Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rûcî hazretlerinin ve annesinin rüyası

 Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin eshabından idiler. Nice yıllar Herat camiinde tâlibleri Hakka da'vet eylediler. Rûc köyündendir. Rûc köyü Herat'ın güneyinde dokuz fersah mesafededir.

820 Şa'banının ortası, Ber'ât gecesi dünyaya geldi. Derler ki, annesinin beş yaşında pek makbûl ve sevgili bir oğlu vefât etmekle, çok üzülmüş, içi yaralanmış, parelenmişti. O gece Risâletpenâhı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyada görmüş ve kendisine buyurmuşlar ki: "Gam yeme! Gönlünü hoş tut! Ki Hak Teâlâ hazretleri sana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul verse gerektir". Bundan nice zaman sonra Mevlânâ Muhammed dünyaya gelmişlerdir. Anneleri, Mevlânâ Şemseddin Muhammed hazretlerine: "Geleceğin ile beni müjdeledikleri oğul sensin" derlerdi.

Mevlânâ Şemseddin hazretleri çocukluk zamanında bile uzlete ve inkıta'a [insanlardan kesilmeğe] hevesli ve insanlardan ayrı ve uzak dururlardı. Babaları evinde kendine mahsûs bir halvethâne yapıp, vakitlerinin çoğunu orada geçirirdi. Baba ve dedeleri ticâret ve kervân sâhibleri olup ma'işetlerini bu yolla temin ederlerdi.

Mevlânâ hazretleri hiçbir zaman babalarının mesleğine heves etmediler. Buyurdular: Dâima arzum, Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerini rüyada görmekti. O zamana kadar ki, bir gün evimize girdim. Gördüm ki annem akrabamızdan birkaç kadınlar ile oturup bir kitab okurlar. Ben âdetimi bozup onların meclisinde oturdum. Dinledim. Annem kitabdan bir dua okuyordu. Orada diyordu ki, kim bu duayı Cum'a gecesi birkaç kere okursa, elbette Peygamber efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyâsında görür. Bunu işittiğim gibi heyecan ve arzum daha da çoğaldı. Rastlantı ya, o gece Cum'a gecesi idi. Anneme, bu gece ben bu duayı okuyacağım. İnşaallah maksadıma kavuşurum dedim. Var, meşgul ol oğlum, ben de meşgul olurum [ya'nî birkaç defa bu duayı okurum] dedi. Sonra kendi halvet odama gidip, o kitabda yazılı olan şartlara riâyet ederek meşgul oldum. Şunu da duymuştum ki, her kim Cum'a gecesi üç bin kere salavat verir, hazreti Risâletpenâhı düşünde görür. Onu da yaptım. Gece yarısı yaklaşmıştı. Sonra başımı yastığa koyup uyudum. Rüyada gördüm ki, kendi evimizin kapısından içeri girdim. Annem kış sofası kenarında duruyordu. Beni gördüğü gibi, dedi ki: Ey oğul,  niçin geç geldin. Seni bekliyorum. İşte hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)  Bizim evimize gelmiştir. Gel seni huzûr-i şerîflerine ileteyim. Sonra elime yapışıp yaz sofası tarafına yürüdü. Gördüm ki, O hazret sofa kenarında, arkaları kıbleye oturmuşlar ve huzurlarında ve yanlarında ve etraflarında çok kimseler oturuyordu. Birtakım kimseler de ayak üzerinde halka olup duruyordu. O hazret dünyanın her tarafına mektublar gönderiyorlardı. Resûlullah'ın önünde bir kimse oturmuş. O hazretin emr ettiği her mektubu o yazardı. Şöyle anladım ki, o kişi, Rabbânî âlimlerden, kendi zamanının takva ve vera' ile ferîdi [teki] olan Mevlânâ Şerefeddin Osman idi. Kabri şimdi de havas ve avamın ziyâretgâhıdır.

Annem beni o mes'ud huzura iletince gördükleri işi bitirecek kadar durmadı ve hemen ileri çıkıp dedi ki: Yâ Resûlallah, bana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul söz vermiştiniz. O oğul bu mudur, yoksa değil midir? O Hazret (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bana doğru bakıp, tebessüm ederek: "Evet, bu çocuk odur" buyurdular. Sonra Mevlânâ Şerefeddin Osman'a müteveccih olup [dönüp] buyurdular ki:  Bunun için de bir mektûb yaz. Mevlânâ eline kağıd ve kalem alıp, yazmaya başladı. Dikkat ettim; üç satır yazı yazdı ve satırların altında senedlerin,akid tutanaklarının altında şâhidler yazdıkları gibi, birbirlerinden ayrı çok isimler yazdı ve mektubu katlayıp benim elime verdi. Bende gittim. O esnada kendi kendime: Mektubun içindekileri bilmezsin. Dön, Cenâb-ı Risâletpenâh  (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine göster de, içinde olanları sana bildirsinler dedim. Geri döndüm. O Hazretin sürûr ve seâdet dolu huzurlarına geldim. Dedim ki, yâ Resûlullah, Bu mektubda ne yazıldığını bilmiyorum. Mektûbu elimden alıp okudular. Ben o Hazretin bir kere okumasıyla, o üç satırı hâtırımda tuttum. Sonra o hazret mektubu katlayıp benim elime verdiler. Bir şey daha suâl etmek istedim. Ama birden kulağıma kapı açılması sesi geldi, uyandım.

Gördüm ki, annem, elinde bir mum, oda kapısından içeri girdi ve dedi ki; " Ey Muhammed, hiç rüyâ gördün mü?" Evet, gördüm dedim. Ben de gördüm dedi ve anlatmağa başladı:  Ben kış sofasının kenarında oturuyordum. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) evimize geldiler. Yaz sofasında mubârek arkalarını kıbleye verip oturdular. Ben seni gözlüyordum. Birden kapıdan içeri girdin. Ben senin eline yapışıp, o hazretin önüne ilettim ve sordum ki; Yâ Resûlallah, bana sözünü ettiğiniz oğul bu mudur? Evet, budur, buyurdular. Önlerinde birisi oturmuş, yazı yazardı. Hazret (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, senin için de bir kağıd yaz buyurdular. O kimse de bir kağıd yazıp senin eline verdi. Sen de içinde yazılı olanları anlamak için, o kağıdı Hazretin mubârek ellerine verdin. O hazret de içindekileri sana okuyuverip, mektubu yine senin eline verdiler.

Velhasıl benim gördüğüm rüyayı, annem bütün detayları ile bana tekrar eyledi. İkimizinde rüyâsı baştan sona kadar tıpkısının aynısı idi.

(Reşahat) 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Allahümmerzuknî hubbeke ve hubbe men yuhibbüke ve hubbe amelin yukarribünî ilâ hubbike*. Bu ne demek?


Yâ Rabbî, bana, kendi *Sevgi*’ni ver, seni sevenlerin *Sevgi*’sini ver ve sevdiğin amellerin *Sevgi*’sini ver, yâni o amelleri yapmayı bana *Sevdir* yâ Rabbî. 

● ● ●

Mehmed Mâsum hazretleri; *En başarılı mü’min, Büyüklerin şadırvanına musluk olabilendir*, buyuruyor. Yâni *Büyük*’lerden nakledendir. 


Eğer *Kendi*’nden söylüyorsa, ona yaklaşma! Büyüklerin şadırvanından *Su* veriyorsa, yâni ona *Musluk* olmuşsa, ona yapış. O, *Doğru* yoldadır. 


Birini *Sevme*’nin üç alâmeti var kardeşim. Biri, sevdiğin zâtı *Seven*’leri de seveceksin, Onu *Sevmiyen*’i sevmiyeceksin. Bu, çok mühim. 


Meselâ bir kimse, hocanı *Tenkîd* ediyorsa, sen de bunu bildiğin hâlde onunla berâber olabiliyorsan, hiç *Seviyor*’um deme! Zîra *Yalan*’cı durumuna düşersin. 


Çünkü *Hubbu fillâh* ve *Buğzu fillâh* diye bir şey var. *Sevgi*’nin ikinci şartı, *İtâat*’dir. Seven, sevdiğine itâat eder, onun sözünü dinler. 


Ben *Allah*’ımı çok seviyorum, diyorsun, ama *Namaz* kılmıyorsun, *Oruç* tutmuyorsun, her *Günâh*’ı işliyorsun. Buna *Sevgi* denmez. Neden? 


Çünkü sevgi, *İtâat*’i gerekdirir. Seviyorsan, *İtâat* edeceksin. Hem seviyorsun, hem de sözünü dinlemiyorsun, *Olmaz* öyle şey. Demek ki, sen onu *Sevmiyor*’sun. 

● ● ●

Üç türlü *Sevap* var efendim. Birincisi, mü’minin *Kendi*’si için yapdığı ibâdetlere verilen sevap. *İhlâsı*’na göre bir *Sevap* alır. 


İkincisi, *Din* kardeşlerine, maddî veyâ mânevî yapdığı *Hizmet*. Bu, öbüründen daha çok *Sevap*’dır. Üçüncüsü de, Allahü teâlânın *Dîni*’ne yapdığı *Hizmet*. 


En fazla sevâbı, bu *Hizmet*’den alır efendim. Yâni birincisi, *Kendi*’ne yapdığı, ikincisi, din *Kardeş*’ine yapdığı, üçüncüsü de, Cenâb-ı Hakkın *Dîni*’ne yapdığı *Hizmet*. 


Yâni O’nun kulları Cehennemde *Yanmasın* diye yapdığı *Hizmet*. En kıymetlisi de budur. İşte birine, bir ehl-i sünnet kitâbı, meselâ bir *Namaz Kitâbı* vermek, çok *Kıymetli*’dir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Evyap* sabun fabrikasının sâhibi *Rıfat bey*’in babası Abdülvehhâb Efendi, *Bitlis*’de din tahsîlini bitirip, daha yükseğini okumak için *Siirt*’deki Abdülcelîl Efendi’ye gitmiş. 


Fakat Abdülcelîl Efendinin *Van*’da olduğunu öğrenince, *Van*’a gitmiş. Van’da *Şâbâniye* Câmiinde olduğunu öğrenince de o *Câmi*’ye gitmiş. 


Bakmış ki câmi, mihrapdan kapıya kadar dolu. Kürsüde *Nûr* yüzlü ve *Heybet*’li bir zât *Vaaz* ediyor. Kendi ken-dine; 


Abdülcelîl Efendi herhâlde bu *Zât*’dır, diye düşünüp, en *Arka*’ya oturmuş. Herkes, boynu bükük olarak *Edeb*’le vaazı dinliyor.


Ortalarda bir *Genç* de hizmet ediyormuş. O gence; *Abdülcelîl Efendi* burada mıdır? diye sormuş. O genç de; *İşte şu!* diyerek, önündeki *Kişi*’yi göstermiş. 


O da, herkes gibi boynu *Bükük* olarak vaazı dinliyormuş. Abdülvehhâb Efendi çok şaşırıp; *Peki, kürsüde vâz eden zât kimdir?* diye sorunca; O zât, *Seyyid Fehîm Efendi*’dir, demiş. 


Sonra namâza kalkmışlar. *Seyyid Fehîm* hazretleri imâmete geçmiş. İftitah *Tekbîr*’ini aldığında, herkes *Ceryan*’a çarpılmış gibi titremeğe başlamış. 


Abdülvehhâb Efendide de aynı *Hâl* vâki olmuş. Bu *Vak*’ayı, bizzât Abdülvehhâb Efendi bana anlattı ve dedi ki: O ortalarda *Hizmet* eden genç de, *Abdülhakîm Arvâsî* efendi idi. 

● ● ●  

*Mü’min*’ler bir araya toplanınca, *Kalp*’lerindeki *Nûr*, birbirine *Aks*’eder, *Te’sîr* eder. Hele aralarında bir de Allahü teâlânın sevdiği bir *Velî* kul varsa.


Onun *Kalb*’indeki nûr, şu *Lâmba* gibi herkesi aydınlatır. Aralarında öyle biri *Yok*’sa, öyle büyük bir *Zât*’ın *Sevgisi* de aydınlatır. 


Bunun için o *Zât*’ın, yanlarında olması şart olmadığı gibi, *Diri* olması da şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur.

Yâdigâr mektûblar 52.mektûb

 Kuleli'den Edhem Kırçın'a Arabî harflerle yazılmıştır.

23 Cemâzi'l-Âhire Pazar

Ve aleyküm selâm kardeşim Edhem

Cenâb-ı Hak, erhamürrâhimîndir. Rahmet deryâsı nihâyetsizdir. Duâları,tevbeleri kabûl edicidir. Onun habîbi, sevgili Peygamberi sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki "Günâh edip de pişman olan, tevbe eden, günâh işlememiş gibidir". Ya'nî günâhı muhakkak afvedilir. Günâhlara tevbe etmeliyiz. Bir daha yapmamağa karar vermeliyiz. Günâhlarımızın afvını ondan beklemeliyiz. 

Yazılarınız çok hoşuma gitdi. Cenâb-ı Hakkın sevdiği şeyleri güzel yapanlara ve mutlu çalışınca zâhir ve bâtın ma'mûr olur. Taklîdden tahkîka kavuşulur, ârızâlardan halâs bulup selâmete varılır. Sualleriniz çok  mufassal cevâb ister, fakat karınca kaderince kısaca arz ediyorum.

1- Müftiyüssekaleyn Ebussu'ûd Efendi (kuddise sirruh), 1264 senesinde basılmış (Kazâ ve Kader) risâlesinde buyuruyor ki: (İlm,ma'lûma tâbi'dir ve haber vak'aya tâbi'dir. Bir ressam bir at resmi yapacağı zemân, zihninde atın sûretini tasavvur eder. Sonra bu tasavvuruna muvâfık olarak resmi yapar. Ressamın zihninde tasarladığı sûret, at o şekilde olduğu içindir, yoksa ressam o şekilde düşündüğü için atlar o şekli almamışdır.

Cenâb-ı Hakkın kâfirlerin ebedî îmân etmeyeceklerini bilmesi ve Kur'ân-ı kerîmde bunu haber vermesi, onları kendi ihtiyârları ile kâfir oldukları ve îmân istemedikleri içindir. Bunların kâfir olması Cenâb-ı Hakkın, bunları kâfir olarak bildiği ve haber verdiği için değildir.

Eğer bunlar, ilm-i ilâhîde ezelî olarak kâfir olacakları bilindiği için cebren ve ilme tâbi' olarak kâfir oluyorlar denirse, Cenâb-ı Hak kendi yapacaklarını ve yaratacaklarını da ezelde biliyordu. O halde kendisi de fâil-i muhtâr olmayıp hâşâ ilmine uygun olarak yaratmağa mecbur olurdu. Cenâb-ı Hak fâil-i muhtâr olduğu gibi insanlarda fâil-i muhtârdır. Cenâb-ı Hak kendi yapacaklarını ezelde biliyordu ve bu bilgisi kendisinin ve kulların irâde sâhibi olmasına mâni' değildir.)

2- [Ecnebilerin kıymet verdiği gecelerde bir tacir] Âdeti olan malı çok getirir satarsa câizdir. O geceye âid husûsî şeyleri getirir satarsa para kazanmak için ise günâhdır. O geceye ta'zîm niyyeti olursa kâfir olur. Müslimâna lâyık olan, âdeti olmayan şeyler fazla getirmemelidir.

3-  Fîsebîlillah [Allah yolunda] harbe gitmek ibâdetdir. Harâm olmayan emirlere itâ'at lâzımdır. Ma'lûmât vermek ise zemânda,mekâna, şartlara göre tehavvül eder ve cevâz ile takvâ farklıdır. 

4- Seâdet-i Ebediyye 215'nci sahîfede bildirildiği gibi uşrda, İmâm-ı A'zâm, nisâb yokdur, buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsüf ile İmâm-ı Muhammed'e göre ise bir sene dayanabilen mahsul mikdârı beş veskden ziyâde olursa uşr lâzım olur. Bir vesk de, 60 sâ'; bir sa', üç buçuk kilodur.

5- [Namazın bozulduğunu] Haber veren kimse âkıl, bâliğ ve sâlih müslimân ise nemâzı iâde etmek lâzımdır.

6- Mudâ'afların her bâbında fiilin sonu sâkin olunca hem nasb, hem cer, hem de ref' okumak câizdir. Ekseriya nasb, ya'nî fetha okunuyor. Maksud'da îzah edilmekdedir.

Cenâb-ı Hak hepimizi afv buyursun, doğru yoldan ayırmasın. Fenâ, zararlı kitâb, söz ve yollardan muhâfaza buyursun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretlerini tanıdığımda, *Onsekiz* yaşında bir *Genç*’dim. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin *Vasiyyetnâme* kitâbı var. 


Oğluna nasîhatlerini oraya yazmış. O kitapdan birazını bizim *İlmihâl*’e yazdık. Çok kıymetli *Nasîhat*’ler. 


Herkesin, *İlmihâl*’den bu nasîhatleri okuması *İyi* olur, hattâ *Lâzım* efendim. Evinde çoluk-çocuğuna da okutup öğretmesi lâzım olan *Bilgi*’ler. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, *Silsile-i aliyye*’dendir. Silsile-i aliyye’yi şiir şeklinde okurken; 


*Abdülhâlık Goncdüvânî mârifetler semâsında, dünyâyı aydınlattı hem Ârif-i Rîvegerî* diyoruz ya hani. 


Böyle, *Şiir* şeklinde olursa akılda dahâ kolay kalır. Sırasıyla ezberlemek *Zor* olabilir. 

● ● ●

*Çocuk* iken ve *Genç* iken öğrenilenler, *Taş*’a yazılan yazı gibidir kardeşim, silinmez. *Mezar* taşlarındaki *Yazılar* bile, asırlar geçdiği hâlde silinmiyor, kaybolmuyor. 


*Yaşlı*’lar öyle değil, onların öğrendikleri, *Buz*’a yazılan yazı gibidir. Buz eriyince yazı kaybolduğu gibi, *Yaşlı*’nın öğrendiği de unutulur. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri *Yirmi iki* yaşında *Mürşid-i kâmil* olmuş. 


*Hızır* aleyhisselâmdan ders almış. Nerede almış? *Havuz*’da, su içinde *Hızır* aleyhisselâm ona ders vermiş efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İslâmiyet, zamana göre değişir, deniyor. Bunun mânâsı, *Mubâh*’ların değişmesidir. *Emir* ve *Yasak*’lar hiç değişmez. 


Mubâhların değişmesi de, bâzen *Harâm* olur, bâzen de *Farz* olur. Meselâ eskiden *Latin* harfleri ile din kitâbı yazmak *Harâm* idi, şimdiyse *Farz* oldu. 


Hattâ, *Arabî*’den başka bir Dil ile, *Din kitâbı* yazılmaz, diyen âlimler vardır. 


Bu konuda *İhtilâf* oldu. *Dîn*’in öğrenilmesi için, her *Dil*’de yazılmasında *Zarûret* olduğu görüldü. 


Bunun gibi, eskiden *Araba* almak lüzûmsuzdu, yâni *İsrâf*’dı. Şimdi ise her müslümâna, araba almak *Farz* oldu. Peki niçin?


Çünkü bu *Sıkışık*’lıkda, bu *İzdihâm*’da, belediye otobüslerine, değil müslümân *Kadın*’ların, *Erkek*’lerin bile binmesi doğru değil kardeşim. 

● ● ●  

Diyelim ki, bir kimse yatarken *Kitap* okuyor. Okudukdan sonra bir yere koyuyor. Namâza kalkacağı için *Sâati* ku-ruyor, *Seccâde*’yi, *Havlu*’yu hazırlıyor.


Ne olur ne olmaz diye *Tabanca*’sını da hâzırlıyor. Gece, bir *Gürültü*’yle uyanıyor ki eve *Hırsız* girmiş. Hırsıza karşı bu hâzırlıklarından hangisine mürâcaat edecek? 


*Tabanca* maddî silâhdır, *Te’sîri* kesin değildir. Zîra *Tutuk*’luk yapabilir, hırsız daha *Atik* davranabilir veyâ hırsızın elinde daha *Güçlü*’sü olabilir. 


Ama öyle *Silâh*’lar vardır ki, hiç *Tutuk*’luk yapmaz, *Hedef*’ini aslâ şaşırmaz, te’sîri de *Kesin*’dir. Bu silâh nedir biliyor musunuz? 


Bu silâh, o *Büyük*’lerin, yâni Mürşid-i kâmil olan *Velî*’lerin, *Evliyâ*’ların *Ruh*’larıdır, *Rûhâniyet*’leridir. Bunlar, mânevî *Silâh*’dır. 


O *Büyük*’ler, isimleri anıldığında, hattâ zihinde *Hâtır*’landığı *An*’da hemen orada *Hâzır* olur ve o kişiyi o sıkıntıdan kurtarırlar.


O mübârek *Zât*’ların gelmesi, bir anda olur. Hattâ daha *Hızlı* olur. *An* bile değil kardeşim. Başka *Kelime* olmadığı için *An* diyoruz. 


Bu Büyük’lerin rûhları çok daha *Hızlı*’dır. Hattâ *Melek*’lerden bile daha *Hızlı* ve daha *Sür’atli* dir. *İmâm-ı Rabbânî* hazreteri öyle buyuruyor kardeşim.

Sûret değişmesi

 Eski ümmetlerde suret değişmesi vardı. Günahkar biri hayvan suretine döner bunu herkes görürdü. Hz peygamber efendimizin ümmetinden bu kaldırıldı. Ancak kâmil veliler manevi olarak kişinin suretinin hayvana döndüğünü görür. Ehli dünya ve münkirler ile bidat ehli kişilerin kabirde suretleri ekseri hayvan suretindedir.


Gavs Seyyid Sıbgatullah Arvasi "kuddise sirruh"

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İmâm-ı Şâfiî’ye sormuşlar; *İmâm-ı Mâlik nasıl bir zâtdı?* diye. Cevâben demiş ki: Bir gün *Onu* görmeye gitdim, çok *Kalabalık*’dı. Herkes bir şey soruyordu. Dikkat etdim, dinledim.


*Otuz* suâl sordular. Bunlardan yirmi ikisine *Cevap* verdi. Sekizi için de; *Bilmiyorum* dedi. O zaman anladım çok büyük *Âlim* olduğunu. 


Efendi hazretlerine de suâl sorarlardı. Mübârek bâzen; *Bilmiyorum, kitaplara bir bakayım*, derdi. Hâlbuki biliyordu efendim. 


İşte bu *Büyük*’ler, bilseler bile, mütevâzı olduklarından bâzen *Bilmiyorum* derler. Bir gün Efendi hazretleriyle oturuyorduk. Bana bakıp buyurdu ki: 


*Hilmi, beni iyi dinle!* Bu zamanda bir müslümân, bu *Büyük*’lerin buyurduklarını iyi anlarsa, onlara tam *Tâbi* olursa ve sâdece onlardan *Nakl*’ederse, işte o, *İlim* sâhibidir.


*Fazîlet* sâhibidir ve gerçek *Âlim*’dir. Sen, birine birşey anlatırken veyâ yazarken, dinliyene ve okuyana *Suâl* sordurma. Bir okumada, *Râhat*’lıkla anlasınlar. 


Eğer suâl sordurursan, bu, *İyi* anlatamadığını gösterir. Yâni iyi *Konuşmak* ve iyi *Yazmak*, hiç suâl sordurmamakla mümkün olur. 


Mübârek, bu *Söz*’leriyle, sanki tâ o zamandan, bize şöyle *Emir* buyurdular: *Hilmi!* Bir gün gelecek, sen, *Kitap* yazacaksın.


Sakın ola ki, kendinden bir şey *Yazma*, kendinden bir şey *Katma*, ancak o *Büyük*’lerden naklet ve anlaşılır şekilde yaz, diye bize *Îkâz*’da bulundular. 


Elhamdülillah, biz de, *Efendi*’nin bu *Emr*’ine uyduk. Buyurdukları gibi *Kendi*’mizden bir *Şey* söylemedik ve yazmadık kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Zamânımızın en büyük *Cihâd*’ı, ehl-i sünnet *Kitap*’larını dağıtmakdır kardeşim. *Kur’ân-ı kerîm* okumak da çok *Sevap*’dır, çook. 


Niçin çok sevaptır? *Kelâm-ı ilâhî*’dir çünkü. Allahü teâlâ; *Benimle konuşmak istiyen, Kur’ân-ı kerîm okusun!* buyuruyor. 


Ne *Güzel* şey yâ Rabbî. Müslümânların her şeyi *Ni’met*’dir kardeşim. *Dünyâ*’da da ni’metdir, *Âhiret*’de de. Zâhiren *Sıkıntı*, hakîkatde ise *Rahmet*. 


İnsan, *Dîn*’ini öğrendiği *Hoca*’sını çok sevmelidir. Sevmek nasıl olur? Evliyâlardan biri diyor ki: Benim hocam *İmâm-ı Husrî* hazretleri, bir gün bir mecliste oturuyordu. 


Âlimlerden biri, hocamın bir *Sözü*’nü beğenmedi, Ona *Îtiraz* etdi. Ben bunu görünce çok üzüldüm.


*Hocam*’ın sözünü beğenmiyen bir *Adam*’ın yanında benim *İşim* yok! dedim ve kalkıp gitdim. İşte *Hoca*’ya muhabbet *Böyle* olur. 

● ● ●

Bir cemâatin içinde Allahü teâlâ en çok hangisini *Sever?* Meselâ şimdi bu *Oda*’da olanların içinde Allahü teâlâ en fazla kimi sever? 


Kim *Hizmet* ediyorsa, onu çok *Sever*. Neden? Çünkü *Seyyid-ül kavmi hâdimühüm!* buyuruldu. Ne demek bu?


Yâni bir cemâatin, bir topluluğun *Efendi*’si, en *İyisi*, onlara *Hizmet* edendir. Allahü teâlâ, hizmet edeni çok *Sever*. 

● ● ●

Acele etmek, *Şeytan*’dandır, yalnız *Namaz* müstesnâ. Vakit girince *Hemen* kılmalıdır. Gecikdikçe *Sevâbı* azalır. Başka şeylerde *Acele* yok! 


Eğilmek yok kardeşim, eğilmeyin. Öpülecek *Eller* nerde? Toprak altında. Onlar, toprak altında kaldılar. *Elim*’e geçse, ben de öpeceğim. 


Sabah namâzında başladık *Teşrîk tekbîr*’lerini okumağa. Sabah namâzının farzında, *Selâm* verince, *Tekbîr* getireceğiz.


*Vâcib*’dir çünkü. Eğer unutursanız, ikindinin farzından sonra *Üç* defâ getirin. İkisi de unuttuklarınızın *Kazâ*’sı olur.

Fitne nedir?

 Fitnenin şerîat dilindeki ma'nâsı, ma'siyetin [günahların] neticesi olan musîbetlerdir. Bu da iki kısımdır:

Birisi, zâlimin kendisine mahsustur. Ya'nî katl [adam öldürmek]. Zina, şarab içmek v.s gibi menhiyât-ı ilâhiyyeden birinin işlenmesinin akabinde, o şahsa nâzil olan musîbettir. Musîbetin en ehveni budur.

İkincisi ise tesiri umûmî olan musîbetlerdir. Böyle fitnesi çok olan musîbetlerin zuhûruna dâir işbu âyet-i celîle nâzil olmuştur: "Öyle bir fitneden sakının ki, o içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. (Umuma sirâyet eder ve hepsini perişan eder, eseri kıyâmete kadar bâkidir)."

Bu fitnelerden birincisi, bulunduğunuz yerde, Allahu teâlânın yasaklarından biri hep yapıldığı halde, men'ine kâdir iken men' etmez, kâdir değilseniz, kalben olsun bir buğz ve düşmanlık beslemezsiniz.

İkincisi, emr-i ma'rufda müdâhene etmek, önemsememek ve gevşek davranmaktır. Bu da dinde câiz olmayan bir şeyi, canınızın istediği bir şekle sokarak câiz kılmanızdır.

Müdâhenenin mudâradan farkı budur ki, müdâhene câiz olmadığı halde, mudâra bazen haram, bazen mekrûh, bazen ise farz, vacîb ve sünnet olur.

Fitnelerin en büyüğü, en şiddetlisi din kelimesinin iftırakıdır, ya'nî Lâ ilâhe illallah kelîmesinin ma'nâsından uzaklaşmadır. Tevhîd kelîmesi,îman sözü Müslümanlar arasında, artık bir heyulâdır.

Bunun bir misâl ile izâhında: toprağın su ile yoğrulan, hamur hâline getirilen ve kalıplara dökülerek, gerek güneşin ziyâsı ve gerek ateşin tesiriyle kerpiç kesilen ve içinde evvelce yapışmasına yegâne sebeb iken bilâhare güneşin veya ateşin harareti ile giden su olduğu halde ve onun yardımıyla o taş, toprak parçacıkları birbirine yapışmış olarak birlikte bir kitle teşkîl ediyorsa, Tevhîd kelîmesi olan Lâ ilâhe illallah da, bütün mezheb, ırk farkı gözetmeden bütün müslümanların bir tek kitle hâlinde bulunmasına sebebiyet veriyor.

Taşın kırılması, ufalanması, kendini teşkil eden parçacıkların zorla ayrılmasıyla nasıl varlığı kalamıyorsa, kelîme-i tevhîdin kırılması, ya'nî söylenmemesi, levâzım ve levahıkıyla [gerekleri ve icâbları] amel edilmemesi de müslümanların kitlesinin birbirinden ayrılmasına sebebiyet verir ki, bunun cezası âhırete bağlı kılınmış olsa dahî, dünyâdaki eseri, yalnız sâhibine âid olmayıp, umûmidir. Yalnız zuhuru zamanında denilebilir ki, irâde-i ilâhiyye, hangi zamana taalluk etmiş ise, o zamanda zuhûr eder. Zelzele, suların taşması, yangın, kıtlık v.s. gibi.

Fitnelerin bir kısmı da, bid'atlerin zuhuruna sebeb olmaktır. O bid'atlar ki, Zaman-ı Seâdette ve Sahabe zamanında dinde mevcûd değildi.

Bid'atlar iki kısımdır: Birincisi âdetle alâkalıdır. Zuhurunda beis yoktur. Memnû' [yasak] olanlar dinle alâkalı olan bid'atlardır. Meselâ bunlardan biri, terâvih namazı müstesnâ olmak üzere hiçbir sünnet namazı cemâatle kılınmazken, cemâat ile kılmaktır. İşlenmesinde beis [sakınca] olmayan bid'atlar ise, çatal, kaşık ile yemek yemek ve çorap giymek gibi şeylerdir. İklim itibâriyle hıfz-üs sihha nokta-i nazarından çorap kullanmak muvafık [uygun] olamıyacağı cihetle, Server-i  Âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) çorap giymemiştir. Çünkü nokta-i nazar-ı Peygamberî hıfz-üs sihha idi.

Bid'atların zuhuru bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkatadır. Bunlardan biri de cihâdda, gazâda tekâsül [gevşeklik] ve tenbelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münâfıklığın alâmetlerinden biri de, şehîd olmağı istememektir. Şehâdet, İslâm dîninin takviyesi yolunda can vermektir. Her mümin kişi bunu kalben ve zevkan istemek ile memurdur. Bunun için enbiyâ-ı izamdan bir çokları ve Sahabe-i kirâmın ekserisi ve evlâd-ı Resûlün (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) cümlesi şehîd olmağı arzu etmiş ve bu itikadla can vererek âhırete gitmişlerdir.

Bu âyet-i kerîmenin devamında: "Biliniz ki, Allah'ın azâbı pek şiddetlidir" buyuruluyor. Bir kişinin sebebiyet verdiği bir fitne ile bütün mahlukatın zarar görmesi karşısında, kalblere gelmesi muhtemel olan bir vehme, şübheye karşı Cenâb-ı Hak, azab-ı ilâhîsinin pek şiddetli olduğunu bildiriyor. Çünkü rıza-ı ilâhisine mugayır [aykırı] olan bir şeyin zuhûrunda, onun sebeb olacağı zarar ve felâkete karşı ne sûretle cezalandırmak lâzım ise, o sûretle inzâl edecek ancak onun kendi zât-ı ulûhiyyetidir.

Allahu teâlânın âdetinin iktizasındandır ki, gelen cezâ umûmî gelir. Yalnız sebeb olanlara, mukaddemesi [girişi], dünyada olmak üzere cezâ, sebeb olmayanlara, ma'fû ve mazûr görülecek olanlara, ya'nî bu fitnenin zuhûr ve sirâyetine mâni' olamıyarak kalbleriyle buğz ve adâvet [düşmanlık] gösterenlere şehâdet nasîb etmek üzere mükâfattır.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh) 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri dünyâdan gitdi, ama mübârek *Rûh*’ları her an *Bizim*’le berâber. Hayâtda iken *Berâber*’dik. Şimdi de *Rûh*’ları bizimle berâber elhamdülillah. Ne büyük *Ni’met*. 


*Mektûbât*’ın ikinci cildinin 66.cı mektûbunu okudum bu gün. *Seâdet-i Ebediyye*’de var bu. Orada *Kul hakkı*’nı anlatıyor. 


Üzerinde bir *Gümüş* para kadar *Kul hakkı* olanın haccı kabûl olmaz! diyor. Hiç *Sevap* kazanamaz, istediği kadar Hacca gitsin, kabûl olmaz. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Ben söylemiyorum bunu, Büyüklerimiz söylüyor!* diyor. Kul hakkı, *İslâm* ahlâkının temelidir. 


Üç gram *Gümüş* borcunu, yâni birkaç *Lira*’lık kul hakkını ödemiyenin haccı, *Hacc-ı mebrûr* olsa dahî kabûl olmaz. 


Hattâ şartlarına *Uygun* olsa dahî. *Kul hakkı* bu kadar mühim. Fakat bunu *Bilen* yok, *Söyliyen* hiç yok. 


*Men sabere zafire!* Ne demek bu? Yâni sabreden kazanır, hadîs-i şerîf bu. Buna sarılalım, birbirimize *Duâ* edelim kardeşim. 


Evinizde olduğu gibi, dışarıda da kimseyle *Münâkaşa* etmeyin. Münâkaşa *Zarar* dır. Neden? Çünkü münâkaşa, *Dost*’un muhabbetini *Azaltır*, *Düşman*’ın da düşmanlığını *Artdırır*. 


Müslümâna gelen her şey *Ni’met*’dir, *Hayr*’dır. Kur’ân-ı kerîm okumak, ibâdetlerin en *Kıymet*’lisidir. Çünkü bu, Allahü teâlâ ile bir nevi *Konuşmak* oluyor. 


Namaz niçin çok *Efdâl*’dir? Çünkü namazda *Kur’ân-ı kerîm* okumak var da onun için. *Mevlîd* okumak niçin çok *Sevap*’dır? 


Çünkü mevlîdde de *Kur’ân-ı kerîm* okunuyor. Kur’ân-ı kerîm okumak bütün ibâdetlerin en *Efdâl*’idir. Hadîs-i şerîfde ne buyuruldu? 


Namazda okunan *Kur’ân-ı kerîm*, namâzın hâricinde okunan Kur’ân-ı kerîm’den daha *Efdâl* ve daha *Hayır*’lıdır. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor.