KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-K

 – K –

● Kabe kavseyn ev ednâ. 2/91.


● Kâdî İyâd, (Şifâ)sında, imâm-ı Mâlikden naklen buyuruyor ki: Eshâb-ı kirâma ve Alî ve Mu’âviye veyâ Amr ibni Âs’a “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dalâlet ve küfr üzere dil uzatan öldürülür. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Kabr, dünyâ ile âhıret arasında geçiddir, ya’nî vâsıtadır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kabr azâbı, âhıret azâbları cinsindendir. Rü’yâ elemleri, dünyâ azâbları cinsindendir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Kabr sıkması ve onda Münker-Nekîrin süâli hakdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kabr azâbı, kâfirlere ve ehl-i îmânın ba’zı âsîlerine olacakdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kabrde hâsıl olan hâller, ölüm zemânında hâsıl olan hâllerin üstündedir. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Kabr azâbından ve sevâbından halâs imkânsızdır. [Kabrde yâ azâb veyâ sevâb vardır.] 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Kabr azâbı, bilhâssa, bevlden sakınmıyanlara [üzerine idrar sıçratanlara] ve söz taşıyanlaradır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kabr üzerine çiçek veyâ ağaç dikmelidir. Bunların tesbîhlerinin sevâbı meyyite vâsıl olur. (İbni Âbidîn.)


● Kaderin ma’nâsı, ortaya getirmek ve yaratmakdır. Yokdan yaratıcı ancak Allahü teâlâdır. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Kulun kudreti, fi’llerin meydâna gelmesinde te’sîr eder. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Kudret, işi yapabilecek gücü ve yapmıyacak gücü vardır, ma’nâsınadır. 3/26.


● Âleme kadîmdir [sonradan yaratılmamış] demek küfrdür. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Kur’ân-ı kerîme mahlûk diyen kâfir olur. Kur’ân-ı kerîmin harfleri ve kelimeleri, kelâm-ı nefsînin delîlleri olup, bir kısmı önce, sonra olması sebebi ile hâdis ve mahlûkdur.


Bu kelimelerin delâlet etdiği ma’nâlar kadîmdir, mahlûk değildir. 3/120.


● Kur’ân-ı kerîm iki kısmdır. Muhkemât ve müteşâbihâtdır. Muhkemât, islâm ilmlerinin ve ahkâmın kaynağıdır. İkinci kısmı, hakîkat ve esrâr [sırlar] ilminin hazînesidir ki [deposudur ki], te’vîlini ancak râsih âlimler açıklar. Muhkemât, Kur’ân-ı kerîmin kökleri ve meyvâlarıdır, ammâ müteşâbihât maksaddır ve kitâbın özüdür. 2/18.


● Kur’ân-ı kerîm tilâveti, ibâdetlerin üstünüdür. [Tilâvet, insan okumasına denir. Teypden, hoparlörden çıkan sese, okumak değil zırlamak denir. “Elmalı tefsîri”] 3/100.


● Kur’an-ı kerîmde, sâlih amellerden maksad, islâmın beş rüknüdür. 1/304. [Mektûbât Tercemesi: 487.]


● Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak, evvelâ ibâret-i nas ve işâret-i nas ve delâlet-i nas ve iktizâ-i nas ile anlaşılır. Lügat ehlinden avâm ve havâs bu anlayışda berâberdirler. İkinci olarak, ictihâd vâsıtası iledir ki, müctehid olan âlimlere mahsûsdur. Üçüncü olarak, insanın idrâkden âciz olduğu ma’nâlardır ki, bunun bildirilmesi cenâb-ı Hakdandır ve ancak Peygambere mahsûsdur ki, açıklanması sünnet iledir. 2/55. [Se’âdet-i Ebediyye: 48.]


● Kur’ân-ı kerîmin toplayıcısı Osmân-ı Zinnûreyndir. Belki Sıddîk ve Fârûkdur “radıyallahü anhüm”. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Kur’ân-ı kerîmin adem-i fehminden [anlaşılmamasından] hâsıl olan i’câz ve hidâyet [derin ma’nâ], anlaşılandan hâsıl olmaz. [Anlaşılmıyan kısmın ma’nâsı, dahâ çok olup, anlaşılanın azdır.] 3/29.


● Kur’ân-ı mecîd, islâmiyyetin ahkâmının hepsini kendinde toplamışdır. Geçmiş dinlerin hepsini de kendinde toplamışdır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Kur’ân-ı kerîm, inzâl olan bütün kitâbların hepsinin aslı ve en şereflisidir. Zîrâ merkez, dâirenin çevresine göre en şerefli yeridir. 3/100.


● Kurb [yakınlık] ve vüsûl [kavuşmak] ve emsâli sözler, başka kelime bulunamadığı için söylenmişdir. Yoksa, o makâmda, kurb ve vüsûl, şühud [görmek] ve ma’rifet [bilmek] ve cehl [cehâlet] yokdur. 1/279. [Mektûbât Tercemesi: 410.]


● Kurb [yakınlık] ve bu’d [uzaklık] o makâmda birbirinden başka değildir. 1/262. [Mektûbât Tercemesi: 345.]


● Bedenlerin yakınlığı, kalblerin yakınlığında çok te’sîrlidir. 1/207. [Mektûbât Tercemesi: 244.]


● Bedenlerin yakınlığı istenmelidir. Çünki, ni’metin temâmı bu yakınlığa bağlıdır. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Karanfil, tarçın ve sâir şerbetlerin içilmesi yasak değildir. [Çay ve kahve de böyledir.] 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Kusûr ve noksanı i’tirâf etmek de bir devletdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kazâ iki kısmdır: Kazâ-i mu’allak, kazâ-i mübremdir. Kazâ-i mu’allak değişebilir. Kazâ-i mübrem değişmez. 1/217. [Mektûbât Tercemesi: 261.]


● Kazâya râzı olmak, isteğe mâni’ olsa, düâ ile emr olunmamak lâzım gelirdi. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Kazâ, insanın kudretini ve ihtiyârını yok etmez. Hak teâlânın kazâ eylediğini, kul ihtiyârı ile işler veyâ terk eder. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Kutb-ul-aktâb, kutb-ı medârdır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Kutba, yardımcıları i’tibâriyle kutb-ul-aktâb dahî derler. 1/256. [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Kutb-ı medâr makâmı, hilâfet makâmına münâsib olan, kemâlât-ı asliyyenin [asl olgunlukların] zılleridir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Kutb-ı irşâd makâmı, imâmet makâmının kemâlâtı zılliyyesidir. [Zılli kemâlâtıdır]. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Kutb-ı irşâd, yukarı çekilerek son mertebeye kavuşdukdan sonra, nefsi kulluk makâmına iner.


Rûhu da, Cenâb-ı Hakka müteveccih olan bir müntehîdir ki, ferd-i kemâlâtı kendisinde toplamışdır. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Kutb, Muhammediyy-ül-meşrebdir. Zâtın tecellîsi Muhammedîler içindir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Kutb-ı ebdâl, İsrâfil aleyhisselâmın ayağı altındadır. Muhammed aleyhisselâmın ayağı altında değildir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● İnsanın latîfe-i kalbi, hakîkat-i câmi’adır. Âlem-i halk ile âlem-i emrin kemâlâtını câmi’dir. [İkisinin kemâlâtını kendisinde toplamışdır]. 2/21


● Kalb, vilâyet lisânında, insanlığın hakîkatlerini toplayıcıdır ki, âlem-i emrdendir. Nübüvvet lisânında kalbden murâd, et parçasından ibâretdir ki, cesedin sâlih olması onun ıslâhına bağlıdır. 2/21.


● Kâmil mü’minin kalbi mekânsızdır. Diğerlerinin kalbi mekânsızlık zirvesinden inip, maddeye [niçin, ne kadara] bağlanmışdır. Mümkinât dâiresine dâhil olmuşdur. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Kalb, rûh ile nefs arasında geçiddir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Kalb, âlem-i halk ile, âlem-i emr arasında geçiddir. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Kalb, hâllerin başlangıcında ve ortasında hislere tâbi’dir. Bunlara sohbetden uzak kalmak câiz değildir. Fekat, sonda, kalbin hisse bağlılığı kalmayıp, hisden uzak olmak, kalbin yakınlığına te’sîr etmez. 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Kalbe gelen zulmeti [lekeleri] temizlemek için, tevbe ve istigfâr ve pişmânlık ve ilticâ etmelidir [sığınmalıdır] . En kolay şeklde mümkin olur. 1/171. [Mektûbât Tercemesi: 212.]


● Kalbin itminânı zikr iledir. İsbât ve delîl ile değildir. 3/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 481.]


● Kalbin akla ve nefse bir mikdâr bağlılığı muhakkakdır. 1/41. [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● Kalbin, birden fazlaya muhabbeti olmaz. [Kalbin muhabbeti, muhakkak bir şeyedir]. Ve maddelerin çokluğu, mal, evlâd, makâm ve medh olunmak ve insanlar arasında makâm sâhibi olmak gibi muhabbetin çeşidleri ve mikdârları, her ne kadar birden fazla şeye kalbin muhabbetini gösterse de, yine sevgisi birdir ki, o da nefsidir. Ve onlara olan muhabbeti nefsine olan muhabbetin parçalarıdır. Zîrâ, adı geçen eşyâyı kendi nefsi için ister. Nefsine olan muhabbeti yok olsa, onlara muhabbeti dahî yok olur. 1/24. [Mektûbât Tercemesi: 42.]


● Kalb iki hâlden birisindedir. Yâ, îmân edilecek şeylere îmân etmiş, bağlanmışdır. Veyâhud, o îmân edilecek şeyleri inkâr etmekdedir. Îmân edip bağlanmanın alâmeti, îmân edilecek şeylere kalbin râzı olmasıdır. Ve onun sebebiyle göğsün açılması ve ferâhlamasıdır. Küfr ve inkârın alâmeti, tasdîk edilecek şeyleri kalbin sevmemesi ve o sebebden göğsün daralmasıdır. 3/51.


● Kalbde hâsıl olan ma’nâ ve diğer latîfeler [lutfa uğraması] için, hayâlde sûret vardır. 3/119.


● Kalb göze tâbi’dir. Gözü harâmlara kapamayınca, dilin [gönülün] muhafazası zordur. Ve zîrâ kalb gördüğü harâma bağlı oldukca, fercin muhâfazası zordur. Çünki, fercin korunması için, gözü harâmdan korumalıdır; kapamalıdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Kalbin selâmeti, mâsivâyı unutmağa bağlıdır. Öyle ki, bin sene ömrü olsa, eşyâ aslâ hâtırına gelmiye. Bu devlete kalbin fânî olması derler. Ve bu yolda, ilk adımdır. 1/278. [Mektûbât Tercemesi: 409.]


● Kâmil mü’minin kalbi ya’nî ârife olan zuhûr [ârifde görünenler] Arşın nûrlarından alınmışdır. Ve zıllıdir. 3/11. [Se’âdet-i Ebediyye: 917.]


● Kalbde görünenler, Arşın dalgalarıdır, Arşdan aks ederler.


Arşın hakîkati değildir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Kalb ve Arş, gerçi âlem-i halkda görülmekdedir. Ammâ âlem-i emrdendirler. 1/34. [Mektûbât Tercemesi: 60.]


● Kalbin tasdîk ve yakîni hâsıl oldukdan sonra, zuhûr eden küfr ve inkâra kaynak, nefs-i emmârenin red sıfatıdır ki, makâm sevgisi ve hükm etmek cibilliyetinden ileri gelir. Ve başkasına tâbi’ olmak ve taklîd etmeği kabûl etmeme tabî’atında [yaratılışında]dır. İsteği budur ki, herkes kendini tasdîk etsin, bağlansın. Ve kendi başkasına tâbi’ ve teslîm ve taklîd ile bağlanmasın. [Nefs böyle ister]. 3/51.


● Kalblerin bu dünyâda Hak teâlâdan nasîbi îkândan gayri değildir. [Yakînî bir îmândan gayrî değildir]. Onu rü’yet ve müşâhede zan ederler. 3/90. [Se’âdet-i Ebediyye: 927.]


● Kalb sâlih ise, beden dahî sâlih olur. Kalb fâsid ise, beden dahî fâsiddir. 2/21.


● Kalb cârullahdır [Kalbde Allahü teâlâ tecellî etmekdedir]. Mukaddes cenâbına kalb gibi yakın birşey yokdur. Kalbin incitilmesinden kaçınmak lâzımdır. Mü’min kalbi olsun. Âsî kalbi olsun. Zîrâ komşu eziyyetden korunmalıdır. Allahü sübhânehunun zâten incinmesine sebeb olan küfrden sonra, kalbi incitmek gibi bir eziyyet yokdur. Halkın cümlesi [insanların hepsi] Allahü teâlânın köleleridir. Bir şahsın kölesine hâinlik yapmak ve darb etmek, efendisini incitir. Muhakkak şimdi, mutlak mâlik olan Allahü teâlânın büyüklüğü düşünüldükde, onun mahlûkunda tasarruf eylemek, ancak emr eylediği kadar mümkindir. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Kalb-i hakâyık muhâldir. [Bir şeyin özünü değişdirmek mümkin değildir. Meselâ bakırı altın, cevizi armut yapmak mümkin değildir.] 3/1. [Se’âdet-i Ebediyye: 101.]


● Ay, ışığını güneş ışığından alıyor. 3/118.


● Kamis, ayaklara kadar, dır’, göğse kadar açılan gömlekdir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Kul hakkı, ne kadar az olsa da, Cennete girmeğe mâni’dir. 2/87. [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Kavme ve celsede tumânînet edeler ki, farz veyâ vâcibdir. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Gadab kuvveti, şehvet kuvveti, hırs, hased, alçaklık ve bil-cümle kalıbın parçaları olan dört unsurun muhtelif tabi’atlarıdır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Kıyâs ve ictihâd bid’at değildir. Zîrâ, kıyâs ve ictihâd, nasların ma’nâsını açıklar. Bundan başka bir şey ortaya koymaz. 1/186. [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● Küçük kıyâmet ölümdür. 1/276. [Mektûbât Tercemesi: 403.]


● Kıyâmet gününde, gökler ve yıldızlar ve yer ve dağlar ve denizler ve hayvan ve bitki ve madenler, hepsi yok olurlar. Bu yok olma birinci nefhada olacakdır. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Kıyâmet günü müyesser olan hâller, kabrdeki hâllerin üstündedir. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Kıyâmet, insanların şerlileri üzerine kopsa gerekdir. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Kıyâmetde ahkâm-ı islâmiyyeden süâl olunur. Tesavvufdan olunmaz. 1/48. [Mektûbât Tercemesi: 84.]


● Kıyâmet alâmetlerinin sonuncusu ateşdir ki, Adenden çıksa gerekdir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Kıyâmetde hesâb, önce nemâzdandır. Nemâz dürüst ise, diğer hesâblar kolay geçer. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Kıyâmet yakındır. Zulmetlerin toplanma zemânıdır. Hayrlı olmak ve nûrlu olmak nerededir. 3/106.


● Kâinâtda görülen Cemâl değil, Celâldir. 2/24. [Se’âdet-i Ebediyye: 947.]


● Kâr budur, bunun gayrisi hiçdir. 1/271. [Mektûbât Tercemesi: 386.]


● Kâfirlerin âdetlerini yapan ve merâsimlerine hurmet eden bir kimsede, o esnâda zerre kadar dahî îmân var ise, Cehenneme gider.


Ammâ o zerre îmân bereketi ile, ebedî azâbdan kurtulur. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Kâfirlerin belli günlerinde, küfr ehlinin âdetlerini yapmak ve ehl-i küfrün hediyyelerine benzer hediyyeleri kızlarının ve oğullarının evlerine göndermek ve kaplarını kâfirler gibi o zemânlarda boyamak şirk ve küfrdür. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Kâfirlerin, kendilerinin değer verdikleri günleri ta’zîm ve o günlerde yehûdîlerin belli âdetlerini yapmak, şirki gerekdirir ve küfrü îcâb etdirir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Kâfirlerin perîşân sözlerinden üzülmiyeler. “Herkes, kendine uygun işi yapar.” [Âyet-i kerîme meâli]. İyi ve kötü sözlerine karşılık vermemelidir. 1/204. [Mektûbât Tercemesi: 243.]


● Kâfirlerle karışmakdan kurtulmağa çâre yokdur. Bu karışma sebebiyle, ehl-i islâmı necs bilmiyeler. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Kâfirlerle karışmak, görüşmek, zarûret mikdârı olmalıdır. 1/265. [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Kâfirlerin yiyecek ve içeceklerinin harâm olmasına hükm verenler, kendilerini onu işlemekden korumaları imkânsızdır. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Kâfirler, yalnız dâr-ül-harbde sâkin olanlar değildir. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Kâfirlere Hak teâlânın düşmanlığı, zâtîdir. Nefsin arzûları ve diğer kötü amellerden hâsıl olan kötülüğü ise, sıfatları sevmez. Bunlara düşmanlık sıfata âiddir. Rahmet sıfatı, zâtın düşmanlığını ortadan kaldırmaz. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kâfirlere, islâmiyyetin ahkâmını tatbîk etmek, kaf dağı kadar ağır gelir. 2/95.


● Mahrûm ve fakîr kâfirin sebebi şudur ki, kâfir, Hüdânın düşmanıdır. Ve dâimî azâba müstehakdır. Ve dünyâda azâbın kaldırılması ihsân ve ni’met-i ilâhîdir.


Kâfirlerin ba’zısına, hem azâbını kaldırarak, hem de lezzet bahş ederek, ba’zısının yalnız azâbını kaldırarak dünyâda fırsat verirler. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Kâfirlerin ba’zısının hakîkatinde sevgi olduğu için, cezbe görülür ise de, islâmiyyete uymadıklarından, ebedî hüsrâna düşeceklerdir. 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Tarîkati inkâr eden dahî, Allahü teâlâyı bir bilip, mâsivâyı yok ve fânî kılmışdır. Böylece ârifdir, fekat tam ârif değildir. 3/91.


● Kibr, alçak sıfatların en kötüsüdür. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Büyük günâh işlemek küfr değildir, fıskdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Büyük günâh işleyen îmândan çıkmaz. İmâm-ı a’zamdan süâl olunan kıssa. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Büyük günâhların ısrarı, insanı küfre götürür. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Büyük günâh sâhibi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse, afv eder. Dilerse, azâb eder. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Büyük günâh sâhibinin azâbda ebedî kalması, harâma halâl demesinden dolayıdır [inkâr etmesidir]. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kitâbullahdan sonra, kitâbların en sağlamı Buhâriyyi şerîfdir. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● “Kitâb-ı fıkarât” Hâce-i ahrârındır. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Yalan ve iftirâ, bütün dinlerde harâmdır. Ve bu harâmları işleyenlere azâblar bildirilmişdir. 3/34. [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● Kerâmet hakdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kerâmet ile istidrâc arasındaki fark. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 191.]


● Kerâmetin çokluğu iki şey üzeredir. Yükselirken çok yükselip, inerken az inmekdir. [Urûcun çok olması, nüzûlün az olması.] 1/216. [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Kerâmet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn verilmiş [ihsân edilmiş] olan için kerâmete hâcet yokdur. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Kürsî-yi ilâhî, âlem-i emrden değildir. Zîrâ arşdadır. Göklerden de değildir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Kerîmlerin keremine behâne [ufak bir sebeb] kâfîdir. 2/90.


● Kesb olunan amellere, a’zâların şâhidliği hakdır. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Keşfde hatâ vardır. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Keşf ve ilhâm, başkasına hüccet değildir. Ammâ müctehidin kavli, başkasına hüccetdir. 1/31. [Mektûbât Tercemesi: 52.]


● Kâ’be, zuhûrların ve Arşa olan tecellîlerin üstüdür. 2/72.


● Kâ’be, dıvar, direk ve taşdan ibâret değildir. Bunlar olmasa, yine Kâ’bedir. Ve kendisine doğru secde edilen yerdir. 3/100.


● Kâ’be, sûretâ dünyâdandır. Hakîkatde âhıretdendir. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Kâ’be, Ravda-i mütahharadan efdaldir. 2/72.


● Kâ’benin hakîkati, te’ayyün mertebelerinin üstünde olup, sırf nûrdur. 3/100.


● Kâ’benin hakîkati. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Kâfirleri azîz tutan, müslimânları tahkîr etmiş olur. 1/193. [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Küffârı [kâfirleri] azîz tutmak, meclislerine hurmet ve sohbetlerine devâm etmek ile olur. 1/163. [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● Kâfirlerden şeyler süâl edip, hükmlerinin îcâbıyla amel eylemek, o düşmanları son derece yükseltmekdir. 1/163. [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● Kâfirlerin kötülenmesinde yazılmış şi’rleri okumak câizdir. 1/139. [Mektûbât Tercemesi: 181.]


● Kâfirlere âhıretde asla merhamet yokdur. 2/220.


● Kâfirlerin dünyâda merhamete kavuşmaları, görünüş i’tibâriyledir. Hakîkatde hîledir, istidrâcdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kâfirlere dünyâda hâsıl olan ni’metler, onların harâb olmaları için, istidrâc yolu ile, ni’met şeklinde gösterilmişlerdir. Tâ ki, yüz çevirme ve dalâletde gark olmaları içindir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Kâfirlerin düâları bâtıldır. Kabûl edilmez. Kabûl olma ihtimâli yokdur. 1/163. [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● Kâfirlerin cezbeden nasîbi olduğu. 3/118.


● Kâfirlere nefslerinin parlaması vaktinde, gaybî işlerin meydâna gelmesi istidrâcdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kâfirlerin te’ayyünlerinin başlangıcı mudıl ismine te’alluk eder [bağlanır]. 3/114.


● Dedi-koduya kıymet verilirse, söz taşıyanlardan kurtulmak mümkin değildir. Ve ihlâsa kavuşmak da, mümkin olmaz. 1/229. [Mektûbât Tercemesi: 281.]


● Küfr, nefs-i emmâre arzûlarından kaynaklanır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muvakkat [geçici] bir küfr için, ebedî azâbla cezâlandıracağının sebebini [hikmetini] Allahü teâlâ bilir. Yaratılmışların ilmi buna yetişmez. 1/214. [Mektûbât Tercemesi: 257.]


● Küfrden başka günâhlar için, ebedî azâb bildiren âyet-i kerîmeler; o günâhı işlemekde, hiçbir sakınca görmemek ve islâmiyyetin emr ve yasaklarını aşağı görmek gibi küfr şâibesinden [bulaşmasından] dolayıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Küfr, her tarafı kaplamadıkça ve açıkdan yapılmadıkça Mehdî “aleyhirrahme” gelmez. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Küfr ve islâmın ahkâmının ikisini de berâber yapan müşrikdir. Küfrden uzak durmak, islâmın şartıdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Küfrün her çeşidine tutulmuş olan muayyen bir şahsa, islâm ihtimâli var ise, Cehennemlik demeyip, la’net etmemelidir. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Küfrü doksan dokuz vechi ile zâhir [açık] ve bir vech ile islâm olan kimseyi, küfr ile hükm eylememeli. [Bir işinden veyâ bir sözünden yüz ma’nâ anlaşılsa, doksandokuzu küfrünü, biri îmânını gösterse, îmânlı olduğunu anlamalı]. 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Küfr, dinleri inkârdır. Şirk, bir küfrdür ki, mutlak küfrden dahâ ileridir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Küfr, zarûrî olan dînî vecîbeleri ve meşhûr olan islâm dîninin ahkâmını inkâr ve dinden olduğu zarûrî olarak bilinen nesneyi kabûl etmemekdir. 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Tarîkat küfrü, hakîkî sevgilinin muhabbetinin galebesinden doğduğu için, makbûldür. 2/95.


● Tarîkat küfrü sekr, islâm-ı hakîkî sahvdır. 3/46.


● Hakîkî küfr, Hâlık ile mahlûkun başkalığını görmemekdir. 1/245. [Mektûbât Tercemesi: 303.]


● Bir kelâm ki, onda sıra ola. Öncelik ve sonralık ola. Bunlar, sonradan olma alâmetlerdir. Hak teâlâdan sâdır olmaz. Mûsâ ve Cebrâîl aleyhimesselâmın işitdikleri kelâm-ı ilâhîdir. Ammâ, o kelâmların Hak sübhânehuya nisbeti, mahlûkun Hâlıka nisbeti gibi idi. Kelâmın söyliyene nisbeti gibi değil idi. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Kelâm-ı ilâhî te’vîl olunur. Kelâm-ı ilâhînin tefsîri nakl ve işitmekle şartlıdır [olur]. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Kelâm-ı lafzî, kelâm-ı nefsî gibi, Hak kelâmıdır. Bunu inkâr eden de kâfir olur. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Kelâm-ı ilâhî, ba’zı büyükler için, tâbi’ olmak ve vâris olma yolu ile meydâna gelir ki, bu kelâm ilhâmın rûha bağlantılı olması ve melek ile olan kelâmın gayrıdır. 3/120.


● Kulun kelâmını, Allahü teâlâ, harf ve kelimelerin önceliği ve sonralığı ve vâsıtası olmaksızın işitir. 3/120.


● Gülistân ve Bostan gibi kitâbların öğrenilmesi ve öğretilmesi, kelâm ilmi akîdelerini [îmânı] ve fıkh ahkâmını öğretmeğe göre lüzûmsuzdur. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● “İki kelime vardır. Söylemesi çok kolaydır. Terâzîde çok ağır gelirler. Allahü teâlâ, bu iki kelimeyi çok sever. Sübhânallahi ve bi hamdihi, sübhânallahil’azîm.” Hadîs-i şerîf. 1/308. [Mektûbât Tercemesi: 493.]


● Kelime-i temcîd, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” ile elem ve kötü şeyleri def’ eyliyeler. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Kelime-i temcîd okumak, cin şerrinden muhâfaza eder. 1/174.


● Kelime-i tenzîhi, “Sübhânallahi ve bi hamdihî”yi her gün yüz def’a okumalı. “Hadîs-i şerîf.” 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kelime-i tevhîd, Allahü teâlânın gadabını söndürür. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Kelime-i tevhîdi tasdîk edip, zerre îmân hâsıl eden kimse küfr âdetlerine ve şirk pisliklerine bağlanmış olsa dahî, ümmîddir ki, ebedî Cehennemden kurtulur. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Tevhîd kelimesinden murâd, bâtıl ilahlara ibâdeti yok etmek ve Hak sübhânehûnun ma’bûdiyyetini isbâtdır. [İbâdet edilecek yalnız O vardır.] 1/63. [Mektûbât Tercemesi: 99.]


● Kelime-i tevhîd, terâzinin bir kefesine, gökler ve yer diğer kefesine konsa, bu kelimenin kefesi, diğer kefeden ağır olur. “Hadîs-i şerîf.” 2/9 [Se’âdet-i Ebediyye: 372.], 2/37 [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Kelime-i tevhîd, tarîkat ve hakîkat ve islâmiyyeti ihtivâ etmekdedir. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Kelime-i tevhîdde, “Lâ ilâhe”nin ma’nâsı, Hak üzere başka ma’bûd yok demekdir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Kelime-i tevhîdin ma’nâsı, tarîkatda, sona kavuşmuş olanlara göre, Allahdan başka ma’bûd yokdur ki, islâmiyyet dahî böyledir. Başka mevcûd yokdur, başka maksûd yokdur demek, başlangıcda ve yolda [ortada] olanlara göredir. 3/77.


● Kelime-i şehâdeti, sâdece söylemek kifâyet etmez. Bunu münâfıklar da ağızlarına alırlar [söylerler]. Emrlere uymak lâzımdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Ba’zı oruc tutanlar vardır ki, onun orucdan eline geçen, açlık ve susuzlukdur. “Hadîs-i şerîf.” 2/53.


● Bizim aklımızın ölçüsüne göre, bilinen kemâlât, noksanlığın kendisidir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Zâhirî kemâlât ile bâtınî kemâlâtı bir arada bulunduran kimse kibrit-i ahmerdir. [Bulunmaz bir hazînedir.] Ya’nî azîz ve nâdirdir. 2/57.


● Vilâyet olgunluklarında, nefs mutmainne iken, bedenin maddeleri, serkeşlik ve isyândan uzak [kurtulmuş] değildir. Nübüvvet kemâlâtında, bedenin maddeleri de, aşırılıkdan kurtulmuşlardır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyet kemâlâtı, sâlik yükselirken, birbirinden ayırd edilip, bir asldan diğer asla, ilerlemekdir. Nübüvvet kemâlâtı başlayınca, mu’âmele-i icmâl ve besâtat-i sırfa [işin özüne ve basitliğe] vâsıl olur. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Vilâyet kemâlâtını ikmâl edenlerin [temâmlıyanların] ba’zısını, hilâfet makâmı ile şereflendirirler. 1/256. [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Kemâlât-ı vilâyet, kemâlât-ı nübüvvetin [vilâyet üstünlükleri, nübüvvet üstünlüklerinin] sûreti olup, farkı bedendendir. 2/71.


● Nübüvvet kemâlâtına kavuşduran yollar ikidir: Birisi vilâyetin, geniş bir şeklde kemâlâtını kat’ederek, tecellîlerin ele geçmesinden sonradır. Diğeri, vilâyet kemâlâtı arada olmaksızın kavuşulup, Peygamberlere ve tâbi’lerine mahsûsdur. 1/301. [Mektûbât Tercemesi: 480.]


● Nübüvvet kemâlâtını temâm eyleyenlerden ba’zısını imâmet makâmı ile şereflendirirler. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Nübüvvet kemâlâtı, âfâk ve enfüsün ötesindedir. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Nübüvvet kemâlâtında yükselirken, bâtın Hak sübhânehuya karşı olup, zâhir halk tarafınadır. İniş vaktinde halka karşı olur. Ve temâmen, insanları Hak celle ve a’lâya da’vet buyurur. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Kemâlât-ı zâtiyye, zât-i teâlâ mertebesinde, zâtın kendisidir. Meselâ, ilm sıfatı o derecede zâtın aynıdır. Aynı şeklde, diğer sıfatlar da böyledir. Ve zât-i teâlâ temâmiyle ilmdir. Temâmiyle kudretdir. Ve ilâhir... olup, zât-i teâlânın bir kısmı ilm ve ba’zı diğeri kudret ve... ilâhir değildir. Parçalanma [cüz’lere bölünme] mümkin değildir. 3/26.


● Kemâlât-ı zâtiyye, ilm mertebesinde, açıklanmış ve ayırt edilmişdir. Ve ikinci mertebede, zıllî varlık peydâ eyleyip, sıfat diye ismlendirilmişdir. 2/1.


● Çöpçü, attârın kokularından nâhoş olur [hoşuna gitmez]. 3/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 755.]


● Günâha ikrâr edip, ona kanâ’at eyleyen münâfıkdır. [Günâhını anlatır, tevbe etmez]. Îmânın sûreti, ondan azâbı kaldırmaz. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Günâhlar eğer, zinâ, alkollü içki içmek, müzik ve eğlence ve yabancı kadınlara bakmak ve abdestsiz Kur’ân-ı kerîmi tutmak ve bid’at i’tikâd gibi, Allahü teâlânın hakkı olup, kulun hakkına, hukûkuna âid olmazsa, onların tevbesi, pişmânlık, istigfâr ve özr dilemek iledir. Ammâ, farzların terkinde, kazâsı lâzımdır. Kulların hukûkunun tevbesinde, hukûku sâhibine veyâ vârislerine geri vermeli, halâllaşmalı, vârisi olmazsa, fukarâya, sâhibinin veyâ mazlûmun niyyetine vermeli, sevâbını ona bağışlamalıdır. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Günâhların başı, dünyâ sevgisidir. 1/110. [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Küçük günâhda ısrar, büyük günâha yol açar. Büyük günâhda ısrar, küfre götürür. 2/53.


● Kenz-i fârisî risâlesi, fârisî bir fıkh kitâbıdır. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Sâbit yıldızların hareketi, doğudan batıya doğrudur. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Gecenin yarısını uyku için, ikinci yarısını ibâdet ve tâ’at için ayırıp, tahsîs edeler. Eğer böyle bir gayrete kudreti yoksa, gecenin üçde birinde uyanık bulunalar ki, yarıdan sonra, altıda birine kadardır. 3/102.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-F

 – F –

● Fâsıka hürmet harâmdır. 3/118.


● Fâtıma’ya betül derler. Zîrâ zühd ve dünyâdan kesilmekde öndedir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Peygamberlerin gelmediği zemânlardaki müşrikler, Peygamberlerin da’vetini almamışdır. Bunlar, âhıretde hesâbdan sonra hayvanlar gibi tekrâr yok olacaklardır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● “Fitne uykudadır. Allahü teâlâ, fitneyi uyandırana la’net etsin.” Hadîs-i şerîf. 1/288. [Mektûbât Tercemesi: 440.]


● Fitne zemânıdır. Yakında âlemi fitneler kaplıyacakdır. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Fahreddîn-i Râzî. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Firâset. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Farz nemâzlardan sonra, Âyet-el-kürsî ve tesbîhler lâzımdır. “Hadîs-i şerîf.” 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Bir farzı yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmakdan efdaldir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Dalâlet fırkalarının hepsi, Cehenneme girip, bozuk i’tikâdları ile, geçici olarak azâb olunurlar. 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Fesâdların başı [asıl maddesi] islâmiyyete uymamakdır. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Fısk, büyük günâh işlemekdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Füsûl-i sitte, Muhammed Pârisânın kitâbıdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Mutlak fazîlet [üstünlük], hem zâhirî teblîgi, hem bâtınî teblîgi berâber bulundurana mahsûsdur. 2/57.


● Fazîlet ve üstünlük, kerâmetin çokluğuna bağlı değildir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Allahü teâlânın fi’lleri sonradan olma değildir. Herşey bir fi’l-i ezelî ile yaratılmakdadır.


Her şey bu fi’lin eserleridir, Hak teâlânın fi’lleri değildirler. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Fıkhın kurucusu Ebû Hanîfedir. Ve fıkhın dörtde üçünü o ictihâd etmişdir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Felsefeciler, tıb ve astronomi ilmini Peygamberlerin kitâblarından çaldılar. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Yunan felsefecileri, dünyâdaki insanların en câhilidir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Felsefecilerin kısa [hatâlı] görüşleri, yalnız madde âlemini görmekdedir. Ve nefsi, aklı, ma’nevî âlemden saymışlardır. 1/34. [Mektûbât Tercemesi: 60.]


● Yunan felsefecilerinin önce gelenleri, akl ile hareket edenlerden iken, Allahü teâlânın varlığını anlıyamadılar. Kâinâtın varlığını, kendi kendine var dediler. Felsefecilerin sonra gelenleri, Peygamberlerin nûrlarının bereketi ile Allahü teâlânın varlığına inandılar. Allahü teâlânın birliğini isbât eylediler. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Felsefeciler, göklerin ve yıldızların sonradan yok olmasını kabûl etmezler, ebedîdir, derler. Ba’zı müslimânlar, onları müslimân sanır. Hâlbuki islâm ahkâmından ba’zısını yapsalar dahî, bunlar kâfirdir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Felsefecilerin ilmini kabûl eylemek, Enbiyâyı inkâr eylemekdir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Fenâ, sâlikin yetişdiricisi olan isme kavuşup, orada yok olmasıdır ki, vilâyetin ilk basamağıdır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Kalbin fenâsı, kalbin mâsivâdan tam kesilmesi ve mâsivâyı unutmasıdır ki, zor ile hâtırına soksalar, hâtırlayamaz. Bu fenâ, kalbin zikrinin netîcesidir. 2/83.


● Fenâ, mâ-sivânın [Allahü teâlânın gayrisinin] unutulmasından ibâretdir. Ve mâsivâ iki kısmdır: Biri âfâk ve biri enfüsdür. Âfâkın unutulması, ilm-i husûlînin yok olmasıdır.


Enfüsün unutulması, ilm-i huzûrînin yok olmasıdır. Birincisi, Evliyânın nasîbidir. İkincisi, Evliyânın büyüklerinin nasîbidir. 3/60.


● Fenâ, mâsivânın unutulmasıdır ki, dâimî bilmemekdir. Ba’zan bilmek, ba’zan bilmemek şeklinde değildir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Fenâ ve bekâ, yaratılmış olanın, yaratılmışlıkdan kurtulması değildir. Vücûb hâsıl olmak değil. Bu küfrdür. Belki ma’nâsı, Allahü teâlâ tarafından yok edilmekdir ve var edilmekdir. 3/53.


● Fenâ, zılle [mahlûkâta] bağlılıkdan kurtulmakdır. Meselâ, ödünc elbiseler giyen bir şahıs, elbiselerin, başkasına âid olduğunu iyice görüp, elbiseyi giyinmiş olduğu hâlde, elbiseyi sâhibine verip, kendini bir derecede çıplak bula ki, hayâsı [utanması] sebebi ile, kendisini bir köşeye çekmek gibidir. 3/109.


● Fenâ-i husûlî, sâlik, hayrete ve cehle kavuşmadıkca nasîb olmaz. 1/240. [Mektûbât Tercemesi: 299.]


● Fenâ ıtlâkı [fenâ ta’bîr olunması], seyr-i ilallahı temâm eyledikde nasîb olur. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Fenâ, mâsivânın unutulmasıdır. Mâsivânın yok edilmesi değildir. Bu unutmak, dünyâ ve âhırete şâmildir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Fenâ, ecel-i müsemmâ gelmeden evvel, ölmekden ibâretdir. 1/159. [Mektûbât Tercemesi: 194.]


● Tam fânî olmak, (ene=ben) ta’bîrinin doğuş noktası olan, yokluk hakîkatinin anlaşılmasına bağlıdır. 3/79.


● Nefsin fenâsı, nefsin temâmen nefy edilmesidir. [Fe’âliyyetlerinin te’sîrsiz hâle getirilmesidir.] 3/60.


● Fenânın hakîkati, ismlerin çokluğunu, sıfat, şu’ûn ve i’tibârâtı görüşden gizlemek, Allahü teâlânın zâtının birliğinden başkası düşünülmez. 2/35. [Se’âdet-i Ebediyye: 940.]


● Fenâ hâsıl olmadıkca, Allahü teâlânın zâtı bilinemez. 1/311. [Mektûbât Tercemesi: 497.]


● Fenâ hâsıl olmadıkca, cenâb-ı Kudse kavuşmak müyesser değildir. 1/31. [Mektûbât Tercemesi: 52.]


● Fenâ, vilâyet yolunda lâzımdır. Çâre yokdur ve nübüvvet yolunun yaklaşma derecelerinde, eşyâya bağlılığın ortadan kalkması için, fenâ hiç lâzım değildir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Fenâ ve bekâ, rûh vasflarındandır. Zâhirin olgunluğu, bâtının hâllerinden ma’lûmât verir. 3/53.


● Fenâ ve bekâ, sâlikin mebde-i te’ayyünü olan ism iledir. Zât-i teâlâ ile değildir. 3/79.


● Kalbin fenâsına kavuşmasına aldanmamalıdır, geri dönmek mümkindir. 1/116. [Mektûbât Tercemesi: 165.]


● Fenânın hâsıl olmasında, varlığın yok olması lâzım değildir. Çünki, fenâ için, varolmak [vücûdîlik] yokdur ki, yokluğu tasavvur edilsin. Yokluk ile ilgili birşey idi. Vehm ile kendini var saydı. Görülenin yok olması ile, sırf yokluk olur. 3/62. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● Fenânın mukaddemeleri [Fenânın başlangıcları] makâmât-i aşere [on makam]dir ki, tevbe, zühd, tevekkül, kanâ’at, uzlet, zikr, teveccüh, sabr, murâkabe ve rızâdır. Bunları ele geçirmek gerekdir. Her ne kadar fenâ, Cenâb-ı Hakkın ihsânı ise de, bunlar çalışmakla kazanılır, [kesb edilir]. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Fenâ ve bekâ ta’bîrleri, sonradan ihdâs edilmiş olup, ilk def’a kullanan Ebû Sa’îd-i Harrâzdır. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-G

 –G–

● Müzik ve şarkı, bir zehrdir ki, şeker [bal] ile kaplanmışlardır. 3/34. [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● Müziğin yasaklığı konusunda âyet-i kerîme nâzil olmuşdur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Gınâ [müzik] harâm olduğundan, bir çalgıcıyı veyâ herhangi bir şarkıyı güzel bulup, takdîr eden kâfir olur. 1/266.


● Gınâ sâhiblerinin [zenginlerin] tevâzu’ [alçak gönüllü olmaları] güzeldir. Ve fakîrlerin ise, vakâr sâhibi [ağırbaşlı olmaları] güzeldir. Zîrâ ilâc zıddı iledir. 1/68. [Mektûbât Tercemesi: 106.]


● Gunye kitâbı, Abdülkâdir-i Geylânînindir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Gavs, Muhyiddîn-i Arabî indinde kutb-ı medârdan başkadır. Ve ona yardımcıdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Gaybdan maksad, eğer her bakımdan yok demek ise, onu Allahü teâlâ bilir demek ma’nâsızdır. 1/100. [Mektûbât Tercemesi: 151.]


● Gayb, görülenin karşılığıdır. Zıllıyyet şâibesi görülende mevcûd olup, gaybda yokdur. Gayb görülenden üstündür. 3/8.


● Allahü teâlâdan başka şeyleri maksad edinmekden kurtulmak, kâmil îmân için zarûrîdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)– A, İ, U, O, Ö

 – A, İ, U, O, Ö –

● Âişe-i Sıddîka âlime ve müctehîde idi. Eshâb-ı kirâm, müşkilâtda ona mürâce’at ederlerdi. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Âişe-i Sıddîka, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edinceye kadar, makbûleleri ve sevgilileri idi. Onun evinde ve kucağında vefât edip ve orada defn edildi. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Âişe-i Sıddîka, ilm ve ictihâdda Fâtımadan ve Fâtıma zühd ve dünyâdan kesilmekde, ondan dahâ ileridedir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Âişe-i Sıddîkanın fazîleti. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Âdetler, ahkâm-ı islâmiyye için delîl olamazlar. 1/54. [Mektûbât Tercemesi: 90.]


● Âdetlere ve rüsûma [üsûllere] uymakdan ele birşey geçmez. Kalbin selâmetini istemelidir. 1/133. [Mektûbât Tercemesi: 177.]


● Ârif için rücû’dan sonra istidlâle ihtiyâc gelir. [Bu âleme indikden sonra, delîlleri araşdırmağa ihtiyâc gelir.] 3/32.


● Ârif kendini kâfirden aşağı bilir. Zîrâ âlem-i emr latîfeleri ayrılmışdır. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Ârif-i tâm-ül-ma’rife, efrâd-i âleme kül menzilesindedir. [Tâm irfân sâhibi olan ârif, âlemin ferdlerine göre (hepsi) menzilesindedir. (Mahlûkat teferruât, o ise bu işin özüdür.).] 2/74.


● Ârif, aslın-aslına kavuşunca, Allahü teâlânın yaratmasından gayri birşey bilmez. [Hâlık yaratıcı, kendisi mahlûkdur.] 3/110.


● Âlem, vücûd-i zıllî ile [zılden bir mevcûdiyyet olarak] hâricde vardır. Evhâm ve hayâlât değildir. 1/217. [Mektûbât Tercemesi: 261.]


● Âlem, Allahü teâlâdan gayri şeylerin [bütün mahlûkların] ismidir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Âlem-i kebîrde her ne varsa, âlem-i sagîr [insan] ve âlem-i asgarda [kalbde] da vardır. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Âlem-i halk, anâsır-ı erbe’adan [dört esâs maddeden] ibâretdir. 1/264. [Mektûbât Tercemesi: 348.]


● Âlem-i halk altı günde halk olunmuşdur. Arşın yaratılışı dahâ evveldir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Âlem-i halkın ötesi âlem-i emrdir. Âlem-i emrin ötesi, şu’ûnların ve ismlerin dereceleridir, mertebeleridir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Âlem-i emre lâ mekânî [mekânsız âlem] derler. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Âlem, Allahü teâlânın varlığına alâmetdir. Âlemde zâhirî kemâlât görünmekdedir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Âlem-i sagîr ve kebîr, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının tezâhür etdiği [ortaya çıkdığı] yer ve şu’ûn ve zâtî kemâlâtın aynasıdır. Zât ve sıfât-i ilâhiyyeye delîl olmuşlardır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Âlem her anda yok olup, misli vücûda gelmesi Mektûbâtda îzâh olunmuşdur. 1/199. [Mektûbât Tercemesi: 237.]


● Âlemin nizâmı, dînî emrlere bağlıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Âlem-i misâl, bütün âlemlerden dahâ genişdir. Bütün âlemlerdeki varlıkların sûreti onda vardır. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Âlem-i şehâdetdeki güneş ışığının ve ay ışığının âlem-i misâldeki nûrlara üstünlüğü vardır. 1/210. [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Allahü teâlâdan başka hiçbir maksadı kalmayınca, o zemân Allahü teâlâdan gayriye ibâdetden kurtulur. Âhiret maksadları sevâb ise de, mukarrebler indinde günâhdır. 1/110. [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Mâsivâya bağlanmakdan kurtulunca, Allahü teâlâya ibâdet kolay olur. 1/77. [Mektûbât Tercemesi: 122.]


● Bir ibâdet ki, korku ve sevinç ile olursa, kendi için olur. 1/77. [Mektûbât Tercemesi: 122.]


● İbâdete lâyık, nasıl olduğu bilinemiyen Allahü teâlâdır ki, bizim akl ve fehmimiz, onu idrâk edemez. Ve keşf ve şühûd gözümüz [beden ve kalb gözümüz] Onun azametini ve celâlini görmekden hayrete düşer. Böyle îmân, ancak gayb yolu ile olur. Gaybî olmıyan îmân, kendi düşündükleridir ki, Hak teâlânın mahlûkudur. Ve şerîk eylemişlerdir. Gayba îmân, o vakt müyesser olur ki, vehm oraya gidememelidir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● İbâdet yapmakdan maksad, kulların menfe’atleri içindir. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 11.]


● İbâdet ile âdet. 1/231. [Mektûbât Tercemesi: 283.]


● İbâdetin ma’nâsı. 1/110. [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● İbâdet, insânın kırılması ve alçalmasıdır. 1/64. [Mektûbât Tercemesi: 101.]


● İbâdetden maksad, yakîne kavuşmak [ele geçirmek] dir. 1/97. [Mektûbât Tercemesi: 145.]


● Abbâs radıyallahü anhın fazîleti. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● “Abbâs bendendir, ben Abbâsdanım.” Hadîs-i şerîf. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Abdülkâdir Geylânî, vilâyet-i Muhammediyyeyi son noktasına ulaşdırmışdır. 1/293. [Mektûbât Tercemesi: 465.]


● Abdülkâdir Geylânînin yükselmesi, ekserî Evliyâdan yüksek olduğundan, kerâmeti fazladır. 1/216. [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Abdülkâdir Geylânî hutbede, Hızır aleyhisselâma, “Ey isrâil oğlu, gel, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle” buyurdu. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Abdülkâdir Geylânînin kendini medh sözü, sekr sözüdür. 3/118.


● Abdülkâdir Geylânî oniki imâmdan sonra, vilâyet yolunun merkezine getirildi. 3/124.


● Abdüllah ibni Mübârek, harâmdan bir altını sâhibine geri vermek, yüz altın sadakadan efdaldir, buyurdu. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Abdüllah ibni Mubârek buyurdu ki, Mu’âviyenin “radıyallahü anh” atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden efdaldir. 1/207. [Mektûbât Tercemesi: 244.]


● Abdürrahmân bin Avf, Cennete sahâbîlerin fakîrlerinden beşyüz sene sonra girecekdir. 1/283. [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Abd [kul], fi’lini diledikden sonra, Hak teâlâ, onu yaratır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Abd-i makbûl [makbûl kul], Allahü teâlânın rızâsına râzı olandır. Kendi rızâsına tâbi’ olan, kendine kuldur. 2/88. [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Abdin fi’li [kulun işi], Hak teâlânın yaratması ve kulun kesbinden ibâretdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Abdin [kulun] hareketine, Hakkın kudreti i’tibâriyle halk [yaratmak], kulun kudreti nisbetiyle kesbi denir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Abdin [kulun] kudreti, ahkâm-ı islâmiyye ile teklîf edilenlerin uhdesinden gelecek kadardır. [Onları yapacak kadardır.] 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Abd [kul], kendi ihtiyârı ile kesb eder. Kulun kasdından sonra, Hak teâlâ, dilerse, yaratır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Abdin [kulun] ihtiyârı za’îfdir dedikleri, Hak sübhânehunun ihtiyârının kuvveti i’tibârı iledir. Yoksa, emrlerin yerine getirilmesine kâfî değil ma’nâsına değildir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Abdin [kulun] fi’linde, kulun te’sîri yokdur, fâil, ancak Hak sübhânehudur demek küfrdür. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Abd [kul], bir arzûsunu ele geçirmekde, islâmiyyetden dışarı çıkarsa, islâmiyyetin hudûduna tecâvüz ederse, o maksûd onun mabûdu ve ilâhı olur. Eğer arzû edilenin ele geçirilmesinde, islâmiyyetin yasak etdiği şey irtikâb olunmazsa o kul müşrik olmaz. Ve o şeye meyli, maksûd kabûl edilmemişdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Abdiyyet makâmı, iyilikleri sâhibinden bilmek ve kendini kötü görmekdir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Abdiyyet makâmı, vilâyet kemâllerinin en üstünüdür. 1/249. [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Osmân “radıyallahü anh”ın hilâfeti sahâbenin icmâ’ı ile sâbitdir. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Osmân “radıyallahü anh”ın vilâyet ve nübüvvet yolundan münâsebeti, Nûh aleyhisselâmadır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Osmân “radıyallahü anh”, vilâyet ve nübüvvet yüklerini taşıdığı için (zinnûreyn) denir. Çünki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü anhüm” nübüvvet, Alî “radıyallahü anh” vilâyet yükünü taşımakdadır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Osmân “radıyallahü anh”ın ve şeyhaynın efdaliyyetlerini inkâr eden, kâfir olmaz. Bid’at sâhibi ve sapık olur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ucb, öldürücü zehrdir. Ve öldürücü hastalıkdır. Sâlih amelleri yok eder. 2/53. [Se’âdet-i Ebediyye: 429.]


● Aczini anlamak, idrâkdir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Adem-i hâriciye [hâricî yokluğa] zıd olan, hâricî varlıkdır. Sübût-i vehmî değildir. 3/60.


● Adem, şer ve naksın başlangıcı ve cümle kötülüklerin en kötüsü olarak görünmekdedir. 1/134, 234. [Mektûbât Tercemesi: 177, 286.]


● Adem, vücûdün aksi ve zıddıdır. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Adem, yokluk aynasında vücûdî kemâlât zuhûr eder. Ayna olmak, işte budur. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Adem, hiç yokdur ki, hiçbir mertebede sâbit değildir. (Var değildir.) Varlığı i’tibârîdir. 3/80.


● Adem hâricde yokdur. İlmde var kabûl edilmişdir. 3/58.


● Adem, her ne kadar yokdur. Ammâ, eşyânın tafsîlinin kaynağıdır. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Adem-i mutlak [mutlak yokluk], ilm-i ilâhîde teferru’âtı ile bulunup, bu yokluğun noksanlıklarından herbiri ilm mertebesindeki aks eden kemâlâtın karşılığı olmuşdur. Ve her bir kemâl karşılığındaki yoklukda aks ederek görünmüşdür. 3/58.


● Adem [yokluk] vehmen hissetmek derecesinde ortaya çıkıp, istikrar kazanır. [Anlaşılır]. 3/58.


● Adem mukâbilindeki vücûd [Yokluğa tekâbül eden varlık], Allahü teâlânın vücûd sıfatı olmayıp, zıl ve aksleridir. 3/64.


● Adem-i mukayyedin [kaydlı ademin] mutlak ademe bağlanması, tecellî-i zâtın te’sîri iledir. 2/94.


● Adem, Resûlullahdan (ev ednâ) makâmında kaldırıldı. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Azâb-ı Cehennem [Cehennem azâbı], geçici olsun, devâmlı olsun, küfre ve küfr sıfatlarına mahsûsdur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Âhıret azâbı, çok şiddetli ve devâmlıdır. Ve dünyânın hayâtı çok kısadır. Dünyânın güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. Bir insanın kıymeti, dünyâ ile ölçülse idi, dünyâlığı çok olan kâfirler herkesden azîz olurdu. Dünyânın görünüşüne aldanmak aklsızlıkdır. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Arşa olan zuhûr, zıllıyetden yüksekdir [uzakdır.]. Kimsede bu kâbiliyyet yokdur. 2/11.


● Arş-ı ilâhî, âlem-i halk ile âlem-i emr arasında geçiddir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Arşa olan zuhûrun onda biri ârifin kalbinde yokdur. 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]


● Arş-ı ilâhî o azameti ile berâber, mekânlı olduğundan rûha nisbet ile, hardal dânesi kadar değildir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Urûclar ve zuhûrlar, mahlûkların hakîkatlerinin sonuna kadardır. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Urûcda mertebelerin sonu, nemâzın hakîkatıdır. 3/77. [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Azîmet, harâmla mubâhların fazlasından sakınmak; ruhsat, harâmlardan sakınmakdır. 1/216. [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Askerin, beytülmâldan ma’âş alması, cihâda mâni’ değildir. [Cihâd sevâbını gidermez.] 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Askerlik ganîmetdir. Bir sâati, diğer makâmlarda bulunmanın çok sâatinden iyidir. 3/83.


● Aşk olmasaydı, aşk gamı olmasaydı, bu kadar güzel söz ortaya çıkmazdı. 3/118.


● Akl-ı me’âş, kısa görüşlüdür. Ma’nevî hastalıkları [âfetleri], hastalık kabûl eylemez. 1/219. [Mektûbât Tercemesi: 265.]


● Akl-ı me’âş, zenginliğe rağbet eder ve dünyâ erbâbına rağbet eder. [Bunlara rağbet edenlerin aklı, akl-ı me’âşdır.] 1/219. [Mektûbât Tercemesi: 265.]


● Akl-ı me’âd, ileri görüşlüdür. Evliyâ ve Enbiyâda bulunur. [Onların nasîbidir.] 1/219. [Mektûbât Tercemesi: 265.]


● Akl-ı me’âd, şerh-ı sadrdan sonra, mutmainne sadra inince, ona bağlanır. [Nefs mutmainne olunca, akl-ı me’âd ona bağlanır.] 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Akl, hissin ötesi olup, his ile idrâk edilmiyeni idrâk etdiği gibi, nübüvvet gücü de, akl gücünün ötesi ve üstüdür. Akl ile anlaşılamıyan, nübüvvet gücü ile idrâk edilir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Akl, ancak his edilenleri [beş duyu ile] idrâk edebilir. Görülenlerde misâli olmıyan işleri, akl idrâk edemez. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Aklı olan dünyâya bağlanmaz; düşkün olmaz ki, dünyâ sırf yoklukdur. 3/12.


● Akl hüccetdir, ammâ eksikdir. Hüccet-i bâliga [tam hüccet] Peygamberlerin gönderilmesidir. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Aklın ötesi demek, akl anlıyamaz demekdir. Yoksa orada, akl zıddına hükm eder değildir. 3/112.


● Aklın anlıyamadığı işleri, ilâhî nûrdan gayri ile bilmek mümkin değildir. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● İnsanların aklları, yaratıcıyı isbâtdan âcizdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Akl, tasfiye ve tezkiyeden sonra, ilâhî makâm ile münâsebet kurar. Fekat, yanılmak ve unutmak ondan ayrılmaz. Vâhime, mütehayyile, gadab ve şehvetden ayrılmaz. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Aklın tasfiye ve tezkiyesi, sâlih amellerin yapılmasına bağlıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Akl erbâbı, ya’nî felsefeciler, nefsden ba’zan rûhu, ba’zan kalbi kasd eder. Onlar nefs-i emmâreyi mücerred mefhûmlardan [âlem-i emrden] sayarlar. Kalb ve rûhun ismini bilmezler. 3/91.


● Ukalâ [akla tâbi’ olanlar], ma’lûm için, zihnde sûret hâsıl edip, onun meydâna gelmesi zihndedir. İlmde değildir, derler. Son devr sofiyyesine göre, o sûret ilmde hâsıldır. 3/114.


● Allahü teâlânın bir kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti [sevmediğinin alâmeti], onun mâlâya’nî ile meşgûl olmasıdır. “Hadîs-i şerîf”. 2/60. [Se’âdet-i Ebediyye: 480.]


● İlm iki kısmdır. İlm-i ahkâmı fıkh, ilm-i i’tikâdı kelâm [ahkâmı bildiren fıkh ilmi, i’tikâdı bildiren kelâm ilmi], ilmleri kendinde toplamışdır. 1/268. [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● İlm, inkişâfdan [tekâmülden] ibâretdir. Bu inkişâf ihâta ile olursa, ilm-i husûlîdir [çalışarak ele geçen ilmdir]. 3/114.


● İlm, ma’lûmun sûretinden ibâretdir ki, bunun ilmde husûlî ve hulûlî [girmesi, hulûl etmesi] ne ma’nâya olur, [ne ma’nâsı olur.]. 3/114.


● İlm-i husûlî ve ilm-i hudûrî bir vaktde cem olur. İki ilm-i hudûrî cem’ olmaz [birlikde olmaz]. 1/306. [Mektûbât Tercemesi: 490.]


● İlm-i husûlînin zât-ı teâlâya [Allahü teâlânın zâtına] âid olması muhaldır. Onun ilm-i hudûrîsi, müte’allık olur. [Alâkalı olur.] 3/21.


● İlm-i husûlî âfâka [insanın dışındaki âleme], ilm-i hudûrî enfüse [insanın içindeki âleme] te’alluk eder. 3/60.


● İlm-i husûlî eşyânın sûretini bilmekdir. Şey’in sûreti şey’in gayridir. 2/47.


● İlm-i şey [birşeyin ilmi], o şeyin sûretinin aklda hâsıl olmasıdır ki, o şeyin aynı değildir. 3/110.


● İlm-el-yakîn [ilm ile bilmek], eserden müessire istidlâldir. [Eserden delîl ile eser sâhibini anlamakdır]. Dumanı görüp, ateşe hükm etmek gibi. 3/100.


● Hakk-el-yakîn [bizzat içinde yaşayarak bilmek], müessir ile hakîkatlenmekdir ki, bekâ makâmıdır. 1/277. [Mektûbât Tercemesi: 407.]


● İlm, ayn ve hakk-ül-yakîn için meşâyıhın ta’rîfleri, imâm-ı Rabbânî indinde, bu ta’rîflerin hepsi, ilm-ül-yakîndir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● İlm-el-yakîn ile ayn-el-yakîn birbirine perdedir. İlm esnâsında görmek yokdur. 1/277. [Mektûbât Tercemesi: 407.]


● Yakînler, meşâyıh indinde, zât-i ilâhîye nisbet ile, imâm-ı Rabbânî indinde âyetlere (delîllere)dir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ayn-el-yakîn, imâm-ı Rabbânî indinde, dumanın ateşe olan hâlidir. 3/100.


● Hakk-el-yakîn, dumanı görüp, ateşin varlığına hükmetmekdir. 3/123.


● Ayn-ül-yakîn ve hakk-ül-yakîn, âfâk ve enfüsün ötesidir. 3/100.


● İslâmiyyet ilminin sûreti, zâhir âlimlerin nasîbidir ki, Kitâb ve Sünnetin hükmleri ile alâkalıdır. İslâmiyyet ilminin hakîkati, ulemâ-i râsihînin nasîbidir ki, Kitâb ve Sünnetin müteşâbih kısmı ile alâkalıdır. 2/18.


● İlm-i ledünnî, ifâdasında [feyz almakda], Hızır aleyhisselâmın rûhâniyyeti vâsıtadır. “Muhammed Pârisâ” 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● İlm-i ilâhî, hayât şânının altındadır. Lâkin, ilm için zât mertebesinde bir şân vardır ki, hayât ve diğer sıfatlar için yokdur. Bu, ilm-i hudûrî de değildir. 3/79.


● İlm-i ilâhînin zâtî güzelliği, diğer sıfatlarda yokdur. 3/100.


● İlm-i ilâhî. /113.


● İlm-i ilâhî değişen cüzlere te’alluk eder ise de [alâkalı ise de], Allahü teâlânın ilm sıfatında değişiklik olmaz. Değişiklik, birini diğerinden sonra bilince olur. Ammâ, cümleyi bir anda bilmekle değişikliğe ve sonradan olmağa tehammülü yokdur [böyle şey olmaz]. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İlm-i ilâhînin eşyâya bağlantısı ilm-i hudûrîdir. 3/114.


● İlm-i ahvâl [hâllerin ilmleri], herkese verilmemişdir. 3/16.


● “Ümmetimin âlimleri, isrâil oğullarının Peygamberleri gibidir” şerefi ile müşerref olan, râsih ilmli âlimlerdir. 2/13. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” hadîs-i şerîfindeki ilm, islâm bilgileridir ki, zâhiri ve hakîkati vardır. 2/18.


● “Ulemânın mürekkebi şehîdlerin kanından dahâ ağırdır.” Hadîs-i şerîf. 3/47. [Se’âdet-i Ebediyye: 400.]


● Zâhir âlimlerin nasîbleri, i’tikâdı düzeltdikden sonra, ahkâm-ı islâmiyye ve ameldir. Bâtın âlimlerinin nasîbi bununla berâber, hâller ve zevkler ve ma’rifetlerdir. Ulemâ-i râsihînin nasîbi, esrâr-ı dekâyıkdır ki [ince sırlardır ki] müteşâbihâtda işâret vardır. 1/54. [Mektûbât Tercemesi: 90.]


● Ulemâ-i râsihîn, vilâyet yollarını kat’iderek, Peygamberlerin husûsiyeti olan da’vet makâmına kavuşmuşlardır. 3/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 763.]


● Ulemâ-ı râsihîn, özü kabuk ile bir araya getirerek ve hakîkati sûrete getirmiş, müteşâbihâtdan zevk almışlardır. 2/18.


● Ulemânın ilmleri, nübüvvet kandilinden alınmış, sofiyyenin ma’rifetleri ise, keşf ve ilhâmdır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Zâhir âlimlerine fenâ ve bekâ nasîb olmamış, vilâyet-i hâssa vâki’ olmamışdır. 3/89.


● Dünyâ âlimlerinin ki, gayretleri alçak dünyâ içindir. Ve sohbetleri, öldürücü zehrdir. Ve fesâdları yayılır. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Dindâr âlimler, makâm ve riyâset sevgisinden geçmiş ve tervîc-i din [islâmiyyeti yaymakdan] ve islâmiyyeti kuvvetlendirmekden gayri birşey istemezler. 1/53. [Mektûbât Tercemesi: 89.]


● Ulemâ’i sû’ [kötü âlimler] insanları dalâlete sevk etmekde kâfî olup, iblis işsiz ve boş kalmakdadır. 1/213. [Mektûbât Tercemesi: 256.]


● İlmi, dünyânın mâl ve mevkı’ine vesîle kılanlara, şiddetli azâb vardır. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Riyâzî ilmler, mantık ve emsâli ile meşgûl olmak için cevâz vardır. Ammâ, onları ele geçirmekden maksad, ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmek için olmak şartdır ve yoksa câiz değildir. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Alî “radıyallahü anh”, hilâfeti zemânında ve emri altında, kendi bağlılarından, yardımcılarından büyük bir topluluk arasında buyurmuşdur ki, muhakkak Ebû Bekr ve Ömer, cümle ümmetin en üstünüdür. İmâm-ı Zehebî, bunu seksenden çok kimseden rivâyet eylemişdir. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Alî “radıyallahü anh”ın mücâdelesi, bâgîler, âsîler ile savaş farz olduğundan idi. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, birâderlerimiz bize bâgî oldular. Kâfir ve fâsık değildirler. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Alîye “radıyallahü anh” Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Sen, Îsâya “aleyhisselâm” benzemekdesin. Ona yehûdîler o derece düşmanlık etdiler ki, annesi Meryeme iftirâ etdiler.” 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Alî “radıyallahü anh” vilâyet yolundan kavuşanların önderi ve başkanıdır. Bu yolda feyz herkese Onun aracılığı iledir. 3/124.


● Alî radıyallahü anh buyurdu ki, bütün ilmler besmelenin “B” sinde, belki “B” nin noktasında toplanmışdır. 1/201. [Mektûbât Tercemesi: 240.]


● Alîye “radıyallahü anh” kusûr isnâd eylemek, çirkinliğin en kötüsüdür. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]


● Alî “radıyallahü anh”, Sıddîk “radıyallahü anh”dan efdaldir diyen, ehl-i sünnetden ayrılır. 1/202. [Mektûbât Tercemesi: 240.]


● Alî “radıyallahü anh”, vilâyet ve nübüvvet taraflarından Îsâ aleyhisselam ile münâsebetlidir. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Umdet-ül-islâm fârisî fıkh kitâbıdır. 1/193. [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Ömer “radıyallahü anh”, “Rabbinin azâbı elbette vardır. Onu önliyecek yokdur.” âyetini işitince, aklı gidip, deveden düşdü. 1/302. [Vettûrî. 7. Âyet.] [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Ömer “radıyallahü anh”, Ebû Bekr “radıyallahü anh”dan sonra, ümmetin efdalidir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ömer “radıyallahü anh”, vilâyet-i Muhammediyyeye vâsıl ve kemâlât-ı Muhammedî onda hâsıl oldu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ömer “radıyallahü anh”ın vilâyeti, İbrâhîm aleyhisselâma, nübüvvet tarafından Mûsâ aleyhisselâmadır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ömer “radıyallahü anh” hakkında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: “Benden sonra Peygamberlik bitmeseidi, Ömer Peygamber olurdu,” buyurdu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ömer “radıyallahü anh”ın vefâtında, Abdüllah ibni Ömer, ilmin on bölükde dokuz bölüğü öldü, buyurdu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ömer “radıyallahü anh” ile, Hak sübhânehunun kelâmı, çok zemân aynen vâki’ oldu. 2/51.


● Ömer “radıyallahü anh” hakkında. 2/99.[Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki, geceleri uyumayıp, cemâ’ati [sabâh nemâzını] terk etmekden ise, uyumak iyidir. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Amr ibni Âs’ın “radıyallahü anh” yanılması, Veysel Karânî ve Ömer Mervânînin doğru işinden efdaldir. 1/120. [Mektûbât Tercemesi: 168.]


● Umre ve nâfile hac, bir farzın terkine ve bir memnu’un icrâsına sebeb oluyor, mâlâya’nî oluyorlar. 1/123. [Mektûbât Tercemesi: 169.]


● Amelin mükâfâtı işleyene olduğu gibi, vâdı’ına ve binnetice Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” de olur. 2/57.


● Amel eylemeyip, suçunu dahî kabûl etmeyip, pişmân olmıyan, kullukdan uzakdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Amellere verilen ecr, ameli işliyene göre değişir. 1/305. [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Amelin sevâbı, niyyetin düzgün olmasına bağlıdır. 3/28.


● Avâm, müntehînin bâtınından nasıl haber alır ki, müntehînin bâtınının zevkinden, kendi zâhiri bile haberdar değildir. 2/43.


● Avâm, Şeyh-i Genc-i şekeri, oğlunun vefâtında üzülmediği için, üstün bilirler. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, İbrâhîmin vefâtında ağladı ve çok üzüldü. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Avâm indinde, cesedi ihyâ [gelişdirmek] büyük işdir. Havâs indinde [büyükler yanında] kalbi ihyâ mu’teberdir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Avâmın seyyiâtı, îşâna hasenât olur. 2/56.


● Avâmın îmânı ile havâsın îmânı farklıdır. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Avâm işiterek veyâ delîl ile gayba îmân etmişlerdir. Sondakilerin en üstünleri, gayblar gaybını, celâl ve cemâl perdelerinin arkasında mütâle’a eylemişlerdir. Ortadakiler, zılleri asl zan etmişlerdir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Hasta ziyâreti sünnet, hastanın kimsesi yoksa vâcibdir. 1/265. [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Fıtr bayramında, yimek, içmek, senelerce nâfile oruc tutmakdan dahâ fâidelidir. 1/52. [Mektûbât Tercemesi: 87.]


● Îsâ aleyhisselâm gökden inip, Muhammed aleyhisselâmın dîni ile amel edecekdir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.], 1/109. [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Îsâ aleyhisselâmın, mele-i a’lâ ile münâsebeti vardır. 3/114.


● Îsâ aleyhisselâm gökden inip, ictihâdı, İmâm-ı a’zamın ictihâdına uygun olacakdır. 2/55, 1/282. [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Îsâ aleyhisselâm vilâyetde, Mûsâ aleyhisselâm nübüvvetde çok yüksek mertebededirler. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Ayn-ı sâbiteye te’ayyün-i vücûbî derler. 3/33.


● Ayn-ı sâbite, Allahü teâlânın ismlerinin zılli, aksi ve nûrudur. 3/33.


● Ayn ve eserin fenâ esnâsında yok olması, vilâyet-i Muhammediyyeye “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûsdur.


Diğer vilâyetlerde yalnız ayn yok olup, eseri yok olmaz. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Ayn ve eserin yok olmasından murâd, görünüşün yok olmasıdır. Mahlûkâtın vücûdu yok oluyor demek, ilhâd ve zındıklıkdır. 3/109.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -Z-2

– Z –

● Zâhirin gafleti, doğru niyyet ile olursa, zikrdir. 1/295. [Mektûbât Tercemesi: 473.]


● Zâhir nisbeti [yakınlığı] bâtına te’sîr eder. Tevbe ve istigfâr etmelidir. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Zıll-ı şey [bir şeyin zıllı], şey’in ikinci, üçüncü..... sonraki mertebelerde görünmesidir. 3/89.


● Zıl kendini asl olarak gösterip [takdim edip], sâliki kendine bağlar. 3/122.


● Zıl demek, Allahü teâlânın varlığının aşağı mertebelerde görülmesidir. Her mertebede, Allahü teâlâya vücûd denilebilir. Fekat mevcûd denilemez. Bununla berâber, Allahü teâlâ vücûd değildir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Zıllin aslı, Allahü teâlânın ismlerinden bir ismdir. O ismin aslı, aslın aslıdır ki, i’tibârîdir. 3/118.


● Zıl dâiresinin üstü, cehl ve hayretdir. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Zıll-ı ilâhî mevcûd değildir. Hiçbir mahlûk Hâlıkın zıllı değildir. 3/122.


● Zıl olmak ve mazhar olmak bakımından varlıklar çokdur. Varlık bir olup, başkaları evhâm ve hayâldir demek yanlışdır. Eski yunan felsefecilerinden sofistâilerin sözüdür. 1/125. [Mektûbât Tercemesi: 170.]


● Zulm, şeyi asl yerinden başka yere koymakdır. [Hakkı başka yere vermekdir.]. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Zuhûr-ı şey, birşeyin aksi, bir diğer şeyde olmak ma’nâsınadır. Zeydin ayna içinde olması gibi. 3/121. [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Zuhûr-ı şey, o şeyin hakîkatinin karşısında olur, [görünür]. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Zuhûr-ı esmâ ve sıfat [Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının zuhûru] sâlikin aynasında seyr-i enfüsîde zuhûr eder. O zuhûr, esmâ ve sıfatın zıllerinden bir zıllin zuhûrudur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


Elhamdülillâhi alâ ni’metil islâm ve alâ tevfîk-il îmân ve alâ hidâyetil Rahmân!

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -T-2

 – T –

● Bu tâifeyi hor ve zelîl zan eylemeyeler. 1/68. [Mektûbât Tercemesi: 106.]


● Takıyye, mezhebini, inancını saklamakdır ki, şî’îlerin yoludur.


● Tâlibin nefse uymaması lâzımdır ki, bu da vera’ ve takvâ ile olur ki, harâmlardan kaçınmakdır. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Tâlib, sâdık olmalıdır. Sâdık olmak için yirmi senede melek yazacak bir günâh bulmamalıdır. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Tâlib sâdık olunca, zikr ve teveccüh olmasa dahî, yalnız ihlâs ve muhabbeti ile ilerler. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Tâlib uyanık olmalı, mürşidinin yanında rü’yâlara hiç kıymet vermemelidir. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Tâlibin ilerlemesi [yükselmesi], kâmil ve mükemmil olan [yetişmiş ve yetişdirebilen] şeyhin tasarruf ve teveccühüne bağlıdır. 1/296. [Mektûbât Tercemesi: 475.]


● Tâlib, başlangıcda pis ve aşağıdır. Ve Hak teâlâ çok temiz ve çok yüksekdir. Yolu bilen bir vâsıta lâzımdır. Her iki tarafı anlıyan bir mürşid-i kâmil, tâlibe aracılık yapar. Pîr vâsıtadır. Sona varanlar, mürşid olmadan ilerler. 1/169. [Mektûbât Tercemesi: 211.]


● Tâlibin pîrine karşı edebini beyân eden mektûb. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tâlibde, dîn-i islâmın sâhibine ittibâ’ ve şeyhine muhabbet oldukda, herşey kolaydır. 3/13. [Se’âdet-i Ebediyye: 401.]


● Tâlib, i’tikâdını düzeltdikden ve zarûrî fıkh ahkâmını öğrenip, îcâbı ile amel etdikden sonra, bütün vaktlerini zikre sarf eyleye, o şart ile ki, zikri, kâmil ve mükemmil olan şeyhden almış ola. 3/84.


● Tâlib, mürşidin huzûrunda zikr ve nâfile ile meşgûl olmamalıdır ki, feyzden mahrûm kalmıya. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tâlibe lâzımdır ki, nefsindeki ve dışardaki bâtıl tanrıları yok ede, hak ma’bûd olarak, akla, vehme, hayâle, fikre gelen herşeyi de kovmalı, yok etmelidir. 1/126. [Mektûbât Tercemesi: 172.]


● Tâlibin, evvelâ yalvarması, çok sevmesi, sığınması lâzımdır ki, teveccüh te’sîr eyleye. 1/157. [Mektûbât Tercemesi: 192.]


● Tâlibde zevk zâil olup [gidip], nisbetin te’sîri kalmamış zân eder. Cesede te’sîr kalmamışdır, ammâ, rûha te’sir meydâna gelmişdir. 2/43.


● Bir tâlib, kutb-ı irşâda [mürşide] teveccüh edip, ona bağlanırsa, o dahî tâlibe müteveccih olsa, teveccühde tâlibin kalbinde bir pencere açılır. Ve buradan teveccüh ve ihlâsı kadar, o deryâdan kalbine feyz akar. Ve ilâhî zikre müteveccih olur, kavuşur. O mürşidi bilmediği hâlde teveccüh etmese, yine fâidelenir ammâ, azdır.


Fekat inkâr ederse veyâ mürşid ondan incinirse, zikr etse de hidâyetden mahrûmdur. Mürşid onun zararını istemese dahî, o inkâr ve üzmek onun feyzine mâni’ olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Tâlib, niyyeti düzeltirse ve sâdık ve hâlis olursa ve zikre de devâm ederse, tezkiye hâsıl olur. Kötü huyları iyi huylara dönüşür. Tevbe ve bağlanma nasîb olur. Dünyâ sevgisi çıkar. Ve sabr ve tevekkül ve rızâ hâsıl olur. Bunlar kendini âlem-i misâlde müşâhedeye vesîle olup, her latîfe için bir nûr müşâhede eder. Böylece seyr-i âfâkî temâm olur. Bu seyr hakîkatde sâlikin kendindedir. [Kendi kalbindedir.] Sâlik, seyrini âlem-i misâlde görür. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Tâlib, fenâ ve bekâya kavuşdukdan sonra, mürşide uyması lâzım gelmez. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tâlib, vilâyet yolu ile yaklaşmakdan, nübüvvet yolu ile yaklaşmağa ulaşması câizdir. 3/124.


● Tâlibe lâzım olan edebler. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tâlib olmıyan kimse, tâlib olmayı istemelidir. Bu istek de büyük ni’metdir. 1/61. [Mektûbât Tercemesi: 98.]


● Tabi’ati ile alâkalı arzûlar, kulluğa mâni’ değildir. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Tarîkatden maksad, islâmiyyetin üçüncü kısmı olan ihlâsı elde etmekdir. İslâmiyyetin dışında birşey değildir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Tarîk-ı vilâyetde [vilâyet yolunda] vâsıta lâzımdır. Bu vâsıta, oniki imâmdır ve sonra Abdülkâdir-i Geylânîdir. 3/124.


● Tarîk-ı nübüvvetde [nübüvvet yolunda], fenâ, bekâ, cezbe ve sülûk yokdur. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Tarîk-ı nübüvvetde [nübüvvet yolunda], mahlûklara gönül bağlamak yasakdır. Mahlûkların unutulması lâzım değildir. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Tarîk iki parçadır. Cezbe ve sülûk. Tasfiye ve tezkiye de denir. Sülûkden önce olan cezbenin kıymeti yokdur. Sülûkun yardımcısıdır. 1/62. [Mektûbât Tercemesi: 99.]


● Tarîkate sülûkden maksad, îmânda yakîn, amelde yüsrdür. 1/226. [Mektûbât Tercemesi: 278.]


● Tarîkat ve hakîkat, islâmiyyetin hâdimleridir. [Hizmetcileri, yardımcılarıdır.] 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Tarîkat, mahlûkâtı yok etmek yolu, hakîkat, vâcib-i teâlânın isbâtıdır. 2/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 764.]


● Tarîkat, izâfe edilen şeylerin ortadan kaldırılması [mahlûkları unutmak] için çalışmakdır. Hakîkatde ise, zorluk çekmeden, kendiliğinden unutulur ki, ikisi birdir. 1/41. [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● Tarîkat ve hakîkat vilâyete bağlıdır. İslâmiyyet nübüvvetdedir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Tarîkatde tul-i emel [uzun emelli olmak] küfrdür. 1/136. [Mektûbât Tercemesi: 179.]


● Tarîkatde hâsıl olan telvînler [hâller] ve tecellîler hayâlî ve vehmîdir. 3/109.


● Tarîk-i sülûkda [sülûk yolunda] bağlanma sâlik tarafındandır. Vâsıta lâzımdır. Çâre yokdur. 3/124.


● Tarîk-i cezbede [cezbe yolunda], çekilme, matlûb tarafındandır. Başkaların vâsıtalığını kabûl etmezler. 3/118.


● Tarîk-i cezbe [cezbe yolunun] temâm olması, sülûka bağlıdır. Sülûksuz cezbe temâm olmaz ve netîcesizdir. 3/118.


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, Eshâb-ı kirâmın yoludur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye nisbeti, bu zemânda yok gibi olmuşdur. [Ankâ kuşu hükmündedir.] 1/168. [Mektûbât Tercemesi: 208.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede zikr, Ebû Bekr-i Sıddîkdan “radıyallahü anh” gelmişdir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, islâmiyyetin yasak etdiklerinden kaçınmak zarûrîdir. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, simâ’, raks, vecd ve tevâcüd [kendinden geçme] yasakdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede farzların edâsı, yaklaşmağa sebebdir. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, elbette kavuşdurur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin başlangıcı cezbeden, diğer tarîkatlerinki sülûkdendir. Bu tarîkatde şeyh, teveccüh ve tasarruf ile, başlangıcda olana, nihâyet devletinden aks etdirir. 2/43.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin sonundan kimse haber vermemişdir. Başlangıcını bildirmişlerdir ki, nihâyeti başlangıca yerleşdirilmişdir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, nefse muhâlefet çok olduğundan, çabuk kavuşdurucudur. [En kısa yoldan kavuşdurur.] 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, Peygamberlik kemâlâtına kavuşdurur. Başka tarîkatler kavuşduramaz. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin medhi. 3/9.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin temeli [işinin esâsı], sohbet ve muhabbetdir. 3/70.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ifâde ve istifâde [feyz vermek ve feyz almak] susarak, kendiliğinden olur. [Zorluyarak olmaz]. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin medârı [işinin esâsı] ahkâm-ı islâmiyye üzere olmak ve pîre muhabbetdir. 2/30.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede şeyh tâlibe zikr veyâ murâkabeyi veyâ yalnız sohbeti emr eder. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede zikr edebilmek, başlangıcda nasîb olur. 1/190. [Mektûbât Tercemesi: 226.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede başlangıçda zikr, ortada Kur’ân-ı kerîm okumak, sonda nemâz emr olunur. 3/25.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, cehrî zikrden kaçınmak emr olunmuşdur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilk teveccüh zât-i ehadiyyet iledir. [Allahü teâlânın zâtınadır.] 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede sülûk, tâlibin dilemesi ile değildir. Mürşidin tesarrufu ile olur, ona bağlıdır. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede pîrlik, mürîdlik ta’lîm iledir. Külâh ve elbise ile değildir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede nisbetden murâd, Allahü teâlânın hâzır olmasını anlamak demekdir. Hiç aralıksız hâzır olmasını anlamak demekdir. İsmler ve sıfatlar karışmadan, zât-i ilâhînin tecellîsidir ki, (Yad-ı daşt) derler. 1/27. [Mektûbât Tercemesi: 45.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin sonu, vasl-ı uryânîdir ki, matlûba kavuşmakdan ümmîdi kesilir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye büyüklerine, tecellî-i zâtî devâmlı olup, başkalarına (berkî), şimşek gibi gelip-geçicidir. 2/30.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede seyr-i âfâkîyi seyr-i enfüsî ile birlikde yaparlar. 1/145. [Mektûbât Tercemesi: 184.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye büyükleri, gaybetden önce olan huzûra ehemmiyyet vermezler. 1/131. [Mektûbât Tercemesi: 175.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin nisbeti, hiçbirşeye benzemiyen makâmadır. Mahlûklar ile alâkası yokdur. 1/291. [Mektûbât Tercemesi: 458.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye yolu, insanın yedi latîfesidir ki, ikisi âlem-i halkdan, beden ile nefsdir.


Beşi âlem-i emrdendir. [Kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ]. Önce âlem-i emrden başlanır. 1/196. [Mektûbât Tercemesi: 234.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye riyâzeti. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Makâmât-i aşere 1/38 [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilerlemek, kalbden başlar. Sonra rûh, sır, hafî ve ahfâdan geçilir. Bunların herbiriyle ayrıca hakîkatlendikden sonra, âlem-i kebîrdeki asllarını seyr ederek, fenâya vâsıl olur. Bundan sonra, vücûb ile imkân arasında olan sıfat ve ismlerin zıllerini kat’ederek, esmâ ve sıfata başlıyarak, ismlerin ve sıfatların tecelliyâtı vukû’ bulup, âlem-i emrin beş aslının mu’âmelesi temâm olur. Sonra, nefsin itmînânı ile rızâ makâmı hâsıl olur. Sonra, ism, sıfat ve şu’ûnların aslı olan bir dâire ve bunun aslı olan diğer bir dâire ve sonra bir kavs hâsıl olur ki, bu üç asl, zât-i teâlâda mücerred i’tibârâtdır ki, onun ele geçmesi, nefs-i mutmainneye mahsûs olup, şerh-i sadr ve islâm-ı hakîkî hâsıl olur ki, vilâyet-i kübrânın sonudur. Buraya kadar ism-i zâhirin seyridir. İsm-i zâhir, sıfata, ism-i bâtın sıfat ile zâta tealluk eder. Esmâ-i bâtinîde seyr, vilâyet-i mele-i a’lâdır. Bundan sonra da, kemâlat-ı nübüvvet vardır ki, Enbiyâya mahsûsdur. Ve tâbi’ olanların büyüklerine hisse vardır ki, toprak unsurunun nasîbidir. Vilâyetin kemâlâtı makâmât-i nübüvvetin zıllerinin kemâlâtıdır. Bu seyrden sonra, bir adım ileri atılsa sâlik yok olur. Toprak unsuru hepsinden dahâ yükseğe gider. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Ta’âm [yemek]leri, keyf için, lezzet için yimemeli, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmeğe kuvvet bulmak niyyeti ile yimelidir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Taleb büyük ni’metdir. Ni’meti elden kaçırmamak için, onun şükrünü yerine getirmek lâzımdır. 1/61. [Mektûbât Tercemesi: 98.]


● Taleb dahî matlûba kavuşmanın müjdecisidir. 1/61. [Mektûbât Tercemesi: 98.]


● Talha ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ”, Cemel günü onüçbin âdem ile katl olunmuşlardır. Aşere-i mübeşşeredendirler. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Talha ve Zübeyr, Fârûkun “radıyallahü anhüm” vasıyyetinde, hilâfeti rızâları ile terk eylediler. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -S-2

 – S –

● Sâ’im-i Ramezâna [Ramezânda oruclu olana] iftâr veren müslimânın günâhları magfiret ve Cehennemden âzâd olur. 1/45. [Mektûbât Tercemesi: 77.]


● Sâhib-i Avârif [Avârif kitâbının sâhibi], sahv ehlinin kâmillerindendir. Kitâbında o kadar sekr ile ilgili ma’rifet vardır ki, şerh olunamaz. 3/118.


● Sâhib-i Avârif imâm-ı Sühreverdînin, “Limen kâne lehü kalbün, âyetini tefsîri. [Bu sûredeki nasîhatler, idrâk sâhibi kalbi olan içindir. Kaf Sûresi 37.A.] 3/119.


● Sâhib-i Avârif. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Sâhib-i Avârifin [Avârif kitâbının sâhibinin], vâsıl olan [nihâyete kavuşan] sofînin, Kur’ân-ı kerîm okumakda, Mûsâ aleyhisselâma ağaç cihetinden gelen kelâm-ı ilâhî gibi olmasının takrîri. 3/120.


● Sâhib-i şühûd olanlar [şühûd sâhibi olanlar], erbâb-ı temkindir. [Temkin ehlidir]. 3/120.


● Sâhib-i mükâşefe olanlar, ehl-i telvindir. [Mükâşefe sâhibi olanlar telvin ehlidir]. 3/120.


● Sâliha hanımlardan birine akâid beyânı 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Sabâh nemâzını cemâ’at ile edâ eylemek ki, bir sünnetin yerine getirilmesidir. Bütün sene nâfile nemâz kılmakdan bir-kaç mertebe üstündür. 1/53. [Mektûbât Tercemesi: 89.]


● Subbet aleyye, mesâibü lev ennehâ.

Subbet alel eyyâmi sırne leyâlehâ.


(Üzerime yağan musîbetler bellidir herkesce,

Eğer gündüzlere yağsalardı, hepsi olurdu gece.)


Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi vesellem” vefâtlarında buyurmuşlardır. 1/195. [Mektûbât Tercemesi: 233.]


● Sohbetin fazîleti, bütün fazîletlerin ve kemâlâtın üstündedir. 3/69.


● Sohbet-i şeyh [şeyhin sohbeti] mevcûd oldukda, zikre ihtiyâc yokdur. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Sohbet netîcesinde mübtedîye [başlangıcda olana] devâmlı olan bereket, evvelâ, hakîkî maksad olan Allahü teâlâya kalbin teveccühünün devâmlılığıdır. Az bir zemânda bu şeklde teveccühün devâm etmesi, mâsivâyı unutdurur. [Mahlûkları unutmağa kavuşdurur.] 2/83.


● Sohbeti ganîmet bileler. 3/69.


● Sohbet-i mürîdân [mürîdlerin kendi aralarındaki sohbet], birbirlerinde fânî olmak şartı ile, uzletden dahâ iyidir. 1/122. [Mektûbât Tercemesi: 169.]


● Sohbet-i agniyâda terakkî [zenginler ile sohbetde dünyâ menfeati] çok olsa düşünmek lâzımdır ki, hâsıl olan yüksekliklerden netîce nedir. Ba’zı hizmet zararsız olur. Ammâ, sonra bir hizmet dahî emr ederler ki, tam bir vebâl olur. 3/55.


● Sahv-ı hâlis nasîb-i avâmdır. [Hâlis sahv avâmın nasîbidir.] Her kim ki sahvı tercîh eyleye, murâdı sahvın galebe çalmasıdır. Sahv-ı hâlis [hâlis sahv] değildir ki, o âfetdir. 3/118.


● Sahvda, sekrden bir mikdâr eser kalması tuz gibidir ki, tuz olmaz ise yemeğin tadı olmaz. 3/118.


● Sahv, sekre tercîh edilir. 1/268. [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● Sırâtın [sırât köprüsünün] Cehennem üzerine konması hakdır. Mü’minler geçip, Cennete giderler. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Sagîre üzere ısrar eylemek kebîredir. [Küçük günâha ısrar, büyük günâhdır.] 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Sıfât-i ilâhî. 3/100.


● Sıfât-i sübûtiyye sekizdir: Hayât, ilm, kudret, irâdet, semi’, basar, kelâm, tekvîn. Bu sıfatlar hâricde mevcûdlardır. Fekat, Allahü teâlânın zâtından ayrı da değillerdir, gayrı da değillerdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Sıfatın zât-i ilâhîden ayrılması, ârifin düşüncesi i’tibâriyledir. Yoksa işin aslı i’tibâriyle değildir. 2/91.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] ne zâtının aynıdır, ne de gayridir. 3/114.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları], kemâlât-i münderece-i zât-i sübhânehunun tafsîlidir. İcmâl şol mertebedir ki, tafsîl ol mertebede kâin değildir [yokdur]. Belki mertebe-i tafsîl, mertebe-i icmâlden aşağıdır. Ol celle sultânehu da bu ma’nâ yokdur [düşünülemez]. Ve tafsîl, ayn-ı mertebe-i icmâldedir. Bu ma’rifet aklın ötesindedir. 3/114.


● Sıfât-i semâniyye-i hakîkiyye [sekiz hakîkî sıfat], zât-i ilâhî ile mevcûdlardır. Vücûd ile değillerdir ki, vücûdun ve belki vücûbun da, o mertebede yeri yokdur ki, vücûbun ve vücûdun ikisi de i’tibârâtdandır. Hub [sevgi] ve vücûd i’tibârları, âlemin yaratılmasının başlangıcıdırlar. Zîrâ zât-i celle ve şânehu bu i’tibâr-ı hub ve bu i’tibâr-ı vücûd mevcûd değil iken, âlemden ve yaratılan âlemden müstagni [münezzeh] idi. 3/122.


● Sıfât-i semâniyye-i kâmile [sekiz kâmil sıfat], kadîmlerdir. Ve kemâlât-i zâtiyyenin zılleridirler. Ve o kemâlâtın zâhir olduğu [göründüğü] ve kemâlâta perde, ya’nî o gizli nûrların perdeleridir. 3/26.


● Sıfatın birbiriyle mugâyeretleri tahkîkîdir. [Sıfatlar birbirinden başkadır.] Bir sıfatda fenâya kavuşmak, her sıfatda fenâ bulmak olmaz. İ’tibârlar böyle değildir. Bir i’tibârda fenâ, hepsinde, hattâ zât-i ilâhîde fenâdır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Sıfat ve esmâ’i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları ve ismleri], zât-i teâlânın zılleri gibidir. Her zıl, âsâr [eserler] ve âyâtda [âyetler, işâretler] dâhildir. 2/4.


● Sıfât-i ilâhîde [Allahü teâlânın sıfatlarında] iki i’tibâr vardır. İ’tibâr-ı evvel oldur ki, fî hadd-i zâtihâ [hadd-i zâtında, aslında] sâbitdirler. Âleme münâsebeti olup, mebâdî-i te’ayyünâtdırlar. [Başlangıçların te’ayyünâtıdırlar]. Zât-i teâlâ ve tekaddesden münfek [ayrı] görünürler. Ve zât-i teâlâya hicâbdırlar [perdedirler]. İ’tibâr-ı sânî [ikinci i’tibâr] oldur ki, zât-i teâlâ ile kâimlerdir [vardırlar]. Âleme teveccühleri yokdur. Zâta hicâb [perde] değildirler. Câmenin [elbisenin] beyâzlığı gibidirler. 3/73.


● Sıfatın zâta perde olması, zıllerin zuhûruna mahsûsdur. Zîrâ ki, zıllerin zuhûru, ilm mertebesindedir. Ve asl zuhr, makâm-ı ayndedir. [Makâmın tâ kendisindedir.] Meselâ Zeydin ilmde zuhûru sıfat iledir. [Meydâna çıkması, görünmesi sıfat iledir.] Bu sıfat düşünülünce Zeydin zâtına hicâb olur. Zeyd görününce mu’âmele asla karar bulur. Zeydin ilmde sûreti, hâricde mevcûd olan Zeyd için zıl idi. Rü’yet makâmında, Zeydin sıfatı, perde değildir. [Zeydin sıfatları mâni’ değildir.]. 2/11.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] her ne kadar Zât-i teâlâya perdedir. Ammâ, kemâlât-i zâtiyyenin açığa çıkması da, onların vücûduna bağlıdır. Sıfatın perde olmaları, ayn’ın [aslın] perde olması gibidir ki, görme sebebidir.


Bu görünüş ve açığa çıkış, her zemân zıllîdir. Ammâ çâre yokdur ki, bizim vücûdumuzu zılle bağlı kılmışlardır. Vücûdumuz perde ile örtülmüşdür. 3/26.


● Sıfât-i ilâhînin varlıkda durmaları, Allahü teâlânın zâtı iledir. Sıfât-i ilâhî, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olması sebebi ile, mümkinâtın sıfatlarına benzemez. Onlarla münâsebeti yokdur. Zîrâ mümkinâtın sıfatları sonradan var olmuşdur. Varlıkda durmaları madde iledir. Hâlbuki maddelerin varlıkda durmaları sıfât-ı ilâhî iledir. Mümkinlerin sıfatı kendi nefsleri ile, hay, alîm ve kâdir olmayıp, o kadar var ki, mümkin onların tavassutlarıyle hayâtda durur ve bilir. Sıfât-i ilâhî dahî, zât-i ilâhî gibi hay, alîm ve kâdirlerdir. 3/113.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] eğerçi mümkinât dâiresinden hâriclerdir, ammâ, zât-i teâlâya ihtiyâcları olduğundan ve onlara tekâbül eden yoklukların herbiri için, şân olmakla, imkânın sâbit olmasından dışarı [hâriç] değildir. Eğerçi başlangıçları yokdur. Lâkin imkânın delîline ihtiyâcları vardır. Vâcib olmaları, zâtın vücûbundan aşağıdırlar. Varlıkları da, zâtın vücûdundan aşağıdır. 3/100.


● Sıfât-i ilâhînin tavassutu [vâsıta olması] olmasaydı, hiçbir şey’in hâsıl olması tasavvur olmazdı. Zîrâ ki zât-i teâlânın nûrlarının aydınlatmasında, helâk ve fenâ ve inhirak [yanmak] ve yok olmakdan gayri eşyânın nasîbi yokdur. 3/26.


● Sıfat ve ef’âl-i ilâhînin [Allahü teâlânın sıfatlarının ve fi’llerinin] zuhûru [açığa çıkması] için, Allahü teâlâ mahlûkâta muhtâc değildir. 3/114.


● Sıfât-i ilâhî şu’ûnât-i ilâhînin zılleridir. 3/73.


● Sıfât-i ilâhînin [Allahü teâlânın sıfatlarının] ilmi, ilm-i husûlîye münâsibdir. [Mahlûkların ilmine uygundur.]. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Sıfât-i ilâhî ile ahlâklanmanın ma’nâsı. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Sıfât-i beşerînin ve imkânın [beşerî sıfatların ve mümkinâtın] temâmen yok olması, tasavvur edilemez ki, kalb-i hakâyık-ı müstelzimdir. [Ya’nî hakîkatların değişmesi olur.]. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Safâ-yı kalb [kalbin tasfiye bulması], Peygamberlere tâbi’ olmağa bağlıdır. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Safâ-yı nefs [nefsin safâsı], açlık ile hâsıl olur. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Safâ-yı nefs [nefsin safası] dalâlet yoludur. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Sıfât-ı irâde [irâde sıfâtı], takdîr olunan iki şeyden birisini seçmekdir. 3/114.


● Sıffîn vak’ası, hilâfet için değil, kâtillere kısâs yapılması için idi. “Gazâlî” 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Sınâ’âtın tekmîli, telâhuk-ı efkâr iledir. [Sanatların temâmlanması, fikrlerin birbirine ilâve edilmesi iledir.] 3/89.


● Sanemleri [putları, heykelleri], kâfirler, şefâ’at vesîlesi kabûl ederler. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Savt-ı hasen [güzel ses] ile Kur’ân-ı kerîm ve kasîdeler, na’t ve menkıbeler okumakda sıkıntı yokdur. Yasak olan, Kur’ân-ı kerîmin harflerini bozarak okumak, [müzik makâmlarına uyuyorum diyerek] ve şarkı gibi (elhân ile) okumakdır ki, şi’rde dahî mubâh değildir. Kasîdelerde bu şartlara riâyet lâzım değildir. 3/72.


● Suveri ilmiyyeyi [ilmdeki sûretleri], başkası ile mevcûd olan sıfatlar gibi tasavvur eylemeyeler. Bu ilâhî ilmin sûretleri, maddelerin aslı ve belki mebâdi-i te’ayyünleridir. İlmî sûretler sâbite olup, ilm sıfatı ile kâimlerdir. İlmde sâbit ve hâricî olan hiçbirşey bunlarda yokdur. Belki, ilmî ve hâricî varlık onlara, ârdır ki, mümkinâtın sıfatlarından ve hâdiselerin ismlerindendir. 3/114.


● Sofiyyenin sekr ve muhabbet istilâsından dolayı sözleri câizdir. 3/100.


● Sofiyye vahdet-i vücûda, ulemâ kesret-i vücûda kâildir [kabûl eder]. Ayrılık sözlerdedir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Savm [oruc], Cehennem ateşinden siperdir. “Hadîs-i şerîf.” 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Suyun yaratılması, göklerin ve yerin yaratılmasından evveldir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Sıkıntılı zemânlarda “Lâ havle” ile ve “Muavvizeteyn” ile def’ edeler [bunları okuyalar]. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Zıddeyn [iki zıd] aynı zemân ve aynı mekânda bir arada bulunamaz. Ammâ, iki zıddın, birinin diğerinde bulunması ve birinin diğeri ile buluşması, imkânsız değildir. 1/296. [Mektûbât Tercemesi: 475.]


● Zarar ihtimâli ile çok menfa’at terk edilir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -Ş

 – Ş –

● Şâkir [şükr eden] ve mü’min olanlara Allahü teâlâ azâb etmez. 1/70. [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Şân-ül-hayât, cemî’ şü’ûnâtın akdemi [en evveli]dir. Ondan sonra şânül-ilmdir ki, ona tâbi’dir. 3/88.


● Şân-ül-ilm, bütün şü’ûnları topluca ve etrâflıca içinde bulundurur. [Hayât şânından sonra]. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Şân-ül-ilmin, sıfat-i zâideden olan ilm ile hiç münâsebeti yokdur. 3/73.


● Şâh-ı Nakşibend, Ya’kûb-ı Çerhîye ta’lîme izn verdiği hâlde, benden sonra Alâüddînin hizmetinde ol demişdir. 1/119. [Mektûbât Tercemesi: 167.]


● Şâh-ı Nakşibend “kuddise sirrûh” buyurmuşlardır ki, Minâ pazarında bir tâcir, elli bin altınlık eşyâ satıyordu. Bir an Hakkı unutmuyordu. 1/33. [Mektûbât Tercemesi: 58.]


● Şâh-ı Nakşibend buyurdular ki, bizim tarîkimiz sohbetdir. 3/69.


● Şü’ûnât ile sıfat arasında kâbiliyyetler vardır ki, bunlar hem şü’ûnlara, hem sıfatlara benzerler. 1/287.[Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Şü’ûnât-i ilâhî zât-i ilâhîye bağlıdır. [Onunla alâkalıdır.] Mâsivâ ile alâkalı olmakdan uzakdır. Sıfât-i ilâhînin te’alluku mâsivâya maksûrdur. [İlâhî sıfatlar mâsivâya tealluk eder.] 3/73.


● Şü’ûnlar ile sıfatlar arasında fark çok incedir. Bu farkı kimse bildirmemişdir. (Bu farkdan bir kulun konuşması ma’lûm değildir.) 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Şecere-i Mûsâdan mesmû’ olan kelâm, kelâmullahdır. [Mûsâ aleyhisselâmın Tûr dağında ağaç tarafından işitdiği kelâm, kelâmullahdır]. İnkâr eden kâfirdir. 3/20.


● Şirb-i züyût-i tayyibe [halâl olan nebâtlardan çıkan suları] ya’nî karanfil, tarçın, çay ve sâireden elde edilen, her dürlü şerbeti içmek yasak edilmemişdir. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Şerh-i sadr, zâtın tecellîsi zemânında, nefsin itmînânında hâsıl olur ki, adı geçen bu kemâlât, ism-i zâhire te’alluk eder [bağlıdır]. İsm-i bâtına uygun olan kemâlât, örtülmesi lâzım olan kemâlâtdır. Bu iki ismin kemâlâtı temâmen hâsıl oldukda, kudsî âleme uçmak ve nihâyetsiz yükselmeler olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● (Şerh-i lemeât) kitâbı Mevlânâ Câmi’nin olup, burada tecellî-i zâtînin nihâyetsiz olduğu açıkca yazılıdır. 1/277. [Mektûbât Tercemesi: 407.]


● Şirkin ma’nâsı. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Şirk, Allahü teâlâdan başka şeye ibâdet etmeğe tutulmakdır. Eğer, Allahü teâlânın varlığını kabûl etse de. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Şirk öyle bir küfrdür ki, mutlak küfrün aslıdır. İslâmiyyet hükmlerini inkâr küfrdür. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Şirk, ibâdetde ortaklıkdır. Eğer bir maksûdun ele geçmesinde, islâmiyyetin bağından boynunu kurtarıp [islâmiyyetin sınırını aşıp], onun hâsıl olmasında, islâmiyyetin hudûduna tecâvüz olunursa, o şey ma’bûd ve ilâh olur. Ve eğer o maksûd böyle olmayıp, onun ele geçmesinde, islâmiyyetin yasakladığı şeyler işlenmezse, o maksûd, dînî bir yasak olmaz. O şeye tabî’î meylden ziyâde maksûd olmamışdır. Tabî’î ve yaratılışa uygun bir meyldir ki, insanlık ve beşerî özelliklerdendir, ammâ, hırs, arzû ve acele istek ve taleb gibi rezîl hâller meydâna gelmemişdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● İslâmiyyet lâzımdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Dîn-i Muhammediyyeye “sallallahü aleyhi ve sellem” [Muhammed aleyhisselâmın dînine] ihtiyâc yok zan etmek küfrdür. 3/118.


● Hiçbir kimse, hiçbir vaktde ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdan kurtulamaz. 1/276. [Mektûbât Tercemesi: 403.]


● İslâmiyyete kıl ucu kadar muhâlefet mevcûd ise, ahvâl ve mevâcid dahî zuhûr eylese [hâller, kerâmetler meydâna gelse] istidrâcdır. 2/87. [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● İslâmiyyetin teklifâtında kemâl-i yüsr ve gâyet-i sühûlet vardır. 3/53.


● İslâmiyyete inanmıyan kimse, şekerin tadına inanmıyan, safrası bozuk hastaya benzer. Kalb hastalığı var iken olan îmân, îmânın sûretidir. Nefs-i emmâre küfrünü bildirmekdedir. Şekerin tadlı olmasına inanması için, şeker hastasının tedâvîsi îcâb eder. Nefsin tedâvîsinden, ya’nî tezkiye ve itmînânından sonra, hakîkî îmân hâsıl olur. 1/46. [Mektûbât Tercemesi: 79.]


● Muhammed aleyhisselâmın dînini tasdîk, geçmiş bütün dinleri tasdîk demekdir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Ahkâm-ı islâmiyyenin aksine sözler ve işler insanı felâkete sürükler. 1/240. [Mektûbât Tercemesi: 299.]


● İslâmiyyetin bir mes’elesini [bilgisini] yaymak, Allah yolunda hazîneler harc ederek fakîrleri doyurmakdan dahâ sevâbdır. 1/48. [Mektûbât Tercemesi: 84.]


● Muhammed aleyhisselâmın dîni kıyâmete kadar bâkîdir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● İslâmiyyete uymak, nefsin isteklerini bırakmak ve kalbi karartanları [zulmetleri] def’ etmek demekdir. 1/42. [Mektûbât Tercemesi: 71.]


● İslâmiyyete uygun olarak, dünyâ ni’metlerinden fâidelenilebilir [yinebilir], halâldir. Yoksa üzeri şeker kaplanmış zehr hükmündedir ki, aklsızı onun ile aldatırlar. Dünyânın aldatıcı lezzetleri, islâmiyyetin emrlerinin ve nehylerinin acılığı [ilâcı] ile telâfî eylemelidir [giderilmelidir]. 3/54. [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● İslâmiyyet olmasa, herkes kendi istediğini yapsa, ortalık karışır, düzen bozulur, netîcesi fesâd olan hâl zuhûr eder. Güçlü olanlar, başkasının cânına ve malına saldırıp, hem kendini, hem de onları felâkete sürükler. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ahkâm-ı islâmiyye ile mükellef olan, dil, bütün organlar ve kalbdir. Diğer latîfeler mükellef değildir. 1/172. [Mektûbât Tercemesi: 213.]


● İslâmiyyete uygun olan riyâzet ve mücâhede, nefs-i emmâreyi tahrîb eder. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● İslâmiyyete uygun olmıyan riyâzetler ve mücâhedeler hor ve hakîrdirler [fâidesi yokdur]. Eğer birkaçının fâidesi olur ise de, yalnız dünyâda fâide hâsıl eder [az bir fâidesi vardır]. 1/206. [Mektûbât Tercemesi: 243.]


● İslâmiyyetin emriyle olan, bayramın birinci günü yiyip içmek, islâmiyyete uymaksızın, senelerce oruc tutmakdan dahâ fâidelidir. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olan ameli, Allahü teâlâ sever. Uygun olmıyanı sevmez. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Ahkâm-ı islâmiyyeye uymanın kemâli, ilm, amel ve ihlâsa bağlıdır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● İslâmiyyetin hakîkati ve sûreti vardır. İslâmiyyetin sûretinde, îmân ve hükmleri yerine getirmek ile berâber, nefs isyân hâlindedir. Nefs itmînân makâmına vâsıl olunca, islâmiyyetin hakîkati müyesser olur. 2/54.


● İslâmiyyete uygun olan her amel, zikr demekdir. 2/30.


● İslâmiyyetin, gerek red ve gerek kabûl ile hükm eylemediği bilgiler lüzûmsuzdur. İnsanlara lüzûmsuz şeyleri yapmak emr olunmadı. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● İslâmiyyet, zâhir ve hakîkat-i islâm [islâmiyyetin hakîkati] olarak iki kısmdır. Ulemâ-ı râsihîn her kısma vâkıfdır. 1/276. [Mektûbât Tercemesi: 403.]


● İslâmiyyet, tarîkat ve hakîkatden maksad, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesidir. 1/91. [Mektûbât Tercemesi: 139.]


● İslâmiyyetin iki cüz’i vardır. [İki kısmdır.] İ’tikâdî olan üsûl-i dindir. Amelî olan fürû-i dindir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın emrleri ve yasakları demekdir. Kötülüklerin yapılmasını yasak eder. 1/41. [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● İslâmiyyet, mâsivânın ubûdiyyete hiç hakkı olmadığını bildirir ki, bu tahakkuk etmedikçe [Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığına inanmadıkça], şirkden kurtulunmaz. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● İslâmiyyet, bozuk âdetleri [ve çirkin modaları] ve nefs-i emmârenin benlik ve izzet-i nefs çılgınlıklarını önlemek için gönderilmişdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● İslâmiyyet, nefs-i emmârenin islâh edilmesi için gönderilmişdir. 3/118.


● İslâmiyyetin da’veti tenzîh-i sırf iledir. [Allahü teâlâyı tam tenzîh içindir]. 3/32.


● İslâm dîninin revâc bulması, sultânların alâka göstermelerine bağlıdır. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Şi’r okumak ve hikâye anlatmak, [ve spor maçlarını seyr etmek] boşuna vakt geçirmekdir. Kalbin temizliğine çalışmak ve susmak lâzımdır. 1/176. [Mektûbât Tercemesi: 217.]


● Şifâ ve diğer ihtiyâclar için, izn ile okumak lâzımdır. 2/36.


● Şefâ’at-i Kur’ân [Kur’ân-ı kerîmin şefâ’ati] bütün şefâ’atlerin üstündedir. 3/100.


● Şükr-ü mün’im [ni’metleri gönderene şükr] aklen vâcibdir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Şükr, ni’metin artmasına sebebdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Şemsin [güneşin] batıdan doğması, kıyâmet alâmetidir. Hakdır. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Şevâhik-ı cibâl [Dağda yaşayıp, dîni işitmiyenler] ki putlara taparlar. Cennet ve Cehennemde ebedî kalmayıp, âhıretde diriltilip, hakları alınıp-verildikden sonra, mükellef olmıyan hayvanlar gibi, yok edilirler. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Şühedânın [şehîdlerin] kefenleri kendi elbiseleridir. 2/16. [Se’âdet-i Ebediyye: 1034.]


● Şühedânın [şehîdlerin] yıkanmağa [gasl edilmeğe] ihtiyâcları yokdur. Ve şehîdlere cenâze nemâzı kılınması emr edilmemişdir. Kur’ân-ı kerîmde buyurulmuşdur ki: “Şühedâyı siz ölü zan etmeyiniz. Diridirler.” 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Şehîdlik niyyete bağlıdır. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Şöhret âfetdir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Şühûd ve müşâhede kelimeleri zât-i ilâhîye kavuşanlar için söylenir. Sıfatların mertebesinde hâsıl olan hâllere mükâşefe, keşf denir. Bunlar erbâb-ı kulûbdur. 1/118. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Şühûd ve müşâhede zıllerde olur. 1/118. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Şühûd-ı hak. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Şühûd-ı hak, sülûkun nihâyetinde hâsıl olan mutlak fenâdan önce olamaz. Buna şühûd denilmesi, kelime bulunmadığı içindir. Ve yoksa, bilinenden bilinmiyene yol yokdur. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Şühûd, ma’rifet ve hayret, sâlikin kendisindedir. Dışarıdan değildir. 1/30. [Mektûbât Tercemesi: 49.]


● Şühûd vilâyetde olur. Rü’yet nübüvvetde olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Şühûd, Allahü teâlâya kavuşmak [görmek] ma’nâsına kullanılmışdır ki, bu devlet [ni’met] dünyâda bâtına [kalbe] mahsûsdur. Kâmil kimsenin kalbi [bâtını] Allahü teâlâya teveccüh etmiş olup, zâhiri, ehl-ü i’yâlin [çoluk-çocuğun] işlerinde olur. 2/77.


● Şühûd-i tenzîhî matlûbdur. [Tenzîh edilen şühûd istenilir.] Kesretin şühûdü lezzet verirse de, i’tibârı yokdur. [Şühûdün mahlûklar ile alâkası olmamalıdır.]. 1/174. [Mektûbât Tercemesi: 216.]


● Şehvet mâni’aları ve nefsin gadabının istilâsı mevcûd iken, islâmiyyetin emri üzere amel etmek, bu vaktin gayrisinde yapılan amelden kat-kat üstün ve kıymetlidir. Zîrâ, zahmet sebebi ve mihnet sebebi ile olan mâni’ler, onun şânını göklere çıkarır. 3/35. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Şey, zıddiyle anlaşılır. Hayra şer, kemâle naks aynadır. 3/58.


● Şey’in kendisi ile ilmdeki sûreti arasında fark vardır. İlmdeki sûret, şey’in benzeri ve misâlinden gayri değildir. [Televizyondaki şekller ve ho-parlördeki sesler de, bunların kendileri değildir.] 3/100.


● Şeyhlik ve halkı Hak celle ve a’lâya da’vet makâmı için, hâlleri, makâmları, müşâhedeleri ve tecellîleri ve keşfleri ve ilhâmları ve rü’yâ ta’bîrlerini bilmek lâzımdır. [Sahte tarîkatcılar, böyle anlaşılır] 1/224. [Mektûbât Tercemesi: 276.]


● Şeyh-ül-islâm lakâbıyla meşhûr olan Abdüllah-il-Ensârînin, “Menâzilis-sâyirîn” kitâbında buyuruyor ki: Ma’rifet ehlinin firâseti, tâliblerin isti’dâdını anlamak, riyâzet ehlinin firâseti ise, mahlûkâta âid gizli şeyleri bilmekdir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Şeyh İbni Hacer buyuruyor ki: Alî ile Mu’âviye “radıyallahü anhümâ”nın ayrılıkları ictihâd ile idi. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Şeyh ibni Sekînenin bir mürîdi gusl için Bağdâdda Dicleye girip, Mısrda Nilden çıkdı. Ve Mısrda evlenip, evlâdları olup, yedi sene sonra Nil’e girip, Dicleden çıkdı. Ve elbisesini terk eylediği yerde buldu. Elbisesini giyip, evine geldi. Hanımı, (müsâfirler için hâzırlanmasını tenbîh eylediğin yemek hâzırdır) dedi. Birkaç senelik işin bir ânda hâsıl olması, şeklen mümkin değildir ki, zemân uzaması kabîlindendir. Bu hikâyenin rü’yâ kabîlinden olması muhtemeldir. [Bu hikâyenin güc gelen yeri, yıllarca yapılacak şeylerin bir anda yapılması değildir. Güc olan yeri, Bağdâdda bir an olan kısa zemân, Mısrda yedi sene uzamakdadır. Onun için bir rü’yâ olabilir.] 1/210. [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Şeyh Abdülkebîr-i Yemenînin ilm-i ilâhî hakkındaki kelâmının afv olunacak tarafı yokdur. 1/100. [Mektûbât Tercemesi: 151.]


● Şeyhaynın [Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü anhümâ”nın] üstünlükleri, sahâbe ve tâbi’înin icmâ’ları ile sâbit olmuşdur. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Şeytân, insanı, farzları yapmakdan alakoyup, [sonraya bırakdırıp], nâfileler ile meşgûl eder. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Şeytân, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sûretine giremez.


Fekat, hakîkî olmıyan bir sûretde Peygamberim diyebilir. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Şeytân, insanın vücûdunda ve damarlarında kan gibi dolaşır. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Şeytân, kötülükleri, iyilik şeklinde gösterip, insanları aldatır. 1/224. [Mektûbât Tercemesi: 276.]


● Şeytân, “Allahü teâlâ rahîmdir, afv eder” diyerek ve Allahü teâlânın afvını behâne edip, günâha sürükler. Hâlbuki, kıyâmet gününde, düşmanları rahmetden mahrûm ederler. Rahmet, âhıretde, ehl-i islâmın ebrârına [iyilik yapanlarına] mahsûsdur. 1/96. [Mektûbât Tercemesi: 143.]


● Şî’îler, hâricîler ve mu’tezile, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbını kötüledikleri için, kurtuluşları mümkin değildir. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]