Yâdigâr mektûblar 148.mektûb

 Büyük Doğu Mecmuası'na yazılmıştır (13 Ocak 1971)

Huzûr-ı âlîlerine

[Mevcut hükûmetin aleyhinde yazılmasını] emrettiğiniz arîzayı yazmak için kalemi elime aldım. Fakat kalemim ve dilim bana isyan ettiler. Vicdanımdan fetva istedim; Haddini bil! Yüksek âlimler, namlı edipler ve ileri gelen velilerin, esrar hazinelerinden derleyip devşirerek gençlere saçtıkları ulu sözleri anlamak ve övmekten âciz olduğun halde bu ağır yüke nasıl dayanabilirsin? cevâbı ile suçlandırıldım.

Hakkımdaki yazılarınızı bir ikaz, hattâ iltifat telâkki eder, hakikat güneşinin bir aynasına muhatap oluşum müjdesini kendime ebedi bir şeref bilirim, efendim.

İrfan meydanının süvarilerine tutkun ve büyük velilere hayran, iz'an yoksunu Hüseyin Hilmi.


Not: Hilmi Işık ile Necib Fazıl Kısakürek, Seyyid Abdülhakîm Efendi'nin talebeleri olmak dolayısıyla tanışırlardı. Necib Fâzıl, O ve Ben kitabında Hilmi Işık efendi'yi, Abdülhakîm Efendi'nin müstesnâ bağlıları arasında övgüyle zikreder. Necib Fazıl Bey, 1969'dan itibaren kurulan küçük sağ partileri desteklerdi. 1970'de kurulan Hakikat Gazetesi'nin merkez sağ yanında duruşuna karşı çıktı. Hükümet aleyhinde yazmasını istediği yazıyı yazmayı Hilmi Efendi nazikçe kabul etmeyince, Büyük Doğu'da, 1971'de Hakikat Gazetesi ve Hilmi Işık Efendi aleyhinde ağır bir yazı yazdı. Hakikat Gazetesi de kendisini müdafaaya girişti. Böylece bir polemik doğdu. Necib Fazıl Bey, Hilmi Işık Efendi ile görüşmek istedi. Hilmi Işık Efendi, Necib Fazıl Bey'i dinledikten sonra, merkez sağı, tek parti iktidarının tekrar kurulmaması için desteklediğini anlattı. Bunun üzerine Necib Fazıl Bey yumuşadı. Zamanla kendisi de merkez sağı destekledi. Birkaç sene sonra, "Sen haklı çıktın" dediği Hilmi Efendi ile tekrar görüşüp helalleştiler. [Bkz. Ekrem Buğra Ekinci, Ebedî Seâdet Yolunda Bir Ömür-Hüseyn Hilmi Işık, s.137,203.]



Hızır aleyhisselam ölmüşdür ruhu insan şeklinde görülüyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hızır* aleyhisselâm, bâzı âlimlere göre *Diri*’dir. Bâzılarına göre ise *Ölmüş*’dür, *Rûh*’u insan şeklinde görülüyor. Doğrusu da budur. 


Çünkü, Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde; *Mûsâ aleyhisselâm sağ olsaydı, hiç yanımdan ayrılmazdı*, buyuruyor. 


*Hızır* aleyhisselâm da *Sağ* olsaydı, O da Peygamber Efendimizin yanından ayrılmazdı. 

● ● ●

Mâlâyâni ile uğraşana *Selâm* bile verilmez. Boş durmak da, *Mâlâyâni* demekdir. 


En fazla ana-babaya *Merhamet*’li olmalıdır. Bilhassa *Anne*’ye. Çünkü anne hakkı *Baba*’dan fazladır. Onlar, çocuklarını merhametle, şefkatle büyütürler. 


*Hayr*’lı işde acele etmek lâzım. Ama *Karar* verirken acele etmiyeceğiz. Karar verdikden sonra, o işi yapmakda *Acele* edeceğiz. Karar verirkenki aceleye, *Şeytan* karışır. 


Düşünerek *İyi* karar vereceğiz. Verilen kararı tatbîkde *Acele* edeceğiz. Çünkü müslümân, *Hayr*’sız işe karar vermez, *Hayr*’lı işe karar verir. 


*Küfr*’den sonra en büyük günâh, *Gıybet* etmektir. Gıybet edene mâni olmak çok *Sevap*’dır. 


Meselâ birini *İçki* masasına çağırsalar, o da, *Harâm* olduğu için gitmese, nasıl *Sevap* kazanırsa, *Gıybet* edene mâni olmak da öyle *Sevap*’dır, hattâ daha *Büyük* sevapdır. 


Allahü teâlânın insanı en çok beğendiği hâl, *Secde*’deki hâlidir. Onun için *Büyük*’ler, secdede çok kalabilmek için, secde *Tesbîh*’lerini 5, 7, 9, 11 kerre söylerler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretlerinin karşısında otururken *Yüzleri*’ne bakamazdım. Bir defâ *Bakdım*, ona da *Pişmân*’ım. Neden? 


Çünkü o anda *Bana* bakıyormuş Mübârek. Ben bakınca, gözlerini *Ben*’den çevirdiler. Onların bakışları *Şifâ*’dır kardeşim. 

● ● ●

*Abdülhamîd Hân*, dışarı talebe göndermezdi. En modern şekilde *Tıb fakültesi* kurdurup, dışarıdan hocalar, profesörler getirirdi. 


Buna rağmen son zamanlarda bâzı *Kişi*’ler, güyâ tahsîl için *Avrupa*’ya kaçdılar. Ama maksatları *Başka* idi. İşte o kaçıp gidenler, Fransa’da *Mason* oldular.


Ve döndüklerinde *Abdülhamîd Hân*’ı yıkdılar. Efendi hazretleri; Abdülhamîd Hân *Taht*’dan indirildi. Dünyâdan *Refah* ve *Huzûr* kalkdı, kıyâmete kadar da *Böyle* gider, buyurdu. 

● ● ●

*Şeytan*, şetâne kelimesinden gelir ki, Allahü teâlânın *Rızâsı*’ndan sapdırıcı demekdir. Üç çeşid şeytan vardır: *İblîs* ve sülâlesi. İnsan ve cinnîlerin *Kâfir*’leri, bir de insanın *Nefs*’i. 


Cinlerin ömürleri *Bin Sene*’den fazladır. *İblîs*, kıyâmete kadar yaşamak için Allahü teâlâdan *İzin* istemiş ve *İzin* verilmişdir. Efendimiz’in zamânından beri yaşıyan *Cin*’ler vardır. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri buyurmuş ki: 


*Cinleri* gördüm, her sokakda insanlardan *Fazla* idiler. Her birinin başında iki *Melek* onları zincire bağlamış *Dövüyor*’lar, insanları bunların zararından *Koruyor*’lardı. 


Şeytan, insanın *Damar*’larına girer, yalnız *Kalb*’e giremez. Kalp, Allahü teâlâya *Mahsus*’dur. 


Kalb’in üzerinde siyah bir *Nokta* vardır. Şeytan oraya kadar gelir, kalbe *Vesvese* verir. Eskiden *Putlar*’ın içine girip de konuşurlardı.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin bir hatırası

 Ankara'da fazla ahbabım yoktu. Ev sahibimiz Emin efendi'den başka, Abdülhakîm Efendi Hazretleri'nin damadı İbrahim Arvas, yeğeni Faruk Işık ve diş tabibi Sabri Gökkaya Beyler ile görüşürdüm. Her cumartesi öğleden sonra Faruk Bey'in evine giderdim. Mektûbât okurduk. Bağlum'u ziyaretten dönerken umumiyetle İbrahim Arvas Bey'e uğrardım. Faruk Bey her sene umumî bir iftar verirdi. 1945 senesiydi. Bir defasında bu iftara Necib Fâzıl da gelmişti. Kaşgarî Dergâhı'ndan tanışırdık. İftardan sonra onu evime götürdüm. Kendi yatağımda yatırdım. Bizim hanım istanbul'daydı. Sahur hazırladım. Sonra kendisini kaldırmaya gittim. Baktım uyumamış. "Mektûbât olan yerde uyunur mu?" dedi. Sonra beraber sabah namazını kıldık. Namazı sandalyede kılıyordu. Ayağı ağrıdığı için böyle yaptığını söyledi. Namazın sandalyede kılınmayacağını; yere oturup ayaklarını kolay geldiği şekilde uzatarak kılınması gerektiğini anlattım. Hak verdi.

Not: Hastanın ve seferde olanın farzları, sedirde, sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veyâ uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin üstünde, kıbleye karşı oturarak kılar. Tam İlmihâl,s.223. Rükü' ve secdeleri, başı ile îmâ eder. s. 274.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu zaman *İnzivâ* zamânı kardeşim. Hiçbir şeye karışmamalı, hiç *Münâkaşa* etmemeli. Bu zamanda hiç kimseyle münâkaşa edilmez. 


Çünkü herkes, *Eli bıçak*’lı şimdi. *Eli tabanca*’lı. Ellerine bir *Tabanca*, bir *Bıçak* alıp, masa başına oturuyorlar. Sonra bir münâkaşa başlıyor. 


Ondan sonra *Bıçak*’ları, *Tabanca*’ları çekiyor, birbirlerini öldürüyorlar. Hani *Ahbâb*’lık, hani *Arkadaş*’lık, ne oldu? Hiç! 


*Kul hakkı*, ne kadar az olsa da, *Helâllık* almadıkca Cennete girmeye *Mâni*’dir, kul hakkından çok *Korkmak* lâzım, çoook. 


Ne kadar az olsa da *Korkmalı* kardeşim. Üzerinde *Kul hakkı* bulunan mevtânın *Rûh*’u, göklere yükselemez. 

● ● ●

Namaz kılarken, *İki secde* arasında ve *Rükû*’dan kalkıp dikildikde, vücûd hiç hareket etmiyecek kadar *Durma*’ya çok ehemmiyyet vermelidir. Bu, ya *Farz*’dır veyâ *Vâcib*’dir. 


İnsan öldükden sonra kabrinde dirilecek. O zaman; *Aaa, ne kadar vakit geçdi acabâ, bir sâat mı, iki sâat mı?* diyecek. Hâlbuki kaç bin sene geçdi, haberi yok. 


Aynen *Uyku*’daki gibi işte. İnsan *Akşam* yatıp uyuyor, bir de uyanıp sâate bakıyor ki, *Sabah* olmuş, hiç haberi yok. Evliyâlar, uyurken de hep *Allahü teâlâ*’yı düşünürler, Onu *Zikr*’ederler. 


Hepimiz birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ama duânın şartlarından biri de, *Müsâfeha* etmekdir. En büyük *Hizmet*, bu zamanda bu kitapları *Yaymak*’dır. 


Birine bir *Kitap* vermek, büyük bir *İbâdet*’dir. Müslümânların bulunduğu kabristânda olmak, büyük bir *Ni’met*’dir. 


Neden? Çünkü bilen, bilmiyen, köylüler, herkes kabristândaki *Mevtâ*’lara Kur’ân-ı kerîm okurlar. Şimdi bu kabristânda olanlar yaşadı. Hepsine okuduk çünkü.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Şeyh Sa’îd* hâdiselerinde çok müslümânın kanı döküldü. Efendi hazretleri, Şeyh Sa’îd için; 


*Harâm işledi, âhiretde mes’ul olacak, bunun için suâl olunacak, hasâba çekilecek*, buyururlardı. 


Efendi hazretlerinden duyduk, diye *Kitâb*’a yazamazdık. *Efendi hazretleri böyle buyurdu*, dersek, Ona *Dil* uzatırlar. 


Bu meseleyi, diğer mûteber kitaplarda görünce, bizim *Ehl-i sünnet yolu* kitâbımıza ilâve etdik. 


*Seyyid Kutb* ve *Abduh* gibilerinin de hükümete isyân etmelerinin doğru olmadığını yazdık kardeşim. 

● ● ●

*Hırka-i şerîf*’i ziyâret âdâbı, aynen *Kabir* ziyâreti gibidir. Çok gidilmez. 


Biz, Efendi hazretleriyle *Hırka-ı şerîf*’i ziyârete gitdiğimizde, uzakdan *Saygı* göstererek ziyâret etdiler, *Hırka*’ya dokunmadılar. 


Yine, *Hâlid bin Velîd* radıyallahü anh, Peygamber aleyhisselâmın bir *Kıl*’ını sarığında taşıdığı için hep *Zafer* kazandı. Ama o *Kıl*’ı, bir kerre bile öpmedi.


*Ayak izi* de öyle. Zâten *Ayak izi* kesin olarak *Belli* değildir. Ama teberrüken, *Hürmet*’le ziyâret edilir. 


Bunun gibi, *Büyük*’lerin hırkası, gömleği, takkesi, *Kullanmak* içindir. Saklanılmaz, karşısına geçip *Tapınır* gibi yapılmaz. 

● ● ●

*Berât Gecesi*’inde, o sene yaşıyacakların *Berât*’ı verilir. Bir sene yaşamıyacaklarınki verilmez. 


*Berât Gecesi*, sabaha karşı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hanımı, üzüntüyle; *Acabâ bu gece kimlerin berâtı verilmemişdir?* demiş.


İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kuddise sirruh ona cevâben; *Ya kendi berâtının verilmediğini bizzât görenler ne yapsın?* buyurmuşlar ve o sene vefât etmişler.

Hilmi sen haklı çıktın

Hilmi Işık ile Necib Fâzıl Kısakürek, Seyyid Abdülhakîm Efendi'nin talebeleri olmak dolayısıyla tanışır ve birbirlerini severlerdi. Necib Fâzıl, O ve Ben kitabında Hilmi Işık Efendi 'yi, Abdülhakîm Efendi'nin müstesna bağlıları arasında övgüyle zikreder.

Necib Fâzıl Bey, öteden beri Büyük Doğu mecmuasını çıkarırdı. Sağda küçük partilerin kuruluşu üzerine 1969'dan itibaren bu partilere destek verdi. 1970'de kurulan Hakîkat Gazetesi'nin merkez sağı desteklemesine karşı çıkarak, Hilmi Işık'tan iktidardaki Adalet partisi aleyhinde Büyük Doğu'da bir yazı yazmasını istedi. Hilmi Işık Efendi'nin, bu talebi kabulden nazikçe kaçınmasını  vesile ederek, 13 Ocak 1971 tarihli nüshada "Aceze Basın" başlığı altında Hakîkat Gazetesi  ve Hilmi Işık Efendi aleyhinde ağır bir yazı yazdı.

Hakîkat Gazetesi de 5 Şubat 1971 nüshasında Necib Fâzıl ve Büyük Doğu'ya karşı kendisini müdafaaya girişti. Büyük Doğu, aynı ay neşredilen 5 ve 6. sayılarında buna daha ağır bir şekilde cevap verdi. Böylece bir polemik doğdu. Necib Fâzıl Bey, bunun üzerine Hilmi Işık Efendi ile görüşmek istedi. Divanyolu'ndaki Serhend Kitabevi'nin üst katında buluştular. Hilmi Işık Efendi, Necib Fâzıl Bey'in sözlerini dinledikten sonra, "Biz merkez sağı, sol, iktidara gelmesin diye destekliyoruz. Yaşınız müsait,Tek parti devrini hatırlarsınız. Abdülhakîm Efendi'nin buyurdukları da malumunuzdur. Küçük partilere rey verilirse, sağın reyleri bölünür. Bu da sola yarar. Merkez sağdaki politikacıların da zâhirine bakarız. Zira İslâmiyet zâhire göre hükmeder" meâlinde sözler söyledi. Bunun üzerine Necib Fâzıl Bey yumuşadı. Bir müddet sonra da desteklediği kitle ile arası açılarak merkez sağ aleyhindeki neşriyattan vazgeçti; hatta merkez sağdaki politikacılarla iyi münasebet kurdu. 
Necib Fâzıl Bey, yıllar sonra (1976) Prof. Osman Turan Bey'in cenâzesinde Enver Bey'e Hilmi Işık Efendi'yi özlediğini ve ziyaret etmek istediğini söyledi. Ardından da "Hilmi, sen haklı çıktın. Ama biz aynı menbadan feyz aldık. Bu ayrılık gayrılık niye? Seni ziyarete gelmek istiyorum" şeklinde ifadeleri ihtiva eden bir mektup gönderdi. Hilmi Işık Efendi, "Necib Fâzıl Bey'in bu sözü büyük bir tevâzudur. Yaşça bizden büyüktür, biz onu ziyarete gideriz" dedi. Damadı Enver Bey ile beraber Erenköy'deki evinde ziyaret ettiler. Burada eski günleri yâd ettiler. Necib Fâzıl Bey, kendisini imam yaptı ve vakit namazını kıldılar. Böylece aradaki soğukluk ortadan kalktı. Hilmi Işık Efendi, "Necib Fâzıl'ı şimdi belki çokları unutmuştur. Ama biz ona her namazdan sonra dua ediyoruz. İnanıyorum ki onu, Sultanü'ş-şuarâ olması değil, Efendi Hazretleri'ne olan muhabbeti kurtardı."derdi. 

[Ebedî Seâdet Yolunda Bir Ömür -Hüseyn Hilmi Işık, s. 203-204.] 

Ekrem Buğra Ekinci 

Not: Necib Fâzıl Bey'in "O ve Ben" isimli kitabından bir bölüm...

"Ziya Bey'in damadı, Albay, kimyager Hilmi Işık'la Faruk Bey'in damadı, diş doktoru Sabri Işık [Sabri Gökkaya olacak]... Ve eczacı İlyas Ketenci... Her biri, mizaçlarının aynasına göre, o ışıküstü ışığı parıldatan aynalar... Ne yapayım ki, kendilerinden, ancak Efendi Hazretlerinin huzurundaki tecelli vesileleri içinde bahsedebiliyorum." 
 
"O ve Ben" s,136.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? *Men sabera zafera*. Yâni sabreden kazanır, buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. *Hüccet*’dir, *Sağlam*’dır. Birbirimize duâ edelim kardeşim. 


*Duâ-i zahrül gayb icâbete makrûndur*. Ne demek bu? Yâni, arkadan yapılan duâ kabûl olur. Öyleyse birbirimize, arkamızdan *Hayr Duâ* edeceğiz. Sizin duânız *Makbûl*’dür. 

● ● ● 

Yavuz Sultân Selîm hân, sefere giderken, yanında hocası *Ahmet ibni Kemâl paşa* hazretlerini de götürürmüş. 


Bir seferden *Zafer*’le dönerken *Hoca*’sının atının ayağından sıçrayan *Çamur*, Yavuz Selîm’in *Cübbe*’sine gelmiş. 


Hocası, *Sultân Kızacak* diye korkmuş. Ama Yavuz Selîm Hân kızacak yerde *Memnûn* olmuş. 


Hattâ; Cübbem, hocamın atının ayağından sıçrayan *Çamur*’la şereflendi demiş ve; *Bu çamurlu cübbeyi, ben ölünce üzerime örtersiniz!* diye vasiyyetde bulunmuş. 


Hakîkaten o *Cübbe*, yirmi sene evveline kadar *Sanduka*’nın üzerinde idi. Aradan *Yüz Yıllar* geçince, artık dökülmeye başladı diye bir *Kutu*’ya kondu. Başucunda duruyor. *Mâvi*’msi bir kumaşdır. 

● ● ● 

*İzâ Câe* sûresi geldiği zaman, Eshâb-ı kirâm *Sıkıntı*’da oldukları hâlde çok sevinmişler. Çünkü bu sûrede meâlen; *İnsanların fevc fevc müslümân olduklarını görürsün*, diye müjde veriliyormuş. 


Ama Efendimiz aleyhisselâm sevinmemişler. Eshâb-ı kirâm merak edip; *Yâ Resûlallah! Niçin sevinmiyorsunuz?* diye sormuşlar. 


Efendimiz aleyhisselâm; *Öyle bir zaman da gelecek ki, o zamanda, fevc fevc dinden çıkacaklar. Onun için sevinemiyorum*, buyurmuşlar.

Somuncu Baba

Âlim ve veli bir zattır. Asıl ismi Hamid’dir. "Somuncu Baba" lakabıyla meşhurdur. 1349’da Kayseri'de doğdu. Şam'a gidip ilim öğrendi. Orada pek çok velinin sohbetlerine katıldı. Manevi yol ile Bayezid-i Bistami'den feyz aldı. Tebriz yakınlarında Hâce Alâeddin-i Erdebili’den ilim öğrendi. Tasavvufta üstün derecelere kavuştu. Hâce Erdebili, bir gün Hamid-i veli'ye; "Artık öğrendiğin ilmi, insanlara öğretmek üzere Anadolu'ya git" buyurup, ona izin verdi. Hâce, onu talebeleriyle birlikte, "Şemseddin-i Tebrizi Makâmı" denilen yere kadar uğurladı. Sonra onu haset edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; "Hamid'in arkasından bakın. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu'da onun ilminden istifade ederler. Bakmazsa, onun ilminden hiç kimse istifade edemez" buyurdu. Oradakiler merakla Hamid'in arkasından bakmaya başladılar. Hamid-i veli, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Onu haset edenler, yanlışlıklarını anladılar.


Kayseri'de talebeleri, ondan feyz almaya başladı. Talebelerinden Şücâ-i Karamâni'ye; "Ankara'da Numan isminde bir müderris var. Onu buraya davet et" buyurdu. O da Ankara'ya gitti. Müderris Numan; "Bu davete icabet lazım" diyerek, beraberce Kayseri'ye geldiler. Bayram günü buluştukları için, hocası ona "Bayram" lakabını verdi. Müderris, sohbetlerini dinleyince, onun büyük bir âlim ve veli olduğunu anladı. Hocasından zâhiri ve bâtıni ilimleri öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler aldı. Hacı Bayram, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda yüksek derecelere kavuştu.


Somuncu Baba, Tebriz'e ve oradan da Anadolu'ya gelip, Bursa'ya yerleşti. Hacı Bayram-ı veli, sık sık Bursa'ya gelip onu ziyaret ederdi. Bursa'da ilmini kimseye söylemedi. Halk içinde Hak ile olmaya gayret etti. Bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmek pişirirdi. Somun satarak geçimini sağlardı. Halk, buna "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazdı. Fırını, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibadet ettiği bir odası vardı.


Yıldırım Bayezid han, Bursa'da Ulu Camiyi yaptırırken, çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba temin etti. Caminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapıldı. O gün başta Yıldırım Bayezid han, damadı Seyyid Emir Sultan, Molla Fenari, ulemadan pek çok kimse Ulu Camiyi doldurdu. Padişah, caminin açılış hutbesini okumak üzere Emir Sultan'a vazife verdi. O da "Sultanım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değil. Hutbeyi okumaya layık zât şudur" diyerek, Somuncu Baba'yı gösterdi.


Somuncu Baba, Padişahın emri üzerine minbere giderken Emir Sultan'ın yanına gelince; "Emir'im, niçin beni ele verdin?" dedi. O da; "Bu işe senden daha layık olanı yok" dedi. Bu konuşmaları dinleyen cemaat, Somuncu Baba'nın hutbesini merakla bekliyordu. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fatiha-i şerifenin tefsirinde anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu surenin tefsirini yapalım" buyurarak, Fatiha suresinin, yedi türlü tefsirini yaptı. Herkes şaşırıp kaldı. Molla Fenari hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fatiha suresindeki müşkülümüzü halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir kâfidir" dedi.


Namazdan sonra bütün cemaat, Somuncu Baba'nın elini öpmek istedi. Onların bu arzusunu kıramayıp, kapıda durdu. Caminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba'nın elini öptüm." diyordu. Somuncu Baba, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı anda bulunarak herkese elini öptürmüştü. Molla Fenari'nin, ondan aldığı feyiz ile yazdığı tefsirini âlimler çok beğenmiş, muteber bir tefsir olduğunu söylemişlerdir.


Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine, bir sabah erkenden, birkaç talebe ile yola çıktı. Aksaray'a geldi. 1412’de, bir gün tanıdıkları ile helalleşti. İki rekat namaz kıldı. Uzun bir duadan sonra kelime-i şehadet getirerek vefat etti.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *Yedi-sekiz* yaşlarımdayken, mektep dağılacağı zaman, muallimler talebeye toplu olarak bir *Şey* söyletirlerdi. Bu, *Âdet*’di o zamanlar. Şunları söylerdik.


*Ve dahî kabirde suâl meleklerine cevâbım;* 

*Rabbim Allah, dînim islâm, kitâbım Kur’ân-ı azîmüşşân*. 


*Peygamberim hazret-i Muhammed Mustafâ aleyhisselâm*. 


*Îtikâdda mezhebim ehl-i sünnet vel cemâat. Amelde mezhebim İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe*. 


Bunu üç kerre söyler, sonra dağılırdık. Şimdikiler, *Şarkı türkü* söyletiyorlar çocuklara. O zamanki hocalarımız bize bunları söyletirdi. 


*Ne güzel*. Bize bunu öğreten hocamız *Tâhir Efendi* diye biriydi. Yetmiş seneden fazla oldu, hâlâ unutmuyorum. 


Kendisini *Görsem* belki tanımam, ama öğretdikleri hâlâ hâtırımda. Her hafta okunan *Hatim*’leri, Tâhir Efendinin *Rûh*’una da gönderiyorum. 

● ● ● 

*Evliyâ*’nın büyüklerinden *Ebül Hasan-i Harkânî* hazretleri, bir gün yolculuğa çıkacak olan talebelerine; 


*Yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız (Yâ Ebel Hasen!) diyerek beni çağırın!* diye tembîhte bulundu. Talebeler yola çıkıp, az sonra *Eşkıyâ* ile karşılaşdılar. 


Fakat hocalarının tembîhini unutup, Hemence; *Yâ Rabbî bizi kurtar!* diye yalvarmağa başladılar. Ama hepsi de *Soyuldu*’lar. 


Sabahleyin bir de bakdılar ki, içlerinden *Biri* soyulmamış. O soyulmıyan arkadaşlarına; *Sen ne yapdın da, eşkıyâlar seni görmedi?* diye sormuşlar. 


O da demiş ki, eşkıyâlar beni gördüler. Yalnız hocamız bize; *Yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız (Yâ Ebel Hasen!) diye beni çağırın!* demişdi ya, ben de öyle dedim. Onun için bana dokunmadılar. 


Soyulan arkadaşları şaşırmışlar. Geri dönüp *Hocaları*’na sormuşlar. Hocaları onlara buyurmuş ki:


Siz, *Allah*’dan yardım istediniz, ama *Hangi ağız*’la istediniz? *Harâm* giren ve *Harâm* çıkan ağızla yapılan *Duâ*’yı Allahü teâlâ kabûl etmez. 


Arkadaşınız, benden *Yardım* isteyince, ben onu *Duydum* ve arkadaşınız için *Duâ* etdim. Allahü teâlâ da benim duâmı *Kabûl* etdi ve o arkadaşınız öyle kurtuldu, buyurmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mürtedler, münâfıklar *Dedikodu* yaparlar. Mü’minler, sâlihler ise *Duâ* ederler. Aradaki farka bakın! Biz dedikodu yapmayız. Hattâ buna *Tenezzül* etmeyiz.


Rabbimizin *Harâm* etdiği şeye yanaşmayız. Biz, müslümânlara *Hayr duâ* ederiz. Bütün *İbâdullah*’ın, yâni Allahın kullarının *Hidâyet*’i için *Hayırduâ* ederiz. 


Eshâb-ı kirâmın *Köle*’leri bile, Tâbiînin en *Yükseği* olmuşdur. Abdullah ibni Ömer’in kölesi *Hazret-i Nâfî*, Tâbiînin en büyüklerindendir. Hepsi de öyledir. 


*Kur’ân-ı kerîm*’i Allah rızâsı için *Ezberliyen*’ler ve Allah rızâsı için *Okuyan*’lar, Allahü teâlânın *Evliyâ*’sıdır. Evliyâsıdır ne demek? 


Yâni Allahın *Dost*’larıdır. Onlara *Düşman*’lık eden kimse, Allahü teâlâya *Düşman*’lık etmiş olur. Hadîs-i şerîfdir bu. 


Kur’ân-ı kerîmi Allahü teâlânın *Rızâ*’sını kazanmak için *Ezber*’liyenler ve Allah rızâsı için okuyan *Hâfız*’lar, Allahın *Dost*’larıdır. Bunlara *Düşman*’lık, Allahü teâlâya *Düşman*’lıkdır. 


Birbirimizi seveceğiz kardeşim. Ama anamızın, babamızın da *Kıymet*’ini bileceğiz. Kıymet bilmek nasıl olur? Onları *Üzmiyeceğiz*, *İncitmiyeceğiz*, gönüllerini alacağız.


*Duâ*’larını alacağız, *Rızâ*’larını alacağız. *Cennet, annelerin ayakları altındadır*, buyuruldu. Ananın, babanın evlâdına *Duâ*’sı, Peygamberin ümmetine *Duâ*’sı gibidir. 

  

*Harâm*’lardan sakınmak, *Farz*’ları yapmakdan daha *Mühim*’dir. En büyük harâmlardan biri de *Bid’at* ehliyle *Ahbâb*’lık etmekdir. 


*Kâfir*’lerle ve *Bid’at* ehliyle ahbâblık etmek, insanı *Felâket*’e sürükler kardeşim.