Göğsümde ruhum kan ağlıyor

 Zî-hicr-i dositân hûn şüd derûn-i sîne cân-ı men,

Firâk-ı hem-nişînân suht mağz-ı istehân-ı men.

[Sevdiklerimden ayrı kaldığım için, göğsümde rûhum kan ağlıyor.

Birlikde oturduklarımın ayrılığı, kemiklerimin iliğini yakıyor.] 

İki şey vardır ki göz bu iki şey için ne kadar kan ağlasa yeridir

 *İki şey* var ki, bu iki şeye, göz ne kadar çok *Ağlasa*, yeridir. Nedir bu iki şey? Biri, *Firkat-i şebâb*, öbürü, *Firkat-i ahbâb*. Ne demek bunlar?


Yâni *Gençlik*’den ayrılmak ve *Dostlar*’dan ayrılmak. Bu iki şeye, *Göz* ne kadar *Kan* ağlasa yeridir, Gençlik gidince, bir daha geri gelmez. 


*Ahbap*’dan, yâni din *Kardeş*’inden ayrılmak da öyle. Bu söz, tam *Bana göre* kardeşim. Hem *Gençlik*’den ayrıldım, hem de *Abdülhakîm* Efendi hazretlerinden ayrıldım.


(Hüseyin Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hepimiz *(Hizmet)* ediyoruz. Bu, ne büyük *(Ni’met)* dir kardeşim. Eshâb-ı kirâmın *(Vazîfe)* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *(Yüksek)* dir?


Niçin çok *(Şeref)* lidir? Çünkü hepsi *(İslâm)* yolunda çalışdılar. İslâmı *(Yaymak)* için uğraşdılar. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Tâ *(Mekke)* den, *(Medîne)* den kalkdılar, İstanbula kadar geldiler. Meselâ, *(Eyüp Sultân)* hazretleri. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Niçin? Allahın dînini *(Yaymak)* için. Elhamdülillah, biz de Allahü teâlânın *(Dîni)* ni yaymak için uğraşıyoruz kardeşim. 


Allah da bize *(Yardım)* ediyor. Şimdi evde bir kaç *(Mektup)* okudum, amân ne yalvarıyorlar, ne çok *(Duâ)* ediyorlar. Niçin? *(Kitap)* gönderdiğimiz için 


Fakat, biz *(Hizmet)* ediyoruz diye *(Mağrûr)* olmıyalım, gururlanmıyalım. Rabbimiz bize *(Nasîb)* ediyor, *(Yardım)* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Bütün *(Dünyâ)* bizim kitapları *(Yaymak)* da yarışıyorlar. İşte bütün bunları *(Allah)* yapıyor kardeşim. Bir gün Efendi hazretleri ile oturuyorduk. 


Bir şey anlatmıyorlardı. İçimden; “Bâri ben konuşayım” dedim.Üniversitede talebeydim o vakit, *(Efendim, Cemel vak’asındaki hâdiseler çok üzücü)* dedim. 


Efendi hazretleri birden ciddîleşdi. Ve bana dönüp; *(Sen de mi müctehid oldun? Daha neler söyliyeceksin?)* buyurdu.


Ve ardından; *(Bizler hâzır olsak, hesâba katılmayız, gâib olsak aranmayız)* diyerek, kendini de dâhil etdi. 


Merhametinden beni kovmadı efendim. *(Git, bir daha gelme!)* deseydi ben ne yapardım?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cennetin en yüksek derecesi, *(Şehîd)* lere mi verilir? Hayır, islâmiyeti *(Yayan)* lara verilir. Zâten şehîdler de islâmiyeti *(Yaymak)* için şehîd oluyorlar. 


İslâmiyeti yayanlara *(Cennet)* de en yüksek derece var. Peygamber aleyhisselâma sormuşlar; *(İnsanların en kıymetlisi kimdir?)* diye. 


İki kelime ile cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: *(Men teallemel ilme ve allemehû.)* Ne demek bu?


Yâni, ilim *(Öğrenen)* ve öğrendiğini başkalarına *(Öğreten)* dir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de *(Öğretecek)*. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *(Kitap)* vermek demek, *(Öğretmek)* demekdir işte. Peygamber Efendimizin *(Müjde)* si bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *(Kitap)* vermekle. Ne *(Mutlu)* ilim öğrenene ve Allahın kullarına *(Yayana)*. 


Allahü teâlânın kullarına, hem de bütün dünyâya *(İslâmiyeti)* öğretmek için, Allahü teâlâ bizi *(Vâsıta)* kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *(Paket)* yaparız, kimimiz *(Yazar)* ız, kimimiz postâneye *(Götürürüz)*, kimimiz de *(Taşırız)*. İslâmiyetin koruyucusu, *(Osmânlı)* lar ve *(Nakşî)* lerdir. 


İslâm düşmanları bunu bildikleri için, en çok bu *(İki)* sine saldırıyorlar. İslâmiyeti *(Yok)* etmeye uğraşıyorlar. İslâmiyet, Allahü teâlânın *(Emir)* leri ve *(Yasak)* larıdır. 


*(Evliyâ)* deyince, aklınıza ne geliyor? Bir anda çeşidli yerlere *(Gitme)* si, su üzerinde *(Yürüme)* si gibi şeyler mi? 


Hayır, bu gibi şeyler, *(Şeytân)* ın işleridir. Şeytân da yapıyor böyle şeyleri. *(Evliyâ)* demek; Allahın *(Dostu)*, Allahın sevdiği *(Kulu)* demekdir. 


Efendi hazretleri buyurdu ki: Bu zamanda *(Îmânı)* olan, *(Harâm)* dan sakınan, ibâdetlerini ihlâsla *(Yapan)*, evliyâdır. Yâni Allahü teâlânın sevdiği kuldur

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(İslâmiyet)*, iki kelimeyle özetlenebilir. Bu iki kelime, *(Evet)* ve *(Hayır)* dır. Ama bunun için de *(İlim)* lâzım, yâni *(Bilmek)* lâzım. Nerede [evet] diyecek, nerede [hayır] diyecek? 


Bunu **(İyi)* bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. Bunu, ancak *(Allah dostları)* yâni *(Evliyâ zâtlar)* bilir. Meselâ *(Evet)* denecek yerde [hayır] derse, yanar efendim. 


Yine Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Peygamber Efendimize *(Evet)* yerine [Hayır] deseydi, *(Ebû Cehil)* den daha *(Tehlike)* li olurdu. 


Yâhut da Ebû Cehil, *(Hayır)* diyeceğine, [Evet] deseydi, Hazret-i Ömer’den daha *(Üstün)* olurdu. Bu iş *(Nasip)* meselesidir kardeşim. 


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, Resûlullah Efendimizden *(Mûcize)* beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna *(İhtiyaç)* ları yokdu. 


Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *(Sohbet)* inde bulunmakla *(Şeref)* lendiler. Hiçbir şey, sohbet gibi *(Kıymetli)* olamaz. 


O *(Sohbet)* de bulunmakdan daha büyük *(Kerâmet)* yokdur. Bunu, Mektûbât bildiriyor. Evliyânın *(Sohbet)* inden istifâde etmenin de şartları var. 


Nedir onlar? Önce, o zâta karşı *(Edeb)* li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *(Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.)* 


Sonra o büyüklerden *(Kerâmet)* beklemiyecek. Biz kazandıklarımızı, *(Efendi)* hazretlerine olan *(Edeb)* imiz sâyesinde kazandık. 


Efendi hazretleri çok *(Sevimli)* idi. Ama çok da *(Heybet)* liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık. Bu *(Büyük)* lerin her [zerre] si, her [hücre] si Allahü teâlâyı *(Zikr)* eder. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: *(Hak gelirse, bâtıl gider)*. Hakkın gelmesi için de gayret lâzım, yorulmak lâzım, üzülmek lâzım, ağlamak lâzım. 


Osmânlılar, *(Viyana)* ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara *(Hak)* gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar *(İslâmiyet)* le şereflenemezdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ölürken, para demek istiyorsan, şimdiden *(Para)* de! Ama ölürken Allah demek istiyorsan, şimdiden *(Allah)* de. Allah, *(Mü’min)* leri seviyor ve *(Sevdiği)* ni de bildiriyor. 


O severken biz *(Nasıl)* sevmeyiz. O hâlde birbirimizi seveceğiz kardeşim. Bu *(Ni’met)* in devâmı, birbirimizi çok *(Sevme)* ye bağlı. Yoksa Allahın *(Gücü)* ne gider. 


Diyeceksiniz ki; (Ama efendim, o bana şöyle şöyle söyledi). Söylesin, o senin *(Din)* kardeşin. Sen onu, *(Allah)* için sev, *(Nefs)* in için değil. 


O, *(Mü’min)* çünkü. Yâni Rabbimin *(Evliyâ)* sı. Cenâb-ı Hak, onu seçmiş, sevmiş, ona *(Îmân)* nasîb etmiş. Böyle kimse *(Sevilmez)* mi? 


Hastalıkda *(Şifâ)* vardır. Ama hakîkî hastalık, *(Kalp)* hastalığıdır, beden hastalığı değil. Beden hastalığı o kadar *(Mühim)* değil. 


Asıl mühim olan, *(Kalp)* hastalığıdır, *(Gönül)* hastalığıdır. Çünkü kalbin hastalığı tedâvî olmazsa, karşılığı Cehennemdir, yâni *(Ateş)* dir. 


Yârın âhirette *(Ateş)* le temizlenecek. Kalbin tedâvîsi eğer dünyâda yapılmazsa, *(Âhirete)* kalırsa, onun telâfîsi ve tedâvîsi *(Ateş)* dir. 


Cehennem *(Ateşi)* dir. Onun için bedene gelen her hastalık, kalbe *(Şifâ)* verir. 

● ● ●

Birgün Fâtih câmiinden geliyordum. Eski bir arkadaşıma rastladım. Bana dedi ki: *(Hilmi, ben bir şey duydum, doğru mu acabâ?)* Ne duydun? dedim. O da dedi ki:


Ben kelime-i tevhîd söylüyorum. Fakat biri bana dedi ki: *(Bu zikrin, seni Allahın sevgisine kuvuşdurması için, bir büyükden izin alman lâzım.)* 


Böyle bir şey var mı? dedi. Ben de ona dedim ki: Doğru söylemiş. Bütün kitaplar diyor ki, insan *(Kelime-i tevhîdi)* söylerse, çok *(Sevap)* alır. 


Ama *(İzin)* li söylerse, hem çok *(Sevap)* alır, hem de Allahın *(Sevgi)* sine kavuşur. Böyle dedim.


Ayrıca, Efendi hazretlerinin *(Zikr)* le ilgili bir *(Mektûbu)* var ya, işte o mektûbu okursanız, Efendi hazretleri, size *(İzin)* vermiş olur, dedim.

ŞERÎF KAYACAN anlatıyor

ŞERÎF KAYACAN anlatıyor:

(Seyyid Münir amca bir def’asında dedi ki: “Babamın [Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin] çorbasından abim birkaç kaşık aldı. Ziyâ beğ bir kaşık aldı. Hâlid beğ bir kaşık aldı. Kalanı da Hilmi abi [=Hüseyin Hilmi Işık] başına dikip içdi. Babamdan hakkıyla ençok o istifâde etmişdir” dedi ve elleriyle çorba kâsesini başına dikme hareketi yapdı.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Enver)* bey bana anlatdı. Birgün, bâzı *(Zengin)* lerin iftârındaymış. On-onbeş kişi varmış. Biri kalkmış, Enver beye demiş ki: 


Sayın Ören, filân hoca diyor ki: *(Namaz beş vakit değildir, üç vakitdir. Kur’ân-ı kerîmde beş vakit diye geçmiyor.)* Siz ne diyorsunuz bu konuda?


Enver bey birden *(Sinir)* lenmiş, vücûdunu *(Öfke)* basmış, rengi gitmiş. Sonunda cevap verip; *(Kur’ân-ı kerîm, o adama mı nâzil oldu?)* demiş. 


*(Kur’ân-ı kerîm)* Peygamber aleyhisselâma *(İnmiş)* dir. Muhâtap Odur. O anlamadı da, bu *(Adam)* mı anladı? demiş. 


O böyle söyleyince; *(Tamam tamam, doğru söylüyorsun, iftâr vakti sinirlenme!)* demişler. 

● ● ● 

*(Râbia-i Adviyye)* rahmetullahi aleyhâ hazretleri bir gün *(Hasta)* olmuş. Yanındakiler kendisine; 


*(Anacığım, siz her gelene duâ ediyorsunuz, onlar da şifâ buluyorlar. Bir de kendinize duâ etseniz)* diyorlar. Mübârek şöyle cevap veriyor: 


Size, sevdiğiniz biri, bir *(Hediye)* gönderse, siz onu kabûl etmeyip *(Geri)* gönderseniz, *(Yakışır)* mı? O kimsenin gücüne *(Gitmez)* mi? diyor. 


Rabbim bana bir hediye göndermiş. Ben; *(Yâ Rabbî, ben bu hediyeni beğenmedim, al sen bunu geriye!)* dersem, uygun olur mu? diyor. 

● ● ● 

Âhirette, *(Beş)* yerdeki *(İmtihânı)* başarıyla vermiyen bir insan, nasıl *(Yatar)*, nasıl *(Uyur)* kardeşim? 


Hepimiz bu *(İmtihân)* lara gireceğiz. Bundan *(Kaçış)* yok. Bunlardan biri de *(Ölüm)* imtihânı. 


Ölürken, *(Amân doktor!)* mu diyeceğiz? yoksa *(Allah)* mı diyeceğiz? Öyleyse, ölürken ne söylemek istiyorsak, şimdiden *(Onu)* söyliyelim efendim.

Tekkeler cahillerin eline düştü

Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. 

Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. 


Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak 

“Dine hurafeler karışmıştır, İslam dini bozulmuştur” dediler. 


Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır.

Dini bilmemek, anlamamaktır. 


Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i Sünnet alimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup iyi anlayabilmek ve anladığını da yapabilmek lazımdır. 


Böyle bir alim bulunmazsa, din düşmanları meydanı boş bulup, din adamı şekline girerler. 

Vaazları ile kitabları ile gençlerin imanını çalmağa saldırarak, millet ve memleketi felakete götürürler.


(Esseyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruh")

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim arkadaşlar, *(Sevgi)* ve *(Muhabbet)* le bir araya geldiği zaman, hiç konuşmasalar da, açıp bir *(Kitap)* okumasalar da, dînî *(Sohbet)* etmeseler de.


Hattâ başka *(Şey)* lerden konuşsalar da, gene birbirlerinden *(Feyz)* alırlar. Bu, ellerinde değildir. *(Kalp)* leri arasında kendiliğinden bir *(Akım)* başlar. 


Bileşik kaplar usûlü, kalpden kalbe *(Feyz)* akar. *(İhlâsı)* fazla olanın *(Kalb)* inden, diğerlerine akar. Tâ ki *(Eşit)* leninceye kadar. 


*(Feyz)*, sevgi demekdir. *(Allah)* sevgisi, *(Resûlullah)* sevgisi demekdir. Sûre-i Bekara’da Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: 


İnsanlar, âhiretde şeytânın yakasına yapışacaklar ve; *(Ey mel’ûn, biz senin yüzünden bu Cehennemde yanıyoruz!)* diyecekler. 


O da, onlara cevap verip; Siz, beni gördünüz mü? Hayır. Siz dünyâda *(Ezân)* sesini duyardınız, *(Câmi)* ye gitmezdiniz. 


Size, islâmiyeti anlatan *(Kitap)* verirlerdi, siz *(Kabûl)* etmezdiniz. Şimdi gelmiş, beni *(Suçluyor)* sunuz, diyecek. 


Kur’ân-ı kerîmin tefsîri, *(İlmihâl)* dir, *(Fıkh)* dır kardeşim. Bu bozuk *(Fırka)* lar, hep Kur’ân-ı kerîmin yanlış *(Tefsîr)* inden çıkmışdır. 


Efendimiz aleyhisselâm; *(Men fesseral kur’âne bi re’yihî, fekad kefere)* buyuruyor. 


Yâni, kim Kur’ân-ı kerîmi, kendi kafasına göre *(Tefsîr)* etmeye kalkarsa, *(Kâfir)* olur. O, *(Âlim)* lerin işidir, *(Bizim)* işimiz değil. 


*(İlk)* müfessir, Peygamber Efendimizdir. İlk *(Müfessir)* Odur. Peki, nasıl tefsîr etmiş? 


Hadîs-i şerîfleriyle, *(Yaşayış)* ıyla, *(Konuşma)* sıyla, *(Anlatma)* sıyla, her *(Hâli)* yle. Kur’ân-ı kerîmi O anlatdı bize. 


Çünkü O, *(İslâmiyet)* in tâ kendisiydi, *(Yaşıyan)* şekliydi. O, *(Eshâb-ı kirâma)* öğretdi. Eshâb-ı kirâm da *(Âlimlere)* öğretdi, mezheb imâmlarına öğretdi. Bu iş bitdi.

Nûreddîn Mahmûd Zengi

Selçuklu atabeglerinden. Künyesi Ebü’l-Kâsım Mahmûd bin İmâdeddîn Zengi’dir. 1118’de Haleb’de doğdu. Musul ve Haleb Atabegi İmâmeddîn Zengi’nin oğludur. İyi bir eğitim ve öğretim görerek, İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Gençliğinden îtibâren babasının seferlerine katılarak kumandanlık vasıflarını geliştirdi.


Babası İmâmeddîn Zengi’nin 1146’da öldürülmesinden sonra Musul Atabegliği oğullarından Seyfeddîn Gâzi ile Nûreddîn Mahmûd arasında paylaşıldı. Seyfeddîn Gâzi Musul merkez olmak üzere Fırat Nehri’nin doğusunda kalan yerleri alırken, Nûreddîn Haleb merkez olmak üzere Fırat Nehrinin batısında kalan yerleri aldı.


Bu sırada Zengi’nin ölümünü fırsat bilen Haçlı liderlerinden İkinci Joscelin, bir kısım Hıristiyan halkla anlaşarak Urfa’yı ele geçirmeye muvaffak oldu. Nûreddîn Mahmûd bu haberi duyunca süratle gelerek kaleyi tekrar ele geçirdi. İhânet eden Hıristiyanları cezâlandırdı. Haleb bölgesine hâkim olup, Hıristiyanların elindeki Keferlâsa ve Artak’ı aldı.


1148’de Seyfeddîn Gâzi Musul’da vefât edince bâzı komutanlar Nûreddîn’in atabeg olmasını istediler. Fakat Kutbüddîn Mevdûd atabeg oldu.


Sincar Vâlisi Nûreddîn’i dâvet ederek şehri teslim edince, Mevdûd ordusuyla harekete geçti. Fakat iki kardeş arasındaki anlaşmazlık barış ile netîcelendi. Nûreddîn Humus ve Rakka’yı alıp Sincar’ı kardeşine verdi (1149).


Haçlılarla Mücadele Etti


Bu târihten îtibâren iki kardeş Haçlılara karşı Müslümanları birleştirmek için çalıştı. Nûreddîn, Antakya topraklarını zapt etti. Harim civârını yağmalatıp, İnnib Kalesini kuşattı. Sıra ile Harim’i ve Fâmiye Kalesini aldı. Mevdûd da Nûreddîn’in bu muhârebesine katıldı. 1153’de Hıristiyanlardan Askalan’ı aldı. Askalan’ı kaybeden Hıristiyanların Şam’a yönelmeleri üzerine Şam’ı Emir Mucirüddîn’den alarak kendi toprakları arasına kattı (1154). Esediddîn Şirkûh’u Şam vâlisi yaptı ve Haçlıların saldırılarını bertaraf etti. Sonra Mısır işleriyle alâkadar olmaya başlayan Nûreddîn Zengi Şirkûh ve yeğeni Selâhaddîn Eyyûbî’yi Mısır’a gönderdi. 1164 yılında Harim’i yeniden Haçlılardan aldı. 1169 yılında Şirkûh Mısır’da hâkimiyeti ele geçirdi. Selâhaddîn Eyyûbî, Nûreddîn Zengi’nin emriyle 1171 yılında Fâtımîleri tamâmen ortadan kaldırdı.


Selahattin Eyyübiyi Yetiştirdi


1173 yılında Anadolu’ya giren Nûreddîn Zengi, İkinci Kılıç Arslan’a âit bâzı kasabaları ele geçirdi. Bu esnâda Bağdad Abbâsî halîfesi kendisine Musul, Elcezire, İrbil, Hilât, Sûriye, Mısır ve Konya hükümdârlığını tasdik ettiğini belirten bir menşûr verdi. Fakat çok geçmeden Sultan Nûreddîn Zengi, Şam’da vefât etti (1174). Kendi yaptırdığı Nûriye Medresesine defnedildi.

1147-1149 yılları arasında gerçekleşen İkinci Haçlı Seferlerini netîcesiz bırakan İslâm kahramanlarından biri olan Nûreddîn Zengi, kurduğu eğitim kurumları, sosyal tesisler ve yaptığı îmâr faaliyetlerinin yanında, güçlü bir devlet kurucusu olan Selâhaddin Eyyûbi’yi yetiştirmesiyle de tanınmaktadır. Haleb, Şam, Hama, Humus, Baalbek, Menbic ve diğer şehirlerde büyük medreseler, câmiler, imâretler, kervansaraylar, hastâne ve dâr-ül-hadîsler yaptırdı. Masrafların karşılanması, tâmirâtı ve yaşatılması için büyük vakıflar bıraktı. Şam’da yaptırdığı büyük hastâne, devrin en meşhur mütehassıs doktorlarının hizmet verdiği bir sağlık müessesesiydi. Hadis üniversitesi mâhiyetindeki ilk Dâr-ül-hadîsi o kurdu ve pek çok kitap vakfetti. Rasadhâne kurdurarak, güneş saati yaptırdı.


Adîl İdi


Dindâr olup, ilim adamlarının hâmisiydi. Karargâhında dahi Kur’ân-ı kerîm okutup, hürmetle dinlerdi. Ülkesini adâletle idâre ettiği için“Melik-ül-âdil” lakabıyla tanındı. Haftada iki gün halkın huzûruna çıkarak şikâyetleri dinlerdi. Haksızlıkların önüne geçmek ve devletin menfaatlerini korumak için, hassas bir haber alma teşkilâtı kurdu. Haberleşmede güvercinlerden de faydalandı. Kendisinin ve âile çevresinin ihtiyaçlarını, ihsanlarını, şahsî malından karşılardı. Ganîmetten, âlimlerin helâl dediklerinden başkasını almaz, altın, gümüş kullanmaz ve ipek giymezdi. Sultanlığı devrindeki siyâsî hâdiseler büyük, bulunduğu çevre çok karışık bir yapıya sâhip olmasına rağmen ülkesinde şarabın satılmasını ve içilmesini yasaklayarak, Allahü teâlânın emrine riâyet edip halkının sağlığını ve memleketin huzûrunu korudu. Şehit olmayı çok arzu ettiğinden Nûreddîn eş-Şehit diye de tanındı. Ancak arzusuna kavuşamadı.


Bir defasında bir şahıs onu mahkemeye verdi. Davacı ile birlikte Hakim Kemâleddîn Şehrezûrî’nin huzûruna çıktı. Hakime; “Ben davalı olarak geldim. Davalılara nasıl davranıyorsan bana da öyle davran” dedi. Mahkeme sonunda haklı çıktı. Hakkını davacıya bağışlayıp dedi ki: “ İddia ettiği şeyi ona verip gitmek istedim. Fakat bunun beni kibre ve gurura sevk edip adalet meclisine girmeme mani olmasından korkup da geldim. Şimdi iddia ettiği şeyi ona verdim” dedi. Bu onun adalete ve hukuka saygısını gösteren en güzel örneklerden biridir. Çeşitli mahkeme binaları yaptırdı. Müslim gayr-i Müslim herkesin hakkını korurdu. Huzuruna fakir ve yoksullar rahatça gelir derdini anlatırdı. Hanefi fıkhını iyi bilmesine rağmen yine de âlimlere danışırdı.


Savaşlarda en ön saflarda savaşırdı. Kendisini böyle tehlikeye atmasını istemeyen Neşsavi dedi ki: “Allah aşkına ne olursun kendinî ve İslâm’ı tehlikeye atma. Eğer savaşta şehit düşecek olsan, Müslümanlardan tek kişi kalmamak üzere hepsi kılıçtan geçirilir” deyince; “Sultan Nureddin de kim oluyor. Benden önce İslâm’ı ve Müslümanları kim korumuş ise yine o korur.” Diye karşılık verdi.


Rüyasında Peygamberimizi Gördü


Nûreddîn Zengi bir gece rüyâsında Resûlullah Efendimizi gördü. Peygamber Efendimiz; “Ey Nûreddîn beni bu iki kişiden kurtar” buyurarak karşısındaki iki kır saçlı adamı işaret etti. Bu rüyâyı üç gün üst üste gördü. Bunun üzerine yanına bol miktarda mal ve para alarak Medîne’ye gitti. Mescid-i Nebevî’yi ve Ravda-i mutahharayı ziyaret etti. Bütün insanlara sadaka ve hediye dağıtacağını îlân etti. Gelenlere altın ve gümüş dağıttı. Başka kimse kalıp kalmadığını araştırdı. Cevaben Hazreti Ömer’in evinin dış tarafında mübarek hücrenin arka cihetinde Aşre diye meşhur olan yerde iki Endülüslü var dediler. Onları da huzûruna çağırdı. Onlar bizim sadakaya ihtiyacımız yok diye gelmek istemediler. Ancak Nûreddîn Zengi gerekirse zorla getirin dedi.


Bunlar huzûra gelince Resûlullah efendimizin rüyâda gösterdiği kişiler olduğunu gördü. Bunları sorguya çekince Hristiyan oldukları; Papazlar tarafından Peygamber Efendimizin mübarek naşını çalmak için gönderildikleri anlaşıldı. Mescidin kıble tarafından bir tünel kazıp toprağını avludaki kuyuya attıklarını ve mübarek kabre yaklaştıklarını gördüler. Bunun üzerine bu iki kişinin boynunu vurdurdu. Böylece İslâm dünyâsına büyük hizmet etti.