Bilirsem îmân eder misin?

İslamın ilk günleriydi...

Sevgili Peygamberimiz, birkaç eshâbıyla bir yerde oturuyordu.

Az sonra oraya bir köylü geldi.

Elinde bir torba vardı.

O torbayı Peygamber Efendimize gösterip; "Yâ Muhammed! Bil bakalım, şu torbanın içinde ne var?" diye sordu.

Efendimiz buyurdular ki:

"Bilirsem îmân eder misin?”

"Ederim" dedi.

Efendimiz sevinip;

"Sen bugün bir güvercinle iki yavrusunu gördün. Yavruları torbaya atıp giderken anneleri geldi ve kendini onların üstüne attı. Sen, onu da alıp torbaya koydun" buyurdular.

Köylü çok şaşırdı!

Ve o torbayı açtı.

Evet, bir anne kuş, iki yavrusuna kanat germiş duruyordu o torbanın içinde.

Köylü, bunu görüp insafa geldi.

Kalbi yumuşadı.

Şehâdeti söyledi.

Ve Müslüman oldu.

Efendimiz sevindiler.

Ve Eshâba dönerek;

"Bakın bu anne kuş, yavrularına ne çok merhametli. İşte bir kul da günah işleyip tövbe edince, Rabbimizin ona şefkati, şu güvercinin yavrularına olan şefkatinden daha çoktur" buyurdular.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Öldükden sonra, bu dünyâda işitdiklerimizin, duyduklarımızın *Hakîkat* olduğunu göreceğiz kardeşim. Büyükler buyuruyorlar ki: *Ölmeden önce ölün!* 


Ne demek bu? Yâni ölmeden evvel, bunların *Hakîkat* olduğuna inanın, hattâ *Yakîn* elde edin. İnandıklarınıza, *Görmüş* gibi inanın. Yakîn elde etmek, budur işte. 


Hazret-i Alî ne buyurmuş: *Ben ölsem, âhirete gitsem, Cenneti ve Cehennemi görsem, îmânımda bir artma olmaz!* Peki neden? 


Çünkü onlar, dünyâda iken *Âhireti* görürler efendim. Meselâ dünyâda iken *Cenneti* görürler, *Cehennemi* görürler. 


Aynı şekilde henüz dünyâda iken *Mîzânı* görürler, *Sırat köprüsü* nü görürler. Görmüş gibi diyoruz ya, işte onlar görürler. 

● ● ● 

*Cehenneme gitmek* den kurtulmanın tek *Çâresi* vardır, o da kurtulanlarla *Berâber* olmakdır. Biz, kendi başımıza kurtulamayız kardeşim. 


Genç *Kardeş* lerimize, bizden duyduklarınızı anlatın. Onlar da sizden duyduklarını *Başka* larına anlatırlar. 


Nasıl ki, siz şimdi bize; *Sizin sâyenizde!* diyorsunuz. Gün gelir, onlar da yârın size; *Sizin sâyenizde!* derler. 

● ● ● 

Duyuyorum da, *Âbiler* den bâzıları, ailelerine, hanımlarına *Sert* söylüyormuş. Nasıl sert söyliyebilir? Aklım almıyor. Onu üzerseniz *Hasta* olur, siz *Sıkıntı* çekersiniz. 


Aklı olan öyle mi yapar? *Amân, amân!* Ailelerinize çok dikkat edin kardeşim. Onları üzmeyin, bilâkis onların *Gönlünü* alın. Evinizin içinde *Râhat* olsun, *Huzûr* olsun. 


Sizin için söylüyorum kardeşim. Dünyânız ve âhiretiniz için söylüyorum. *Sabırlı* olun. Peygamber Efendimiz tekrar tekrar buyuruyor ki: 


*Güzel huylu olunuz, ailelerinize hakâret etmeyiniz, ailelerinizle iyi geçininiz. Ailesine karşı en iyi muâmele edeniniz benim!*


Böyle buyuruyor Peygamber Efendimiz. Onun için, çok *Dikkat* edin kardeşim. 


Elhamdülillah, biz *Dedikodu* etmeyiz, buna tenezzül etmeyiz. *Harâma* yanaşmayız, mü’minlere *Duâ* ederiz. Hattâ bütün insanların hidâyeti için duâ ederiz. Allahü teâlâ, duâ edenleri *Sever*.


Rabb-i teâlânın sıfatları çok. Bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, bâzı kullarına da *Mudil* ismiyle tecellî etmiş. Cenâb-ı Hakkın *Ef’âli* nden suâl olunmaz. 


Şuna inanırız ki, Cenâb-ı Hak *Hakîm* dir, yâni hikmet sâhibidir. Cenâb-ı Hakkın her fi’ilinde *Hikmet* vardır. 


Nitekim kendisi; *Ben mahlûklarımı abes olarak yaratmadım. Boş, fâidesiz, lüzûmsuz olarak yaratmadım!* buyuruyor.

İlyâs ve Elyesa aleyhisselâm

  İlyâs aleyhisselâm, İsrâiloğullarını Allahü teâlâya imâna ve ibâdete çağırdı. Onu dinlemediler, hattâ memleketlerinden kovdular. Ba’l adındaki puta tapmaya ısrarla devâm ettiler. Allahü teâlâ onlar üzerine belâ ve musibet gönderdi. Çeşitli sıkıntılarla cezâlandırıldılar. Yiyecek bulamaz oldular. Sonunda İlyâs aleyhisselâmı bulup, nasihatini dinlediler. İmân ettikleri için, üzerlerinden belâlar ve musibetler kaldırıldı... KÜFÜRDE ISRAR ETTİLER!..

Bir müddet sonra, tekrar dinden dönüp puta tapmaya ve çeşitli günahları işlemeye başladılar. Küfürde ısrâr edip, imân etmeye bir türlü yanaşmadılar...

İlyâs aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle Ba’lbek’te yaşayan bu kabile arasından ayrılıp gitti. Başka beldelerde yaşayanları, Allahü teâlâya imân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Bu dâvetleri sırasında uğradığı bir belde halkı tarafından çok sevilip, orada kalması istendi. Bunun üzerine bir müddet kaldı. Bu sırada ihtiyar bir kadının evinde misâfir olmuştu. Bu kadın Elyesa aleyhisselâmın annesiydi. Elyesa aleyhisselâm, o sırada genç olup hastaydı. Ona duâ etti, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. İlyâs aleyhisselâmdan sonra Elyesa aleyhisselâm, Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak görevlendirildi... 

Elyesa aleyhisselâm, İsrâiloğullarının ıslâhı için uğraştı, tebliğ vazifesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne arttıran bu kavim, Allahü teâlânın kendilerine gönderdiği kitâbın gösterdiği yoldan ayrıldı... Allahü teâla üzerlerine Asûr devletini musallat kıldı. Esir olup zelil ve perişan bir hayat sürmeye başladılar... 


“BU İŞE BEN KEFİLİM!..”

Elyesâ aleyhisselâmın eceli gelip vefâtı yaklaşınca Allahü teâlâ rûhunu kabz edeceğini vahiyle bildirdi ve “Mülkünü, İsrâiloğullarından gece sabaha kadar ibâdet eden, namaz kılan, gündüzleri oruç tutan ve insanlar arasında kızmadan hüküm edecek birine ver” buyurdu. 

Hazreti Elyesâ da, kendisine verilen emri İsrâiloğulları’na bildirdi. Aralarından bir genç kalkıp: “Bu işe ben kefil olurum, üzerime alırım” dedi. Hazreti Elyesâ, o gence; “Bu kavmin içinde senden daha büyükleri var, sen otur” dedi. Sonra ikinci defâ aynı teklifi yaptı. O genç, yine “Kefil olurum” dedi. Üçüncü defâ aynı teklif tekrarlanınca cevap veren, yine o genç oldu. Bunun üzerine Elyesâ aleyhisselâm, onu, yerine halife bıraktı. Bu genç, Bişr idi. Bu sebeple o gence “Zülkifl” lakâbı verildi...

FELSEFE

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh) buyurdular:

“Mukaddemât-ı mevhûme (vesveseye giriş), mevhûmât-ı mütehayyile (hayalleri gerçek zannetmek) ve müzharefe ve mugâlâtadan (demâgoji) ibârettir. Bu da İslâmiyette yoktur. Fakat, ümem-i sâlife ve akvâm-ı sâbıkada (eski milletlerde) yetişmiş olan hükemâ (felsefecilerin) bu nev’i ulûmu, zekâvetleri ile (zekâları ile) teemmül ve tefekkür ettikleri mesâili (düşündükleri meseleleri) harc edip doğruluk süsü vererek benimsemeleri ve böylece kabul ettirmeleridir.”

(Son Halkalar I, sf 378)

...

ŞAKK-I SADR nedir? Ne demektir?

Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek göğsünün yarılması hâdisesi.

Şakk-ı sadr hâdisesi iki defâ vukû bulmuştur. Birincisi, Peygamber efendimiz küçük yaşta ve süt annesi Halîme Hâtun'un yanında iken, ikincisi Mîrâca çıkarken. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "(Habîbim) göğsünü (kalbini) senin için (açıp da) genişletmedik mi?" buyruldu. (İnşirâh sûresi: 1) Muhammed aleyhisselâm, süt annesinin yanında bulunduğu sırada çocuklarla birlikte iken, Cebrâil aleyhisselâm gelip, onu arkası üstü yatırdı. Göğsünü açıp kalbini yardı. Kalbinden bir parça et çıkarıp attı ve; "Senin vücûdunda şeytânın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi), seni vesveseden ve şeytânın hîlesinden emîn ettik" dedi. Sonra bir leğen içerisinde zemzem suyu ile kalbini yıkadı ve göğsünü kapatıp ayağa kaldırdı. Bu hâli gören çocuklar koşup durumu Halîme Hâtun'a haber verdiler. Yanına geldiklerinde ayağa kalkmış ve benzi sararmış vaziyette idi. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) "Ben Resûlullah'ın göğsünde bu yarılmanın izini gördüm" demiştir. İkinci Şakk-ı Sadr ise, Mîrâc gecesi vukû bulmuştur. Bu gece, Cebrâil aleyhisselâm gelip Resûlullah'ın mübârek göğsünü yardı.Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir leğen getirdi. Resûlullah'ın mübârek kalbine boşalttı ve göğsünü kapattı. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: "Cebrâil gelip göğsümü yardı. Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir tas getirip göğsümü boşalttı, sonra kapattı." Bu hadîs-i şerîf, Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de zikredilmiştir. Yine bu iki kitabda Enes bin Mâlik'ten şöyle rivâyet edilmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "İşte şuradan şurama kadar yâni boğazın altındaki çukurdan göğüste kıl biten yere kadar yardı. Kalbimi çıkardı, içi îmân dolu altın bir tas getirdi. Kalbimi yıkadı sonra  da iç organlarımı yıkadı. Sonra kapattı." (Senâullah-ı Pânî Pûtî, Abdülhâk-ı Dehlevî)

Şekle değil manaya bak!

Ali Behçet Efendi, Anadolu’da yetişen velîlerdendir. Konya ulemâsından Ebû Bekr Efendinin oğludur. 1727 (H.1140) senesinde doğdu. Karamanlı Abdullah Efendi ve meşhûr âlim Abdüssamed Efendiden icazet aldıktan sonra Bursa’ya, oradan İstanbul’a gitti. Sultan Üçüncü Selîm’in Üsküdar’da ihyâ ettiği Selîmiye Câmii yanındaki dergâhta tefsîr, hadîs, Mesnevî-i Şerîf ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubât’ını okuturdu. Mesnevi’den okuduğu bazı beyitler: “Sen insan bedenini insanın kendisi sanmadasın. Oysa bu beden ruhun elbisesinden başka nedir ki? Hiç insanın değeri giydiği elbiseyle ölçülür mü? Değer ya da değersizlik onun ruhuyla ilgilidir, bedeniyle değil. O halde sen gözünü ten elbisesinden çek de o libasın içindekine dikkat et. Şekle değil manaya bak. Eğer şekilce benzerlik insan olmaya yetseydi iyi de kötü de bir olurdu...” “GÖNLÜN TERAZİSİ KIRIKTIR!”

“Canlı balık için deniz hayat, kara ise ölümdür. Ama kâğıda bir balık resmi yapsan onun ne denizden haberi olur, ne karadan. Bunların benzerliği sadece şekilden ibarettir. İnsanların kimisi de yalnız kalıp insanıdır. Dışarıdan bakınca onların gözü kulağı, dili dudağı var sanırsın. Gerçekteyse kalıbın burnu yoktur ki iyilikten bir koku alsın, kulağı ve gözü yoktur ki hayırlı sözleri işitsin, güzeli görsün. O gönlün terazisi kırıktır; bu yüzden iyilikle kötülüğün farkını tartamaz...”

“Güneş ortalığı aydınlatmışken mum yakmaya kalkmak ortalığa ‘ben körüm’ diye bağırmaktan başka nedir. Güneşin parlaklığından yarasaya ne fayda. O körlüğü kendine değil güneşe hamletmeye kalkar. Ey vahiy güneşi doğmuşken akıl mumuyla aydınlanmaya kalkan yarasa tabiatlı! Güneşin ışığında kusur yok; kusur senin gözlerinde...”


“TALEP EDENLERDEN OL!”

Ali Behçet Efendinin, vefatına yakın halifesi İbrâhim Hayrânî Efendiye yazdığı mektup şöyledir:

“Benim sevgili, insâniyetli ve iyiliksever oğlum! Göndermiş olduğunuz mektup elimize geçti ve çok memnun olduk. Ey oğlum! Dersimizden uzak olmayasınız. Bir an Allahü teâlâyı anmak, Süleymân aleyhisselâmın mülkünden daha iyidir, ifâdesini hâtırından çıkarmayınız. Oğul, dâimâ talep edenlerden ol. Mübârek gecelerde Allahü teâlâya yalvarıp yakarmayı fazlaca yaparsanız, isâbetli olur. Zîrâ Allahü teâlâ kulunun yalvarmasını sever. Bu, Allah adamlarının yoludur.” Sonra yerine İbrâhim Hayrânî Efendiyi bırakıp 1822 (H.1238) senesinde vefât etti ve Selimiye’deki dergâhın bahçesine defnedildi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, yârın *Âhirete* gidince, dünyâda berâber olduğu kişilerle *Haşr* olunacak. Öyleyse, *Âbiler* le berâber olmaya dikkat edelim kardeşim, onlarla *Berâber* olmaya çalışalım. 


Çünkü insan, nasıl *Yaşarsa*, öyle *Ölür*, nasıl *Ölürse* öyle *Diriltilir*. Yâni, şimdi kimlerle berâbersek, âhiretde de onlarla berâber olacağız. 


Çünkü, *El mer’ü mea men ehabbe!* buyurulmuş. Yâni kişi, sevdiği ile berâber olur. Her *Yüz* senede dünyâdaki insanlar değişir. Yaşıyanlar *Ölür*, yerlerine *Başka* ları gelir. 


Demek ki, her *Yüz* yılda bir, *Yedi milyar* insan gidiyor, *Yedi milyar* insan geliyor. Her yüz senede, bütün insanlar değişiyor. Velhâsıl herkes ölüyor, biz de öleceğiz. 

● ● ● 

Herhangi bir insana bir iyilik etmenin *Sevâbı*, gökden *Lâmba* olarak yere inse, bu iyilikden hâsıl olan *Nûr* o kadar parlakdır ki, *Güneş* onun yanında çok sönük kalır. 


Hele bu iyilikle, bu hizmetle, bir insanın *Hidâyet* ine sebep olunursa, bunun *Kıymeti* hiç ölçülemez.

● ● ● 

İnsanın *Parası* artdıkça, *Düşmanı* artar. *İlmi* artdıkça da *Dostu* artar. Yönünü kabristâna çeviren, râhat eder. Yönünü dünyâya ve insanlara çeviren ise her zaman *Sıkıntı* çeker. 


*Güzel* insanlar, *Güzel* işler yaparlar. Cenâb-ı Hak, hadîs-i kudsîde Peygamber aleyhisselâma; 


*Ey Habîbim! Sana kim gelir de, bana Allahı anlat, dînimi anlat derse, sen her şeyi unut, ona hizmetçi ol*, buyuruyor. 


Kim olursa olsun, biri gelip de, *Dînî* mevzûda birşey sorarsa, akan sular durur. Onun sorduğuna *Cevap* vermeden, hiçbir *İş* yapılmaz. 


Bir *Hayr* ın işlenmesine *Sebep* olmak, o hayrı *İşlemek* gibidir. Bir kişinin hidâyetine sebep olmak, bir kişiye yardımcı olmak, en kıymetli *İbâdet* dir. 


Müslümân *Güler* yüzlü, *Tatlı* sözlü olur. Güler yüz ve tatlı sözün, islâmiyetin yayılmasında *Mühim* bir yeri vardır. 


Böyle olmıyan insanlar, dînimize fazla *Fâideli* olamazlar. Dâima tatlı sözlü ve güler yüzlü olmak, *Müslümân* olmanın birinci *Alâmeti* dir. 


Allah rızâsı için dîne *Hizmet* edenlerin *Dost* ları artar. Velhâsıl kim dîne, islâmiyete *Sâhip* çıkarsa, din de ona *Sâhip* çıkar kardeşim.

Kur'ânla Tefe'ül

 İşbu Kur'ân-ı azîm ve Furkan-ı kerîm ile tefe'ül edip,murâd-ı mutâbık,Kur'ân-ı azîmden bir âyet-i kerîme zuhûr edip âyet-i kerîmenin iktizası üzere amel oluna. 

Ve her bir ayet 32 harf olmak üzere hasıl olur. Ve her bir sahife 160 harften mürekkebdir. 160 ayet zuhur eder. Bir garîb sırr-ı azîmdir. Bu takdirce 23 sahifede 3680 ayeti kerime zuhur eder.

Bunun ile amel olunmak murad olundukta, kaidesi oldur ki, evvelâ üç ihlâs-ı şerîf ve bir Fâtiha-ı şerîfe kırâat olunup misl-i sevâbını Resûl-i ekrem hazretlerinin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rûh-i tayyibelerine hibe ettikten sonra, gözlerini kapayıp ve muradını zikrederek, murad olan sahifenin harflerinin birine şehadet parmağıyla basıp ol harfe nişân koyup geri kalan harflerden sayıp beş harften birini kağıda alıp, sahife tamam oldukta, yine o sahifenin evveline avdet edip yazılan harflerin üstüne yine beşte birini yazıp, tâ nişân olunan harf ile tamam eyleye. Nişan olunan harfe gelince, 32 harf olur. Bir âyet-i kerime zuhur eder. Ya'nî nişan olunan harfin akabinden başlanıp, sahifenin sonuna kadar cem' olanı ikinci satır itibâr edip, sahifenin evvelinden nişan olunan harfe gelince, yazılan satır evvel itibâr eyleye. Gaflet olunmaya.

1 Mayıs-1347,

Cum'a namazından evvel

Seyyid Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruh)

***

Son halkalar 1.cild, sahife 629-630

Kainatın ömrü ne kadardır?

SUÂLLER VE CEVÂBLAR

Vakt-i zemanında Cezaevleri umûm müdürü Baha Arıkan’ın İslam hukuku ile alakalı bazı suallerine cevab olarak Efendi Hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh) bir risâle kaleme alırlar. İş bu risâlenin mukaddimesinde (giriş) mukayyed olan ma’lumatın bir kısmı fotoğrafdadır.

Suallerin cevabları Son Halkalar I C. 371-379’ sahifelerden okunabilir.

ŞAKÎK nedir? ne demektir?

Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.


Şakikler ve Benü'l-allât yâni yalnız baba bir kardeşler; oğul, oğul oğlu, baba ve dededen biri bulunduğu zaman vâris olamazlar yâni ölüden kalan maldan alamazlar. (Muhammed Mevkûfâtî)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben her *Namaz* da, bütün kardeşlerime *Duâ* ediyorum. Bir elin sesi çıkmaz. Hepimiz bir araya gelince, böyle bu *Hizmet* ler oluyor kardeşim. 


Cenâb-ı Hak, bize bu hizmetleri *Nasîb* ediyor, ama bir vâsıta ile, bir sebeple nasîb ediyor. Cenâb-ı Hak, *Müsebbib-il esbâb* dır. Yâni evvelâ *Sebep* leri halk eder, sonra da *Ni’met* leri. 


İşte bizim arkadaşlar, bu hizmetlerimize *Sebep* oluyorlar, ne büyük *Ni’met* dir bu. Allahü teâlâ hepimize, *Selâmet-i dâreyn* ihsân eylesin. 

● ● ● 

*Güler* yüz ve *Tatlı* dil, silâhımız olacak kardeşim. Masonlar herkese karşı güleryüz ve tatlı dille muâmele ediyorlar. Biz de, onların silâhıyla silâhlanacağız. *İngiltere* de binlerce müslümân var. 


İngilizler, o müslümanların, İngilterede kalmasına nasıl *İzin* veriyorlar, diye *Merak* ediyordum, sonra anladım. Meğer o Pâkistânlı müslümânları *Mason* yapmak için tutuyorlarmış. 


İngilizler, müslümânlara *Güler* yüz göstererek, kendilerini *İyi* tanıtıyorlar. Bizim de silâhımız, bu olacak. Biz de, herkese tatlı *Dil* ve güler *Yüz* göstereceğiz. 

● ● ● 

*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Yâni mü’minin kabri, *Cennet bahçesi* dir kardeşim. Hadîs-i şerîfdir bu. Mü’minin kabri, *Karanlık* değildir.


*Nûr’lu* dur ve *Aydınlık* dır. Çünkü *Cennet bahçesi* dir. İnsan Cennet bahçesini ziyârete gitmez mi? Onun için *Mü’min* lerin kabrini ziyâret etmek lâzım. 


Cennet bahçesini ziyâret etmek için, bir *Mü’min* in kabrine gitmeli. Hele ki büyük *Zât* ların kabrini. Onları ziyâret eden, *Feyz* lerinden de istifâde eder. 

● ● ● 

Hadîs-i şerîfde; *Bede’el İslâmü garîben ve seye’ûdü garîben. Fetûbâ lil gurabâi* buyuruluyor. Ne demek bu?


Yâni İslâmiyet, *Garip* başladı ve *Garip* devam etti. O gariplere *Müjde* ler olsun. 


Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâmdan birkaç kişiyle birlikde, bir yere giderlerken, içlerinden biri; *Benim bir koyunum var, onu kesip yiyelim!* demiş. 


Eshâbdan bir tânesi; *Kesmesi benden!* demiş. Bir tânesi; *Yüzmesi benden!* demiş. Bir tânesi de; *Pişirmesi benden!* demiş. 


Efendimiz aleyhisselâm da; *Çalı çırpı toplaması da benden!* buyurmuşlar. Eshâb-ı kirâm; Yâ Resûlallah, siz istirâhat buyurun. Biz onu da yaparız, demişler. 


Efendimiz aleyhisselâm; *Siz hizmet ederken ben boş oturamam. Ben sevap kazanmıyayım mı?* buyurup kalkmışlar ve çalı çırpı toplamaya gitmiş-ler.