Yâdigâr mektûblar 4.mektûb

 Ve aleykümselam kıymetli kardeşim Enver bey

Sizlere mektup yazmağa yüzüm yok. Bizim için çok yoruluyorsunuz. Cenâb-ı Hak ecrin'i ihsan buyursun. Her haberden çok rü'yânıza sevindim. Mektubun sonunda, yarım satır idi. Fakat mektubun kalbi idi. İkimiz için de müjdedir.

Seâdet-i Ebediyye'nin basılmağa devam etmesi Cenâb-ı Hakkın lütfudur. Bu hayırlı işe sizin de hizmetiniz oldu. Fakat ben sizin yorulmanızı istemiyorum. Cengiz'e [Mehmed Yücel] Edirnekapı'daki evine yazdığım cevâbda, tashihleri Faruk'la [Koca] ikiniz yapınız dedim. Aziz Bey'i görür iseniz ona da bu ikisi yapacak, işi hafif olan bunlardır dersiniz. Efendim, düşündüm, Aziz bey, benle Ercan beyle münakaşa edip muğber olmuştur [kırılmıştır].Ercan Matbaası'nda basılması için ısrar etmeyi hatalı buldum. Bu sebepten Aziz Bey'in kalbini almak için ona mektup yazarak sizin tensib edeceğiniz matbaada basılsın dedim.

Eminönü vergi dairesinde, Hikmet Bey'in oturduğu odanın karşısındaki odada, 200 lira âlât-ı sâbite vergisini Mayıs nihayetine kadar yatırmaz isek bizden ceza alırlar. Bu verginin geçen seneki makbuzunu Altay bey'den alarak cümle hesabından 200 lira alarak oraya yatırmanızı size yazmıştım. Bunu yatırmadınız ise hemen yatırınız. Geç kalırsanız kalabalık olur. Tabela vergisinden haberim yok. Bayram usta hatırlarsa ne âlâ! Ne vergi isterler ise tabii vereceğiz.

Zahmetinize teşekkür ederim. Din ve dünya seâdetinize acizane dua eder, dualarınızı beklerim efendim.

Bayram günü İstanbul'dayım. Bayramda hiçbir gün hiçbir kimse eve, atölyeye misafir gelmesin. Bütün arkadaşlara söyleyiniz. Bu mes'ele mühimdir. Nâzikdir. Hepinize rica ederim. Arkadaşlara selam ederim.

Dört mezheb imâmı

 Dört mezheb imâmları, islâm dîninin temel direkleridir. Her birinin hâl tercemelerini ve üstünlüklerini bildirmek için, islâm âlimleri çeşidli kitâblar yazdılar. İstanbulda da neşr edilmiş olan arabî (El-minhat-ül-vehbiyye fî redd-il-vehhâbiyye) kitâbının (Eşedd-ül cihâd fî-ibtâl-i da’vel-ictihâd) kısmında ve (Hidâyet-ül-muvaffıkîn) ve (Sebîl-ün-necât) kitâblarında da yazılıdır. Gençlere yâdigâr olmak için (Eşedd-ül-cihâd) kitâbından bir mikdârı terceme ediyoruz:


1 — Ehl-i sünnetin dört mezheb imâmından birincisi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir “rahmetullahi aleyh”. 80 [m. 699] senesinde tevellüd ve 150 [m. 767] de Bağdâdda vefât etmişdir. Hanefî mezhebinin reîsidir. Osmânlılar, Hindistân müslimânları, Siberya ve Türkistân müslimânları, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedirler. Hadîs-i şerîfde, (Ebû Hanîfe, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. İbâdetlerinin çokluğu, vera’ı, zühdü, cömerdliği, keskin görüşü, ince düşünüşü meşhûr olduğundan, ayrıca bildirmeğe lüzûm yokdur. Fıkh bilgilerinin dörtde üçü onundur. Dörtde birinde de, diğer mezheblerle ortakdır. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (Müslimânların fıkh bilgilerinin kaynağı, Ebû Hanîfe ve talebeleridir. Fıkh öğrenmek istiyen, Ebû Hanîfeye ve Onun talebelerine gitsin! İmâm-ı Mâlike, Ebû Hanîfeyi gördün mü dediğimde: Evet Ebû Hanîfeyi öyle gördüm ki, şu direk altındandır dese, sözünü isbât eder.

Kimse karşılık veremez dedi). İnsanlar, fıkh bilgisine karşı uykuda idi. Hepsini Ebû Hanîfe uyandırdı. Zemânın âbidlerinden, zâhidlerinden olan Îsâ bin Mûsâ, Emîr-ül-mü’minîn Ebû Ca’fer Mensûrun yanında idi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe içeri geldi. Îsâ, Mensûra, bu zât, dünyâ çapında büyük âlimdir dedi. Mensûr, İmâma, ilmi nereden edindin dedi. Hazret-i Ömerin talebelerinden buyurdu. Mensûr da, doğrusu çok sağlam senedin var dedi.


İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, her gece nemâz kılardı. Kâ’bede uyurken, (Yâ Ebâ Hanîfe! Bana hizmetin hâlisdir. Beni iyi tanıdın. Bu ihlâsından ve ma’rifetinden dolayı seni ve kıyâmete kadar sana tâbi’ olanları mağfiret eyledim) sesini işiterek uyandı. Ebû Hanîfe için ve Onun mezhebinde olanlar için, bu ne büyük bir müjdedir! Onun güzel ahlâkı ve temiz sıfatları, ancak ârif olanda ve müctehid imâmlarda bulunabilir. Yetişdirdiği müctehid imâmlardan ve râsih âlimlerden Abdüllah ibni Mubârek ve imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Mis’ar ve Ebû Yûsüf ve Muhammed Şeybânî ve imâm-ı Züfer, onun yüksek mertebesinin vesîkalarıdır. Tevâdu’ ve hayâsının çokluğundan, halkdan uzaklaşmak, bir köşeye çekilmek istediği hâlde, mezhebini yaymasını, rü’yâda Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” emr edince, fetvâ vermeğe başladı. Mezhebi her yere yayıldı. Tâbi’leri çoğaldı. Çekemiyenleri türedi ise de, hepsi rezîl ve perişân oldular. Âlimler, mezhebinin usûlünü, fürû’unu öğrenip, kitâblar meydâna getirdiler. Naklî ve aklî delîllerini inceleyenler ve anlıyabilenler, onun üstünlüğünü yazdılar. Ebülferec ibni Cevzî, kitâbında, İmâm-ı a’zamı küçültücü haberler nakl ediyor ise de, bunları İmâm-ı a’zamı küçültmek için değil, hasedcilerinin bulunduğunu bildirmek için yazmışdır. Aynı kitâbında, İmâm-ı a’zamı herkesden dahâ çok övmekdedir. Babası Sâbit, hazret-i Alînin yanına gelmişdi. İmâm hazretleri, ona ve çocuklarına hayr ve bereket ile düâ eylemişdi. Bu düâ, İmâm-ı a’zamda zâhir oldu. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik hazretlerinin ve başka Sahâbîlerin sohbetlerine kavuşarak, Tâbi’înden olmakla da şereflendi.


[İstanbulda neşr edilen arabî (Ulemâ-ül-müslimîn ve vehhâbiyyûn) kitâbının altmışikinci sahîfesinde, (Mîzân-ül kübrâ) kitâbının müellifi Abdülvehhâb-i Şa’rânî buyuruyor ki, (Edillet-il-mezâhib) ismindeki kitâbımı yazacağım zemân, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve talebelerinin ictihâdlarını çok inceledim. Herbirinin bir âyet-i kerîmeye, hadîs-i şerîfe veyâ Eshâb-ı kirâmdan gelen habere dayandığını gördüm.

İmâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ahmed ve imâm-ı Şâfi’î gibi büyük müctehidler, İmâm-ı a’zamı çok övdüler. Başkalarının lehde ve aleyhde konuşmalarının hiç kıymeti yokdur. Çünki, Mâlikî ve Hanbelî ve Şâfi’î mezhebinde olanların, mezheblerinin İmâmının medh etdiklerini sevmeleri ve övmeleri lâzımdır. Sevmezlerse, kendi mezheblerine uymamış olurlar. Mezheb taklîd edenin, mezhebinin imâmına uyarak, İmâm-ı a’zamı medh etmesi vâcibdir. Birgün, İmâm-ı a’zamın hayâtını yazıyordum. Yanıma bir adam geldi. Bir yazı gösterdi. İmâm-ı a’zama dil uzatmakda idi. Bunu, İmâmın ictihâdlarını anlıyamıyan biri yazmış dedim. Bunları Fahreddîn-i Râzînin kitâbından aldığını söyledi. Fahreddîn-i Râzî, (vefâtı 606 [m. 1209]), imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yanında bir talebe gibidir. Yâhud, bir sultân yanındaki köylü gibidir. Yâhud, güneşli havadaki, görünmiyen yıldız gibidir. Köylünün, delîlsiz olarak sultânı kötülemesi harâm olduğu gibi, bizim gibi mukallidlerin, te’vîl istemiyen açık bir nass olmaksızın, mezheb imâmının ictihâdına karşı çıkması, imâm için, derme çatma şeyler söylemesi de harâmdır dedim. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ictihâd ederek söylediği ahkâmdan birini anlıyamıyan bir mukallidin, bunun hilâfı zâhir olmadıkça bununla amel etmesi vâcibdir.


Ebû Mutî’ diyor ki, Küfe câmi’inde İmâm-ı a’zamın yanında idim. Süfyân-ı Sevrî ve imâm-ı Mükâtil ve Hammâd bin Seleme ve imâm-ı Ca’fer Sâdık ve başka âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în“ geldiler. Din işlerinde çok kıyâs yapdığını işitdik. Bu, senin için pek zararlı olur. Çünki, ilk kıyâs yapan İblîs idi dediler. İmâm-ı Ebû Hanîfe, sabâhdan Cum’a nemâzına kadar bunlara cevâb verdi. Mezhebini açıkladı. Önce Kur’ân-ı kerîmde arıyorum. Bulamazsam, hadîs-i şerîflerde arıyorum. Yine bulamazsam, Eshâb-ı kirâmın icmâ’larına bakıyorum. Burada da bulamazsam, ihtilâf etdiklerinden birini tercîh ediyorum. Bunu da bulamazsam, kıyâs yapıyorum dedi. Misâller gösterdi. Hepsi kalkıp, İmâmın elini öpdü. Sen âlimlerin efendisisin. Bizi afv et! Bilmeden seni üzdük dediler. Allahü teâlâ, beni de, sizi de afv buyursun dedi.


Ey kardeşim! İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye ve Onun mezhebini taklîd eden fıkh âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatmakdan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın ahvâlini, zühdünü, vera’ını ve ibâdetlerdeki ihtiyâtını, titizliğini bilmiyen dinde reformculara uyarak, onun delîlleri za’îfdir dersen, kıyâmetde onlar gibi felâkete sürüklenirsin.

Sen de, benim gibi, Hanefî mezhebinin delîllerini incelersen, dört mezhebin de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tesavvuf yolunda ilerliyerek, ilminin ve amelinin ihlâslı olmasına çalış! O zemân, islâmiyyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, fıkh bilgilerini bu kaynakdan alıp yaydıklarını, bu mezheblerin hiçbirinde, islâmiyyet dışında hiçbir hükm bulunmadığını anlarsın. Mezheb imâmlarına ve onları taklîd eden âlimlere karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına se’âdet yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar insanlara Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennete giden yolun öncüleridirler. Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbının önsözünden terceme temâm oldu.


TENBÎH: Abdülvehhâb-i Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” Şâfi’îdir. Fahreddîn-i Râzî de Şâfi’î mezhebindedir. İmâm-ı a’zama dil uzatdığı için kendi mezhebindeki Râzîyi nasıl aybladığı yukarıda görülmekdedir. Hanefîlerle Şâfi’îler döğüşerek islâmiyyetin gerilemesine sebeb oldular sözü ile müslimânları aldatmağa çalışan dinde reformcuların, yukarıdaki satırları iyi okuyarak, gafletden uyanmalarını dileriz.]


494 [m. 1101] de vefât etmiş olan Ebû Sa’d Muhammed Hârezmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin kabri üzerine bir türbe ile yanında bir medrese yapdırdı. Kendisi, Sultân Melikşâh-i Selçûkînin vezîrlerinden olup, Merv şehrinde de büyük bir medrese yapdırmışdır.


2 — İmâm-ı Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî Âmir Esbahî 90 [m. 708] senesinde, Medînede tevellüd ve 179 [m. 795] da, orada vefât etdi. Yetmiş imâm şehâdet etmedikçe fetvâ vermeğe başlamadım buyurdu. Hocalarımdan pek az kimse vardır ki, benden fetvâ almamış olsun derdi. İmâm-ı Yâfi’î buyuruyor ki, imâmın bu sözü öğünmek için değildir. Allahü teâlânın ni’metini bildirmek içindir. Zerkânî (Muvattâ) kitâbını şerh ederken diyor ki, (İmâm-ı Mâlik, meşhûr mezheb imâmıdır. Yükseklerin yükseğidir. Aklı kâmil, fadlı âşikârdır. Resûlullahın hadîs-i şerîflerinin vârisidir. Allahın kullarına, Onun dînini yaydı. Dokuzyüz âlimle sohbet ve istifâde etdi. Kendisi yüzbin hadîs yazdı. Onyedi yaşında ders vermeğe başladı. Dersinde bulunanlar, hocalarının derslerinde bulunanlardan çok idi. Hadîs ve fıkh öğrenmek için, kapısına toplanırlardı.

Kapıcı tutmak zorunda kaldı. Önce talebesine, sonra halkdan herkese izn verilir, içeri girerlerdi. Halâya üç günde bir giderdi. Halâda çok bulunmakdan hayâ ediyorum derdi. (Muvattâ) kitâbını yazınca, kendi ihlâsından şübhe etdi. Kitâbı suya koydu. Eğer ıslanırsa, bu kitâb bana lâzım değildir dedi. Hiçbir yeri ıslanmadı). Abdürrahmân bin Enes, hadîs ilminde, şimdi yeryüzünde Mâlikden dahâ emîn kimse yokdur. Ondan dahâ akllı bir şahs görmedim. Süfyân-ı Sevrî, hadîsde imâmdır. Fekat, sünnetde imâm değildir. Evzâ’î, sünnetde imâmdır. Fekat, hadîsde imâm değildir. İmâm-ı Mâlik, hadîsde de, sünnetde de imâmdır derdi. Yahyâ bin Sa’îd, imâm-ı Mâlik, Allahü teâlânın kullarına yeryüzünde huccetidir, derdi “rahime-hümallahü teâlâ”. İmâm-ı Şâfi’î, (hadîs okunan yerde, Mâlik, gökdeki yıldız gibidir. İlmi ezberlemekde, anlamakda ve korumakda, hiç kimse, Mâlik gibi olamadı. Allah ilminde bana Mâlik kadar kimse emîn değildir. Allahü teâlâ ile aramda huccet, imâm-ı Mâlikdir. Mâlik ile Süfyân bin Uyeyne olmasalardı, Hicâzda ilm kalmazdı) derdi. Abdüllah, babası Ahmed bin Hanbele sordu: Zehrînin talebeleri arasında en kuvvetli hangisidir? Mâlik, her ilmde dahâ kuvvetlidir buyurdu. İbni Veheb diyor ki, Mâlik ve Leys olmasalardı, hepimiz sapıtırdık. Evzâ’î, imâm-ı Mâlikin ismini işitince, o, âlimlerin âlimi, Medînenin en büyük âlimi ve Haremeynin müftîsidir derdi. Süfyân bin Uyeyne imâm-ı Mâlikin vefâtını işitince, yeryüzünde bir benzeri kalmadı. Dünyânın imâmı idi. Hicâzın âlimi idi. Zemânının hucceti idi. Ümmet-i Muhammedin güneşi idi. Onun yolunda bulunalım dedi. Ahmed ibni Hanbel, imâm-ı Mâlikin, Süfyân-ı Sevrîden, Leysden, Hammâddan ve Evzâ’îden üstün olduğunu söylerdi. Süfyân bin Uyeyne diyor ki, (İnsanlar sıkışacak, Medînedeki âlimden üstün birini bulamıyacaklar) hadîs-i şerîfi, imâm-ı Mâliki haber veriyor. İmâm-ı Mâlik diyor ki, her gece Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” görüyorum. Mus’ab diyor ki, babamdan işitdim: Mâlik ile Mescid-i Nebevîde idik. Biri gelip, Ebû Abdüllah Mâlik hanginizdir dedi. Gösterdik. Yanına gidip selâm verdi. Boynuna sarılıp, alnından öpdü. Rü’yâda Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gördüm. Mâliki çağır buyurdu. Sen geldin. Titriyordun. Râhat ol yâ Ebâ Abdüllah! Otur, göğsünü aç buyurdu. Açınca her yere güzel kokular yayıldı dedi. İmâm-ı Mâlik ağladı ve rü’yânın ta’bîri ilmdir dedi.


3 — İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, ismi Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osmân bin Şâfi’ olup, sekizinci babası Hâşim bin Muttalib bin Abd-i Menâfdır.

Resûlullahın dedelerinden olan Hâşim, bu Hâşimin amcasıdır. Beşinci babası Sâib, Bedr gazâsında düşman ordusunda idi. Sonra oğlu Şâfi’ ile Sahâbî oldular. Bunun için Şâfi’î denildi. Annesi, Hazret-i Hasen soyundan olup şerîfedir. İmâm-ı Şâfi’î, 150 [m. 767] senesinde Gazzede tevellüd ve 204 [m. 820] de Mısrda vefât etdi. İki yaşında iken Mekke-i mükerremeye götürülerek orada küçük iken Kur’ân-ı kerîmi ve on yaşında iken, imâm-ı Mâlikin (Muvattâ) hadîs kitâbını ezberledi. Onbeş yaşında, fetvâ vermeğe başladı. O sene, Medîne-i münevvereye giderek, imâm-ı Mâlikden ilm ve feyz aldı. 185 senesinde Bağdâda geldi. İki sene sonra, hac için Mekkeye ve 198 de Bağdâda, 199 da Mısra gelip yerleşdi. Vefâtından uzun zemân sonra Bağdâda götürülmek istendi. Kabri kazılırken misk kokusu yayıldı. Bulunanlar serhoş oldular. Kazmakdan vaz geçdiler. İlm, amel, zühd, ma’rifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından zemânındaki imâmların en üstünü idi. Önce olanların çoğunun da üstünde idi. Mezhebi her yere yayıldı. Haremeyn ve Erd-ı Mukaddes [ya’nî Filistin] temâmen Şâfi’î oldu. (Kureyş âlimi yeryüzünü ilm ile doldurur) hadîs-i şerîfi, imâm-ı Şâfi’îde zuhûr eyledi. Abdüllah, babası Ahmed bin Hanbelin imâm-ı Şafi’îye çok düâ etdiğini görüp sebebini sordukda: Oğlum! İmâm-ı Şâfi’înin insanlar arasındaki yeri, gökdeki güneş gibidir. O, rûhların şifâsıdır dedi. O zemânki (Muvattâ) kitâbında önce dokuzbinbeşyüz hadîs vardı. Sonra kısaltıp şimdi elde bulunan yapıldı. Bunda binyediyüz kadar hadîs vardır. (Nâsır-üs-sünne) [dînin yardımcısı] lakabını aldı. Dört sene gibi kısa bir zemânda yeni bir mezheb getirmesi, bir hârika oldu. Hâl tercemesini ve üstünlüğünü bildiren kırkdan fazla kitâb yazılmışdır.


4 — İmâm-ı Ahmed bin Hanbel Şeybânî Merûzî, 164 [m. 780] senesinde Bağdâdda tevellüd ve 241 [m. 855] de orada vefât etdi. Hadîs ve fıkh ilmlerinde imâm idi. Sünnetin inceliklerinde ve hakîkatinde de mâhir idi. Zühd ve vera’ ile meşhûr idi. Hadîs-i şerîf toplamak için, Kûfeye, Basraya, Mekke-i mükerremeye, Medîne-i münevvereye, Yemene, Şâma ve Elcezîreye gitdi. İmâm-ı Şâfi’îden fıkh öğrendi. O da, bundan hadîs aldı. İbrâhîm-i Harbî diyor ki, Ahmed ibni Hanbeli gördüm. Allahü teâlâ her ilmi ona vermişdi. Kuteybe bin Sa’îd diyor ki, imâm-ı Ahmed; Sevrî ve Evzâ’î ve Mâlik ve Leys bin Sa’d zemânlarında bulunsaydı, hepsinden ileride olurdu. Bir milyon hadîs-i şerîf ezberledi. İmâm-ı Şâfi’î Mısrdan mektûb gönderdi. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca rü’yâda Resûlullahı görmüş.

Ebû Abdüllah Ahmed bin Hanbele mektûb ile benden selâm yaz ve de ki, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğu kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş, dedi. Cenâzesinde sekizyüzbin erkek ve altmışbin kadın bulundu. Vefât etdiği gün, yirmibin yehûdî ve nasrânî ve mecûsî müslimân oldu.


Ehl-i sünnetin bu dört imâmı, hadîs-i şerîf ile medh olunan, ikinci asrın en iyileridir. Dördü de, (İhsânda onlara (ya’nî Eshâb-ı kirâma) tâbi’ olanlardan Allahü teâlâ râzıdır) âyet-i kerîmesine dâhildir. Bir kimse, bu büyüklere tâbi’ olmayıp, zemânların en kötüsünde, câhil ve alçak insanlar arasında bulunan birisine uyarsa, bunun aklı olmadığı anlaşılır. Allahü teâlâ, (Ülül-emre itâ’at ediniz!) buyurdu. Ülül-emr, âlimlerdir. Yâhud âlimlerin fetvâlarını icrâ eden hükûmetlerdir. Her iki tefsîre göre, mezheb imâmlarına uymak vâcib olmakdadır. Fahreddîn-i Râzî kıyâsın delîl olduğunu ve mukallidin, âlimleri taklîd etmesinin vâcib olduğunu, bu âyet-i kerîmeden çıkarmışdır. Mutlak müctehid olmıyan âlimlerin de, âmî ve mukallid olduklarını, üsûl âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Müctehidlerin sözbirliği ile bildirdiklerinden ayrılmanın harâm olduğu, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinden anlaşılmakdadır. (Eşedd-ül-cihâd)dan terceme temâm oldu.


(İcmâ’) ve (Kıyâs) hakkında (Hüsâmî)de geniş bilgi vardır. Hüsâmînin (El-müntehab fi-üsûl-il-mezheb) ismindeki bu kitâbı, (Hâmî) denilen ta’lîki ile birlikde, Pâkistânda yeniden basılmışdır. Üsûl âlimlerinden Muhammed bin Muhammed Hüsâmüddîn 644 [m. 1246] senesinde Fergânede vefât etmişdir. Otuzüçüncü maddenin sonuna bakınız!


44 — (Hadîkat-ün-nediyye)nin birinci bâbının üçüncü faslında, Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ kullarına kolaylık gösterilmesini istiyor. Güçlük çekmelerini istemiyor) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ azîmetlerin yapılmasını sevdiği gibi, ruhsatların yapılmasını da sever) buyuruldu. Ya’nî, izn verdiği kolaylıkları yapmağı da sever. Bunu yanlış anlamamalıdır. İmâm-ı Münâvî, (el-Câmi’us sagîr) şerhinde (Mezheblerin kolaylıklarını toplayıp, bir kolaylıklar mezhebi yapmak câiz değildir. Böyle yapmak, islâmiyyetden ayrılmak olur) dedi. İbni Abdisselâm (İslâmiyyetden ayrılmıyacak şeklde toplamak câiz olur) dedi. İmâm-ı Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İhtiyâç ve zarûret olduğu zemân, kolayına gelen mezhebe geçmek câizdir. Fekat, zarûret olmadan geçmek câiz olmaz. Çünki, dînini kayırmak için değil, kendini kayırmak için olur.

Sıksık mezheb değişdirmek de câiz değildir) dedi. (Hülâsat-üt-tahkîk fî-beyân-i hükm-it-taklîd vet-telfîk) ismindeki kitâbda, mezheb taklîdi üzerinde geniş bilgi verdik. [Bu kitâb, 1974 de İstanbulda, arabî olarak ofset yolu ile neşr edilmişdir.]


Halâli harâm etmek ve harâmı halâl etmek için (Hîle-i şer’ıyye) yapmak, câiz değildir. Ya’nî, Allahü teâlânın sevdiği ruhsatlardan değildir. Böyle yapılan hîleye (Hîle-i bâtıla) denir. İbn-ül-izz, başka mezhebi taklîd etmeği anlatırken, (Mezheb imâmlarının sözlerini anlamayıp ve edille-i şer’ıyyeyi bilmeyip, hîle-i şer’ıyyeleri kendi arzûsuna vâsıta kılmakdan sakınmalıdır!) buyurmakdadır. Mukallidlerin, edille-i şer’ıyyeyi bilmedikleri meydândadır. Mezheb imâmlarından işitdikleri hîle sözünü de, keyflerine göre kullanmakdadırlar. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hîle-i şer’ıyye öğreten müftîlerin cezâlandırılmasını söylemişdir. [(Hîle-i şer’ıyye)nin ne demek olduğu (Fetâvel-Hindiyye)nin altıncı cüz’ünde ve (El-Besâir limünkiri-t-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) kitâbında uzun yazılıdır.]


Allahü teâlânın sevdiği ruhsat, kendi emrlerini yaparken zarûret hâline düşenler için, bildirmiş olduğu kolaylıkları yapmakdır. Yoksa, emrleri yapmakdan kurtulmak ve aklına, görüşüne göre kolaylık aramak câiz değildir. Necmüddîn-i Gazzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hüsn-üt-tenebbüh) kitâbında, (Şeytân insana, Allahü teâlânın bildirdiği kolaylıkları yapdırmaz. Meselâ mest üzerine mesh etdirmez. Ayaklarını yıkatdırır. Ruhsat ile amel etmeli. Fekat, hiçbir zemân mezheblerin kolaylıklarını aramamalıdır. Çünki, mezheblerin kolaylıklarını toplamak harâmdır. Şeytân yoludur) diyor.


Selef-i sâlihînden çoğu, sıkıntılar çekdi. Ağır ibâdetler yapdı. Sen onlar gibi yapma! Sen, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan kolaylık yolunu tut! O büyüklere de dil uzatma! Onlar senden dahâ çok bilgili ve anlayışlı idi. Sen, onların bildiklerini bilmiyorsun. Bilmediğin, anlamadığın şeylere karışma ve bunlara uyma! Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığına güvenip de, o büyüklere karşı gelmekden de kendini koru! Onlar, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri senden dahâ iyi anlamışlardı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânına, senden dahâ yakın oldukları için ve ma’rifet-ullah ile aklları aydınlanmış olduğu için ve sünnete çok sarılmış oldukları için ve ihlâsları, yakînleri, tevhîdleri ve zühdleri çok olduğu için senden ve senin gibilerden dahâ iyi biliyorlardı.

Ey zevallı din adamı! Gece gündüz, mi’denin ve nefsinin isteklerini düşünüyor, onların arkasında koşuyorsun. Bunlara kavuşabilmek için, biraz din bilgisi edinmişsin. Küçücük sermâyen ile kendini din adamı sanıyorsun. Selef-i sâlihîn ile “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” boy ölçüşmeğe kalkışıyorsun. Ömrlerini ilm öğrenmekle ve öğretmekle geçiren, sâlih amellerle kalblerini temizliyen, halâl lokma yimek ve harâmlardan kurtulmak için, şübhelilerden titizlikle sakınan, o din büyüklerine dil uzatma! Onlar senden çok yüksek idi. Senin bu hâlin, serçenin, yimekde, içmekde, doğan kuşu ile yarış etmesine benzemekdedir. O büyüklerin riyâzetleri, ibâdetleri, bütün sözleri ve ictihâdları, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun idi. Selef-i sâlihîn azîmet ile amel ederler. Müslimânlara da, ruhsat ile hareket etmeleri için fetvâ verirlerdi.


Mukallidin îmânı sahîhdir. Fekat, istidlâli terk etdiği için, âsî, fâsıkdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle söyledi. Ya’nî, düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, öğrenerek îmân eden kimse, mü’mindir ve müslimândır. Evliyânın kerâmeti hakdır. Diri iken de, ölü iken de, kerâmetleri olabilir. Hazret-i Meryemin ve Eshâb-ı Kehfin ve Süleymân aleyhisselâmın vezîri olan Âsaf bin Berhiyânın kerâmetleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Kerâmet, Ehl-i sünnet âlimlerinde hâsıl olan, aklın ve fennin yapamıyacağı şeylerdir. Ehl-i sünnet olmıyanlarda kerâmet hâsıl olmadığı için, yetmişiki bid’at fırkasının hiçbiri, kerâmete inanmadı.


Müctehid, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden birini delîl olarak arayıp, seçerken yanılmaz. Bulduğu delîlden hükm çıkarırken yanılabilir. Bunun için, yanılmıyan müctehide on sevâb verilir. Yanılan müctehide bir sevâb verilir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh”a Nass bulamadığı işler için, (Kendin hükm çıkar! Yanılmazsan on sevâb, yanılırsan bir sevâb kazanırsın) buyurdu. Bir sevâb, ictihâd için uğraşmasına karşılık değil, delîli bulmakda isâbet etdiği içindir. Delîli bulmakda da yanılırsa sevâb verilmez. Bundan çıkardığı hükme uyanlara azâb da yapılmaz. Allahü teâlâ katında hak birdir. Ya’nî, çeşidli olan ictihâdlardan yalnız biri doğrudur. Diğerleri yanlışdır. (Mu’tezile) fırkasındaki âlimlere göre müctehid hiç yanılmaz. Onlara göre, hak birden fazla olur. (Mirkât-ül-vüsûl) şerhi olan (Mir’ât-ül-usûl) kitâbında, ictihâd hakkında geniş bilgi vardır. Bu kitâbı ve şerhini de Molla Hüsrev yazmışdır.

Hadîs-i şerîfde, üçüncü asrdan sonra, yalan ve iftirânın çoğalacağı bildirildi. Bid’atler, dalâletler artacakdır. İ’tikâdda ve amelde, Selef-i sâlihînin yolundan ayrılanlar, sapanlar çoğalacakdır. Kitâba, Sünnete ve Selef-i sâlihînin icmâ’ına sarılan fıkh âlimleri ve tesavvuf yollarının sâlikleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kurtulacak, bunlardan ayrılanlar felâkete sürükleneceklerdir. Fıkh âlimleri ve tesavvuf yolunun mütehassısları kıyâmete kadar bulunacak. Fekat kimler olduğu kesin olarak bilinmiyecekdir. Ancak, müslimânların sözbirliği ile şehâdet etdikleri kimseler belli olacakdır.


Her müslimânın (İlmihâl) öğrenmesi farz-ı ayndır. Allahü teâlâ, (Bilenlerden sorup öğreniniz!) buyurdu. Bilmiyenlerin, âlimlerden ve bunların kitâblarından öğrenmeleri lâzım oldu. Bunun için, hadîs-i şerîfde, (İlm öğrenmek, erkeklere de kadınlara da farzdır) buyuruldu. Bu emrler, beden ile ve kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan bilgileri, (İlmihâl) kitâblarından öğrenmek lâzım olduğunu ve câhil din adamlarının, mezhebsizlerin [ve hele dinde reformcuların] sözlerine, kitâblarına aldanmamağı göstermekdedir.


Doğru yolun âlimleri sözbirliği ile bildirdiler ki, her müslimânın Ehl-i sünnet i’tikâdını kısa olarak ve günlük işlerindeki ve ibâdetlerdeki farzları ve harâmları iyice öğrenmeleri farz-ı ayndır. Bunları ilmihâl kitâblarından öğrenmezse, (Bid’at sâhibi), ya’nî mezhebsiz, sapık veyâ (Mülhid), ya’nî kâfir [Allahın düşmanı] olur. Bunların fazlasını ve arabî lisânının oniki âlet ilmini öğrenmek ve tefsîr ve hadîs-i şerîf ve fen ve tıb bilgilerini, hesâb, ya’nî matematik öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Bu farz-ı kifâyeyi, bir şehrde, bir kişi öğrenirse, bu şehrde bulunanların öğrenmeleri farz olmaz. Müstehab olur. Şehrde fıkh kitâblarının bulunması da, islâm âlimlerinin bulunması gibidir. Böyle şehrde, fıkh bilgilerinin fazlasını ve tefsîr ve hadîs öğrenmek hiç kimseye farz olmaz. Müstehab olur. Ahkâmın delîllerini bulup incelemek, hiçbir zemân, hiçbir kimseye farz değildir. Yalnız âlimlere her zemân, müstehabdır. Müstehab ilmleri öğrenmek, nâfile ibâdet yapmakdan dahâ sevâbdır. Hükûmet bulunmadığı zemânlarda, bunun vazîfesini âlimler yapar. İlmi ile amel eden âlimlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” emrlerine tâbi’ olmak vâcib olur. (Hadîka)dan terceme temâm oldu.

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!

Din düşmanlarının, müslimânları aldatarak, islâmiyyeti içerden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, dahâ Eshâb-ı kirâm zemânında başladı. Din adamı kılığında çalışan bu islâm düşmanlarına (Zındık) veyâ (Dinde reformcu) ve (Fen Yobazı) denir.

Yetmişiki bid’at fırkasının hepsi Ehl-i sünnet değildir. Bunların en kötüsü, şî’îler ile vehhâbîlerdir. Bunlar, her asrda câhilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, islâmiyyete zarar yapamadılar. Çünki, her asrda çok sayıda fıkh âlimleri ve tesavvuf büyükleri vardı. Bu hakîkî din adamları, sözleri ile ve yazıları ile müslimânları uyarıyor, aldanmalarını önliyorlardı. Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydânı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp islâmiyyete saldırıyorlar. Müslimânların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını bulup okumaları, bilmeleri lâzımdır. Dört mezhebin âlimleri, ehl-i sünnet âlimidir. Dördünün îmân bilgileri aynıdır. İbâdet bilgilerinde de farkları pek azdır. Bu farklar, Allahü teâlânın merhametinin netîcesidir. 

(Fâideli Bilgiler)

İMÂM-I A’ZAM EBÛ HANÎFE “rahmetullahi teâlâ aleyh”

 (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki:


İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin adı Nu’mândır. Babasının adı Sâbit, dedesinin adı da Nu’mândır. Ehl-i sünnetin dört büyük imâmının birincisidir. İmâm, derin âlim demekdir. Muhammed aleyhisselâmın parlak olan dîninin büyük bir direğidir. Acemistan ileri gelenlerinden birinin soyundandır. Dedesi, islâm dînini kabûl etmişdi. Seksen (80) senesinde Kûfe şehrinde doğdu. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” Enes bin Mâlik ve Abdüllah bin Ebî Evfâ ve Sehl bin Sa’d Sâidî ve Ebüttufeyl Âmir bin Vâsile zemânlarına yetişmişdir. Fıkh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymândan öğrendi. Tâbi’înden birçok büyük zâtlarla ve imâm-ı Ca’fer Sâdıkla sohbet etdi. Çok hadîs-i şerîf ezberledi. Mezheb imâmı olmasaydı, büyük bir hakîm olacak şeklde yetişdi. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan keskin zekâsı vardı. Fıkh ilminde, az zemânda, eşi, ortağı olmayan bir dereceye yükseldi. Adı, şöhreti dünyâya yayıldı.


Emevîlerin, ondördüncü ve son halîfesi olan Mervân bin Muhammed, Mervân bin Hakemin torunu olup, 132 [m. 750] de Mısrda katl olunmuşdur. Beş sene halîfelik yapmışdır. Bunun zemânında, Irak vâlîsi olan Yezîd bin Amr, kendisine, Kûfe mahkemesi hâkimliğini teklîf etdi ise de, zühd ve takvâsı ve vera’ı da, ilmi ve zekâsı gibi son derece çok olduğundan kabûl etmedi. İnsanlık dolayısı ile kulların hakkını gözetmede kusûr etmesinden korkdu. Yezîdin emri ile başına yüzon kamçı vuruldu. Mubârek başı, yüzü şişdi. Ertesi gün İmâmı çıkarıp, tekrâr teklîf edip sıkışdırdı. (Danışayım) buyurup izn aldı. Mekke-i mükerremeye gidip, beş altı sene orada kaldı.


Yüzelli 150 [m. 767] senesinde, Abbâsî halîfesi Ebû Ca’fer Mansûrun emr etdiği temyîz başkanlığını kabûl etmediği için, zindana atıldı. Kamçı ile döğüldü. Hergün on kamçı artdırılarak döğüldü. Kamçı sayısı yüz olduğu gün, şehîd oldu. Selçûkî pâdişâhlarından sultân Melikşâhın vezîrlerinden Ebû Sa’d Muhammed bin Mensûr Hârezmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Ebû Hanîfe hazretlerinin mezârı üzerine mükemmel bir türbe yapdı.

Sonra, Osmânlı pâdişâhları, bu türbeyi çok def’a ta’mîr ve tezyîn eyledi. Melikşâh “rahmetullahi teâlâ aleyh”, üçüncü Selçûkî sultânı olup, Alparslanın oğludur [447-485].


Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fıkh ilmini ilk olarak kollara ayırmış, her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış ve (Ferâiz) ve (Şürût) kitâblarını yazmışdır. Fıkhdaki çok geniş bilgisini ve hele kıyâsdaki hârikulâde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm ve salâhdaki, akllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitâbları, sayılamıyacak kadar çokdur. Talebesi pek çok olup, içlerinden büyük müctehidler yetişmişdir.


Hanefî mezhebi, Osmânlı devleti zemânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünyâ yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedir. (Kâmûs-ül a’lâm)ın yazısı temâm oldu.


(Mir’ât-ül-kâinât) kitâbında diyor ki:


İmâm-ı a’zamın dedeleri, Îranın Fâris denilen şehrindendir. Babası Sâbit, Kûfede imâm-ı Alî ile “radıyallahü anh” buluşup, İmâm, buna ve evlâdına hayrlı düâ buyurmuşdu. İmâm-ı a’zam, Tâbi’înin büyüklerinden olup, Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâliki “radıyallahü teâlâ anh” ve dahâ üç veyâ yedisini gördü. Bunlardan hadîs-i şerîfler öğrendi.


İmâm-ı Hârizmînin Ebû Hüreyreden isnâd-ı muttasıl ile haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Nu’mân bin Sâbit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim sünnetimi canlandıracakdır) ve (Her asrda, ümmetimden yükselenler olacakdır. Ebû Hanîfe, zemânının en yükseğidir) buyuruldu. Bu üç hadîs-i şerîf, (Mevdû’ât-ül-ulûm) kitâbında ve (Dürr-ül-muhtâr)da da yazılıdır. (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır) hadîs-i şerîfleri meşhûrdur.


[(Dürr-ül-muhtâr)ın önsözünde diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Âdem aleyhisselâm benimle öğündüğü gibi, ben de ümmetimden, ismi Nu’mân ve künyesi Ebû Hanîfe olan biri ile öğünürüm. O, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Peygamberler benimle öğünürler. Ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven, beni sevmiş olur.

Ona düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler büyük âlim Ebülleys-i Semerkandî hazretlerinin (Mukaddime) kitâbında ve bunun şerhi (Tekaddüme) kitâbında da yazılmışdır. Gaznevînin (Mukaddime) adındaki fıkh kitâbının önsözünde İmâm-ı a’zamı öven hadîs-i şerîfler yazılıdır. Bunun şerhi olan (Diyâ-i ma’nevî) kitâbında kâdî Ebülbekâ buyuruyor ki, Ebülferec Abdürrahmân İbnülcevzî, Hatîb-i Bağdâdîye uyarak, bu hadîslere mevdû’ demiş ise de, bu sözü te’assubdur. Çünki bu hadîsler çeşidli yollardan gelmişdir). İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr)ı şerh ederken, bunların mevdû’ olmadığını isbât ediyor. Bu arada, İbni Hacer-i Mekkî hazretlerinin (Hayrât-ül-hisân) kitâbındaki şu hadîs-i şerîfi de bildiriyor: (Dünyânın zîneti, yüzelli senesinde kaldırılır). Hicretin beşyüzaltmışikinci 562 [m .1166] senesinde vefât eden büyük fıkh âlimi Şems-ül-eimme Abdülgaffâr Kerderî, (Bu hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeyi bildirdiği açıkdır. Çünki, yüzelli senesinde vefât etmişdir) dedi. Buhârî ve Müslimin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Îmân Zühre yıldızına gitse, Fâris oğullarından biri, onu alıp getirir) buyuruldu. Şâfi’î mezhebi âlimlerinden İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, (Bu hadîsin, İmâm-ı a’zamı gösterdiği sözbirliği ile bildirilmişdir). Nu’mân Âlûsî (Gâliyye)de, bu hadîsin Ebû Hanîfeyi gösterdiğini, dedesinin Fâris cinsinden olduğunu yazmakdadır. Hanbelî âlimlerinden allâme Yûsüf, (Tenvîr-üs-sahîfe) kitâbında, Endülüsde Lizbon kâdîsı hâfız allâme Yûsüf ibni Abdülberrden alarak diyor ki, (Ebû Hanîfeye dil uzatmayınız ve ona dil uzatanlara inanmayınız! Allaha yemîn ederim ki, ondan dahâ üstün, ondan dahâ vera’ sâhibi ve ondan dahâ bilgili kimse bilmiyorum. Hatîb-i Bağdâdînin sözlerine aldanmayınız! Onun, âlimlere karşı te’assubu vardır. Ebû Hanîfeye, imâm-ı Ahmede ve talebelerine dil uzatmışdır. İslâm âlimleri Hatîbe cevâb yazmışlar, onu ayblamışlardır. İbnül Cevzînin torunu allâme Yûsüf Şemseddîn Bağdâdî (Mir’ât-üz-zemân) adındaki kırk cild kitâbında dedesinin Hatîbe uymasına çok şaşdığını yazmakdadır). İbni Abdülberr, 368 [m. 978] de tevellüd, 463 [m. 1071] de Şâtıba (Jativa)da vefât etmişdir. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (İhyâ) kitâbında, İmâm-ı a’zamı âbid, zâhid, ârif-i billah diye övmekdedir. Eshâb-ı kirâmın ve din âlimlerinin, birbirlerinden başka söylemelerini, birbirlerinin sözlerini beğenmemelerinden, geçimsizliklerinden sanmamalı, birbirlerini sevmediklerini anlamamalıdır. Müctehidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Allah için, dîne yardım için ictihâdlarında birbirlerinden ayrılırlar.

Buraya kadar, İbni Âbidînden biraz terceme edildi. (Üsûl-i hadîs) ilminde (Mevdû’ hadîs), yalan, uydurma hadîs demek olmadığı, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında uzun bildirilmişdir.]


Âlimlerden biri, rü’yâda, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” (Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?) dedi. Cevâbında (Onun ilmi herkese lâzımdır!) buyurdu. Başka bir âlim rü’yâsında, (Yâ Resûlallah! Kûfe şehrindeki Nu’mân bin Sâbitin bilgileri için ne buyurursunuz?) dedi. (Ondan öğren ve onun öğretdiği ile amel et! O, çok iyi kimsedir) buyurdu. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Size, bu Kûfe şehrinde bulunan Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilm ile, hikmet ile dolu olacakdır. Âhır zemânda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacakdır. Nitekim şî’îler de, Ebû Bekr ve Ömer için helâk olacakdır.) İmâm-ı Muhammed Bâkır bin Zeynel-âbidîn Alî bin Hüseyn “rahmetullahi aleyhim” Ebû Hanîfeye bakıp (Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zemân, Sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin! Allahü teâlâ yardımcın olacak!) buyurdu. Muhammed Bâkır, hicretin 57. ci senesinde Medînede tevellüd, 113 de vefât etdi. Medînede, hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” türbesindedir.


Gençliğinde, kelâm ilmine ve ma’rifete çalışıp pek mâhir oldu. Sonra imâm-ı Hammâda onsekiz sene hizmet edip yetişdi. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. Fazîleti, zekâsı, anlayışı, zühd ve takvâsı, emâneti, çabuk cevâblı olması, dîne bağlılığı, doğruluğu ve bütün insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zemânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, üstün kimseler, hattâ hıristiyanlar, kendisini hep medh etmiş, öğmüşdür. İmâm-ı Şâfi’î, (Fıkh bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) buyurdu. Bir kerre de (Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Hergün, mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, onun kabrine gidip, iki rek’at nemâz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir) buyurdu. İmâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Muhammedin talebesi idi. (Allahü teâlâ bana ilmi iki kimseden ihsân etdi: Hadîsi, Süfyân bin Uyeyneden; fıkhı, Muhammed Şeybânîden öğrendim) buyurdu. Bir kerre de, (Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde, kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da, imâm-ı Muhammeddir) buyurdu. Yine imâm-ı Şâfi’î buyurdu ki, (imâm-ı Muhammedden öğrendiklerimle bir hayvan yükü kitâb yazdım. O olmasaydı, ilmden birşey edinemiyecekdim.

İlmde herkes, Irak âlimlerinin çocuklarıdır. Irak âlimleri de, Kûfe âlimlerinin talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfenin talebesidir).


İmâm-ı a’zam dörtbin kimseden ilm aldı.


İmâm-ı a’zamın büyüklüğünü anlatmak için, her asrda gelen âlimler, çeşidli kitâblar yazmışdır.


Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din mes’elesi çözülmüş, hepsi cevâblandırılmışdır.


Hâfız-ı kebîr Ebû Bekr Ahmed Hârizmî (Müsned) kitâbında diyor ki, (Seyf-ül-eimme dedi ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden bir mes’ele çıkardığı zemân, bunu üstâdlarına söylerdi. Hepsi tasdîk etmedikçe, süâl sâhibine bu cevâbını bildirmezdi). Kûfe şehri câmi’inde ders verirken, bin talebesi her dersinde bulunurdu. Bunlardan kırk adedi müctehid idi. Bir mes’eleye cevâb bulunca, bunu talebelerine bildirirdi. Birlikde incelerler. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîfe ve Eshâb-ı kirâmın sözlerine uygun olduğunda sözbirliği olursa, sevincinden (El-hamdülillah vallahü ekber) derdi. Dersde bulunanların hepsi de, böyle söylerdi. Bundan sonra, bunu yazınız buyururdu.


[(Redd-i vehhâbî) kitâbında, fârisî olarak diyor ki, (Müctehid) olmak için, arab lügatinde ve bunun evdâ’ını, sahîhini, mervîsini, mütevâtirini, red yollarını, mevdû’ lügatları, fasîh ve redî ve mezmûm şekllerini bilmekde ve müfred, şâz, nâdir, müsta’mel, mühmel, mu’reb, ma’rife, iştikak, hakîkat, mecâz, müşterek, ızdâd, mutlak, mukayyed, ibdâl, kalb denilen lügat bilgilerinde üstâd olmak lâzımdır. Sonra sarf, nahv, me’ânî, beyân, bedî’, belâgat ilmlerinde ve üsûl-i fıkh, üsûl-i hadîs ve üsûl-i tefsîrde mâhir olması ve cerh ve ta’dîl imâmlarının sözlerini ezberlemiş olması lâzımdır. (Fakîh) olmak için, bunlardan başka, her mes’elenin delîlini bilmek ve her delîlin ma’nâsını, murâdını ve te’vîlini tahkîk etmek lâzımdır. (Muhaddis) ya’nî, hadîs âlimi olmak için, hadîs-i şerîfleri, işitdiği gibi ezberlemek lâzım olup, ma’nâ, murâd ve te’vîllerini bilmek ve ahkâm-ı islâmiyyenin delîllerini anlamak şart değildir. Bir hadîs-i şerîf için, fıkh âlimi sahîh der ve hadîs âlimi da’îf derse, fakîhin sözü kıymetli olur. Bunun içindir ki, müctehidlerin birincisi ve fakîhlerin en üstünü olan İmâm-ı a’zamın sözü ve re’yi, hepsinden dahâ kıymetlidir. Çünki, birçok hadîsi, Eshâb-ı kirâmdan vâsıtasız işitmişdir. Bu yüce İmâmın sahîh dediği hadîse, bütün islâm âlimleri sahîh demişlerdir. Hadîs âlimi, fıkh âlimi derecesinde olamaz.

Mezheb imâmı derecesine ise, hiç erişemez.


Hadîs âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevî, (Sırât-ı müstekîm) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’înin delîl olarak aldığı ba’zı hadîs-i şerîfleri, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe delîl olarak almamışdır. Bunu gören mezhebsizler, İmâm-ı a’zamı lekelemek için fırsat olarak kullanmışlar, Ebû Hanîfe hadîslere uymamışdır yaygarasını basmışlardır. Hâlbuki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, o mes’eleye delîl olarak dahâ sahîh ve dahâ kuvvetli başka hadîsler bulmuş ve bu hadîsleri almışdır).


Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin en hayrlı olanları, benim asrımda bulunanlardır. Dahâ sonra hayrlı olanlar, bunlardan sonra gelenlerdir. Bunlardan sonra hayrlı olanlar da, bunlardan sonra gelenlerdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Tâbi’înin Tebe’ı tâbi’înden dahâ hayrlı, dahâ üstün olduğunu gösteriyor. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin Eshâb-ı kirâmdan ba’zılarını gördüğünü ve bunlardan hadîs-i şerîfler işitdiğini, bu sebeble Tâbi’înden olduğunu, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Meselâ, (Allah rızâsı için câmi’ yapan kimseye Cennetde bir köşk verilir) hadîs-i şerîfini imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Abdüllah bin Ebî Evfâ ismindeki sahâbîden işitmişdir. Şâfi’î âlimlerinden, Celâlüddîn-i Süyûtî, (Tebyîd-üs-sahîfe) kitâbında diyor ki, şâfi’î âlimlerinden imâm-ı Abdülkerîm, İmâm-ı a’zamın gördüğü sahâbîleri uzun bildiren müstekîl bir kitâb yazmışdır. (Dürr-ül-muhtâr)da, İmâm-ı a’zamın yedi sahâbîyi gördüğü yazılıdır. Dört mezheb imâmları arasında tâbi’înden olmak şerefi, yalnız İmâm-ı a’zama nasîb olmuşdur. Birşeyi kabûl edenlerin sözünü, bunu red edenlerin sözlerine tercih etmek, (İlm-i üsûl) kâidelerindendir. Görülüyor ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, tâbi’înden olduğu için de, mezheb imâmlarının en üstünüdür. Mezhebsizlerin İmâm-ı a’zamın üstünlüğünü inkâr etmeleri, (Onun hadîs bilgisi za’îf idi) diyerek, bu yüce İmâmı lekelemeğe kalkışmaları, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerin üstünlüklerini inkâr etmelerine benzemekdedir. Bunların inkârları ve inadları, va’z ve nasîhat ile şifâ bulacak hastalıklardan değildir. Cenâb-ı Hak, kendilerine şifâ ihsân eylesin! Müslimânların halîfesi olan Ömer “radıyallahü anh” hutbe okurken, (Ey müslimânlar! Şimdi benim size söylediğim gibi Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, bize hutbe okuyarak buyurdu ki, (İnsanların en hayrlısı benim Eshâbımdır. Bunlardan sonra hayrlısı, bunlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra hayrlıları da, onlardan sonra gelenlerdir. Dahâ sonra gelenler arasında yalan söyleyenler bulunacakdır.) Bugün müslimânların tâbi’ oldukları, taklîd etdikleri dört mezheb Resûlullahın hayrlı olduklarına şehâdet etdiği hayrlı insanların mezhebleridir.

Şimdi, bu dört mezhebden başka mezheb edinmenin câiz olmadığını, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirdiler.


(Bahr-ür-râık) kitâbının sâhibi olan İbnü Nüceym-i Mısrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Eşbâh) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, fıkh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfenin kitâblarını okusun buyurdu.) Abdüllah ibni Mübârek diyor ki, (Fıkh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim. Büyük âlim Mis’ar, Ebû Hanîfenin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. Bin âlimden ders aldım. Fekat, Ebû Hanîfeyi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacakdım). Ebû Yûsüf buyuruyor ki, (Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi olan kimseyi görmedim. Hadîs-i şerîfleri tefsîr etmekde onun gibi bir âlim yokdur). Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, (Bizler, Ebû Hanîfenin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibi idik. Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir). Alî bin Âsım diyor ki, (Ebû Hanîfenin ilmi, zemânındaki âlimlerin ilmlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfenin ilmi fazla gelir). Yezîd bin Hârûn diyor ki, (Bin âlimden ders aldım. Bunların arasında Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” gibi vera’ sâhibi olanını ve aklı onun aklı kadar çok olanını görmedim.) Şâm âlimlerinden Muhammed bin Yûsüf Şâfi’î, (Ukûd-ül-cümân fî-menâkıb-in-Nu’mân) kitâbında, Ebû Hanîfeyi çok övmekde, Onun üstünlüğünü uzun anlatmakda ve Ebû Hanîfe, müctehidlerin reîsidir demekdedir. Ebû Hanîfe buyurdu ki, (Resûlullahın hadîs-i şerîfleri başımızın tâcı ve gözümüzün nûrudur. Eshâb-ı kirâmın sözlerini arar, seçer ve onlara uyarız. Tâbi’înin sözleri ise, bizim sözlerimiz gibidir). (Redd-i Vehhâbî)den terceme temâm oldu. Bu kitâb 1264 [m. 1848] de Hindistânda ve 1401 [m. 1981] de İstanbulda basılmışdır.


(Seyf-ül-mukallidîn alâ a’nâk-il-münkirîn) kitâbında mevlânâ Muhammed Abdülcelîl, fârisî olarak buyuruyor ki, mezhebsizler (Ebû Hanîfenin hadîs bilgisi za’îf idi) diyor. Bu sözleri, câhil olduklarını veyâ hased etdiklerini göstermekdedir. İmâm-ı Zehebî ve İbni Hacer-i Mekkî buyuruyorlar ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hadîs âlimi idi. Dört bin âlimden hadîs aldı. Bunlardan üç yüzü Tâbi’înin hadîs âlimi idi. İmâm-ı Şa’rânî, (Mîzân)ının birinci cildinde diyor ki, (İmâm-ı a’zamın müsnedlerinden üçünü inceledim. Hepsi, Tâbi’înin meşhûr âlimlerinden rivâyet edilmişdir). Mezhebsizlerin Selef-i sâlihîne olan düşmanlıkları ve müctehid imâmlara ve hele bunların en önde olanı, İmâm-ül-müslimîn Ebû Hanîfeye olan hasedleri, kalblerini kör ve vicdânlarını yok etmiş olacak ki, bu islâm âlimlerinin güzelliklerini, üstünlüklerini inkâr ediyorlar.

Kendilerinde bulunmayan şeylerin başka sâlih kimselerde bulunmasını istemiyorlar. Bunun için, din imâmlarımızın üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Böylece, kendilerini hased şirkine kapdırıyorlar. (Hadâık) kitâbında diyor ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ezberlediği hadîs-i şerîfleri yazardı. Yazdığı hadîs kitâblarını sandıklarda saklardı. Böylece hâzırladığı birkaç sandığı hep yanında taşırdı. Az hadîs rivâyet etmesi, ezberlediği hadîs adedinin az olduğunu göstermez. Bunu ancak din düşmanı olan müte’assıb kimseler söyliyebilir. Onların bu te’assubları ise, İmâm-ı a’zamın kemâline şâhid olmakdadır. Çünki, nâkısların kötülemeleri, âlimlerin kemâllerini gösterir. Büyük bir mezhebi kurmak ve yüzbinlerle süâli, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden delîl getirerek cevâblandırabilmek, tefsîr ve hadîs bilgilerinde derin ihtisâs sâhibi olmayanın yapacağı bir iş değildir. Hem de, bir benzeri, bir örneği olmadan nev’i şahsına münhasır, yeni bir mezheb ortaya koymak, İmâm-ı a’zamın tefsîr ve hadîs ilmlerindeki vukûfunu, ihtisâsını açıkca göstermekdedir. İnsan gücünün üstünde çalışarak, bu mezhebi ortaya koyduğu için, hadîs-i şerîfleri ayrıca bildirmeğe, râvîlerini saymağa vakt bulamaması, bu yüce imâmı, hadîs bilgisi za’îf idi gibi, hased taşları atarak lekelemeğe sebeb olamaz. Zâten dirâyet olmadan rivâyet etmenin makbûl olmadığı ma’lûmdur. Meselâ, İbnü Abdilberr (Dirâyetsiz rivâyet, kıymetli olsaydı, çöpçünün bir hadîs söylemesi, Lokmânın aklından üstün olurdu) demişdir. İbni Hacer-i Mekkî, şâfi’î mezhebi âlimlerinden olduğu hâlde, (Kalâid) kitâbında diyor ki, büyük hadîs âlimi A’meş, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeden birçok mes’ele sordu. İmâm-ı a’zam, süâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevâb verdi. A’meş, İmâm-ı a’zamın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, (Ey fıkh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb! Biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin ma’nâlarını siz anlarsınız!) dedi. (Ukûd-ül-cevâhir-il-münîfe) kitâbında diyor ki, Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A’meşin yanında idi. Birisi gelip, birşey sordu. A’meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe geldi. A’meş, bu süâli İmâma sorup cevâbını istedi. İmâm-ı a’zam, hemen geniş cevâb verdi. A’meş, bu cevâba hayrân olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı a’zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmişdim dedi. İmâm-ı Buhârî, üçyüz bin hadîs ezberlemişdi. Bunlardan yalnız oniki bin kadarını kitâblarına yazdı. Çünki, (Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennemde çok acı azâb görecekdir) hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin vera’ ve takvâsı dahâ çok olduğundan, hadîs nakl edebilmesi için çok ağır şartlar koymuşdu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi nakl ederdi. Ba’zı hadîs âlimlerinin meslekleri geniş, şartları hafîf olduğu için, çok sayıda hadîs rivâyet etmişlerdir. Hiçbir hadîs âlimi, bu şartların ayrılığı sebebiyle başkalarını, başka âlimleri küçültmemişdir. Böyle olmasaydı, İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Buhârîyi “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” incitecek birşey söylerdi. Ebû Hanîfenin takvâsı çok olduğu için, az hadîs rivâyet etmesi, ancak onu medh ve senâ etmeğe sebebdir. (Seyf-ül-mukallidîn)den terceme temâm oldu.]


İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” hergün sabâh nemâzını câmi’de kılıp, öğleye kadar tâliblere cevâb verirdi. Öğle nemâzından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilm öğretirdi. Yatsıdan sonra, evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmi’e gider, sabâh nemâzına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, Selef-i sâlihînden Mis’ar bin Kedâm-ı Kûfî ve başka kıymetli kimseler haber vermişlerdir. Mis’ar 115 [m. 733] senesinde vefât etdi.


Ticâret ederek halâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin ihtiyâclarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc etdiği kadar da, fakîrlere sadaka verirdi. Her Cum’a günü, anasının babasının rûhu için, fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Hocası Hammâdın “rahmetullahi teâlâ aleyh” evi tarafına ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak uzaklık vardı. Ortaklarından birinin, çok mikdârda bir malı, islâmiyyete uygun olmıyarak satdığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksan bin akçanın hepsini fakîrlere dağıtıp, on parasını kabûl etmedi. Kûfe şehrinin köylerini haydûdlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar, şehrde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri yedi sene kesilmiş koyun eti alıp yimedi. Çünki, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişdi. Harâmdan bu derece korkar, her hareketinde islâmiyyeti gözetirdi.


İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”, kırk sene yatsı nemâzının abdesti ile sabâh nemâzı kıldı. (Ya’nî yatsıdan sonra uyumadı). Ellibeş def’a hac yapdı. Son haccında, Kâ’be-i mu’azzama içine girip, burada iki rek’at nemâz kıldı. Nemâzda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlıyarak (Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fekat senin akl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla!) diyerek düâ etdi. O anda, bir ses işitildi ki, (Ey Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet etdin.

Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri afv ve mağfiret etdim) buyuruldu. Hergün bir ve her gece bir kerre Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi.


İmâm-ı a’zamın takvâsı o kadar çokdu ki, otuz yıl (harâm olan beş günden başka) hergün oruc tutdu. Çok kerre, bir rek’atde veyâ iki rek’atde bütün Kur’ân-ı kerîmi okurdu. Ba’zan da, yalnız bir azâb veyâ rahmet âyetini nemâzda veyâ nemâz dışında tekrâr tekrâr okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. (Hanefî mezhebinde, Allah için ağlamak nemâzı bozmaz). İşitenler, hâline acırdı. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde, bir rek’at nemâzda bütün Kur’ân-ı kerîmi hatm etmek, yalnız Osmân ibni Affân ve Temîm-i Dârî ve Sa’îd bin Cübeyr ve imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye nasîb olmuşdur. Kimseden hediyye kabûl etmezdi. Fakîrler gibi giyinirdi. Ba’zan da, Allahü teâlânın ni’metlerini göstermek için, çok kıymetli elbise giyerdi. Ellibeş kerre hac edip, birkaç yıl Mekke-i mükerremede kaldı. Yalnız rûhu kabz olunduğu yerde [zındanda], yedibin kerre hatm-i Kur’ân okumuşdu. (Ömrümde bir kerre güldüm. Ona da pişmânım) demişdir. Az söyler, çok düşünürdü. Ba’zı din konularında, talebesi ile münâzara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı nemâzını cemâ’at ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı dahâ mescidde iken, bir konu üzerinde, talebesi Züfer ile sabâh ezânına kadar konuşup, ikinci ayağını dışarı çıkarmadan, sabâh nemâzını kılmak için, yine mescide girmişdir. (İmâm-ı Alî “radıyallahü anh”, dörtbin dirheme kadar nafaka câizdir buyurdu) diyerek, kazancının dörtbin dirheminden fazlasını fakîrlere dağıtırdı.


Halîfe Mensûr, İmâma çok hürmet ederdi. Onbin akça ile bir câriye hediyye etmişdi. İmâm, kabûl etmedi. O zemân, bir akça, bir dirhem gümüş idi. Yüzkırkbeş senesinde, İbrâhîm bin Abdüllah bin hazret-i Hasen, Medîne-i münevverede halîfeliğini i’lân eden kardeşi Muhammede “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yardım için asker topluyordu. Kûfeye gelmişdi. (Ebû Hanîfe buna yardım ediyor) diye yayıldı. Mensûr işitip, İmâmı Kûfeden Bağdâda getirtdi. (Mensûr, haklı olarak halîfedir) diye herkese bildir dedi. Buna karşılık temyîz reîsliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı a’zam kabûl buyurmadı. Mensûr, İmâmı habs etdi. Otuz değnek vurdurup, mubârek ayağından kan akdı. Mensûr pişmân olup, otuzbin akçe gönderdi ise de, kabûl buyurmadı. Tekrâr habs edip, hergün on değnek fazla vurdurdu. (Ba’zı haberlere göre) onbirinci günü, halkın hücûmundan korkulup, zorla sırtüstü yatırıldı. Ağzına zehrli şerbet döküldü.

Vefât ederken secde etdi. Nemâzını ellibin kadar kimse kıldı. Güçlükle ikindiye kadar kılındı. Yirmi gün, nice kimseler gelip, kabri yanında nemâzını kıldılar.


Yediyüzotuz talebesi vardı. Herbiri fazîlet ile ve sâlih amelleri ile meşhûr olmuşdu. Çoğu kâdî ve müftî oldu. Oğlu Hammâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, talebesinin ileri gelenlerinden idi. (Mir’ât-ül-kâinât)ın yazısı temâm oldu.


Oldu bunlar, muktedâ’yı ehl-i dîn,

rahmetullahi aleyhim ecma’în.


Allahü teâlâdan çok korkardı. Kur’ân-ı kerîme uymağa çok dikkat ederdi. Talebesine, (Bir iş için, sözüme uymıyan bir sened elinize geçerse, benim sözümü bırakınız! O senede uyunuz!) buyururdu. Bütün talebesi yemîn ediyor ki, (Ona uymıyan sözlerimizi de, elbette ondan işitdiğimiz bir delîle, senede dayanarak söyledik).


İctihâdla anlaşılan bilgilerde, İmâm-ı a’zam ile talebesi arasında ayrılıklar olmuşdur. (Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık rahmetdir) hadîs-i şerîfi, bu ayrılığın fâideli olduğunu haber vermekdedir.


Hanefî mezhebindeki müftî efendiler, İmâm-ı a’zamın sözü ile fetvâ vermelidir. Onun sözü bulunmazsa, imâm-ı Ebû Yûsüfe uymalıdır. Bundan sonra, imâm-ı Muhammedin sözü ile amel olunur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin sözü bir tarafda, İmâm-ı a’zamın sözü karşı tarafda ise, müftî, her iki tarafa göre fetvâ verebilir. Zarûret olduğu zemân, müftî, müctehidlerden en kolay söyliyenin sözüne uygun fetvâ verir. Müctehidlerden herhangi birinin sözüne uymıyan fetvâ veremez. Böyle olan bildiriye fetvâ denmez.


Geçdi gençlik tatlı bir rüyâ gibi ey çeşmim zâr! [ağla!]

Beni mecnûn etdi girye, meskenim olsun mezâr!


Muhammed Ma’sûm, ikinci cild, 80.ci mektûbunda buyuruyor ki (İstigfâr düâsına devâm edeni, Allahü teâlâ derdlerden kurtarır).


Düâ budur:


Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv elhayyel kayyûme ve etûbü ileyh.


Allahümme inneke afüvvün kerîmün tühıbbül afve fa’fü annî.

(Fâideli Bilgiler)

Fıkh âlimleri yedi tabakadır

 Fıkh âlimleri yedi tabakadır. Kemâl pâşa zâde Ahmed bin Süleymân efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Vakfunniyyât) kitâbında bu yedi dereceyi şöyle anlatıyor:


1— İslâmiyyetde (mutlak müctehid) olan âlimlerdir. Bunlar (Edille-i erbe’a)dan hükm çıkarmak için, üsûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esâslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır.


2— (Mezhebde müctehid)lerdir. Bunlar, mezheb reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delîlden ahkâm çıkaran imâm-ı Ebû Yûsüf ve Muhammed ve benzerleridir “rahmetullahi aleyhim ecma’în”.


3— Mes’elelerde müctehid olanlardır. Bunlar, mezheb reîsinin bildirmediği mes’eleler için, mezhebin üsûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlarsa da, imâma uygun çıkarmaları şartdır. Tahâvî (238-321 Mısrdadır), Hassâf Ahmed bin Ömer (261 Bağdâdda), Abdüllah bin Hüseyn Kerhî (340), Şems-ül-eimme Halvânî (456 Buhârâda), Şemsül-eimme Serahsî (483), Fahrül islâm Alî bin Muhammed Pezdevî (400-482 Semerkandda), Kâdîhân Hasen bin Mensûr Fergânî (592) ve benzerleri gibi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

4— Eshâb-ı tahrîc, ictihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardığı, kısa, kapalı bir hükmü açıklıyan âlimlerdir. Ahmed bin Alî bin Ebî Bekr Râzî bunlardandır. Cessâs ismi ile ma’rûfdur. 370 de vefât etmişdir.


5— Erbâb-ı tercîh, müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercîh ederler. Ebülhasen Kudûrî (362-428 Bağdâddadır), (Hidâye) sâhibi Burhâneddîn Alî Mergınânî (593 [m. 1198] de, Buhârâ katl-i’âmında, Cengiz askeri şehîd eyledi) gibi.


6— Mukallidler olup, bir mes’ele hakkında gelen çeşidli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazmışlardır. Kitâblarında red edilen rivâyetler yokdur. (Kenz-üd-dekâık) sâhibi Ebülberekât Abdüllah bin Ahmed Nesefî (710) ve (Muhtâr) sâhibi Abdüllah bin Mahmûd Mûsulî (683) ve (Vikâye) sâhibi Burhânüşşerî’a Mahmûd bin Sadrüşşerî’a Ubeydüllah (673) ve (Mecma’ul-bahreyn) sâhibi İbnüssâ’âtî Ahmed bin Alî Bağdâdî (694) bunlardandır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.


7— Za’îf haberleri, kuvvetlilerinden ayıramıyan mukallidlerdir. (Bunlar okuduklarını iyi anladıkları ve anlamıyan mukallidlere açıkladıkları için, fıkh âlimlerinden sayılmışlardır).


Mezhebsiz kimse kendi, doğru yolu bulamaz,

etse herkesi taklîd, bu da, doğru olamaz!

dinde âlim olmıyan, bir müctehid olamaz,


Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,

sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!


Rahmetin mücrîmedir, kusûrum pek çok benim,

edemem cürmüm inkâr, hâlim ma’lûmun Senin,

yüz karasıyle geldim, sürüyerek zincirim,


Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,

sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!


Yanılmış şimdi herkes, muhakkak ki hak Sensin,

gayrı yok, ibâdete yalnız müstehak Sensin!

abd-i âciz ne yapar, kâdir-i mutlak Sensin!


Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,

sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!

(Fâideli Bilgiler)

İslâm bilgileri ikiye ayrılır

 Müslimânların, beşikden mezâra kadar, ilm öğrenmesi lâzımdır. Müslimânların öğrenmesi lâzım olan ilmlere (Ulûm-i İslâmiyye) denir. Ulûm-i islâmiyye, ya’nî islâm bilgileri ikiye ayrılır:


1 — Ulûm-i Nakliyye, 2 — Ulûm-i akliyye.


1 — Ulûm-i nakliyye: Bunlara din bilgileri de denir. Bu bilgiler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından okuyarak öğrenilir. Din âlimleri, bu bilgileri, (Edille-i şer’ıyye) denilen dört kaynakdan almışlardır. Bu dört kaynak, Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler ve İcmâ’-ı ümmet ve Kıyâs-i fükahâdır.


Din bilgileri de iki kısma ayrılır: (Ulûm-i âliyye), ya’nî yüksek din bilgileri ve (Ulûm-i ibtidâiyye), ya’nî âlet ilmleri. Yüksek din bilgileri sekiz kısma ayrılır:


I: İlm-i tefsîrdir. Bu ilmin mütehassıslarına (Müfessir) denir. Müfessir demek, kelâm-ı ilâhîden, murâd-ı ilâhîyi anlıyan derin âlim demekdir.

II: İlm-i üsûl-i hadîsdir. Bu ilm, hadîslerin cinslerini ayırır. Hadîs-i şerîflerin çeşidleri, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbı, ikinci kısm, altıncı maddede yazılıdır.


III: İlm-i hadîsdir. Bu ilm, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerini, hareketlerini ve hâllerini inceler.


IV: İlmi üsûl-i kelâmdır. Bu ilm, kelâm ilminin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarılacağını anlatır.


V: İlm-i kelâmdır. Kelâm ilmi, kelime-i şehâdeti ve kelime-i tevhîdi ve bunlara bağlı olan îmânın altı şartını anlatır. Bunlar, kalb ile îmân edilmesi lâzım olan bilgilerdir. Kelâm âlimleri, Üsûl-i kelâm ve kelâm bilgilerini birlikde yazmağı âdet etmişlerdir. Câhiller bunun için, bu iki ilmi tek bir kelâm ilmi sanmakdadır.


VI: İlm-i üsûl-i fıkhdır. Bu ilm, fıkh bilgilerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarılacağını bildirir.


VII: İlm-i fıkhdır. Bu ilm, (ef’âl-i mükellefîn)i, ya’nî âkıl, bâlig olanların, beden ile nasıl hareket [ibâdet] edeceğini bildirir. Beden için lâzım olan bilgilerdir. (Ef’âl-i mükellefîn), farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsid olmak üzere sekiz kısm ise de, kısaca üçe ayrılabilir: Emr edilen işler, yasak edilen işler, mubâh olanlardır.


VIII: İlm-i tesavvufdur. Bu ilme, (İlm-i ahlâk) da denir. Kalb ile yapılması emr ve yasak edilen şeyleri bildirdiği gibi, îmânın vicdânîleşmesini ve fıkh işlerinin, seve seve ve kolaylıkla yapılmasını ve ma’rifete kavuşmağı sağlar.


Erkek ve kadın her müslimânın bu sekiz bilgiden, kelâm, fıkh ve tesavvuf bilgilerini, ya’nî (İslâmiyyet)i lüzûmu kadar öğrenmesinin farz-ı ayn olduğunu, öğrenmemek, suç, günâh olduğunu, (Hadîka) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” üçyüzyirmiüçüncü sahîfesinde ve İbni Âbidîn önsözünde bildirmişlerdir.


2 — Ulûm-i akliyye: Bunlara tecribî ilmler de denir. Bunlar, fen bilgisi, edebiyyat bilgisi olarak ikiye ayrılır. Müslimânların, bu ilmleri öğrenmeleri farz-ı kifâyedir. Dînî bilgileri ise, lâzım olanları ve harbde kullanılan silâhları öğrenmek farz-ı ayndır. Lüzûmundan fazla olanları ve harbde kullanılan silâhlarda, mütehassıs olmak farz-ı kifâyedir. Bir şehrde bu bilgileri bilen bir âlim, yapan san’at merkezleri bulunmazsa, şehrde bulunanların hepsi ve hükûmet adamları günâhlı olurlar.

Din bilgileri zemânla değişmez. Kelâm bilgilerinde fikr yürüterek yanılmak, yanlış düşünmek, özr olmaz, suç olur. Fıkhdaki işlerde, islâmiyyetin gösterdiği özrlerle, islâmiyyetin bildirdiği değişikliklerden, kolaylıklardan istifâde olunur. Kendi düşüncesi, görüşü ile değişiklik yapmak, din işlerinde reform yapmak hiç câiz değildir. Dinden çıkmağa sebeb olur. Ulûm-i akliyyede değişiklik, yenilik, ilerlemek câizdir. Bunları kâfirlerden de arayıp, bulup öğrenmek, yapmak lâzımdır.


Me’ârif nâzırı esseyyid Ahmed Zühdü pâşanın “rahmetullahi teâlâ aleyh” toplamış olduğu (Mecmû’a-i Zühdiyye) kitâbının başındaki yazıyı aşağıya yazıyoruz:


Fıkh kelimesi, arabcada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, ya’nî dördüncü bâbdan olunca bilmek, anlamak demekdir. Beşinci bâbdan olunca, islâmiyyeti bilmek, anlamak demekdir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi bilen âlimlere (Fakîh) denir. Fıkh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Bu ilme (Ahkâm-ı islâmiyye) de denir. Fıkh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ’-ı ümmetden ve kıyâsdan meydâna gelmekdedir. Eshâb-ı kirâmın veyâ bunlardan sonra gelen müctehidlerin söz birliğine (İcmâ’-ı ümmet) denir. Kur’ân-ı kerîmden veyâ hadîs-i şerîflerden veyâ icmâ-ı ümmetden çıkarılan ahkâm-ı islâmiyyeye (Kıyâs-ı fükahâ) denir. Bir işin, halâl veyâ harâm olduğu, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlaşılmazsa, bu iş, bilinen başka bir işe benzetilir. Böyle benzetmeğe (Kıyâs) denir. Kıyâs yapmak için, o işi halâl veyâ harâm yapan sebebin, birinci işde de bulunması lâzımdır. Bunu da, ictihâd derecesine yükselmiş âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” anlıyabilir.


Fıkh ilmi çok genişdir. Hepsi, dört büyük kısma ayrılır.


1 — İbâdât olup, beşe ayrılır: Nemâz, oruc, zekât, hac, cihâd. Herbirinin dalları çokdur. Görülüyor ki, cihâda hâzırlanmak ibâdetdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” din düşmanları ile cihâdın iki dürlü olduğunu bildiriyor. İş ile, söz ve yazı ile. İş ile cihâda hâzırlanmak, yeni silâhları yapmasını ve kullanmasını öğrenmek farzdır. Bu cihâdı devlet yapar. Milletin, devlet kanûnlarına, emrlerine uyarak cihâda iştirâk etmesi farzdır. Zemânımızda ikinci savaş, ya’nî dinsizlerin yazı ile, film ile, radyo ile, her çeşid propaganda ile saldırması aldı, yürüdü. Buna da karşı koymak cihâddır.


2 — Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka ve dahâ nice dalları vardır.

3 — Mu’âmelât olup, alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mirâs... gibi birçok bölümleri vardır.


4 — Ukûbât, ya’nî cezâlar olup, başlıca beşe ayrılmakdadır. Kısâs, sirkat, zinâ, kazf, riddet, ya’nî mürted olmak cezâlarıdır. [Bu dört kısm, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında geniş bildirildi.]


Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek, her müslimâna farzdır. Münâkehât ve mu’âmelât kısmlarını öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Ya’nî, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Tefsîr, hadîs ve kelâm ilmlerinden sonra, en şerefli ilm, fıkh ilmidir. Aşağıdaki altı hadîs-i şerîf, fıkhın ve fıkh âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” şerefini göstermeğe kâfidir:


(Allahü teâlâ, bir kuluna iyilik etmek isterse, onu fakîh yapar).


(Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir).


(Allahü teâlânın en üstün dediği kimse, dinde fakîh olandır).


(Şeytâna karşı bir fakîh, bin âbidden (İbâdet çok yapandan) dahâ kuvvetlidir).


(Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkh bilgisidir).


(İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkh öğrenmek ve öğretmekdir).


İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin üstünlüğü “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu hadîs-i şerîflerden de anlaşılmakdadır.


Hanefî mezhebindeki ahkâm-ı dîniyye, Eshâb-ı kirâmdan olan Abdüllah ibni Mes’ûddan “radıyallahü anh” başlıyan yol ile meydâna çıkarılmışdır. Ya’nî mezhebin reîsi olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fıkh ilmini, Hammâddan, Hammâd da, İbrâhîm-i Neha’îden, bu da, Alkamadan, Alkama da, Abdüllah bin Mes’ûddan, bu da Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi ve sellem” almışdır.


Ebû Yûsüf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî, Züfer bin Hüzeyl ve Hasen bin Ziyâd, hep İmâm-ı a’zamın talebeleridir “rahimehümullah”. Bunlardan imâm-ı Muhammed, din bilgilerinde, bin kadar kitâb yazmışdır. Hicretin 135 senesinde tevellüd, 189 [m. 805] da Rey şehrinde vefât etmişdir. Talebesinden olan imâm-ı Şâfi’înin annesini nikâh etdiği için, ölünce, bu kitâbları, imâm-ı Şâfi’îye mirâs kalarak, imâm-ı Şâfi’înin bilgisinin artmasına hizmet etmişdir. Bunun için, imâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Yemîn ederim ki, fıkh bilgim imâm-ı Muhammedin kitâblarını okumakla artdı.

Fıkh bilgisini derinleşdirmek isteyen, Ebû Hanîfenin talebesi ile berâber bulunsun) dedi. Bir kerre de, (Bütün müslimânlar, İmâm-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir) buyurdu. Ya’nî bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı a’zam da, insanların, işlerinde muhtâc oldukları din bilgilerini meydâna çıkarmağı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmışdır.


İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” fıkh bilgilerini toplıyarak, kısmlara, kollara ayırdığı ve üsûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” bildirdiği i’tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, (ilm-i kelâm) ya’nî îmân bilgileri mütehassısları yetişdi. Bunlardan imâm-ı Muhammed Şeybânînin yetişdirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de, Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Mâtürîdîyi yetişdirdi. Ebû Mensûr, İmâm-ı a’zamdan gelen kelâm bilgilerini kitâblara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla çarpışarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını kuvvetlendirdi. Her tarafa yaydı. Üçyüzotuzüç 333 [m. 944] senesinde, Semerkandda vefât etdi. Kabrini, bir yehûdî ruslardan satın alarak, eğlence yeri yapdı. İstanbuldan gelen İhlâs şirketi, bu çirkin hâli görünce, 1416 [m.1996]da, yehûdîden 30.000 dolara satın alarak kıymetli hâle getirdi. Bu büyük âlim ile Ebül-Hasen-i Eş’arî adındaki âlime, Ehl-i sünnetin (i’tikâdda mezheb imâmları) denir.

(Fâideli Bilgiler)

EHL-İ SÜNNET İ’TİKÂDI

 Aşağıdaki satırları, Allahü teâlâya hamd ederek yazıyorum. Hamd, bütün ni’metleri Allahü teâlânın yaratdığına ve gönderdiğine inanmak ve söylemek demekdir. Ni’met, fâideli şeyler demekdir. Şükr, bütün ni’metleri ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak kullanmak demekdir. Ni’metler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılıdır. Ehl-i sünnet âlimleri, meşhûr olan dört mezhebin âlimleridir.


İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh” (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, müslimân olan bir kimseye, ilk önce (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) kelimesinin ma’nâsını bilmek ve inanmak farzdır. Bu kelimeye (Kelime-i tevhîd) denir. Her müslimânın, kelime-i tevhîdin ma’nâsına hiç şübhe etmeden, yalnız inanması yetişir. Bunları, delîl ile isbât etmesi ve akla uydurması farz değildir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, arablara, delîl ile bilmelerini ve bu delîlleri de söylemelerini, şübhelerini araşdırıp, bunların çözülmesini emr buyurmadı. Yalnız inanmalarını, şübhe etmemelerini emr eyledi. Herkesin böyle kısaca îmân etmesi yetişir. Fekat, her şehrde birkaç din âliminin bulunması farz-ı kifâyedir. Bunların, delîlleri bilmesi, şübheleri gidermesi, süâlleri çözmeleri vâcibdir. Bunlar, mü’minlerin çobanı gibidir. Bir tarafdan, onlara i’tikâd, ya’nî îmân bilgisi öğretir. İ’tikâdlarını korur. Bir tarafdan da din düşmanlarının iftirâlarına cevâb verirler.


Kelime-i tevhîdin ma’nâsını, Kur’ân-ı kerîm bildirmekde, Resûlullah da “sallallahü aleyhi ve sellem” bu bildirilenleri açıklamakdadır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu açıklamaları öğrendi ve kendilerinden sonra gelenlere bildirdiler. Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini hiç değişdirmeden, olduğu gibi, kitâblara geçirerek bizlere ulaşdıran yüksek din âlimlerine (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Herkesin, Ehl-i sünnet i’tikâdını öğrenmesi, bu inançda birleşmeleri, sevişmeleri lâzımdır. Se’âdetin tohumu, bu i’tikâddır ve bu i’tikâdda birleşmekdir.


Kelime-i tevhîdin ma’nâsını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bildiriyor: İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır.

Her varlığı, O yaratmışdır. Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri yokdur. Bir ikincisi yokdur. O, hep var idi. Varlığının başlangıcı yokdur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun hep var olması lâzımdır. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyâcı yokdur. Ona muhtâç olmıyan hiçbirşey yokdur. Herşeyi var eden, her vârı her an varlıkda durduran Odur. O, madde değildir. Cism değildir. Bir yerde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yokdur. Ölçülmez. Nasıldır diye sorulmaz. O deyince, akla hayâle gelen herşey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep Onun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayâle gelen herşeyi, O yaratmakdadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yokdur. Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arşın üstündedir. Fekat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedî sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. Onun sıfatları vardır. (Sıfât-ı sübûtiyye)si sekizdir: Hayât, ilm, sem’, basar, kudret, irâde, kelâm, tekvîn. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olmak, kusûrdur. Onda kusûr, noksanlık yokdur. Hiçbir mahlûkuna benzemez ise de, bu dünyâda, Onu kendisinin bildirdiği kadar bilmek ve âhıretde görmek vardır. Burada nasıl olduğu anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecekdir. [1.ci cild, 46.cı mektûbu okuyunuz!]


Küllümâ hatara bî-bâlike, Allahü gayrü zâlike.


Allahü teâlâ, kullarına, Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Bu büyük insanlar vâsıtası ile kullarına, se’âdete ve felâkete sebeb olan işleri bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, son Peygamberi olan (Muhammed) “aleyhisselâm”dır. Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her yere, her millete Peygamber olarak gönderilmişdir. Bütün insanların, meleklerin ve cinnin Peygamberidir. Dünyânın her yerinde, herkesin, o yüce Peygambere tâbi’ olması, uyması lâzımdır. İmâm-ı Gazâlînin yazısı burada temâm oldu. İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, islâmın en büyük âlimlerindendir. Yüzlerce kitâb yazmışdır. Kitâblarının hepsi çok kıymetlidir. Hicretin dörtyüzelli (450) senesinde Tûs, ya’nî Meşhed şehrinde tevellüd, 505 [m. 1111] senesinde orada vefât etdi.


Büyük âlim ve mürşid-i kâmil seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” üç dürlü vazîfesi vardı: Birincisi, ahkâm-ı Kur’âniyyeyi, ya’nî îmân edilecek bilgileri ve ahkâm-ı fıkhıyyeyi bütün insanlara (teblîg) etmek, bildirmek idi.

Ahkâm-ı fıkhıyye, yapılması emr veyâ yasak edilen işlerdir. Bu bilgilere (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. İkinci vazîfesi, Kur’ân-ı azîmüşşânın ahkâm-ı ma’neviyyesini, ya’nî Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âid ma’rifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine akıtmakdır. Bu vazîfeyi, birinci teblîg vazîfesi ile karışdırmamalıdır. Mezhebsiz olan kimseler, bu ikinci vazîfeye inanmıyorlar. Hâlbuki, Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” iki dürlü ilm öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. İkincisini söylersem, beni öldürürsünüz). Ebû Hüreyrenin bu sözü, (Buhârî) ve (Mişkât)da ve (Hadîka)da ve (Mektûbât Tercemesi)nin 267. ci mektûbunda yazılıdır. Üçüncü vazîfesi, ahkâm-ı fıkhıyyeyi, va’z ile, nasîhat ile yapmıyan müslimânlara, kuvvet kullanarak, zor ile yapdırmakdır.


Resûlullahdan sonra “sallallahü aleyhi ve sellem” dört halîfeden herbiri “radıyallahü anhüm”, bu üç vazîfeyi tam olarak başardı. Hazret-i Hasenin “radıyallahü anh” imâmeti zemânında, fitneler, bid’atler çoğaldı. İslâmiyyet üç kıt’aya yayıldı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûru, yer yüzünden uzaklaşdı. Sahâbe-i kirâm “radıyallahü anhüm” azaldı. Bu üç vazîfeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bu üç vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Üsûl ve fürû’ ahkâmını teblîg vazîfesi, ya’nî îmânı ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi] bildirmek vazîfesi, din imâmlarına, ya’nî müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden îmânı bildirenlere (Mütekellimîn), fıkhı [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi] bildirenlere (Fukahâ) denildi. İkinci vazîfe, ya’nî dileyen müslimânları, Kur’ân-ı azîmüşşânın manevî ahkâmına kavuşdurmak, Ehl-i beytin oniki imâmına ve tesavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sırrî-yi Sekatî bunlardandır. Cüneyd-i Bağdâdî, hicretin 207. ci senesinde tevellüd, 298 [m. 911] de Bağdâdda vefât etdi. Sırrî-yi Sekatî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 251 de Bağdâdda vefât etdi.


[Ehl-i sünnet âlimleri, Resûlullah efendimizin bu ikinci vazîfesini oniki imâmdan öğrenerek, tesavvuf ilmini meydâna getirdiler. Ba’zıları Evliyâya, kerâmetlere ve tesavvufa inanmıyorlar. Onların bu inanmamaları, oniki imâmla ilgileri olmadığını göstermekdedir. Ehl-i beytin yolunda olsalardı, Peygamberimizin bu ikinci vazîfesini oniki imâmdan öğrenirler, içlerinden tesavvuf âlimleri, Velîler yetişirdi. Bunlar yetişmediği gibi, bunların bulunduğuna da inanmıyorlar. Görülüyor ki, oniki imâm Ehl-i sünnetin imâmlarıdır. Ehl-i beyti seven ve oniki imâmın yolunda olanlar Ehl-i sünnetdir. İslâm âlimi olabilmek için, Resûlullahın bu iki vazîfesinde, kendisinin vârisi olmak lâzımdır.

Ya’nî, bu ilmlerin ikisinde de mütehassıs olmak lâzımdır. İşte böyle büyük âlimlerden biri olan Abdülganî Nablüsî, (Hadîkat-ün-nediyye) kitâbının 233 ve sonraki sahîfelerinde ve 649. cu sahîfesinde Kur’ân-ı kerîmin ma’nevî ahkâmını gösteren hadîs-i şerîfleri bildirmekde, buna inanmamanın, câhillik ve nasîbsizlik alâmeti olduğunu, yazmakdadır.]


Üçüncü vazîfe, ya’nî ahkâm-ı dîniyyeyi kuvvet ile, satvet ve saltanat ile yapdırmak işi, meliklere ve sultânlara, ya’nî hükûmetlere verildi. Birinci sınıfın kısmlarına (Mezheb), ikincisinin kısmlarına (Tarîkat), üçüncüsüne de (Kanûn) denildi. Îmânı bildiren mezheblere (İ’tikâdda mezheb) denir. İ’tikâd mezheblerinin yetmişüçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, ötekilerinin bozuk olacağını, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber vermişdi. Öyle de oldu. Doğru yolda olduğu müjdelenen fırkaya, (Ehl-i sünnet velcemâ’at) mezhebi denir. Yanlış oldukları bildirilen yetmişiki fırkaya (Bid’at fırkaları), ya’nî sapık denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine müslimân denir. Fekat yetmişiki fırkadan herhangi birinde bulunduğunu söyliyen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmde veyâ hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve müslimânlar arasına yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur. Şimdi, (Ehl-i sünnet) mezhebinden çıkarak sapık veyâ kâfir olmuş, müslimân adını taşıyan kimseler çokdur.) Abdülhakîm Efendi hazretlerinin yazısı burada temâm oldu. Kendisi hicretin binikiyüzseksenbir (1281) senesinde Van vilâyetinin Başkal’a kazâsında tevellüd ve 1362 [m. 1943] senesinde Ankarada vefât etdi. Bağlum kazâsında medfûndur.

(Fâideli Bilgiler)

İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verilen müjde

 İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu; Bir gün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken, "Allahü teâlâ için alçalanı,Allahü teâlâ yükseltir" hadis-i şerifi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: 

"Allahü teâlâ Seni ve kıyamete kadar vâsıtalı ve vâsıtasız seni tevessül edenleri, senin yolunda gidenleri, mağfiret eyledim" nidasını duydular: Ve "bunu herkese söyle" diye kendilerine emrettiler.

(Berekât, [Zübde-tül Makâmât])

Rü'yâlar isti'dâdı haber verir

 Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem",rü'yâda görmek, Medîne-i münevverede medfûn olduğu sûretle meşrût değildir. [O şeklde görmek şart değildir.] Her ne sûretle müşâhede olunursa, ümmiddir ki, şeytân onun sûretine giremez. Lâkin, rü'yâlar isti'dâdı haber verir, hâsıl olacağını göstermez. 6/219.

(Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî kuddise sirruh)

Kıymetsiz yazılar, sf: 290

Müjde

 Hasen-i Berkî "rahmetullahi teâlâ aleyh": Hindistânda Ahmed-i Berkînin talebesidir.İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nazar-ı inâyet ve bereket-i sohbeti ile şereflenmişdir. Öleceği zemân buyurdu ki, bana bağlı olanların afv olunacakları müjdesini aldım. Dahâ fazla istedim. Sana inananlar mağfûrdur denildi. Dahâ ziyâdesini istedim. Seni işitip de sevenler, kıyâmete kadar mağfûrdurlar buyuruldu. [Ya'nî kalbi yumuşıyarak tevbe eder ve Cennete girmeğe sebeb olan sâlih amelleri yapması nasîb olur.]

(Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye)

ŞA'YÂ ALEYHİSSELÂM

 İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dînini yayıp, Tevrât-ı şerîfin hükümlerini bildirdi.


Mûsâ aleyhisselâmdan sonra hak yoldan ayrılıp, bozuk yollara sapan İsrâiloğulları kendilerine gönderilen peygamberlere ya kısa dönemler hâlinde tâbi oldular veya hiç tâbi olmayıp isyân ettiler. Şa'yâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etmek üzere peygamber olarak gönderildi. Şa'yâ aleyhisselâmın peygamberliği Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ aleyhimüsselâmdan önce idi. Şa'yâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emirlerini bildirip nasîhat etti. Muhammed aleyhisselâmın geleceğini bildirdi. Şa'yâ aleyhisselâm zamânında, İsrâiloğullarının başında Sudika adlı bir melik vardı. Melik Sudika'nın vefâtından sonra saltanat kavgaları yüzünden birbirine giren İsrâiloğullarına, Şa'yâ aleyhisselâm nasîhatte bulundu. Fakat onu dinleyen olmadı. İsrâiloğulları iyice düşman oldular. Nihâyet Şa'yâ aleyhisselâmı şehîd ettiler. Böylece Allahü teâlâ tarafından kendilerine gönderilen peygamberi dinlemeyip, büyük felâkete düştüler. Daha sonraki yıllarda Bâbil hükümdârı Buhtunnasar tarafından yurtları istilâ edildi. (Taberî-İbnü'l-Esîr-Sa'lebî)

RÜYADA PEYGAMBER EFENDİMİZ'İ GÖRMEK

Efendimiz aleyhissalatü vesselamı rüyada görmenin ta’biri meyanında Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) Hazretleri buyurdular ki;

Peygamberi (aleyhissalatü vesselam) rüyada görmek, büyük bir devlet, büyük bir ni’mettir. Râî, yani gören ile bir münâsebeti olduğuna delâlet ve îmalar vardır. Nitekim hiçbir kâfir, hiçbir zındık, hiçbir mürted, hiçbir sûretle Peygamberi (aleyhissalatü vesselam) rüyada görmez ve göremez.Zira münâsebetleri yoktur.

(Son Halkalar I, sf 392-394)