Ramazan Ayvallı, Şair Necip Fazıl ile ilgili bir hatırasını şöyle anlattı: “Üstad Necip Fazıl'dan bizzat dinledim. Merhum Abdulhakim Efendi Süleymaniye Camii'nde vaaz vermektedir. Necip Fazıl da 10 soru yazar ve soruları cebine koyup Süleymaniye Camii'ne gider. Vaazdan sonra soruları kendisine soracaktır. Ancak, Arvasi Hazretleri vaazı sırasında Necip Fazıl'ın sorularını birinciden başlamak üzere tek tek cevaplandırmaktadır. Üstad bir ara (acaba soruları cebimden düşürdüm de eline mi geçti?) diye şüphelenir. Cebine bakar soru kâğıdı yerinde durmaktadır.
Bizi seven imânsız gitmez
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Îmân* çok hassasdır kardeşim. Bir kelimeyle *Gelir*, bir kelimeyle *Gider*. İslâmiyetin bir emrini hafife almak ve *Küfr*’e sebep olan bir kelimeyi söylemek, *Îmân*’ı götürür. Bir *Tövbe* etmekle de *Geri* gelir.
Öyleyse *Mü’min*, rastgele yaşıyamaz. Mü’minin en büyük korkusu, *Îmân*’ını çaldırmak olmalıdır, Bizi seven, *Îmân*’sız gitmez kardeşim. Çünkü bizi seven, Efendi hazretlerini sever.
*Efendi*’yi seven de *Seyyid Fehîm* hazretlerini sever, bu böyle Resûlullaha kadar gider. Bu yol, *Ehl-i sünnet* yoludur efendim. Ne demek ehl-i sünnet?
Yâni Resûlullahın ve Onun eshâbının *Yolu*’nda giden demekdir, Tek kurtuluş *Fırkası* da budur. Diğer yetmiş iki *Fırka*, Cehenneme gidecek, *Îtikad* bozukluğu kadar yandıkdan sonra, çıkıp Cennete gidecekler.
Bu büyükleri *Tanımak*, sonra *Sevmek* sonra da onlara *Tâbi* olmak lâzımdır. Bu, Allahü teâlânın bir kuluna vereceği en büyük *Ni’met*’dir efendim. En büyük *Şeref*’dir.
Hattâ bu *Büyükler*’i tanıyıp, bu büyüklere *Muhabbet* besleyip de, başka yerlerde, başka *Şeref*’ler aramaya kalkan, açıkçası *Şerefsiz*’dir. Çünkü en büyük şeref, budur.
*Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Eshâb-ı kirâm olduktan sonra hiçbir şeye *Kıymet* vermediler. Çünkü en büyük *Şeref*’e kavuşmuşlardı.
Kardeşim, yalnız *Çanakkale*’de, 250 bin üniversiteli *Genç*, tıbbiye’den, mühendislik’den, bütün bu gençleri topladılar, Çanakkale’de hepsi *Şehîd* oldu.
Neden? *Küffâr içeri girmesin* diye. Bu vatan toprağına, *Kâfir ayağı* değmesin diye.
Ecdâdımız, dedelerimiz, hep bu *Îmân-Küfr* mücâdelesinde *Şehîd* düştüler. Velhâsıl, biz *Hazıra* konduk kardeşim.
Ama bunun kıymetini bilmezsek, *Hesâb*’ı sorulur yârın âhiretde. O hesap da *Ağır* olur, cevâbı verilemez. Bunun da tek *Çâresi* var. Mâdem ki bu *Bayrak* bizim elimize kadar gelmişdir.
1400 seneden beri, *Kan*’la, *Mal*’la, *Can*’la gelmişdir. Eğer bu bayrak, bizden sonraki nesle aktarılmazsa, çok *Kötü* olur.
Bizden sonraki gençlik, bizim *Evlâtlar*’ımız, *Torunlar*’ımız, İslâmiyetden *Habersiz* olurlarsa, daha doğrusu islâmiyeti doğru olarak öğrenemezlerse, *Âhiret*’te, cevâbını veremeyiz kardeşim.
Seyyid Muhammed Kutb-ul Arvasi’nin (kuddise sirruhu) Van/BahçesarayArvas köyündeki kabri şerifi
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu *Büyük* lerin sözlerine lâyık olalım inşallah, *Çok konuşan* bir kimsenin, aklının *Az* olduğu anlaşılır. Ancak *Büyük* lerden anlatmak müstesnâdır. Türkçede bunun bir misâli var.
Atalarımız; *Kelâmın fıdda ise sükûtun olsun zeheb!* buyurmuşlar, *Fıdda*, gümüş demekdir, *Zeheb* de altın demekdir. Sözlerin *Gümüş* ise, sükûtun *Altın* olsun.
Hele bu zamanda çok *Mühim* dir bu. Düşünerek konuşun kardeşim. Ben hep düşünerek konuşuyorum. *Lüzûm* suz bir *Söz* söylemiyeceğiz. Hiçbir toplantıda, hiçbir yerde, hiçbir kimseye *Lüzûm* suz bir *Söz* söylemiyelim.
Hele *Münâkaşa*, çok zararlıdır ve bizde *Yasak* dır. Bizim kitaplarımızda sık sık yazılı; Münâkaşa, *Dostla* da yapılmaz, *Düşman* la da yapılmaz. Çünkü dostla yapılırsa muhabbet *Azalır*, düşmanla yapılırsa düşmanlık *Artar*.
● ● ●
*Kandil* geceleri mübârekdir, *Cumâ* gecesi de mübârekdir. Bu iki gece bir araya gelince daha *Kıymetli* olur. Çok *İstiğfâr* etmek lâzım. Günâhlardan sakınmak lâzım. *Dargın* durmamak lâzım.
Bu, çok mühim. *Üç* gün den fazlasına müsâde yok. Müslümân, *İçki* içmez, *Kumar* oynamaz, *Zinâ* etmez, ama farkında olmadan *Gıybet* edebilir. Bu gibi günâhlardan çok sakınmak lâzım.
İnsanlar *Üç* sınıfdır kardeşim. Birincisi, *Hayvan* gibi olanlardır. Onların husûsiyyeti, *Benimki benim, seninki de benim!* derler.
*Köpek* gibi yâni. Köpekler *Kemik* toplarlar ve gömerler. Bir daha toplarlar gene gömerler, bir daha toplarlar gene gömerler, sonra nereye gömdüğünü *Unutur* lar.
Bir de *İnsan* sınıfı var. Bunlar; *Seninki senin, benimki benim!* der.
Üçüncüsü ise *Müslümân* ahlâkında olanlardır. Bunlar; *Seninki senin, benimki de senin!* derler. Söylemesi kolay, yaşaması *Zor* dur
*Hubb-ı fillâh* ve *Buğd-ı fillâh*, bu dînin esâsıdır kardeşim. Birbirimizi çok *Seveceğiz*, birbirimizin kusurlarımızı *Görmiyeceğiz*. Bunlar, bizim *Kitap* larımızda yazılı, *Büyük* ler böyle buyuruyorlar.
Ne diyorlar: *Mü’minler, birbirinin arkasından (duâ) ederler, münâfıklar birbirinin arkasından (gıybet) ederler!* Büyüklerimiz böyle buyuruyor kardeşim.
Helal lokma yemeli
ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî) "rahmetullahi aleyh" hazretleri buyurdular ki;
İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeplerinden biri de, haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan; hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. Kim yemede isrâf ederse, kalbi kararır. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yerse, kalbine kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca yaptıkları boşa gider.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Hicret* de, Medîneli kadınlar, *Def* çalarak Efendimizi bekliyorlardı. *Peygamber* efendimiz, hazret-i *Ebû Bekr* ile Medîne’nin az ilerisinde, bir *Ağaç* altında dinleniyorlardı.
Bir yehûdî onları gördü. Medîne’ye gelince; *Sizin beklediğiniz kişi, falan yerdedir!* dedi. Medîneliler, *Def* çalarak, *Şiir* ler okuyarak oraya koşdular.
Şiirde; *Böyle güzel görmedik, ay doğdu üstümüze!* diyorlardı. Ağaç altında iki kişi gördüler. Biri biraz *Yaşlı*, biri dahâ *Genç* idi.
Medîneliler, Peygamber Efendimizin dahâ *Yaşlı* olduğunu bildikleri için, yaşlı olana *Hürmet* ediyor, Ona *Saygı* gösteriyorlardı.
Ama biraz sonra güneş gelince, *Yaşlı* görünen hemen kalkıp, *Genç* görünenin üzerine doğru eğildi, güneşden râhatsız olmasın diye *Gölge* etdi Ona.
O zaman anladılar ki, *Genç* görünen, Peygamber efendimizdir. Aslında Peygamber Efendimiz, hazret-i Ebû Bekr’den dahâ *Yaşlı* idi.
Ama O, kimin yanında olursa olsun, dahâ *Genç* ve daha *Dinç* görünürdü efendim.
● ● ●
Müslümân olan bir *Cimri* nin, ilerde *Îmân* sız gitme tehlikesi vardır Allah korusun. *Cömert* olan kâfirinse, *Îmân* etme ihtimâli vardır.
Ne kadar mühim kardeşim. *Hasîs* olan müslümânın, *Îmân* sız gitme tehlikesi var. Niçin? *Vermiyor* çünkü. *Vermeye* alışmamış.
Hâlbuki gün gelecek, *Canını* verecek. Canımızı vereceğiz. Öyleyse *Vermeye* alışalım kardeşim. Vermek *Güzel* şeydir. Allah, verenleri *Sever*, aksine cimriyi *Sevmez*.
Niçin? Çünkü *Cimri*, vermeyi sevmez. Ölürken *Canını* da vermek istemez, onun için *Rûhu*’nu da *Zor* verir, Canı zor çıkar bedeninden, çok sıkıntılı olur.
Ama *Cömert* öyle değil. O, vermeye alışıktır. Onun için canını da *Kolay* verir, bir sıkıntı olmaz.
Yâdigâr mektûblar 29.mektûb
13 Cemâzi'l Âhire 1376 [14.1.1957]
Aleyküm selâm kıymetli kardeşim Fahri Bey
Ne güzel suâllerinizi hâvî olan mektûbunuzu okuyarak çok zevk aldım. Saf bir kalbin akisleri olan ifâdeleriniz rûhuma ferâhlık verdi. Ne yazık ki suâllerinizin hepsine şimdi cevâb yazamıyacağım. Hiç müsâid vaktim yok. Eshâb-ı Kirâm risâlesini bitirdim. Muzaffer'e [Özak] verdim. Fakat kâğıd olmadığı için basılamıyor. Kâğıd bulunca basdıracak. Şimdi Seâdet-i Ebediyye ikinci kısmı hazırlıyorum. Bütün fırsatlarımı ona hasr ettim. Bir aya kadar temâm olur. Bir tarafdan mekteb meşgûliyetim ve Abdülhakîm'in yetişdirilmesi beni çok yoruyor. Muhtelif yerlerden fazla mektûb da alıyorum. Hangisine cevâb vereceğimi şaşırdım. Siz yine mektûblarınızı yazınız. Çok memnûn olurum. Fakat cevâblarını bir müddet sonra yazabileceğim. Mektûblarınızı saklıyorum.
Semerâtü'l-Fuâd kitâbını yazan Sarı Abdullah Efendi 1071'de vefât etmişdir. Kitâbını daha evvel yazdığından İmâm-ı Rabbânî'yi yazacak, daha doğrusu duyacak zemân bulamamışdır. Zîra İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) 1034'de vefât etti. Nefahât ve Reşahât kitâbları ise İmâm-ı Rabbânî'den çok evveldir.
Bütün tarîkatlar İmâm-ı Ali'ye; Nakşibendiyye ise hem O'na, hem de Ebû Bekr radıyallahü anhümâya müntehî olur [ulaşır]. Semerâtü'l-Fuâd yalnız bir tarafını söylemiş; doğru söylemiş, fakat noksan söylemişdir. İlm-i ledünnî kapısı, evet İmâm-ı Ali'dir. İlm-i ledünnî, meârif-i vilâyetdir. Hâlbuki bir de kemâlât-i nübüvvet vardır ki onun menba'ı Ebû Bekr-i's-Sıddîk'dır. Kemâlât-ı nübüvvet,kemâlât-i vilâyetden kat kat ziyâdedir. Bütün tarîkler içinde yalnız Nakşibendî büyükleri kemâlât-ı nübüvvete varmışlardır. Diğer tarîkatların bunlardan haberleri olmadığı için, Ebû Bekr-i's-Sıddîk''ı da anlayamazlar. Onlar yalnız kemâlât-ı vilâyeti ve onun menba'ı olan İmâm-ı Ali'yi radıyallahü anh bilirler. Bunlar, Mektûbât'da çok uzun ve açık ve temâmen doyurucu olarak anlatılıyor.Herhalde Fârisî öğrenmeli ve Mektûbâtı okumalısınız. Bak o zemân her suâlinize orada kâfi cevâb bulursunuz. Nakşîlerde hem tarîk-i vilâyet, hem de tarîk-i nübüvvet vardır. Tarîk-i vilâyet bakımından Halvetî ile İmâm-ı Ali radıyallahü anh'da birleşirler. Fakat tarîk-i nübüvvetde daha yükselerek, yalnız Ebû Bekr radıyallahü anh kuyusundan kaynağından ererler. Başkaları Ebû Bekr radıyallahü anh'ın büyüklüğünü bilmediklerinden yalnız İmâm-ı Ali'yi medh ederler. Tabiî hakları var. Onlar tarîkat sarhoşu. Aşk, muhabbet insanı sağır ve kör yapar. Onlar ma'zurlardır. Semerâtü'l-Fuâd kitâbını yazan, Mektûbât'ı görse idi. Oradan bir şey tatsa idi, o zemân böyle yazmazdı. İmâm-ı Ali radıyallahü anh,vilâyet yolunun kemâlât-ı vilâyetin şâhıdır. Ebû Bekr Sıddık radıyallahü anh, kemâlât-ı nübüvvetin, nübüvvet yolunun şâhıdır.
146'ncı sahîfedeki Melâmet'den maksâd,mubâhları irtikabdır [yapmaktır]. Riyâzet ve mücâhede yapmayıp herkes gibi mubâh lezzetlerle iştigaldir [uğraşmaktır]. Yoksa nemâzı terk değildir. Cemâ'ati terk değildir. Hakîkî Melâmi bunlardır. Bir de zındık Melâmîler vardır. Onlar günâh işler ve nemâzı terk eder. Onlar Semerâtü'l-Fuâd'da yazılı değildir.
146'ncı sahîfede yazılı zevât-i kirâm, daha evliyâlık derecesine varmamış, yalnız sulehâ-yı ümmetdendirler. Fakat herkes bunlara evliyâ zan etmişdir. Evliyâdaki deryâdan bunlara bir damla damlamış; şaşırmışlar, coşmuşlar, bir şeyler söylemişlerdir. Hâlbuki (Men arefellah kalle lisânühü) dür. [Allah'ı tanıyan, az söyler.] Hiçbir Sahâbe nemâzını kazâya bırakmazdı. Sadece vitri geç kılmalıdır. Ya"nî sülüs-ü âhirde [gecenin son üçte birinde].
Selâm ve duâlar ederim kardeşim.
Hakk’ı bilmeyen hayrı da bilmez
Hakk’ı bilmeyen hayrı da bilmez.. Hayrı bilmeyen de şerden kurtulamaz. Binâenaleyh; hayrdan evvel Hakk’ı sev, şerden evvel Hakk’dan kork!..
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri
(Sevânih'ul Efkâr ve Sevâmih'ul Enzâr)
Hakk’ın mahkûmusun
Düşün.. Lezzetin Hakk değilse ne hükmü vardır? Demek ki sen lezzet ve elemin değil, Hakk’ın mahkûmusun. Seni cidden mes’ud edecek lezzet, Hakk’ın tecellîsi olan lezzetdir. Seni cidden muzdarib edecek olan elem de Hakk’ın tecellîsi olan elemdir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri
(Sevânih'ul Efkâr ve Sevâmih'ul Enzâr)
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Süleymâniye câmiinin imâmı *Şevket Efendi* vardı. Bâyezid câmiinde, Pazartesi, Çarşamba günleri *Vaaz* ederdi. Talebeliğimde, sabah namâzına bâzen Süleymâniye’ye giderdim.
Bir sabah namâzında, Şevket Efendi bir rekâtda, *Kâfirûne* yerine, *Kâfirîne* okudu. Selâm verince, cemâatden bâzıları; *Namâzı tekrar kılalım, yanlış oldu*, dediler.
Şevket Efendi, onlara cevaben; *İkisi de kâfirler demekdir. Mânâ değişmez, iâdeye lüzûm yok!* dedi. Birkaç gün sonra Efendi hazretlerine geldiğimde, bunu kendilerine anlatdım.
Mübârek; *O namâzı hemen iâde et!* buyurdu. *Namaz olmadı, mânâ tersine döndü!* buyurdu. Ve şöyle îzâh etti:
Evet, ikisi de *Kâfirler* demekdir, ama biri *Fâil*, diğeri *Mef’ûl* dür. Yâni biri *Etken*, diğeri *Edilgen* dir.
Biri, *Kâfirler yapar!* diğeri, *Kâfirlere yapılır!* demekdir. Mânâ değişir, namaz bozulur, buyurdu.
● ● ●
Bir kalp *Zikr* etse, o beden *Hasta* olmaz kardeşim. Kalp, kanı pompalarken; *Allah.. Allah..* diye atarsa, bütün hücreler de *Allah* der ve *Zikr* eder. Böyle olan kişi, hiç günâh işliyemez.
İnsanlar dörde ayrılır: Birinciler, kendisine ni’met gelince *Sevinir*, dert belâ gelince *İsyân* eder.
İkincisi, ni’met gelince *Sevinir*, dert belâ gelince *İsyân* etmez, *Sabr* eder, ama o *Belâ* nın da gitmesini ister.
Üçüncüsü, dert belâ gelince *Sevinir*, *Râzı* olur.
Dördüncüsü ise, dert belâ gelince ni’metlere sevinmesinden daha çok *Sevinir*, daha çok *Zevk* alır ve gitmesini de *İstemez*.
Tatlı gelen şeyin gitmesi istenir mi? Bu, vehhâbîlere *Cevâb* dır işte. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ikiyüz sene önceden *Vehhâbî* lere cevap vermiş. Vehhâbîler diyor ki:
Hazret-i Ömer, Hazret-i Osmân, Hazret-i Alî radıyallahü anhüm *Şehîd* oldular. Hazret-i Hüseyn’in, *Kerbelâ* da başına neler geldi. Bunların hiçbiri, Peygamber Efendimizden *Yardım* istemedi.
Çünkü O, *Duymaz*, onun için *Yardım* edemez. Ehl-i sünnet olanlar, kabrlerde *Duâ* ediyorlar, *Ölü* den yardım istiyorlar, onun için *Müşrik* oluyorlar. Vehhâbîler böyle diyor.
Hâlbuki, o *Büyük* ler, bu hâllerinden *Râzı* idiler kardeşim. Ayrıca bunlardan büyük *Zevk* alıyorlardı. Hattâ *Ni’met* den alınan zevkden daha çok *Zevk* alıyorlardı. Onun için yardım istemediler kardeşim.