NEFS VE AKIL

(Tefsîr-i Azîzî)de, Fâtiha sûresini açıklarken, (Sırât-ı müstekîm)i uzun bildirmekdedir. Çok kısaltılmışı şöyledir: Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların, yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratdı. Biri, muhtâc oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Şehvet) denir. İkincisi, yaşamalarına zarârlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Gadab) denir. Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtâc oldukları şeyleri her tarafda, bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini ihsân etmişdir.

Allahü teâlâ, insanlarda şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış, insanların muhtâc oldukları şeylere kavuşmaları için ve bulduklarını kullanabilmeleri için ve korkduklarına karşı savunabilmeleri için, bu iki kuvveti ihsân etmişdir. En lüzûmlu olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini ihsân etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini de ihsân etmişdir. İhtiyâc maddelerini elde etmeleri ve elde etdiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmağa mecbûr kılmışdır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtâc oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâc gibi şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtâc olduğu bu çeşidli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikde yaşamağa, iş bölümü yapmağa mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmakdan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet dahâ yaratdı. Bu kuvvet, (Nefs-i emmâre) kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fekat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yapdığı işler, hep aşırı, hep zarârlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanın nefsi, doydukdan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçdiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefs, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yapdırır. Fekat, hoşuna gideni, doydukdan sonra da yidirir. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni’ olmak istedi. Hem nefsin arzûlarına uymağı sınırlıyan, hem de nefsi temizleyip emmârelikden ya’nî aşırı, taşkın olmakdan kurtaran emrler ve yasaklar gönderdi. Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile gönderdiği bu emr ve yasakların toplamına, (İlâhî din)ler veyâ (İslâmiyyet) denir. Bir insan, işlerini yaparken, islâm dînine uyarsa, nefsi, emmârelikden kurtulup, (mutmainne) olur. Bu zemân, şehveti ve gadabı fâideli olarak çalışdırır. Kitâbımızın üçüncü kısmının ellinci maddesinde yazılı olan, (Mektûbât)ın ikinci cildinin ellinci mektûbunda, nefsin temizlenmesi bildirilmekdedir. Nefs-i emmâre, şehveti ve gadabı aşırı çalışdırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete uymak ise, bu arzûları frenlediği, tahdîd etdiği için, insana acı, zor gelmekdedir. Bunun için insan, islâmiyyete uymak istemez. Nefse uymak ister. Se’âdete kavuşmak istemez. Felâkete sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, se’âdeti felâketden, doğruyu iğriden ve fâideliyi zarârlıdan ayırabilen bir kuvvet de yaratdı. Bu çok kıymetli kuvvet, (Akl)dır. Şaşmıyan, yanılmıyan akla (Akl-ı selîm) denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemiyen kimse ise, nefsine uyar. İslâm dînine uymak istemez. İslâm dînine uyana, (Müslimân) denir. Müslimân olmak için evvelâ (Îmân) etmek lâzımdır.


“Tam ilmihal” 

🌹Hüseyin Hılmi Işık ’rahmetullahi aleyh’🌹

TESBÎHÂT-I İMÂM-I A’ZAM

İbn-i âbidîn hazretleri (Reddül-muhtar) isimli eserinde şöyle naklediyor: “İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe  hazretleri buyurdu ki: 'Yüce Rabbimi rüyamda doksan dokuz kere gördüm. Kendi kendime: Eğer Rabbimi yüzüncü defa görürsem, Kıyamet gününde mahlûklar ne ile azâbından kurtulacak?' diye kendisine soracağım, dedim. Arkasından Rabbimi tekrar gördüm ve 'Ey Rabbim! Senin koruman güçlüdür, övgün yücedir ve isimlerin mukaddestir. Kıyamet gününde kulların senin azâbından ne ile kurtulur?' dedim. Hak Sübhânehû ve teâlâ şu cevabı verdi:  Her kim, sabah ve akşam namazlarından sonra, şu tesbih duasını okursa azâbımdan kurtulur:

(Sübhânel-ebediyyil-ebed. 

Sübhânel-vâhidil-ehad. 

Sübhânel-ferdis-samed. 

Sübhâne râfi’ıs-semâi bi-gayr-i amed. 

Sübhâne men besetal-erda alâ mâin cemed. 

Sübhâne men halakal-halka fe ahsâhüm adedâ. 

Sübhâne men kasemer-rızka fe-lem yense ehadâ. 

Sübhânellezî lem yettehız sâhibeten velâ veledâ. 

Sübhânellezî lem yelid velem yûled velem yekûn lehû küfüven ehad. 

Sübhâne men yerânî ve ya’rifü mekânî ve yerzukunî velâ yensânî ve yesme’u kelâmî.) 

BU TESBİHİN MÂNÂSI ŞÖYLEDİR

(Devamlı var olan, varlığı ebedî ve sonsuz olan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. [O yüce Mevlâmı her an hatırlar, gece-gündüz hep Onu yâd ederim.] 

Varlığı tek olan, eşi ve benzeri bulunmayan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Gökleri, direksiz olarak yükseltip ayakta tutan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.

 Yeryüzünü, donmuş su, yani buz üzerine döşeyen Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Var olan bütün mahlûkatı, yok iken var eden ve onların sayılarını tek tek  bilen Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Bütün canlıların rızıklarını taksim edip, hiç kimseyi unutmayan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Kimseyi, kendine arkadaş, eş ve çocuk edinmemiş olan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Kimseden doğmamış ve kimseyi de doğurmamış olan ve kendisinin hiçbir dengi bulunmayan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Beni gören, yerimi bilen, bana rızık veren ve beni hiçbir zaman unutmayan ve sözümü işiten Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri bâzen elini bana uzatır ve *Sık!* buyururlardı. Ben de sıkardım. Az sonra, Efendi gözlerini kapatırdı. Ben, *Uyudu* zannedip, elimi gevşetirdim.


O zaman gözünü açar ve yine *Sık!* buyururdu. Bu *Büyükler* in her bir hücresi zikredermiş efendim. Demek ki, kendi hücrelerindeki o *Zikr* bana da geçsin diye öyle yapardı Mübârek. 


Bu hususta *Râbıta* da var, ama o kolay birşey değil. Herkes yapamaz. Efendi hazretlerinden, râbıta için izn istemeye gelenlere; *Ona da sıra gelir, daha vakti var* deyip, geçişdirirlerdi. 

********

Ben her şeyi, Efendi hazretlerinden öğrendim. Yalnız arabça kitapları değil, türkçe kitapları bile Ondan öğrendim. *Mâlûmât-ı Nâfia* diye bir kitap vardı.


Onu bana verip, *Bunu oku, fâidelidir* buyurdu. Biz onu şimdi basdırdık. *Bir* numaralı kitâbımız oldu. *Fâideli bilgiler*. Efendi hazretleri tavsiye etdi bize onu. 


Velhâsıl hep Efendi hazretlerinin methetdiği, tavsiye etdiği kitapları basdırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. 


Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfde ne buyuruyor? *Allahü teâlânın sevdiklerinin, yâni Evliyâ kullarının ismi bir yerde söylenirse, oraya rahmet yağar* buyuruyor. 


Elhamdülillah, Rabbimize çok şükür. Mübârek ramezânda Cum’a namâzı kılmak ne büyük seâdet, ne büyük bahtiyârlık. Cenâb-ı Hak bize *İhsân* etdi. 


Abdullah ibni Abbâs hazretleri buyuruyor ki: Günlerin en kıymetlisi *Cum’a* günüdür. Ayların en kıymetlisi *Ramezân-ı şerîf* ayıdır. Amellerin en kıymetlisi de ihlâs ile kılınan *Namaz* dır. 


Elhamdülillah, bugün işte bize üçü de nasîb oldu. *Ne güzel, ne güzel, ne güzel*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim. 

********

Allahü teâlâ bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, yâni *Hidâyet* nasîb etmiş. Bunları kendi hizmetinde kullanıyor. Kullarının hidâyetine vesîle ediyor. 


Bâzı kullarına da *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da, dalâlete vesîle oluyorlar, yıkıcıdırlar, bölücüdürler. *Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah*. Rabbimiz bizi onlardan etmemiş. 


*Elhamdülillah elhamdülillah elhamdülillah*, Rabbimiz bizi *Hâdî* ismiyle şereflendirdiği, mes’ud, bahtiyâr kulla-rından eylemiş. Ne büyük *Seâdet*, ne büyük *Müjde* efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bir defâsında fârisî olarak; *Ba’de kitâbullah ve ba’de kitâb-ı Resûlullah, efdâl-i kütüb mektûbâtest*, buyurdu. 


Ne demek bu? Yâni, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden sonra, islâm kitaplarının içinde en kıymetlisi, *Mektûbât* dır. 


*Mesnevî*, daha geride kalıyor. Efendi hazretlerinden böyle duyduğumuz için, *Mesnevî* için yazılanları biz *Te’vîl* ediyoruz. Ne diyoruz? 


*Mesnevî*, yalnız tasavvufda benzeri yok. Mektûbât da ise, hem *tasavvuf*, hem *akâid*, hem de *fıkh* var. Onun için *Mektûbât* daha yüksektir, diyoruz. 

********

Dînini bilmiyen, ona göre yaşamıyan bir kimse, dünyâ işlerinde muvaffak olamaz kardeşim. Muvaffak olsa bile, mutlaka sonu *Hüsrân* la biter. 


Ya hanımından, ya çocuğundan, ya kendinden, kesinlikle mutlu olamaz, râhat edemez. Çünkü hadîs-i şerîf var. *Dünyâda râhatlık yokdur*, buyuruluyor. 


Mü’mine gelen râhatsızlık, hastalık, sabretmek şartıyle *İbâdet* dir. Kâfire gelen râhatlık, *Felâket* dir. Birine *Sevap*, diğerine *Azap* var. 


Ne tâlihsiz insanlar ki, hem dünyâda, hem de âhiretde *Azap* görecekler. 


Dünyâya gönül bağlamamalı kardeşim. Yolcu, yolu tâmir etmekle uğraşmaz. Meselâ *Hacca* giden bir kişi, Orada şu evi, şu apartmanı alayım, diye düşünmez. 


Çünkü orada kalmıyacak ki. Bir müddet sonra geri dönecek. Dünyâ hayâtı da böyle işte. 

********

Efendi hazretleri, Onu tanıdıkdan bir sene sonra ders okutmaya, *Arabca* öğretmeye başladı bana. Millet bahçede namaz vaktini beklerdi. Daha yarım saat varken, Mübârek beni içeriye, odaya alırdı.


*Arabî* öğretirdi. *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi. Cebinden kâğıt kalem çıkarır, kendisi yazardı, yazardı Mübârek. Sonra bana verirdi, *Al, bunları oku, ezberle!* derdi. Evvelâ kendi okurdu.


O okurken, ben hareke koyardım. Giderken hemen yolda, tramvayda, onları ezberlerdim. Ertesi gün gidince, *Ne yapdın?* derdi. Ezberledim efendim, derdim. *Oku bakayım*, derdi. 


Bir okurdum, amân ne hoşuna giderdi Mübâreğin. *Hadi bakalım, sana yeni ders vereceğim*, derdi. Böylece arabî ve fârisî öğretdi bana. Yoksa o kitapların ismini bile bilmiyordum. 


Okumak şöyle dursun, böyle şeyler var mıymış, yok muymuş, haberim bile yokdu efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şimdi, bu *Büyükler* in sohbeti bulunmayınca ne yapacağız? Onların kitaplarını okuyacağız. *Mektûbâtı* okuyan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde bulunmuş gibi *Feyz* alır kardeşim. 


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtına yakın, başında hanımı ve oğlu varmış. Çok üzülüp ağlamışlar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de buyurmuş ki:


*Hiç üzülmeyin, şu anda benim dünyâ bağlılıklarım da var, onun için size fazla yardım edemiyebilirim. Vefât etdikden sonra dünyâ bağlılıklarım biter, size daha fazla feyz veririm*. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, yine mektûbât’da buyruyor ki: *Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda gidiyoruz*. Bu sözünden kastedilen cihâd-ı ekber, *Nefs* ile, yâni *Huy* ve *Ahlâk* ile olan cihâddır. 


Eğer adam *Huysuz* ise, ne yapar eder, ya bir kalb kırar veyâhut da birine kötü bir *Lâf* eder ve hepsi gider. Onun için, Peygamberimizin en büyük mûcizelerinden biri de, *Huy* ve *Ahlâk* ının güzel olmasıydı. 


Bütün huyların en güzeli, dâima *Vasat*, yâni ortada olmakdır. Her şeyin ortasını yakalamakdır. İnsan, ölmek üzere iken, rûh çıkmadan az önce *Huy* çıkar, en sonra da *Rûh* çıkar. 


Huy terbiyesi kadar zor bir şey yokdur. Onun için, Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Ben size, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim*. 


Yâni, huyunuzu düzeltmek için geldim. Huysuzluk çok kötü şeydir. Şeytan, *Şetâne* kelimesinden geliyor. Şetâne, sapdırmak demek, şeytan ise *Sapdırıcı* demekdir. 


Üç çeşid *Şeytan* vardır. Birincisi, insana bir günâh işletmek için gelir, insan ona aldanmayıp o günâhı yapmazsa, artık onunla uğraşmaz, başkasına gider. 


İkinci şeytan, ısrârla o günâhı yapdırmağa uğraşır. Bir gün yapdıramazsa ertesi gün gene gelir, uğraşır. Çok daha *İnatçı* dır. 


Üçüncü şeytan ise, hem *Öğretir*, hem *Yapdırır*, hem de herkesin içinde insanı *Rezîl* eder. 


Birinci şeytan, *İblîs* dediğimiz şeytandır. İkinci şeytan, insanın *Nefs* idir. Üçüncü şeytan ise, *Kötü arkadaş* dır. Bu, sâdece insan olan arkadaşlar değildir. 


Meselâ açık saçık gazeteler, kötü kitaplar, televizyon, radyo, sonra öğretmenler. Tabii, bunların iyisi *İyi arkadaş* dır, kötüsü de *Kötü arkadaş* dır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Atom nedir? Atom neden ibâretdir? Atom demek, *Boşluk* demekdir. Atomun bir *Çekirdeği* var, onun da içi *Boş*. Etrâfında *Elektronlar* dönüyor, onlar da *Boş*. 


Moleküller, *Atomdan* meydana gelmişdir. O hâlde onlar da *Boş*. Cismler, *Molekül* lerden meydana gelmişdir, öyleyse *Cismler* de *Boş*. Yâni dünyâ *Boş* kardeşim, *Boş*. 


Yâni içi *Boş*, dışı *Boş*. İşte buna *Hayâl* derler. Efendim, Cinnîler her yerden nasıl geçiyorlar? Çünkü heryer *Boşluk*. Boşluk’dan herkes geçer. *Ruhlar* da geçer, *Cinler* de geçer. 


Çünkü katı madde değil ki, bütün bu âlem, atomlardan yapılmışdır. Atomların da içleri *Boş*, yâni *Boşluk*. Öyleyse dünyâ *Boş*, yâni *Hayâl*. 


İki üç gündür, Mehmed Mâsum hazretlerinin mektûbâtını okuyorum kardeşim. Onun te’sîri altında kaldım. Sabah namâzından sonra, o te’sîr ile şunu yazdım. 


Hayât, ne demekdir? Hayât demek, *Hayâl* demekdir, *Hayâl*. İşte bu günümüz de geçti, yâni *Hayâl* oldu. Hayâller bir araya gelince ne olur? *Hayâl* olur. 


Velhâsıl, bütün dünyâ, bütün bu âlem *Hayâl* den ibâret, her geçen gün de böyle *Hayâl* oluyor kardeşim. 

********

Resûlullah Efendimizin “aleyhisselâm”, amcası Ebû Tâlib’e, Allahü teâlâ *Yumuşaklık* vermişti. Efendimizin amcaları içinde en *Mûnisi* o idi. 


Ama kadınlar, kendisi hakkında; *Korkusundan îmân etdi) demesinler diye, vefât ederken kelime-i şehâdeti söylemedi. Peygamber aleyhisselâm buna çok üzüldü. 


Ama İbni Hacer-i Heytemî hazretleri gibi büyük zâtlar buyuruyorlar ki: Allahü teâlâ, bilâhare üç kişiyi diriltdi. Bunlar, Peygamber aleyhisselâma îmân etdiler. 


Kimdi bunlar? Peygamber Efendimizin annesi (Âmine), babası (Abdullah) ve amcası (Ebû Tâlib). Annesi ve ba-bası, zâten hak dinde idiler. Ama bu ümmetden olmaları için diriltildiler. 


(Ebû Tâlib) de, Efendimize olan aşırı hizmetinin karşılığı olarak diriltilip, (Îmân) etdi ve şimdi Cennetde yaşıyor, diye çok büyük âlimlerin ifâdeleri var kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Türk asıllı İslâm âlimleri arasında en yücesi, en büyüğü *İmâm-ı Birgivî* hazretleridir “rahmetullahi aleyh”. Büyük âlimdir, kitapları var. Ama bir *Mürşid-i kâmil* görmemiş efendim. 


Mürşidi olmadığı için de hatâ etmiş, bir kitâbında aynen vehhâbîler gibi yazmış. Eğer bir mürşid-i kâmil görseydi bu hatâyı yapmazdı efendim. 

*******

Bizim arkadaşlarımızın en ednâsı, ötekilerin en âlâsından daha *İyi*’dir. Çünkü bizim arkadaşlar, müşrik olmazlar, mezhebsiz olmazlar, vehhâbî olmazlar. 


Belki günâhkâr olabilirler, ama aslâ *Ehl-i sünnet*’den çıkmazlar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: 


Bu yolu tanıyanlar, bu büyükleri sevenler, edebsiz de olsa, saygısız da olsa, patavatsız da olsa, pervâsız da olsa, gene *Azîz*’dir ve *Makbûl*’dür. Kim diyor bunu? İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor. 

*******

Mahşer meydanı, *Ortadoğu*’da olacak, mahşerin merkezi orası. O zaman dünyâ dümdüz olacak ve Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar her insan, o meydanda toplanacak. 


Yer *Beton* olacak, tek bir ağaç olmıyacak. *Güneş*, bir mızrak boyu alçalacak. İnsanlar sıkış sıkış olacak. Zamânı ise, *Elli bin* âhiret senesi olacak. 


Âhiretin bir günü, dünyânın *Bin senesi* gibi olacak. Ama bu kadar uzun müddet, ehl-i sünnet bir müslümân için, iki rekât namaz kılacak kadar kısa olacak kardeşim. 


Hele mücâhidler, yâni dünyâda iken İslâmın yayılması için çalışanlar, bu süreyi *Cennet*’de geçirecekler. Onlar sizsiniz işte, yâni bütün arkadaşlar.


Siz islâma hizmet ederken, bizim de mezarda çürümüş vücûdumuz, rûhumuz inşallah *Şâd* olur. Yâni haber alırız, melekler haber verirler. 


Bu, zor değil ki, bunu Allahü teâlâ yaratıyor. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, Onun gücünün yetmediği bir şey yokdur kardeşim.

İmam-ı Gazalî hazretlerinin vefatı

İmam-ı Gazali 1111 (h.505) yılının Cemaziyelevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’an-ı Kerim okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. 

Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: 

“Ey benim Rabbim, Mâlikim!.

Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. 

Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. 

Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, İmam-ı Gazali hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, ruhunu teslim ettiğini gördüler.

ALLAHÜ teâlâ bu büyüklerin şefaatlerine kavuşmayı nasip eylesin

Hadis-i şeriflerin çeşitleri

Sual: Hadis-i şeriflerin çeşitleri nelerdir?

CEVAP

Hepsini maddeler halinde bildirelim:


1- Hadis-i mürsel: Sahabe-i kiramın ismi söylenmeyip, Tabiinden birinin doğruca, (Resulullah aleyhisselam buyurdu ki) dediği hadis-i şerif.


2- Hadis-i müsned: Resulullaha isnat eden Sahabînin ismi bildirilen hadis-i şeriflerdir.


3- Hadis-i müsned-i muttasıl: Resulullaha kadar, aradaki ravilerden hiçbiri noksan olmayan hadis-i şerif.


4- Hadis-i müsned-i münkatı: Sahabîden başka, bir veya birkaç ravisi bildirilmeyen.


5- Hadis-i mevsul: Sahabînin, (Resulullahtan işittim, böyle buyurdu) diyerek haber verdiği, hadis-i müsned-i muttasıl demektir. Bunlara, hadis-i merfu da denir.


6- Hadis-i mütevatir: Birçok Sahabînin, Resulullahtan ve başka birçok kimsenin de, bunlardan işittiği ve çok kimselerin haber verdiği hadis-i şeriflerdir. Bunların, bir yalan üzerinde sözbirliği yapmalarına imkân olmaz. Bu hadis-i şeriflere inanmayan kâfir olur.


7- Hadis-i meşhur: İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadis-i şeriflerdir. Yani bir kimsenin Resulullahtan, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan da, başka kimselerin işittiği hadis-i şerif olup, son duyulan kimseye kadar, artık hep mütevatir olarak bildirilmiştir. Meşhur hadislere inanmayan da kâfir olur. (Redd-ül-muhtar s.176)


8- Hadis-i mevkuf: Sahabîye kadar söyleyen hep bildirilip, Sahabînin, (Resulullahtan işittim) demeyip, (Resulullah böyle buyurmuş) dediği hadis-i şerif.


9- Hadis-i sahih: Âdil ve hadis ilmini bilenden işitilen, müsned-i muttasıl, mütevatir ve meşhur hadis-i şerif.


10- Haber-i âhâd: Bir kimse tarafından söylenilen, müsned-i muttasıl hadis-i şerif.


11- Hadis-i muallâk: Baştan bir veya birkaç ravisi veya hiçbir ravisi belli olmayan.


12- Hadis-i kudsi: Manası Allahü teâlâdan, kelimeleri Resulullah tarafından olan.


13- Hadis-i kavi: Söyledikten sonra, bir âyet-i kerime okuduğu hadis-i şerif.


14- Hadis-i nâsih: Son zamanlarında söyledikleri hadis-i şerif.


15- Hadis-i mensuh: İlk zamanda söyleyip, sonra değiştirilen hadis-i şerif.


16- Hadis-i âmm: Bütün insanlar için söylenmiş olan hadis-i şerif.


17- Hadis-i has: Bir kimse için söylenmiş hadis-i şerif.


18- Hadis-i hasen: Bildirenler, sadık ve emin olup, fakat hafızası, anlayışı, sahih hadisleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kişilerin bildirdiği hadis-i şerif.


19- Hadis-i maktu: Söyleyenler, Tabiin-i kirama kadar bilinip, Tabiinden rivayet olunan hadis-i şerif.


20- Hadis-i şaz: Birinin, bir hadis âliminden işittim dediği hadis-i şerif.


21- Hadis-i garip: Yalnız bir kimsenin bildirdiği hadis-i sahihtir. Yahut aradakilerden birine, bir hadis âliminin muhalefet ettiği hadis-i şerif.


22- Hadis-i zayıf: Sahih ve hasen olmayandır. Ravilerden birinin hafızası, adaleti gevşek veya itikadında şüphe vardır. Bu hadise göre fazla ibadet yapılır; fakat ictihadda bunlara dayanılmaz.


23- Hadis-i muhkem: Tevile muhtaç olmayan hadis-i şerif.


24- Hadis-i müteşabih: Tevile muhtaç olan hadis-i şerif.


25- Hadis-i munfasıl: Aradaki ravilerden, birden fazlası unutulmuş olan hadis-i şerif.


26- Hadis-i müstefid: Söyleyenleri üçten çok olan hadis.


27- Hadis-i muddarib: Muhtelif yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen.


28- Hadis-i merdud: Manası olmayan ve rivayet şartlarını taşımayan söz.


29- Hadis-i müfteri: Müslüman görünen dinsizlerin uydurdukları söz.


30- Eser: Mevkuf ve maktu hadis veya dua bildiren merfu hadis.


31- Hadis-i mevdu: Bir hadis âlimine göre, hadis olma şartlarını taşımayan hadis, sadece o âlime göre mevdu, yani uydurma olur. Hadis usulü ilminde müctehid olan bir âlim, bir hadisin sahih olması için, lüzum gördüğü şartları taşımayan bir hadis için, benim mezhebimin usulünün kaidelerine göre mevdudur der. Yoksa, (Peygamber efendimizin sözü değildir) demek istemez. Yani, hadis-i şerif denilen bu sözün hadis olması, bence anlaşılmamıştır demektir. Hadis usulü ilminin başka bir müctehidi de, hadisin doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadistir, mevdu değildir diyebilir. Dört mezhep arasında ayrılık bulunması, sözlerinin yanlış olacağını göstermediği gibi, hadisler için de, böyledir. Böyle şeyler, ictihad işi olduğundan, bir müctehidin mevdu demesiyle, hakikatte mevdu olması lazım gelmez.

Seyyid Abdülkadir Geylani hazretlerinden sohbetler

 *.Abdulkâdir-i Geylânî Hazretleri buyurdular:* 


Hâdis-i Şerifte: 

“Kul işlediği günah sebebiyle bol rızıktan mahrum olur.” buyrulmuştur.

Geçiminde darlık, rızkında zorluk ve halinde

dağınıklık gördüğün zaman, bu halin Allahu Teala'nın emrini terk nefsinin hevasına uyduğundan

olduğunu bil.

Sana başkalarının eli ve dili ile saldırdığını,

zalimlerin âilene ve malina kast ettiğini gördüğünde,

Allahu Teala’nın haram ve yasaklarını işlediğini,

üzerine düşen hukuku yerine getirmediğini, dinin

hududunu aştığını bilmelisin.

Kalbinde hüzün, gam, şiddetli sıkıntı ve endişeler

toplandığı zaman, Allahu Teala'nın sana takdir ettiği

şeye itiraz üzere bulunduğunu, senin ve diğer

yaratılanlar hakkında Cenâb-ı Hakk'ın tedbirine razı

olmadığını, Hakka itimadında noksanlık olduğunu

muhakkak bilmelisin.

Sen bu hallerden birini kendinde gördüğünde

hemen o hâlini düzeltmeğe çalış ve tevbe et.

Resûlullaha Arzettim

Kilisli Mustafa Işkî efendi Mevârid-i Mecîdiyye Tarîh kitabında diyor ki:

Mekke'de 20 sene kaldım. 1831 senesinde 60 altın biriktirip, çoluk çocuk ile Medine'ye geldik. Paralar yolda bitti. Bir tanıdığıma misâfir olup, Hücre-i saadete geldim. Resûlullahtan yardım istedim. Üç gün sonra, bulunduğum eve bir bey gelerek, benim için bir ev kiraladığını söyledi. Eşyalarımı oraya taşıttı. Bir senelik kira bedelini ödedi.

Birkaç ay sonra, bir ay hasta yattım. Evde yiyecek ve satacak birşey kalmadı. Hanımın yardımı ile dama çıkıp, Ravda-i Mutahharaya karşı, sıkıntımı anlatıp yardım dilemek istedim. Ellerimi kaldırınca, dünyalık istemekten utandım. Birşey söyleyemedim. Odama indim.

Ertesi gün, bir kimse gelip dedi ki:

- Filân efendi bu altınları sana hediye gönderdi.

Keseyi aldım. Geçimimiz düzeldi ise de, hastalıktan kurtulamadım. Yardımla Hücre-i Saadet önüne gelip, Resûlullahtan şifâ istedim. Mescidden çıkıp, kimseden yardım istemeden evime yürüdüm. Eve girerken, hastalığım hiç kalmadı. Nazar değmemesi için, sokağa birkaç gün bastona dayanarak çıktım. Fakat, para yine bitmişti. Çoluk çocuğu karanlıkta bırakıp, Mescid-i Nebevîye geldim. Yatsı namazından sonra, sıkıntımı Resûlullaha arzettim. Yolda tanımadığım bir kimse yanıma gelip, elime bir kese verdi. İçinde 49 altın vardı. Mum ve lüzumlu şeyleri aldım, eve geldim.

Oğlum Muhammed Salih kundakta iken, anası hastalandı. Sütü kesildi. Çok sıkıldık. Çocuğu Hücre-i Saadete götürdüm. Perde eteğine bıraktım.

Sabah, Şerif isimli bir subay gelip dedi ki:

- Efendim! Üç aylık kızım vefât etti. Vâlidesinin sütünü kesemiyoruz. Acaba, süt anası arayan var mı?

Çocuğu gösterdim. "Çocuğu bize verirseniz, Allahü teâlânın rızası için ona süt veririz. İyi terbiye ederiz. Hanım da, buna sevinir." dedi ve çocuğu götürdü.