Tefsir nedir?

Sual: Tefsir ne demektir?

CEVAP

Tefsir, kelam-ı ilahiden murad-ı ilahiyi anlamak demektir.


Tefsir için gereken 15 ana ilimden biri (Kalb ilmi)dir. Allahü teâlânın rasih ilimli âlimlere vasıtasız olarak ihsan ettiği bu kalb ilmine Mevhibe de denir. Bir kimse diğer 14 ilmi bilse, mevhibeye sahip olmazsa tefsiri muteber olmaz. Yaptığı tefsir kendi görüşü olduğundan Cehennemde azaba düçar olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Kur’andan kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran kâfirdir!) [Mektubat-ı Rabbani]


Yani kendiliğinden verdiği mana doğru olsa bile meşru yoldan çıkarmadığı için hata olur. Verdiği mana yanlış ise imanı gider.


Kur’an-ı kerim, hiçbir dile, hatta Arapçaya bile tercüme edilemez. Her hangi bir şiirin kendi diline bile tam olarak tercümesine imkan yoktur. Hadis-i şeriflerde de durum aynıdır. Hadis kitaplarından hadis nakletmek için hadis âlimlerinden icazet almak gerekir. (Berika c.1)


Hadis-i şerifleri ve âyet-i kerimeleri, hadis kitaplarından ve Kur’an-ı kerimden değil, hakiki İslam âlimlerinin kitaplarından nakletmelidir. Mesela, (İhya’daki hadis-i şerifte) veya (Mektubat’ta bildirilen âyet-i kerimede buyuruluyor ki...) diyerek nakletmek gerekir.


Peygamber efendimiz bir gün, bir âyetin manasını Hazret-i Ebu Bekir’e anlatırken, orada bulunan Hazret-i Ömer, yapılan izahtan hiçbir şey anlamamıştır. Halbuki hadis-i şerifte (Eğer benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyuruldu. Böyle yüksek olduğu ve arabiyi çok iyi bildiği halde, Hazret-i Ömer Kur’an-ı kerimi değil, tefsirini bile anlayamadı. Kur’an-ı kerimin manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Hadis-i şerifler Kur’an-ı kerimi, mezhep imamları hadis-i şerifleri, İslam âlimleri de mezhep imamlarının sözlerini açıklamışlardır. Kur’an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğu, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağı, zekât nisabı, orucun ve haccın farzları ile hukuk bilgileri açıkça bildirilmemiştir.


Fıkıh bilgilerini, İslam âlimleri, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak nafile ibadet olur. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak caiz değildir. Zaten müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana çıkardıkları için sapıtmışlardır. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsir, okuması felaket olur. (Hadika)


Türkiye’de Kur’an tercümesi modası, Misak adında bir Ermeni tarafından başlatılmıştır. Gençlerin önüne Kur’an tercümelerini sürerek, “Öz Türkçe Kur’an okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’anı okumayınız!” demesi bu millete ihanetten başka bir şey değildir.


Kur’an-ı kerim Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla Kur’an-ı kerim tercümesi incelenmiş birbirini tutmayan hükümler görülmüştür. Bunun hakiki sebebi, naklin esas alınmayışıdır. Kur’an-ı kerimin hakiki manasını öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, şimdi burda kendi kendime düşündüm, dedim ki: Ben şimdi ölsem, ne yapacaklar beni? Önce *teneşir* tahtasına koyacaklar, yıkayacaklar, sonra da kefenleyip *kabre* koyacaklar. 


Diyelim ki, kabre girdim, oradaki böcekler, yılanlar, akrepler üzerime üşüşdüler. Kimi ısırıyor, kimi kanımı emiyor. Acıdan kıvranıyorum. 



Ben böyle düşünürken bir hadîs-i şerîf hâtırıma geldi. *Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdün Cenneti*. 

Yâni, *mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. O vakit râhatladım efendim. 


Çünkü Cennetde olan, o haşerelerin eziyetini hissetmez ki. Ben yemîn etsem ve dünyâda iken, *ben Cennete girdim ve çıkdım* desem, bana günâh olmaz efendim. Niçin? 


Çünkü Efendi hazretlerini, kabr-i şerîfine ben koydum. Efendimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? *Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. 


Ben o kabre girdim. Öyleyse ben, Cennet bahçesine girdim. Bu aklıma geldi ve râhatladım efendim. 

*****

Bir gün âilece Bursa’ya gitmişdik. *Sâim Şensöz* kardeşimizin evinde misâfir olduk. Bir akşam oturuyorduk, çay içiyorduk. 1980 senesiydi gâliba. Gazetemiz yeniydi.


Tirajımız azdı. Zannedersem 1500 kadardı. Postayla adreslere gönderiliyordu. *Enver bey* de gençti henüz, şimdiki gibi çok tanınmış değildi. Bir gece rüyâ görmüş efendim. 


Cağaloğlunda, Çatalçeşme sokakta, ikinci kattalarmış. Bir ara kapı açılmış ve *Efendi hazretleri*, bildiğimiz şekliyle, mübârek sakalı, mübârek sarığı, mübârek pardesüsü ile.


Elinde baston, içeri girmiş efendim. Enver âbi; *Yerimden bir fırladım, elini öptüm*, diyor. Mübârek, tak, tak, tak, gidip, Enver âbi’nin yerine oturmuşlar ve Enver âbi’ye dönüp; 


*Bu gazete benim, bugün burada gazete sâhipleri toplanacak, bu toplantıya ben başkanlık yapacağım. Benden sonra da sen devam edersin*, buyurmuşlar. 


Sonra kalkmışlar. Yine tak, tak, tak, yürüyüp, kapıdan çıkıp gitmişler. Ben Enver âbiye sordum, *Bu gün en meşhur gazeteci kim?* diye. Bir isim söyledi. 


Ben de kendisine; *Hepsinin saltanatı bitecek, bir gün en meşhur gazeteci, Enver Ören olacak ve Enver âbiyi şu Türkiye’de tanımayan kimse kalmıyacak*, dedim.

Rastgele kimselerden din öğrenilmez

Cennet’in en yüksek derecesi şehîdlere mi? 

Hayır. 

İslâmiyet’i yayanlara. 

Zâten şehîdler de islâmiyyet’i yaymak için şehîd oluyorlar.

 İslâmiyet’i yayanlara cennetde en yüksek derece var. 

Peygamber efendimize sormuşlar; insanların en kıymetlisi kimdir? 

İki kelimeyle cevab vermiş;

 İlm öğrenen ve öğrendiğini de öğretendir. 

Yalnız öğrenmekle olmuyor.

 Öğrendiğini de öğretecek.

 Asıl lâzım olan budur.

 Elhamdülillah biz öğretiyoruz. 

Birisine bir kitâb vermek demek, öğretmek demekdir.

 Peygamber efendimizin müjdesi bu. 

Öğrenecek ve yayacak, öğretecek. 

Nasıl yayacak, bu zemanda?

 Kitâb vermekle. 

Ne mutlu ilm öğrenene ve Allah’ın kullarına yayana. 

Ne mutlu!.. 

Emin olun ki, dîne hizmet edenler vefat edince, melekler onun cenâzesini taşırlar. 

Ehl-i sünnet yolunu, yani Peygamber efendimizin yolunu yaymak, Allahın kullarına bildirmek en büyük ibâdetdir. 

Ne mutlu ki, bir müslimâna bir kitâb verseniz, o da okusa, istifade etse, en büyük ibâdet, en büyük sevab olur buyuruluyor. 

Bize Ehl-i sünnet yolunu öğretenlerden Allah râzı olsun.


Cihâd eden, yâni birine bir kitâb veren, çok sevâb alır ve bu sevâb alma işi, kıyâmete kadar devâm eder. 

Neden? 

Çünki bir hayra vesîle olan, o hayr işlendikçe sevâb kazanır. 

Onun için kıyâmete kadar onun defterine de sevâb yazılmaya devâm eder.


Bu, çok büyük ni’metdir.

 Cenâb-ı Hak elimizden almasın kardeşim. 

Çünki bugün, yeryüzünde böyle bir arkadaş topluluğu yokdur. 

Kâinatda böyle bir hizmet yokdur, yok... 

Olsa, biz de ona iltihak ederiz, onlara dâhil oluruz, ama yok.


Allahü teâlânın bir sıfatı da, hidayete erdirici sıfatıdır. 

Bu sıfatla kim hidayet bulursa insanların hidayeti için uğraşır. 

Çünki artık o büyük bir nimete kavuşmuşdur, diğer insanların da bundan istifade etmesini ister. 

Dolayısıyla hâdî sıfatına kavuşan, hidayete eren mutlaka başkalarının da Ehl-i sünnet olması için uğraşır.

 Bu hizmeti yapmazsa ne olur? 

Nimet elinden alınır. 

Çünki orada din için, islamiyet için ne yaptın? diyecekler. 


Allahü teâlânın bir de dalâlete götürücü sıfatı vardır. 

Allahü teâlâ mülkün sahibidir. 

Neden böyle yapar sual edemeyiz. 

Sebebini O bilir. 

Bu dalâlete gidenler de hidayete erenlerin yaptıklarının tersini yapmaya çalışırlar. 

Hidayet de dalâlet de Allahü teâlânın takdiridir. 

Hidayete erecek olan kullarını bir mürşid-i kâmille karşılaştırır. 

O mıknatısın manyetik cevheri çektiği gibi, kendisine tabi olacakların hepsini çeker. 

Kendisi çeker, kitapları çeker, talebeleri çeker, ama eninde sonunda çeker. 

Sevindirici haber şudur ki; 

bu büyükleri seven şaki olmaz, yani mürted olmaz.

 Ama ezelde şeklen inanır da bunun kıymetini bilmezse mudîl sıfatı tecelli eder ve mürted olur. 

Allah korusun. 

Mürted olarak giden çok vardır. 

Çünki bu verilen hidayet sıfatının gereğini yerine getirmediği, nimetin kıymetini bilmediği için elinden gitmiştir. 

Elimize geçen bu nimetin kıymetini bilip fırsatı iyi değerlendirelim. 

Bu beden, bu îmân, bu ahlak, bu fırsat çok kıymetlidir.

 Hem îmân hem de hizmet ihsan edildi. 

Bunlardan daha büyük nimet düşünülemez. 

Elimizden gitmemesi için çalışalım.


Mahlûkâtın yaratılmasına sebep olan muhabbet sıfatıdır.


Benim ömrüm kitâb okumakla geçdi. Bu kadar okuduğum kitâbların sonunda vardığım bir netîce var efendim. 

O da şu: 

Çok kitâb okuyan, sapıtır.

 Mârifet, çok kitâb okumak değildir. 

Asıl mârifet, doğru kitâbı çok okumakdır. 

Çok şey bilmek hüner değildir, asıl hüner, hakkı bâtıldan ayırabilmekdir.


Peki, ben niye çok kitâb okudum? 

Ben, kitâblardan yeni bir şey öğrenmek için okumadım ki.

 Efendi hazretlerinden duyduklarımın vesîkasını, senedini, kaynağını aradım.

 Yoksa ben, Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. 

Başka şeyler öğrenmeye ihtiyâcım yok ki.


Bir mü’min, elini açıp da 

“yâ Rabbî!” dediği zaman,

 aynı anda Allahü teâlâ: 

“Lebbeyk kulum, söyle, ne istiyorsun?” diye cevâb verir.

 Bu, ne şerefdir kardeşim...

 Allahü teâlâ, bir kuluna cevâb veriyor. 

Söyle kulum, ne istiyorsun? diyor.


Gene efendim, bir mü’min, bir mü’min kardeşinin arkasından ona duâ etse, muhakkak kabul olur. 

Niçin? 

Çünki o duâ etdiği zaman, melekler bu duâya“âmîn, âmin” derler. 

Melekler günâhsız olduğu için, bu duâ da kabul olur efendim.


Din ilmi, ehl-i sünnet bilgileri, “mürşid-i kâmil”den öğrenilir kardeşim, kitâbdan öğrenilmez. 

Niye kitâbdan öğrenilmez?

 Çünki kitâblarda, hak-bâtıl karışıkdır, çeşitli rivâyetler vardır. 

Hangisi doğru? Herkes bunu anlıyamaz. Bunu ancak mürşid-i kâmiller anlar.


Yâni din, mürşid-i kâmilden öğrenilir, kendisi yoksa, kitâblarından öğrenilir.

 Rastgele kimselerden din öğrenilmez. 

Çünki hadîs-i şerîf var.

 Meâlen“İslâmiyyeti, büyük âlimlerin ağızlarından alınız”buyuruluyor. 

Yâni onların sohbetlerinden veyâ kitâblarından öğreniniz.


🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹

       *Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi teâlâ aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm, ilk sohbetde *Müctehid* olurlardı. Yâni dereceleri, bütün Evliyânın üstünde olurdu. Çünkü nefsleri *Îmân* ederdi. 


*Nefs* îmân edince, *Kalb* ile birleşir ve terakkîleri çabuk olurdu. Ama huy, kolay değişmez. 


Çünkü huy, doğarken insanın hücrelerinde, genlerinde vardır. *Can çıkar, huy çıkmaz*, derler ya, bunun mânâsı, huy değişmez değil. Huy değişir, ama çok zor değişir. 


Tasavvuf, bunun için vardır zâten. Can çıkmadan, önce *Huy* bedeni terk eder, sonra *Can* çıkar. 


İyi huylu olmak çok zordur. Peygamber aleyhisselâmın en büyük mûcizesi, *Kur'ân-ı kerîm* idi, ondan sonra *Güzel huylu* olmasıydı. Güzel ahlâk yâni. 


Nitekim kendisi; *Ben size, güzel ahlâkı anlatmak için geldim*, buyuruyor. 


Yine Efendimiz aleyhisselâm; *Üç kişinin Cennete gireceğine ben kefîlim*, buyurmuş. 


Birincisi, şaka için de olsa, yalan söylemiyen. İkincisi, din kardeşinin kalbi kırılır diye korkup, münâkaşa yapmıyan ve sen haklısın diyen. Üçüncüsü de, güzel ahlâklı olan. 

*****

Peygamber aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *İyş mâ şi’te, fe inneke meyyitün*. Ne demek bu? Yâni ne iş yaparsan yap, bir gün öleceksin. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bâzan; *Aranızda misâfirim, bu günlerin kıymetini iyi bilin, yoksa çok ararsınız*, buyururdu. 


Ölüm hak kardeşim. Eûzü billâhi mineş şeytân irracîm. *Küllü nefsin zâikat-ül mevt*. Yâni Allahü teâlâ; Herkes, ölümün acısını tadacaktır, buyuruyor. 


Size, mutlak olan birşey söylüyorum: Âhiret hayâtı, dünyâ hayâtından daha Râhat, daha Huzûrlu, daha İyi’dir. Sakın ola ki ölümden korkmayın. 


*Ölüm*; evin bir odasından diğer odasına geçmek gibidir. Müslümânlar, son nefesde Peygamber Efendimizi aleyhisselâm görerek ve Cennet hayâtını seyrederek, ölüm acısını hiç duymıyacaklar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir savcı, *Üç* tâne *Suâl* hâzırlamış, *Efendi* hazretlerine soracakmış. Ehibbâdan Hâlid efendi ile Bâyezid’de buluşup, Eyüp Sultâna gideceklermiş. Savcı câmiye gitmediğinden, kahvede buluşmuşlar. 


Hâlid efendi demiş ki: *Efendi hazretlerinin câmide sohbeti var, Onu dinleyip, sonra berâber yanına gideriz*. Hâlid efendinin zoruyla, savcı câmiye girmiş. Efendi hazretleri de sohbete başlamış.


Ve o sohbetin içinde, savcının bütün suâllerine de bir bir cevap vermiş efendim. Çıkdıkdan sonra, savcı; *Gitmemize lüzûm kalmadı, bütün suâllerimin cevâbını tek tek aldım ve tatmîn oldum*, demiş. 

*****

Eyüp Sultân’da, *Hüseyin efendi* diye meşhur bir *Şeyh* vardı. Efendi hazretleri oraya gelince, bu Hüseyin efendi merâk etmiş. Kendi kendine;


*Benden büyük şeyh olur mu? Kimmiş bu Vanlı Hoca, gidip bir göreyim*, demiş. Efendi hazretlerinin yanına cübbeyle, sarıkla gelmiş, kendini tanıtmış. 


Efendi hazretleri, *Buyurun!* deyip, yanına oturtmuşlar. Herkes bir geri kaymış. Hüseyin efendi kendi kendine; *Kıymetimi bildi, yanına oturttu*, demiş. 


Fakat biri dahâ gelince, onu da yanına oturtmuş. Hüseyin efendi de dâhil, herkes bir geri kaymış. Her gelen, Efendi hazretlerinin yanına oturduğundan, Hüseyin efendi kendini kapının eşiğinde bulmuş. 


Fakat sohbeti dinleyince herşeyi anlamış efendim. Ertesi gün cübbeyi, sarığı çıkarmış, Efendi hazretlerine gelmiş. Efendi hazretleri; *Hüseyin Efendi sen misin, niçin geldin?* diye sormuş. 


Hüseyin Efendi; Efendim, ben kendimi *şeyh* zannederdim. Meğer ben, *Eşşeyh* değil, *Eşşek*’mişim, size kul köle olmağa geldim, demiş ve o gün dergâhta hizmete başlamış. 


Hanımına ve kayınvâlidesine de; *Siz de gelin, dergâhda bulaşık-çamaşır yıkayın*, dermiş. Biz onları, orada hizmet ederken gördük efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyn Hilmî Bin Sâ'îd-î İslâmbôlî Hazretleri buyuruyor ki:

 

Allahü teâlâ, (Derd-ü belâ) yı ve (Hastalığı) sevdiği kullarına verir kardeşim. Hazret-i Alî radıyallahü anh ne buyurmuş? (El mü’minü beleviyyûn). Ne demek bu?

 

Yâni mü’min, (Belâ) dan ve (Üzüntü) den kurtulamaz. Çünkü mü’min olmanın alâmeti, (Keder) li olmakdır, (Üzüntü) lü olmakdır. El mü’minü beleviyyûn, bu demek. 

 

Peygamber aleyhisselâm, birgün Eshâb-ı kirâmla bir yere gidiyorlardı. (Hava) da çok (Sıcak) dı, (Güneş) heryeri kavuruyordu. 

 

Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamber aleyhisselâmın mübârek başının üzerine bir (Örtü) koymak istedi, hani (Güneş) den korumak için. 

 

Ama Efendimiz aleyhisselâm bunu (Kabûl) etmediler. Niçin kabul etmediyer? (Farklı) muâmele olmasın diye. 

● ● ● 

(Sevme) nin üç alâmeti vardır. Birincisi, sevdiğini kim seviyorsa, onu da (Sever). Kim sevmiyorsa, onu da (Sevmez). Bu, sevenin elinde değildir. Kendiliğinden olur. 

 

İkincisi; insan, sevdiğine (İtâat) eder. İtâat varsa, (Seviyor) demekdir. Yoksa, (Sevmiyor) dur. Bu da, insanın elinde değildir. 

 

(Sevgi) nin üçüncü alâmeti de, hep (Sevgili) den bahsetmek ister. Bu da sevenin elinde değildir. 

 

İki mü’min, (Sevgi) le, (Muhabbet) le bir araya gelseler, muhakkak birinden diğerine (Feyz) akar. Hiç bir şey konuşmasalar bile.

 

Sâdece birbirlerinin yüzüne (Sevgi) ile baksalar, (Kalp) leri arasında bir hareket başlar. Hangisinin (İhlâsı) daha çoksa, onun kalbinden öbürünün kalbine (Feyz) akar. 

 

Feyz, (Nûr) demekdir. Bu, onların ellerinde değildir. Haberleri olmadan bu münâsebet kurulur. (Sahâbî) ler, henüz ilk sohbetde (Müctehid) olurlardı. 

 

Yâni dereceleri, bütün (Evliyâ) nın üstünde olurdu. Çünkü onların nefsleri (Îmân) ederdi.

Hüzün ikidir

 İbrahim Edhem rahmetullahi aleyh şöyle buyurdu:

Hüzün ikidir:

Biri senin lehinedir,

Diğeri ise senin aleyhinedir.

● Senin lehine olan hüzün senin ahiret ve onun hayrı için üzülmendir.

● Senin aleyhine olan hüzün, senin dünya ve zineti için üzülmendir.


[İbn Ebi'd-Dunya, el-Hemm Ve'l-Huzn no: 31]

VELÎ SULTÂN

 “(Hilmî Bey “rahmetullahi teala aleyh” hocamız anlattılar)

Geçende bize yaşlı emekli bir polis geldi.

-Hilmî Beyciğim, sizi gerçek bir mü’min bildiğim için, târihî bir vak’ânın unutulmaması düşüncesiyle size geldim,

deyip, başından geçeni anlatmağa başladı:

“Sultan Abdülhamîd Hân (rahmetullahi teala aleyh), Selânik’ten Beylerbeyi Sarayı’na getirilip, ikâme ettirilince, onu dışarıdan koruma vazîfesi benimle bir polis arkadaşıma da verildi. Birimiz gece, birimiz gündüz nöbet tutuyor, yattığı alt katın kuzeyindeki odanın önünde, sağa sola, denize, karaya doğru volta atıyorduk. 

Bir gece nöbet sırası bende idi. Harb yıllarının bütün sıkıntısını yaşıyorduk. Üç aydır maaş alamamıştık. Evde dört-beş çocuğumu ve gece doğuracak halde hâmile hanımımı bıraktım geldim. Çocuğum doğacak, hanımımın yanında değilim, olsam da bir mum alacak param yok, ne olur böyle yaşamaktan, bunu daha kaldıramam. En iyisi sabahleyin nöbeti arkadaşa devr edince, şurada selamlığın yanından kendimi boğaza atıp, öleyim de kurtulayım, dayanamıyorum, gibi düşüncelerle sahanlıkta volta atıyordum.

Birden pencere açıldı ve sâbık sultanın okşayıcı babacan sesi kulağıma geldi:

“Evlat! Bir dakika bakar mısın?”

dedi. Koştum, pencerenin altına geldim. Mübâlağa etmiyorum, aynen söylediği sözleri söylüyorum. Buyurdu ki;

“Evlâdım! Şu keseyi al. Belki paraya ihtiyacın olur, belki çocuklarına lazım olur. Belki hanımın doğum yapar, ona lazım olur. Biraz önce, volta atarken olan düşüncelerinden vazgeç!”

Keseyi aldım, teşekkür edip, “peki” dedim. O da pencereyi kapadı ve o gönül gözü açık sultan kendi âlemine, ben de nöbet vazîfeme devam ettim.”


(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 233-234)

...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimizin aleyhissalâtü vesselâm Medîne’yi teşrîfleri sırasında Medîneli kadınlar, kendisini *Def* çalarak bekliyorlardı. 


Efendimiz, hazret-i Ebû Bekr ile, Medîne’nin biraz ilerisinde, bir ağaç altında dinleniyorlardı. Bunu öğrenip, def çalarak, *Şiir*’ler okuyarak oraya koşdular. 


Biri, biraz *Yaşlı*’ca, diğeri daha *Genç* idi. Medîneliler, Peygamber Efendimizin daha yaşlı olduğunu bildikleri için, hep yaşlı görünene hitâb ediyor, Ona hürmet gösteriyorlardı. 


Biraz sonra güneş çıkıp da, üzerlerine gelince iş değişdi. Şöyle ki, *Yaşlı* görünen hemen fırlayıp kalkdı ve *Genç* görünene hizmet etdi. Güneşden râhatsız olmasın diye Ona gölgelik yapdı. 


Medîneliler anladılar ki, *Genç* görünen, Peygamber Efendimizdir. Aslında Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, hazret-i Ebû Bekr’den radıyallahü anh daha *Yaşlı* idi. 


Ama mûcize olarak, Efendimiz kimin yanında olursa olsun, ondan daha *Genç* ve daha *Dinç* görünürdü. 

*****

Peygamber Efendimiz aleyhisselâm, ölüm hastalığında ağlıyordu. Niçin ağladığını sordular. *Harb meydanında ölmediğime ağlıyorum*, buyurdu. 


Fakat Peygamber Efendimiz de aleyhisselâm şehîd olmuşdur. Çünkü ölüm hastalığında; *O yehûdî kadının verdiği zehirin te’sîriyle, ebher damarım kopmak üzeredir*, buyurdular. 


Daha önceleri, bir yehûdî kadın, Efendimize zehirli et vermişdi. Efendimiz eti çiğnerken, et dile gelip; *Yâ Resûlallah! Ben zehirliyim, beni yemeyin!* dedi. Peygamber Efendimiz hemen eti çıkardılar.


Ve Eshâb-ı kirâma, *Siz de yemeyin!* buyurdular. Fakat bir genç, yutmuş bulundu. Bünyesi de zaîfmiş ki, hemen orada vefât etdi. Sahâbe, yehûdî kadına; *Niye böyle yapdın?* diye soruyorlar.


Kadın da cevap verip; *Eğer yalancıysa, bütün insanları ondan kurtarmış olurum. Eğer doğru söylüyorsa, Allah Ona bildirir ve yemez. Ben de îmân ederim dedim*, diyor.


Ve kelime-i şehâdeti söyleyip müslümân oluyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biraz mürekkep yalamış bir adam, bir Evliyâyı ziyârete gitmiş. Yolda giderken de kendi kendine; *Buna Allah adamı diyorlar, bakalım nasıl biri?* demiş. 


O zâtın köyüne varmış. Evini bulup kapısını çalmış. *Kabûl ederseniz, misâfir geldim*, demiş. Oturup konuşmuşlar. Akşam namazı vakti gelince de, namazı cemâatle kılmışlar. 


Ev sâhibi imâm olmuş. Adam, onun okuyuşunu dinleyince, içinden; *Buna evliyâ diyorlar. Bu daha Fâtiha’yı bile doğru dürüst okuyamıyor*, diye düşünmüş. 


Sabahleyin namâza kalkdıklarında, köylerde *Çeşme* dışarıda olur. Abdest almağa dışarı çıkınca, bir de bakmış, çeşmenin başında koca bir *Aslan* var.


Nerdeyse adama saldıracak. Adam, korkusundan içeri kaçmış ve ev sâhibine; *Sakın dışarı çıkma, çeşmenin başında bir aslan var*, demiş. 


Ev sâhibi kapıyı açıp, aslana bir kızmış, bir bağırmış; *Sen, benim misâfirimi nasıl korkutursun? Çabuk git buradan!* demiş. 


Aslan, yelelerini sürüyerek, *Hürmet* ve *Saygı* ile geri geri gitmiş ve oradan uzaklaşmış. Misâfir şaşırmış tabii. İçinden; *Allah Alllah! Nasıl olur, aslan insandan korkar mı, aklım almıyor*, demiş. 


Bu Velî zât, o adamın kulağına eğilmiş. *Bizim Fâtihamızla uğraşacağına, biraz adam ol*, buyurmuş. 


Sonra da; *Bir kimse Allah’dan korkarsa, bütün mahlûklar da ondan korkar. Allaha itâat etdiği kadar mahlûklar da ona itâat ederler*, buyurmuş. 


Allahü teâlâ, meâlen: *Kullarımın arasında benden en çok korkanlar, beni en iyi tanıyanlardır*, buyuruyor. Ancak korkmanın temelinde *muhabbet* vardır, *sevgi* vardır. 


Evet, seven korkar. Ama niçin korkar? Kötülük yapar diye mi? Hayır. Onu *üzerim*, *incitirim* diye korkar. 


Meselâ bir talebe, hocasından korkar. Niçin? Bir hatâ yaparım, yanlış bir iş yaparım da hocam *Üzülür*, *kırılır* diye korkar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Efendi hazretlerine biz acırdık kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.