse, Hasan ve Hüseyin oyunu bırakıp, sevine sevine *Dıhye* ye koşarlardı.
Bir gün Efendimiz, Eshâb-ı kirâmı ile câmide oturuyorlar, *Hasan* ve *Hüseyin* de câminin bir köşesinde, birbirleri ile güreşiyorlar, birbirlerini kovalıyorlar, oynayıp duruyorlardı.
Efendimiz aleyhisselâm onları çok sevdiği için, hiç sesini çıkarmazdı. O sırada ansızın *Dıhye* geldi ve Peygamber aleyhisselâmın yanına oturdu.
Hasan ile Hüseyn, uzakdan *Dıhye*’yi görünce, oyunu güreşi bırakıp, doğru *Dıhye*’nin kucağına geldiler. Biri boynuna sarılıyor, diğeri ceplerini karışdırıyor, *Acabâ bize ne getirdi?* diye.
Hâlbuki o gelen, *Hazret-i Cebrâil* di. Ekseriyâ *Dıhye* şeklinde geliyordu. Efendimiz, torunlarının, bir meleğe karşı böyle ceplerini karışdırmasını, kucağına çıkmasını biraz *Ayıp* gördü.
Ve dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâil, benim Eshâbımdan *Dıhye* isimli biri vardır. O, *Şam*’dan gelince ara-sıra bana uğrar, torunlarıma da bâzen *Hediye* ler getirir.
İşte bu torunlarım, yine *Dıhye* geldi zannetdiler. Seni *Dıhye* ye benzetdiler, onun için bu hâlde bulunuyorlar. Yoksa onlar terbiyesiz, görgüsüz değillerdir, dedi.
Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince, üzüldü. Kendisi *Mahcup* oldu. Ve kendi kendine;
*Eyvâh, ben bu çocuklara hediye getirmedim, çocuklar benden bir şey bekliyorlar. Ben şimdi çocukların ikisine nasıl bir şey verebilirim?* diye düşündü.
Ve elini uzatıp, Cennet bahçesinden bir salkım *Üzüm* kopardı, hazret-i *Hasana* verdi. Tekrar uzandı, Cennet bahçesinden bir *Nar* koparıp, hazret-i *Hüseyne* verdi.
Çocuklar, üzümle narı alınca, tekrar oynadıkları yere gitdiler. O esnâda câmi kapısına biri geldi ve *Kaç gündür hastayım, açım, açlıkdan ölmek üzereyim, bana yiyecek birşey veren yok mu?* dedi.
Çocuklar, o kişiyi görünce, derhal koşup, ellerindeki üzümü ve narı ona vereceklerdi ki, Cebrâil aleyhisselâm; *Durun! Sakın vermeyin!* diye seslendi.
*Hâin şeytân, bu meyveleri Cennet’ten kopardığımı görünce, onları yemek için bu kılığa girdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Cennet ni’metlerini ona harâm etmişdir!* dedi. Şeytân da, o anda kayboldu.