Büyüklerden biri buyurdu:
“Muhabbetle amele gevşeklik girmez.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 260)
Büyüklerden biri buyurdu:
“Muhabbetle amele gevşeklik girmez.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 260)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin (kaddesallahu teâlâ sirreh) halifelerinden Ahmed bin Süleyman Ervâdî hazretlerinin (kaddesallahu teâlâ sirreh) terbiyesinde hilafet makamına kavuşan Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh), Rûhu’l-Ârifîn isimli eserinde buyurdular ki;
“Bel’am bin Bâ’ura büyük alimlerden idi. Dînle dünyâyı yedi. Ya’nî, dînini dünya için kullandı.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 269)
...
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
İnsanın kalbi, *Kâbe* den daha kıymetlidir. Nasıl ki Kâbe-i muazzamayı ilk gördüğünüz anda yapılan *Duâ* red olunmazsa, mü’min, mü’minle karşılaşdığı anda yapdığı duâyı da Allahü teâlâ reddetmez, kabûl eder.
Peki, ne duâ etmemiz lâzım? İşte efendim, yapılacak en güzel duâ, *Esselâmü aleyküm!* demekdir. Neden? Çünkü bunun mânâsı;
*Allahü teâlâ seni, hem dünyâda, hem de âhiretde selâmete kavuşdursun. Sen ne dünyâda, ne de âhiretde, zerre kadar sıkıntı çekmiyesin!* demekdir.
********
Gerçek îmân sâhibi bir mü’minin ellerine kollarına *Zincir* vursanız, o yine islâmiyeti yayar. Muhakkak bir şey yapar. *Anlatır*, *Kitap verir*. Durduramazsınız onu.
Çünkü onun içinde yanan *Ateş*, birilerini Cehennemden kurtarmak içindir. Eğer bu ateşi hissetmiyorsa, onda gerçek *Îmân* henüz teşekkül etmemişdir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri hacca giderken, *Delhi*’ye geldiğinde, arkadaşı Hasan Keşmirî hazretleri; *Hep ölüye gidiyorsun, burada bir diri var, diriyi de ziyâret et!* dedi.
Ve Onu, *Bâkî Billah* hazretlerine götürdü. Bâkî Billah hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerindeki *Cevheri* görünce, birkaç gün misâfir kalması için yalvardı.
O da, *Peki* deyip kaldı ve o büyük zâtın huzûrunda, iki günde kalbi açıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *Kâbe’ye giderken, Kâbe’nin Sâhibi’ne kavuşdum*.
Yâni Bâkî Billah hazretlerinin yanında Allahü teâlâya kavuşdum, dedi.
********
Bir kimse, kendini *Uyuz Köpek* den daha aşağı görmedikce, *Evliyâ* olamaz. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki:
*Ben bunun için, kabristânları dolaşıp uyuz köpek arardım. Hizmetimin karşılığına kavuşayım diye, köpeğin yaralarını tımar ederdim*.
Köpek, bâzan yatar, ayaklarını kaldırır ve bâzı *Sesler* çıkarırdı. Ben de *Âmin!.. Âmin!..* derdim.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyurdu ki: “Tevekkül, vekîl olarak Allahü teâlâdan râzı olmak, rızık için endişe duymamak, ömrünü, bugün içinde olduğu günden ibâret kabûl etmek. Tûl-i emel sahibi olmamak, vakitlerini ibâdet ve tâatle geçirmeye gayret etmektir.”
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Mûsâ* aleyhisselâm zamânında, biri dağa çıkmış. Kendi kendine; *Nasıl olsa Allah rızkımı gönderir!* demiş. Çünkü Allahü teâlâ;
*Ben, herkesin rızkını ezelde tâyin etdim. Herkes rızkını yer. Hiç kimse rızkını bitirmeden ölmez. Kimse kimsenin rızkını yiyemez!* buyuruyor.
Bunları bildiği için, çıkmış dağa, rızkını beklemiş. Akşam olmuş, gelen giden yok. Acıkmış tabii. Kendi kendine; *Burası uzak yer, ancak gelir!* demiş. İkinci gün de yine birilerini beklemiş.
Ama kimse gelmemiş. Akşam olunca, yine gelen giden yok. Artık *Açlık* dan pelte gibi yığılıp kalmış. Bunun üzerine Allahü teâlâ, *Mûsâ* aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâmı gönderip buyuruyor ki:
O dağdaki kişi şehre insin, insanların arasına karışsın ki, ben de onun *Rızkını* göndereyim. Çünkü ben, insanların rızkını, yine insanlar ile gönderirim.
Eğer şehre inmez, dağda kalırsa, benim âdetimi bozmuş olur. Benim âdetimi bozduğu için de, onu *Açlıkdan* öl-dürürüm ve Cehenneme sokarım, ateşde yakarım! Böyle buyuruyor.
Biz de sebeplere yapışacağız kardeşim. Elhamdülillah, bizim *İhlâs vakfı* hiç dünyâlık peşinde değil. Her işi Allah için. Dostluk da Allah için, düşmanlık da Allah için.
Onun için Allahü teâlâ hep temiz insanları bize gönderiyor, nasîb ediyor. Bu temiz arkadaşlar, işlerinde muvaffak oluyorlar.
Her namazda okuyoruz ya. Fâtiha sûresinde; *İhdines-sırâtal müstekîm!* diyoruz. Yâni bizi doğru yola kavuşdur yâ Rabbî. *Sırâtallezîne*, O doğru yola ki.
*En’amte aleyhim*, sen onu, dostlarına ihsân etdin. *En’amte*, ihsân etdiğin demek. *Aleyhim*, onlara, yâni dostlarına. Sen beni, dostlarına ihsân etdiğin doğru yola kavuşdur yâ Rabbî!
*Gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn*. Sen bizi düşmanlarının arasına sokma yâ Rabbî. *Mağdûb*; gadab olunmuş demek, düşman demek.
*Gayril mağdûbi aleyhim*, düşmanlarının, gadab etdiklerinin arasına beni karışdırma yâ Rabbî! Her namâzın her rek’atinde böyle duâ ediyoruz.
Allahü teâlâ da bu duâlarımızı kabûl ediyor inşallah. Çocukken başladık bu duâyı etmeye. Cenâb-ı Hak da bizi karışdırmadı düşmanlarının arasına elhamdülillah. *Fâtiha sûresi* kurtardı bizi.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Kur’ân-ı kerimi, Peygamber aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâm getirir ve ekseriyâ insan şeklinde gelirdi. Sahâbe arasında, *Dıhye* isminde bir genç var idi.
Gâyet zengin, yakışıklı, beyaz ve güzel idi. Cebrâil aleyhisselâm, çoğu kere Onun şeklinde gelirdi. Bu *Dıhye* ilk zamanlar îmâna gelmemişti.
Sık sık *Şam*’a gider, orada ticâret yapar, çok *Para* kazanırdı. Döndüğünde, Peygamber aleyhisselâma hediyeler getirir, Efendimiz de onun hediyelerini kabûl ederdi.
Ve kendisine; *Yâ Dıhye! Yakışıklısın, gençsin, güzelsin, zenginsin. Yazık değil mi? Öldükden sonra Cehenneme gideceksin!* derdi.
Ve ardından; *Bir kerrecik Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah de, Cehennemden kurtul*, buyururdu.
*Dıhye*, Efendimizi hakîkaten sever, Onu kırmak istemezdi ve *Bir düşüneyim, o da olur!* gibi, tatlı sözlerle idâre ederdi. Bir gün, yine Efendimizin yanına gelmiş ve yine bir çok *Hediye* ler getirmişti.
O ara Efendimize dedi ki: Yâ Muhammed, yüzlerce defâ *Şam*’a gitdim, birçok papazlarla konuşdum. Dikkat etdim, papazların sözleri birbirini tutmuyor. Aynı adam, başka zamanlarda başka türlü konuşuyor.
Ama senin hiçbir sözün, hiçbir sözünü bozmuyor. Hep *İyilik* den, hep *Fâideli* şeylerden bahsediyorsun. Ben anladım ki, sen Allahın Peygamberisin. Ben müslümân olmak istiyorum, dedi.
Ve *Kelime-i şehâdeti* getirip, müslümân oldu.
Peygamberimiz, *Dıhye*’nin müslümân olmasına çok sevindi. Ve eshâbına; *Ey Eshâbım! Bu gece Dıhye’nin şerefine bizim evde ziyâfet var. Ziyâfete gelin!* dedi.
Hattâ, kitaplar yazıyor ki: Peygamber aleyhisselâmın sofrasında, o gün üç türlü yemek vardı. Bir, *Et yemeği*, bir *Çorba*, bir de *Tatlı*.
Eshâb-ı kirâmdan *Dıhye* radıyallahü anh *Şam*’dan geldiği zaman Şam şekerlerinden, hamur işi tatlılarından getirir, hazret-i *Hasana* ve hazret-i *Hüseyine* verirdi.
Hazret-i Hasan *Dokuz* yaşında, hazret-i Hüseyin ise *Yedi* yaşında idi. Ne zaman *Dıhye* gelse, Hasan ve Hüseyin oyunu bırakıp, sevine sevine *Dıhye* ye koşarlardı.
Bir gün Efendimiz, Eshâb-ı kirâmı ile câmide oturuyorlar, *Hasan* ve *Hüseyin* de câminin bir köşesinde, birbirleri ile güreşiyorlar, birbirlerini kovalıyorlar, oynayıp duruyorlardı.
Efendimiz aleyhisselâm onları çok sevdiği için, hiç sesini çıkarmazdı. O sırada ansızın *Dıhye* geldi ve Peygamber aleyhisselâmın yanına oturdu.
Hasan ile Hüseyn, uzakdan *Dıhye*’yi görünce, oyunu güreşi bırakıp, doğru *Dıhye*’nin kucağına geldiler. Biri boynuna sarılıyor, diğeri ceplerini karışdırıyor, *Acabâ bize ne getirdi?* diye.
Hâlbuki o gelen, *Hazret-i Cebrâil* di. Ekseriyâ *Dıhye* şeklinde geliyordu. Efendimiz, torunlarının, bir meleğe karşı böyle ceplerini karışdırmasını, kucağına çıkmasını biraz *Ayıp* gördü.
Ve dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâil, benim Eshâbımdan *Dıhye* isimli biri vardır. O, *Şam*’dan gelince ara-sıra bana uğrar, torunlarıma da bâzen *Hediye* ler getirir.
İşte bu torunlarım, yine *Dıhye* geldi zannetdiler. Seni *Dıhye* ye benzetdiler, onun için bu hâlde bulunuyorlar. Yoksa onlar terbiyesiz, görgüsüz değillerdir, dedi.
Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince, üzüldü. Kendisi *Mahcup* oldu. Ve kendi kendine;
*Eyvâh, ben bu çocuklara hediye getirmedim, çocuklar benden bir şey bekliyorlar. Ben şimdi çocukların ikisine nasıl bir şey verebilirim?* diye düşündü.
Ve elini uzatıp, Cennet bahçesinden bir salkım *Üzüm* kopardı, hazret-i *Hasana* verdi. Tekrar uzandı, Cennet bahçesinden bir *Nar* koparıp, hazret-i *Hüseyne* verdi.
Çocuklar, üzümle narı alınca, tekrar oynadıkları yere gitdiler. O esnâda câmi kapısına biri geldi ve *Kaç gündür hastayım, açım, açlıkdan ölmek üzereyim, bana yiyecek birşey veren yok mu?* dedi.
Çocuklar, o kişiyi görünce, derhal koşup, ellerindeki üzümü ve narı ona vereceklerdi ki, Cebrâil aleyhisselâm; *Durun! Sakın vermeyin!* diye seslendi.
*Hâin şeytân, bu meyveleri Cennet’ten kopardığımı görünce, onları yemek için bu kılığa girdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Cennet ni’metlerini ona harâm etmişdir!* dedi. Şeytân da, o anda kayboldu.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bizim kitaplarımızdan başka kitap okumayın kardeşim. Bu kitaplar size yeter. Bunları okuyan, *Âlim* olur. İçin-dekilerini yapan da, *Evliyâ* olur. Hem okuyun, hem de dağıtın kardeşim. Niçin böyle söylüyorum?
Eğer dağıtmazsak *Mes’ul* oluruz. Ecdâdımız, kanla, canla, malla, islâmiyetin bize kadar gelmesi için büyük fedâkârlık gösterdiler. Eğer onlar bu fedâkârlığı göstermeselerdi, biz belki *Müslümân* olamazdık.
Eğer biz çalışmazsak, islâmiyeti yaymazsak, bizden sonraki nesil, bizden dâvâcı olur efendim. Size kadar gelen bu emâneti, niçin bize ulaştırmadınız? diye bizden dâvâcı olurlar.
********
Diyelim ki, bir kimse harâm işliyor, ama onun harâm olduğunu bilmiyor. Bilmeyince, bu kimse özürlü mü olur? Hayır, *Suçlu* olur.
Bilmemek *Suç* dur. Çünkü Allahü teâlâ, kullarına; *Bilenlerden sorun, öğrenin!* buyuruyor. O ise sormuyor, öğrenmiyor. Allahü teâlânın emrini yapmıyor, onun için *Suçlu* olur.
Bir kız yâhut bir oğlan çocuğu, anasına babasına tâbi olarak *Müslümân* dır. Ama âkıl-bâliğ olunca, anaya babaya tâbi olmaklık kalmıyor.
Dînini, kendisi öğrenecek. İbn-i Âbidîn öyle buyuruyor. Öğrenmezse ne olur? Öğrenmemek *Suç* dur. Peki, öğ-renmek istiyor, ama kitap bulamıyor.
İşte bizim *Kitaplar* var ya! Onları okuyup öğrenecek. Öğretecek adam da var, kitap da var. Çok mühim bu. Bilmiyenin *Îmânı gider* bu zamanda.
Ne için? Çünkü Allahü teâlâ; *İslâmiyeti öğrenin!* diye emrediyor. O ise öğrenmiyor, söz dinlemiyor. Çok tehlikeli.
********
Düşman ne kadar *Kuvvetli* olursa, cihâdın *Sevâbı* da o kadar çok olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bunu tekrar tekrar buyuruyor. Düşman *Kavî* olursa, cihâdın sevâbı kat kat *Fazla* olur.
Arkadaşlar birbirlerine, kendi hanımından, çocuklarından ve anne ve babasından daha *Kıymetli* olmalıdır. Arkadaşlar birbirlerini gördüklerinde, büyükleri görmüş gibi olmalı.
Böyle olmıyan, büyükleri tanıyamaz. Arkadaşları şikâyet eden, bizimle muhâtap olmasın. Âbilerin hepsi, çok *Kıymetli*, hepsi birer *Pırlanta*. Hepiniz pırlantasınız, hepiniz.
Efendi hazretlerine sormuşlar: Efendim, bu zamanda evliyâ var mı? diye. Ne buyurmuş?
*Bu gün, harâmlardan sakınan, beş vakit namâzını kılan, zamânımızın evliyâsıdır* buyurmuş.
Öyleyse, bütün arkadaşlar *Evliyâ* dır kardeşim. Efendi hazretleri, *Şaka* söz söylemez. Onlar, dâimâ *Vesîkalı* konuşurlar.
İslamiyetin iki hâmisi vardı. Zâhirini Osmanlılar, bâtınını da Nakşîbendi büyükleri muhafaza ettiler. Onun için bazıları bu ikisine düşmandırlar.
Seyyid Abdülhakim Arvasi
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini bir sâat görebilmek için, her hafta sonu *Ankara* dan gelirdim. Bir defâsında yine bir *Kış günü*, Ankara dan gelirken asker sevkiyâtı vardı.
Trende yer bulamadım. Yine iki vagonun arasında, demirlerin üzerinde *Ayakta* geldim. Hattâ parmaklarım *Donup* körüğe yapışmışdı. *Buzdan* kurtaramadım.
İnsan, sevdiğinin her *Şeyini* sever. Sevdiği için, her *Şeyine* katlanır
Peygamber Efendimiz, bâzı sahâbîlerle bir evde otururken, birden sıkıntı basmış ve; *Sıkılıyorum yâ Ömer* buyurmuş.
Hazret-i Ömer hemen; *Emret yâ Resûlallah. Ne isterseniz yapalım!* demiş.
Efendimiz; *Şimdi bir Allah düşmanı gelecek, onu görmek, onunla konuşmak beni sıkıyor. O gelecek diye sıkılıyorum* buyurmuş.
Biraz sonra kapı çalınıyor, bir kabîle reîsi geliyor. Peygamber Efendimiz ayağa kalkıyor, onu *Güzelce* karşılıyor, yanında *Yer* açıyor, oturtuyor, *Tatlı tatlı* konuşuyor.
Biraz sonra, o adam kalkıp gidiyor. Peygamber Efendimiz, onu *Güler yüzle* selâmetliyor. Hazret-i Ömer soruyor: *Yâ Resûlallah, Allahın düşmanı dediğiniz, bu kişi miydi?*
Efendimiz buyuruyor ki: *Evet, o idi*. Hazret-i Ömer merak ediyor tabii. Ve soruyor hemen:
Yâ Resûlallah, siz ona dost muâmelesi yapdınız, yer verdiniz, tatlı tatlı, neş’eli konuşdunuz ve güler yüzle selâmetlediniz, biz bunun hikmeti anlıyamadık, diyor.
Peygamber Efendimiz şöyle îzâh ediyorlar: Bu, bir *Kabîle* reîsidir. Eğer ben onunla iyi geçinirsem, *Dost* muâmelesi yaparsam, o da bana dost muâmelesi yapar.
Müslümânlara da *Dost* muâmelesi yapar. Eğer ben ona sert söyleseydim, yer vermeseydim, kapının dibine oturtsaydım, o zaman bana *Düşman* olurdu. Bana bir şey yapamazdı.
Ama Müslümân lardan *İntikam* alırdı. Kabîle reîsi çünkü, zengin, îtibârlı biri. Müslümânlara *Eziyet* ederdi. Müslümânlara eziyyet etmesin diye onun kalbini okşadım, buyuruyor.
Buna, *Müdârâ* denir kardeşim. Kâfirlerle müdârâ yapacağız, çok mühim bu. *Gülerek* ve *Tatlı dille* görüşeceğiz.
“Bir kimse, bir âlimin güzel bir kitâb yazdığını duysa ve fakat o kitâbda yazılanları bilmese, onun ma’rifeti kosa ve kısıtlıdır. Bu yüzden o kitâbın sâhibine muhabbeti de o kadar olur. Ama, ilim ve akıl sahibi bir kimse, o kitâbı dikkatle okuyub, içindeki sağlam ve yüksek bilgilere erişirse, o müellife karşı muhabbeti artar.”
(Nadir Risaleler I; Rûhu’ş-Ârifîn, sf 242)
Peygamber Efendimiz (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) buyurdular;
“Allah bir kulunu severse, ona günah zarar vermez. Çünkü tevbe eden günah işlememiş gibidir.”
Böyle buyurduktan sonra devamında;
“Allah tevbe edenleri sever.”
âyet-i kerîmesini okudular.
Bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı şöyledir:
“Allahu teâlâ bir kulunu severse, o kul ölmeden önce tevbe eder de, geçmişte işlediği günahları ona zarar vermez, isterse günahları çok olsun. Nitekim müslüman olmadan önceki küfrü, müslüman olduktan sonra ona zarar vermez. Demek ki Allahu teâlâ günahların bağışlanmasına muhabbeti şart kıldı ve “Ey Habîbim (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem), de ki; “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi’ olunuz da, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. (Âl-i İmrân, 31.)”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 251)
...
Âhir zamamandayız kardeşim. Her tarafda günah işleniyor. Öyle ya da böyle günahlara bulaşılıyor.
Nihayetsiz kerem ve mağfiret sahibi Allahu teâlâ, tevbe kapısını açık tuttu. Bütün günahları affedeceğini müjde buyurdu.
Ne olur, tevbeyi elden bırakmayalım, geciktirmeyelim. Belki bir zikir gibi dilimizden düşürmeyelim.
Allahu teâlâ tevbelerimizi kerem ve merhameti ile kabul ve tevbesine sadık yaşayıp îmân ile ölen kullarından eylesin.
Âmin.