Cennet dili

Sual: (Arap harfleri de, Kiril, Latin ve Çin harfleri gibi, insanlar tarafından meydana getirilmiştir. Arapça da, Rusça, İngilizce ve Çince gibi bir ırkın dilidir, kutsallıkla ilgisi yoktur. Onun için namazda herkes Kur’an mealini kendi diliyle okumalı) deniyor. Bu yanlış değil mi?

CEVAP

Elbette yanlıştır. Arapların, Farsların ve daha önce bin yıl kadar Osmanlıların kullandığı harfler, Arap harfleri değil, İslam harfleridir. Arapça Cennet lisanıdır. Cennette kullanılan yazı da Arapların kullandığı İslam harfleridir. Arab, sözlükte, güzel demektir. Arabî [Arapça], güzel dil demektir. Arap ırkıyla alakası yoktur.


Her lisan, insanlar tarafından meydana getirildi. Arapça ise, insanlar yaratılmadan önce de vardı. İlk insan olan Âdem aleyhisselam Cennetin her yerinde (Lâ ilâhe illallah) yazılı olduğunu gördü. Yani, insanlar yokken de bu harfler, bu lisan vardı. (Mir’at-ı Medine, Ruh-ül beyan tefsiri)


Âdem aleyhisselam, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde İslam harfleriyle yazılı (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) yazısını gördü. O harfler, insan yapısı değildir. Dünya ve Âdem aleyhisselam yokken, o harfler vardı. (S. Ebediyye)


Ruh-ul-beyan tefsirinde, Maide sûresinin 18. âyetinin tefsirinde, Hazret-i Ömer’in haber verdiği şu hadis-i şerif bildiriliyor:

(Âdem aleyhisselam, “Ya Rabbi! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni affet!” diye dua edince, Allahü teâlâ “Onu daha yaratmadım. Nereden bildin?” buyurdu. “Ya Rabbi! Arşta, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah yazısını görünce, anladım” dedi) [Bu hadis-i şerif, imam-ı Beyhekî’nin Delail kitabında ve yine hadis âlimlerinden Hâkim-i Nişapurî’nin Müstedrek kitabında yazılıdır.]


İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyuruyor ki:

Mushaf'ı Arapçadan başka harfle yazmak ve başka dile tercüme edip, Kur'an-ı kerim yerine bunu okumak haramdır. Arapçadan başka harfle yazmak ve böyle yazılmış Mushaf’ı okumak haramdır. Kur'an-ı kerimi başka dile tercüme edip, Kur'an-ı kerim yerine bunu okumak ve Mushaf'ı Arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak suretiyle değiştirmek bile sözbirliğiyle haramdır. Kur'an-ı kerimi böyle yazarken ve başka dile tercüme ederken, Allah kelamının icazı [mucize özelliği] bozulmakta, nazm-i ilahi değişmektedir. Bunun gibi sebeplerle de, Kur'an tercümesi namazda okunamaz. (Fetava-i fıkhiyye)


Namazda her şey Arapça okunsa sadece iftitah tekbiri (Allahü ekber) yerine bunun herhangi bir dildeki tercümesi söylense namaz yine sahih olmaz. (Redd-ül-muhtar)


Selamdan önce okunan duaları bile Arapça okumak şarttır. Arapçadan başka herhangi bir dille namaz kılmanın sahih olmadığını bütün âlimler ittifakla bildirmişlerdir. (Hindiyye)


Diyanet’in hazırladığı Kur'an mealinin önsözünde diyor ki:

(Kur'an-ı kerim, yalnız Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyla çevrilemez. Kur'anın yalnız mânasını ifade eden sözleri, Kur'an hükmünde tutmak, namazda okumak caiz olmaz. Hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz.)


Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 4.12.1997 gün ve 103 sayılı kararı da özetle şöyledir:

(Kur’andan kolayınıza geleni okuyun!) mealindeki âyetinde olduğu gibi, Resulullah da namaz kılmayı tarif ederken, (Kur’andan hafızandakilerden kolayına geleni oku!) buyurmuştur. Bu itibarla namazda Kur’an okumak; Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır. Kur’an, sadece mâna olarak değil, Resulullah'ın kalbine elfazı [sözleri] ile indirilmiştir. Bu elfazdan başka lafızlarla ifade edilen mâna Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hattâ Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mâna, Kur’an değildir. Kur’an kavramında sadece mâna değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Bunun için tercümesine Kur’an denilmez ve Kur’an hükmünde olmaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, yirmi iki yaşında *Mürşid-i kâmil* olmuş. Hızır aleyhisselâmdan ders almış. Nerede almış? *Havuz* da, *Su* içinde. 


Yüzmek, *Sünnet* dir. Büyükler yüzerdi efendim. Altınkuma, Efendi Hazretleri ile giderdik. Orada birlikde denize girerdik. 


Hazret-i *Hasan* ve Hazret-i *Hüseyin* de radıyallahü anhümâ havuzda yüzerlerdi. 


Hazret-i Ömer zamânında, *Îrânı* fetheden İslâm Ordusu, *Dicle* nehrini yüzerek geçdiler. Hattâ yüzme bilmeyen bir asker suda boğuldu. 

● ● ● 

Allahın kullarına, bütün dünyâya, dînini öğretmek için, Allahü teâlâ bizi *Vâsıta* kılmış. Hepimizi yâni. Kimimiz *Paket* yapıyoruz, kimimiz yazıyoruz. 


Kimimiz matbâya götürüyoruz, kimimiz de postâneye götürüyoruz. Yâni hepimiz *Hizmet* ediyoruz. Ne büyük *Ni’met*. Eshâb-ı kirâmın vazîfesidir bu. 


Eshâb-ı kirâm niçin çok *Yüksek* dir ? Niçin çok *Şerefli* dir? Çünkü hep İslâm yolunda, islâmı yaymak için çalışdılar, uğraşdılar, hattâ *Can* larını fedâ etdiler.


Tâ Mekke’den, Medîne’den kalkdılar, İstanbul’a kadar geldiler. Niçin? *Allahın Dînini* O’nun kullarına *Yaymak* için. Biz de öyle yapıyoruz elhamdülillah. 


Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraşıyoruz kardeşim. Allah da bize *Yardım* ediyor. Meselâ hizmet için *Para* lâzım. Bu para nereden geliyor? 


*Allahü teâlâ* gönderiyor. O bize göndermezse, biz bu hizmetleri yapamayız ki. Yâni biz hizmet ediyoruz diye, *Mağrûr* olmıyalım, gururlanmıyalım. Neden? 


Çünkü bu şerefli hizmeti bize, Allahü teâlâ *Nasîb* ediyor. Bu, Rabbimizin büyük *İhsânı* bize. Hem *Nasîb* ediyor, hem de *Yardım* ediyor, para gönderiyor. 


Allah yardım etmese yapamayız ki. Elhamdülillah, ne büyük *Ni’met* dir bu. Bütün dünyâ, bizim kitapları *Yaymak* için çalışıyorlar. 


*Allahü teâlâ* bunu yapıyor, bize yapdırıyor elhamdülillah. *Bid’at ehli* hakkında, 10-15 tâne hadîs-i şerîf var. Bir tânesi şöyle: 


*Bid’at ehlinin yüzüne gülmek, onlarla sohbet etmek, en büyük günâhdır*. Bu hadîs-i şerîf yazılı bizim kitapda. Ben, bir ilâve yapdım buna. 


Çok güzel oldu. Şimdi bu *İlâve* yi gönderiyoruz. Bütün Asya halkı okuyor bunları. Tabii *Fârisî* olduğu için, Afrika’ya bunları gönderemiyoruz. 


Afrika’dan bir *Mektep* resmi gelmiş. Bakdım da, ne kadar fakîr çocuklar, hocaları da öyle. Görseniz, mektep *Ahır* gibi. Biz, o yerleri ahır bile yapmayız. Orada yatıyorlar, kalkıyorlar, okuyorlar.

Zülkarneyn Aleyhisselam

Peygamber veyâ velî. Kur’ân-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikr edilmiştir. Asıl ismi İskender’dir. Doğuya ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn diye anılmıştır. Nûh aleyhisselamın oğlu Yâfes’in soyundandır. Peygamber olup olmadığı açıkça bildirilmedi. Yemen’de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo’nun talebesi olan Makedonyalı İskender’den daha önce yaşadı.


Sâlih bir zât olan Zülkarneyn aleyhisselamı Allahü teâlâ yeryüzündeki insanlara emir ve yasaklarını tebliğ ile vazîfelendirdi. Zülkarneyn aleyhisselam Allahü teâlâya niyazda bulunup; kendisine kuvvet vermesini, insanlar arasında hangi ilim ve adâletle hükmetmesi gerektiğinin bildirilmesini istedi.


Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Sana verdiğim vazîfeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Herşeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, tâ uzaktakileri işitirsin. Basîretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfûz edersin. Her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin herşeyi ihsân ederim. Sana heybet veririm hiç kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiçbir şey sana zarar vermez. Seni kuvvetlendiririm. Hiçbir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm hiçbir şeyden korkmazsın. Aydınlık ve karanlığı emrine verir, onları senin askerin yaparım. Aydınlık senin önünde yol gösterir, karanlık arkandan seni muhâfaza eder.”


Allahü teâlâ hazret-i Zülkarneyn’in emrine bulutları ve başka vâsıtaları verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerine tasarruf hâkimiyeti verdi. Ayrıca beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca, ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece düşmana kısa zamanda gâlip gelirdi. Her sefere çıkışında önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi. Devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymağı azmetti.


Teyzesinin oğlu Hızır aleyhisselamı kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti. Allahü teâlânın emriyle müminlerden meydana gelen ordusu ile ilk önce batıya yürüdü. Vardığı yerlerde kâfirleri hak dîne dâvet etti. İnsanlara iyilik ve ihsânlarda bulundu. İnanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn (yerleşilmiş) yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş denizler başlamıştı. Oraya vardığı sırada orada bir kavim buldu. Bu kavim kâfir olup vahşî hayvan derisinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Zülkarneyn aleyhisselam bu kavmi, güzel muâmelede bulunarak hak dîne dâvet etti. Kavimden bir kısmı îmânla şereflendi bir kısmı ise îmân etmekten yüz çevirdi. Zülkarneyn aleyhisselam inanmayanların üzerine yürüdü ve onları karanlıkta bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Sonunda pişman olup tövbe ettiler ve Allahü teâlânın varlığına, birliğine inandılar.


Zülkarneyn aleyhisselam müminlerden kurduğu ordusu ile uğradığı her yerdeki bütün insanları hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırdı. Îmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. İbrahim aleyhisselamla görüşüp hayır duasını aldı. Nasîhatlerine kavuştu. Daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Zülkarneyn aleyhisselam orada, yer altındaki mahzenlerde yaşayan kavmi hak dîne dâvet etti. Daha sonra kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. O kavmi de hak dîne dâvet etti. Kavmin pâdişâhı Zülkarneyn aleyhisselamı iyilikle karşıladı ve hediyeler takdim etti. Bütün kavmiyle birlikte hak dîni kabul etti. Zülkarneyn aleyhisselamın iltifatlarına kavuştu. Ye’cüc ve Me’cüc adlı kavimlerin zararından şikâyette bulundu. Zülkarneyn aleyhisselam o kavimle birlikte Ye’cüc ve Me’cüc’ün zararından korunmak için sed yaptılar.


Zülkarneyn aleyhisselam bir seferi esnâsında hiçbir dünyâ malı ve serveti olmayan, rızıklarını sebzeden temin eden bir kavme rastladı. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, her gün mezarını temizler ve ibâdetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn aleyhisselam o kavmin hükümdarıyla da görüştü. Hükümdar kendilerinin dünyâya önem vermediklerini, âhireti hatırlamak için de ibâdetlerini mezarlarda yaptıklarını anlattı.


Zülkarneyn aleyhisselam Allahü teâlânın yardımıyla, doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri feth edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazîfesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi. Kendisi Medîne ile Şam arasında Dûmet’-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldu.


Vefât etmeden önce yakınlarına “Ben vefat edince usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yalnız kollarım dışarda sarkık kalsın. Hazînelerimi de katırlara yükleyin” diye vâsiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Az bir zaman sonra da vefat etti. Mekke’ye veya Mekke civârındaki Tehâme Dağlarında bir yere defn edildi.


İskender-i Zülkarneyn böyle vâsiyyet etmekle “Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazînelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ nîmetleri kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı dünyâda kalıyor. Sizler âhirette de faydalı olacak işler yapın.” demek istedi.


Zülkarneyn aleyhisselam beyaz-kırmızı benizli, orta boylu idi. Güzel ahlâk sâhibi, Hakka teslimiyeti tam, halkına karşı mütevâzi, alçak gönüllü ve adâlet sâhibi idi. Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirde çok gayretli idi. Dünyâ malına rağbet etmez, elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun için zenbil örer kendine, çoluk çocuğuna bu paradan harcar, artanını fakirlere sadaka verirdi. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin zararlarına mâni olmak için sed yapmıştı.


Seddi rivâyetlere göre Asya’nın doğusundaki mümin Türklerin ricâsı üzerine inşâ etmişti. İki dağ arasına taş ve demirden yapılmış olan bu sed bugünkü Çin Seddinden başkadır.


Kur’ân-ı kerîmin Kehf sûresi 83-98. ayet-i kerimelerinde Zülkarneyn aleyhisselamla ilgili haberler verilmektedir. Peygamber efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki:

İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin ikisi kâfir idi. Mümin olan ikisi Zülkarneyn ile Süleyman (aleyhisselam) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî mâlik olacaktır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri, bir gün, *Ben zâyi oldum* buyurdu. Bu cümleyi kullandılar kardeşim. Ben zâyi oldum. Efendi hazretlerinin bu *Sözü*, gayretullaha dokundu. 


Yâni Allahü teâlâ; *Ey kulum, ben seni hiç zâyi eder miyim* buyurdu. Ve işte bütün bu âbiler, bütün bu hizmetler meydana geldi. 


Bütün dünyaya, *Milyon* larca kitâbın dağılması, hep Efendi hazretlerinin; *Ben zâyi oldum* hicrânı ile neş’et etdi kardeşim. 


Bütün bu hizmetler, hep Onun *Bereketi*, hep Onun *Himmeti*. Velhâsıl Allahü teâlâ, Onu zâyi etmedi. 

● ● ● 

Kadınların örtünmesi *Farz* dır. Namazda da, namâzın hâricinde de. Bu vücûd bize emânet. Allahü teâlânın emirleri *Vücûd* ile yapılıyor. 


Bunun için, vücûdumuzu bu niyetle beslemek de *İbâdet* olur. Niyet *İyi* olunca, mü’minin her hareketi *İbâdet* dir. Ne güzel. 


Her hareketimize *Sevap* var. Yeter ki niyetimiz *Hâlis* olsun. 


Niyetin hâlis olması demek, o işin sırf *Allah için* yapılması demekdir. Allah yolunda, hâlis niyetle yapılan *Hizmet* ler zâyi olmaz kardeşim. 


Allahü teâlâ *Zâyi* etmez. Rabbimize nasıl *Şükr* edeceğimizi bilemiyorum. Çok râhatız, çok bahtiyârız. *Ni’met* ler içinde yüzüyoruz. 


Nereden geliyor bu *Ni’met* ler? Hep Efendi hazretlerinden. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden geliyor. 

● ● ● 

*Kur’ân-ı kerîm*, yirmiüç senede, âyet âyet, parça parça, yavaş yavaş geldi. Kur’ân-ı kerîmi toplıyan, hazret-i *Ebû Bekr* ile hazret-i *Ömer* dir radıyallahü anhümâ. 


Bu toplanmış hâldeki Kur’ân-ı kerîmi çoğaltan ve her tarafa yayan ise, hazret-i *Osmân* dır radıyallahü anh. 


Onun için hazret-i Osmâna, *Câmi-i Kur’ân* yâni Kur’ân-ı kerîmi *Toplıyan* denir. Kur’ân-ı kerîmi toplıyandan maksad;


Onu, birçok *Nüsha* olarak, tekrardan aynen yazdırıp, çoğaltıp, bunları çeşitli memleketlere gönderen demekdir ki, hazret-i *Osmân* bunu yapdı işte. Ne büyük *Hizmet*.

GAVS

 Seyyîd-i Büzürk Tâhâ-i Hakkârî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretlerinin büyük halîfelerinden;

 ilim, amel, hârikalar ve tasarruflar sahibi,

Gavs-i Hizânî diye bilinen,

Seyyîd Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleridir.

Tasarrufu çok kuvvetli olup, çocuklarda, hatta hayvanlarda bile eseri görülürdü. Bir baktığı kimse  kendini gayb ederdi. Sohbetinde bulunanların ve teveccühüne mazhar olanların hepsinin kalbinde muhabbet ateşi yanardı.

Şeriate son derece bağlı olup, sünnet-i seniyyeden hiç ayrılmazdı.

”Evliyâ menkıbeleri muhabbeti arttırır. Eshâb-ı kirâmın hallerini okumak, dinlemek îmânı kuvvetlendirir ve günahları mahv eder”

buyururdu.

(Son Halkalar I, sf 242-243)

...

Yolculukta namaz nasıl kılınır

Sual: Seferi ile misafir aynı manaya mı gelir? Yolculukta namaz nasıl kılınır?

CEVAP

Seferi veya Misafir olmak demek, yolcu olmak demektir. 3 günlük yere gitmek niyeti ile yola çıkan kimse, konakladığı bir yerden üç günlük yola gitmeye niyet ederek, ayrılırsa, gideceği yolun iki tarafındaki evlerin hizasından ayrılınca misafir olur. Büyük şehirlerde kenar evler kalmamıştır. Bu bakımdan şehre yakın mezarlık, fabrika, okul ve kışla geçilince seferilik başlar.


Niyet etmez ise, bütün dünyayı dolaşsa bile, misafir olmaz. Düşmanı arayan askerlerin hâli böyledir. Fakat, geri dönüşte misafir olur. İki günlük uzaklıkta olan bir yere gitmeye niyet eden kimse, yolda iken veya o yere varınca, iki günlük yere daha gitmeye niyet etse, o dört günlük yere giderken misafir olmaz.


Hanefi mezhebinde seferde, 4 rekat olan farz namazları 2 rekat kılmak vaciptir. 4 rekat kılmak mekruhtur, günah olur. Hadis-i şerifte, (Seferde namazı tamam kılan hazarda eksik kılan gibidir) buyuruldu. Üç rekatları aynen kılar. Müekked sünnetler, gayrı müekked sünnet haline gelir.


Maliki’de, meşru seferde 4 rekat farzları 2 kılmak sünnet, Şafii’de, meşru seferde, 2 veya 4 kılmak da caizdir. İki kılmak evladır. Hanbeli’de ise seferde 2 veya 4 kılmak Şafii’deki gibidir. 


Hanefi’deki Müslümanların günah işlememeleri için 4 rekatlık namazlarını seferde 2 rekat olarak kılmaları gerekir. Bunun için sefere ait hükümleri de bilmek gerekir. Bu bilgiler Hanefi’ye göre aşağıya çıkarılmıştır:


İnsanın mukim olduğu, yerleştiği yere Vatan denir. 


3 çeşit vatan vardır: 

a- Vatan-ı asli: İnsanın doğup büyüdüğü, daha sonra evlendiği yerdir. Bundan sonra da hep kalmak niyetiyle yerleştiği yerdir. Burayı da değiştirip temelli kalmak üzere başka yere göçebilir. O zaman göçtüğü yer vatan-ı asli olur.


b- Vatan-ı ikamet: 15 gün veya daha çok kalıp, sonra çıkmaya niyet edilen yerdir.


c- Vatan-ı sükna: İnsanın uğradığı yer olup, 15 günden az kalmak için niyet edilen, yahut bugün yarın çıkarım diyerek uzun müddet oturulan yerdir.


Vatanın değişmesi:

Vatanın değişmesi aşağıda belirtilen örneklerdeki gibi olur:

Bir kimse, evlenip veya temelli kalmak üzere bir yere yerleşmedikçe, doğup büyüdüğü yer vatan-ı asli olmaktan çıkmaz. Evlenirse, eski vatan-ı aslisi bozulur. Evlendiği yer vatan-ı asli olur. Başka bir yerde temelli kalmak üzere yerleşirse, bu sefer evlendiği yer vatan-ı asli olmaktan çıkar. Temelli yerleştiği yerden ayrılıp başka bir yere temelli yerleşirse, önceki yerleştiği yer vatan-ı asli olmaktan çıkar. Yani bir kimse, Haymana’da doğsa, vatan-ı aslisi Haymana olur. Bu kişi, Samsun’da evlense, Haymana vatan-ı asli olmaktan çıkar ve vatan-ı aslisi Samsun olur. Daha sonra Fatih’te temelli yerleşmeye karar verirse, o zaman vatan-ı aslisi Fatih olur. Samsun vatan-ı asli olmaktan çıkar. Vatan-ı aslide bir saat de kalınsa namazlar kısaltılmaz.


Bir kimse, evlenip bir yere yerleştikten sonra, hanımı o şehirde ikamet ettirse, iş icabı kendisi gidip başka bir şehre temelli yerleşse, iki vatan-ı aslisi olur.


Bir köyde, ikamet eden bir kadın, şehirdeki doğum evine giderek çocuğu olsa, çocuğun vatan-ı aslisi annesinin ikamet ettiği köydür. Çünkü orada büyüyecektir. Birkaç gün kaldığı yerde, yani vatan-ı süknada doğmuş sayılmaz. 


Bir kimse 60 km.lik mesafeye gitmek için bir otobüse binse, otobüste uyuyup 150-200 km.lik mesafeye gitse bile yine seferi olmaz. Çünkü buraya gelmeye niyet etmemiştir. Burada iken 60 km. ilerideki şehre bir iş için gitse, yine seferi olmaz. Dönerken ilk çıktığı yere gelmeye niyet ederse, dönüşte seferi olur. Bunun gibi, bir kişi, 60 km. olan Çatalca’ya gitmek üzere Fatih’ten çıksa, otobüste uyuduğu için Edirne’ye gelse, Edirne’ye kendi isteği ile gitmediği, niyetsiz gittiği için, Edirne’de namazlarını mukim olarak yani 4 rekat olarak kılar. Edirne’den tekrar Fatih’e gitmeye niyet ederek yola çıksa, Edirne’den çıkar çıkmaz, namazlarını kısaltır.


Sual: Seferi iken namazda nasıl niyet edilir? 

CEVAP

Rekat sayısını ve seferi olduğunu söylemeye gerek yok. Her zamanki gibi niyet edilir. Mesela (Niyet ettim öğle namazının farzını kılmaya) denir.


Sual: Yolculukta saat mi yoksa mesafe mi esas alınır?

CEVAP

Mesafe esas alınır. (104 km.dir)


Sual: Hanefi mezhebinde olup da, Maliki mezhebini taklit eden birinin seferilik konusunda, mesafe ve ikamet suresi olarak Maliki mezhebini mi esas alması gerekir? 

CEVAP

Mesafe olarak Hanefi, ikamet süresi olarak Maliki mezhebi esas alınır. Çünkü kendi mezhebimizden çıkmadığımız için, taklit ettiğimiz mezhebin farzlarına uyuyor, müfsidlerinden kaçıyoruz.


Sual: Yolculukta namazlar kaç rekat kılınır?

CEVAP

Dört rekatlı farzlar iki rekat olarak kılınır, üç rekatlılar kısaltılmaz, sünnetler vakit müsait değilse hiç kılınmaz, vakit varsa kılmak iyi olur. 


Sual: Vatan-ı ikamet nasıl bozulur?

CEVAP

Vatan-ı ikamet üç şeyle bozulur:

1- Başka bir vatan-ı ikamete gidince, sefer niyeti ile çıkmamış olsa ve aralarındaki uzaklık üç günlük yoldan az olsa bile, önceki vatan-ı ikamet bozulur.


2- Vatan-ı asliye gidince de bozulur. Bir kimse, vatan-ı aslisi olan Nevşehir’den Konya’ya bir ay kalmak niyetiyle gitse, sonra, Karamana gidip evlense ve oraya yerleşse, Karaman vatan-ı asli olur. Konya vatan-ı ikamet, Nevşehir de vatan-ı asli olmaktan çıkar.


3- Sefere niyet ederek çıkmaktır. Yani vatan-ı ikametten 3 günlük yola gitmeye niyet ederek ayrılınca, burası vatan-ı ikamet olmaktan çıkar. Daha az yola niyet ile gidip gelseydi, vatan-ı ikameti bozulmazdı. Vatan-ı ikametten niyetsiz çıkıp, başka yerde 3 günlük yola gitmek için niyet ederse, 3 günlük yola gitmeden önce, vatan-ı ikamete girerse, seferi olması bozulur. Mukim olur. Niyet ettikten başlayarak 3 günlük yol gittikten sonra, buraya girse de artık burada mukim olmaz.


Sual: Evli bir kimse, iki sene sonra ben falanca şehre temelli yerleşeceğim demekle orasını vatan-ı asli edinmiş olur mu?

CEVAP

Hayır olmaz. Bir şehre yerleşilir, temelli kalmaya niyet edilirse o zaman vatan-ı asli edinilmiş olur. Bu arada herhangi bir görevle birkaç aylığına veya birkaç seneliğine başka şehre gidilse de yine orası yani temelli yerleşmeye niyet ettiği şehir vatan-ı asli olur. Bir yerin vatan-ı asli olması için, önce orayı vatan edinip orada ikamet etmek gerekir. Bunun bozulması için de, yeni bir şehre temelli kalmak üzere yerleşmek gerekir.


Sual: Yolculuk rahat olsa da, seferi olan, dört rekat olan farzları iki rekat mı kılması gerekir?

CEVAP

Yolculuk genelde sıkıntılı olduğu için, dinimiz dört rekat olan farzların iki rekat kılınmasını bildirmiştir. Hiçbir sıkıntı olmasa da, iki rekat kılınır. Şimdi yolculuklar rahattır, seferiliğe ihtiyaç yoktur denmez. Tersine, mukim iken, hiç rahat olmasak, çok zor şartlarda bile, dört rekatlık farzları iki rekat olarak kılamayız.


Seferde insan garip olur, yardımcı bulması zor olur. Yollarda, eşkıyaya rastlaması da, mümkündür. Onun için tek başına yolculuk yapmak mekruhtur. Kadınların ise, yanlarında mahrem erkekleri bulunmadan, sefere çıkması caiz değildir. Yol çok emin olsa da, hiç eşkıya tehlikesi bulunmasa da, uçakla kısa zamanda, gitme imkanı olsa da, yine kadınların, mahremsiz, 104 kilometreden uzağa gitmeleri caiz değildir. Şimdi yolculuklar emindir, bir kadın istediği yere gidebilir demek yanlış olur. Dini hükümler zamanla değişmez. Ancak âdete ait olanlar zamanla değişebilir.


Sual: Seferde, yolculukta güçlük olunca, dört rekatlı farzlar iki mi kılınır?

CEVAP

Güçlük olmasa da, çok rahat olsa da, babasının evinden daha uygun olsa da, yine seferde dört rekatlı farzlar iki rekat olarak kılınır. Tersine, kendi evinde çok güçlük olsa da, namazlar kısaltılamaz.


Sual: Ankara’da doğdum, Eskişehir’de nikahım kıyıldı. Bursa’da düğünüm oldu. İstanbul’da ikamet ediyorum. Ancak ileride Bursa’ya gitmeyi düşünüyorum. Benim vatan-i aslim neresidir?

CEVAP

Bir kimsenin vatan-i aslisi doğduğu yerdir. Evlenince, doğduğu yer vatan-i asli olmaktan çıkar. Evlenmekten kasıt da nikah veya düğün olunan yer değil, zifaf olunan yerdir. Zifaf nerede olmuşsa, orası vatan-i asli olur. Eğer İstanbul’a temelli yerleşseydiniz, evlendiğiniz yer de vatan-i asli olmaktan çıkardı. Ancak İstanbul’da temelli kalmayı düşünmediğinize göre vatan-i asliniz evlendiğiniz yani zifaf olan yerdir. 


Sual: Yolda, dağ başında doğmuş, bekâr, âkil baliğ ve hiç bir yere yerleşmemiş kimsenin vatan-ı aslisi olur mu?

CEVAP

Vatan-i aslisiz Müslüman olmaz. Doğduğu yere en yakın olan yerleşim merkezi, vatan-i aslisidir. 


Sual: Vatan-ı ikametim Fatih’tir. Buradan Yenibosna’ya gidip iki gün kalsam, sonra Ankara’ya gitmek niyetiyle, Yenibosna’dan çıkıp yine Fatih’e uğrasam, Fatih’te seferi olur muyum?

CEVAP

Yenibosna’dan Ankara’ya gitmek üzere yola çıkınca seferilik başlar. Ancak Fatih’e uğrayınca seferilik bozulur, mukim olur. Fatih’ten çıkınca, tekrar seferilik başlar. Çünkü Fatih’ten ilk defa çıkarken, seferilik mesafesindeki yola gitmeye niyet etmemişti. Fatih’in vatan-ı ikamet olmasının bozulması için, Fatih’ten çıkarken 104 km yola gitmek üzere çıkması gerekirdi. Eğer Fatih’e uğramazsa, mukim olmaz.


Vatan-ı asli

Sual : Hanımı vefat ettikten sonra başka bir hanımla evlenenin, vatan-ı aslisi değişir mi? Yani ilk evlendiği yer vatan-ı aslilikten çıkıp, son evlendiği yer mi vatan-ı aslisi olur?

CEVAP

Evet; ama eğer şimdiki yerde temelli kalmaya niyet etmişse, evlilik temelli kalınan yeri vatan-i aslilikten çıkarmaz. 


Yazlık ev vatan olur mu?

Sual: Yazlığa benzeyen bir yerde evlenip, 6 ay yazlıkta, 6 ay da şehirde oturanın vatan-ı aslisi neresi olur?

CEVAP

Vatan-ı aslisi, yazlık değil şehir olur.

SÜLÛK nedir? ne demektir?

 SÜLÛK nedir? ne demektir?

Tasavvuf yoluna girmek.

Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak sülûk, kalbin zikretmesi ve murâkabe (nefsi kontrol) ve râbıta (bir büyüğe kalben bağlanma) ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslâmiyet'ten dışarı çıkamaz. İslâmiyet'e uymakta sarsıntı olursa, bütün vilâyet (evliyâlık) dereceleri yıkılır. (İmâm-ı Rabbânî)


Takvâ sâhiblerinin ihlâs ile yaptığı farzlar, kurb yâni Allahü teâlâya yakınlık hâsıl eder. Hâsıl olan bu kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette daha çoktur. Takvâ ve ihlâs elde etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdikleri vazîfeleri yapmak lâzımdır. Farzların kurb hâsıl etmesi için nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Sülûk vâsıtasıyla, insanda fenâ hâsıl olur, yâni Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra bekâ denilen hâl hâsıl olarak, Allahü teâlânın sevgisi kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi, Allah için yapar. Böyle insana velî denir. (İmâm-ı Rabbânî)


Cezbe yolunda, Allahü teâlâ çektiği ve tâlibe çok ihsânda bulunduğu için, vesîleye, vâsıtaya lüzum yoktur. Sülûk yolunda ise, tâlib ilerlemeye çalıştığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta lâzım değil ise de, cezbenin tamam olması için sülûk lâzımdır. Sülûk; tövbe ve zühd (mubahların çoğunu terk etme, dünyâya rağbet etmeme) ve başka belli şeyleri yapmaya çalışmaktır. Yâni şerîate (İslâmiyet'e) uymaktır. Sülûksüz olan cezbe, tamam olmaz, noksan kalır. (İmâm-ı Rabbânî)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir medreseden gelen mektupda diyor ki: Ben bu medresenin müdürüyüm. Ama lâyık olduğumdan değil. Bu medreseyi *Babam* kurmuş, babamdan sonra müdürlük *Bana* kaldı, diyor. 


Babamın medresesine *Abdülhamîd Hân* kitap gönderirdi. Benim medreseme de Onun çocukları olan *Sizler* gönderiyorsunuz, diyor. Bu genç, yüzde yüz *Ehl-i sünnet*. 


Oralara çok *Kitap* gönderiyoruz kardeşim. *Vehhâbî* ler de ingiliz parasıyla kitap gönderiyorlar. Ama bizim kitapları okuyunca, onların kitaplarını *Yırtıyor* lar veyâ *Yakıyor* lar. 


Vehhâbîler, *Delâil-i Hayrât* kitâbını yakıyor, onlar da vehhâbîlerin gönderdiği *Kitap* ları yakıyorlar. Bizim kitaplar, oralarda *Türkiye* yi temsîl ediyor kardeşim. 

● ● ● 

Namaz demek, *Huzûr-i ilâhî* demektir. Allahü teâlâ, namaz kılana; *İste kulum!* diyor. *İste vereyim!* buyuruyor. *Sâat-i icâbe* dir bu. 


Yâni duâların kabûl olunacağı zamandır. Hele *Cum’a* günü, öyle bir zaman vardır ki, *O zamanda yapılan duâ reddolmaz!* diyor Peygamber Efendimiz. 


Ulemâ da; *Bu zaman, ekseriyâ ikindi namâzı vaktidir*, diyorlar. *Nikâh* cemiyeti de öyle çok kıymetlidir. O cemiyetde yapılan duâlar da red olmaz, kabûl olur. 


Elhamdülillah ki, Allahü teâlâ bize *Ehl-i sünnet* âlimlerinin kitaplarını okumayı nasîb ediyor. Bu kitapları okumıyan, *Câhil* kalır. 


İstediği kadar *Arabî* ve *Fârisî* bilsin, din bilgilerinden *Diploma* sı olsun. Bu ehl-i sünnet kitaplarını okumıyanın, islâmiyetden haberi olmaz. 


Allahü teâlâ bize *İhsân* etdi, elhamdülillah. Bu okuduklarımızın, yazdıklarımızın, işitdiklerimizin hepsi, Efendi hazretlerinin bize *Hediye* sidir, *Sadaka* sıdır. 


Onu görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı kardeşim. Bizim *Kitap* ları okuyanlar, kazanıyor. Öyleyse *Hepimiz* kazanıyoruz. 


Ben her gün, bir parça okuyorum. Siz de okuyun kardeşim. Hem bilmediklerinizi *Öğrenir*, hem de ismi geçen büyüklerden *Feyz* alırsınız. 


Bir kalpde, iki şeyden biri muhakkak bulunur. Ya, îmân edilecek şeylere inanır, *Teslîm* olur. Veyâhut inanmaz, onları *İnkâr* eder. 


Îmân etmenin, teslîm olmanın alâmeti, onlardan *Râzı* olması ve *Beğenmesi* dir. İnkâr etmenin alâmeti ise onlardan *Râzı* olmaması ve onları *Beğenmeme* sidir. 


Öyleyse Allahü teâlânın *Emr* etdiği şeyleri beğenip yapacağız. *Yasak* etdiği şeyleri ise beğenmeyip, onlardan kaçınacağız. İşte, *Îmân* ın alâmeti budur kardeşim.

Resûlullah ile müsâfeha!

Âdem-i Bennûrî, Hindistan’ın büyük velîlerinden olup, seyyiddir. Aslen Reveh beldesindendir. Büyük annesi Afganistanlıdır. Bir vesîle ile Serhend’in kasabası olan Bennûr’a gelip yerleşmişlerdi. Doğum târihi bilinmemektedir... KABR-İ NEBEVÎYİ ZİYÂRET...

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek huzur ve sohbetlerinde yetişen Âdem-i Bennûrî, çok faydalara, yüksek hâllere, yüce makâm ve mertebelere kavuştu. İcâzet almakla şereflendikten sonra Bennûr’a gitti. 

Vefat edeceği sene, Peygamber efendimizin ve Beytullah’ın aşkıyla yanmakta idi. Harameyn-i şerîfeyne, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye doğru yola çıktı.

Hacdan sonra Medîne-i münevvereye gidince, Kabr-i Nebevî’yi ziyâretinde, Peygamber efendimiz onun selâmını aldı ve pek az kimseye nasîb olan müsâfeha etmek şerefine kavuştu. Ziyâretten sonra, memleketine dönmek üzere ayrılmak istediği zaman, Resûlullah efendimizden saâdet müjdesi aldı. Kendisine hitâben; “Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!” buyurdu. Bunun üzerine orada kaldı ve 1644 (H.1054) senesinde; Medîne-i münevverede, çok sevdiği, hiç unutmayıp her an zikrettiği Rabbine, yüksek ceddi olan Resûlullah efendimize ve diğer sevdiklerine kavuştu...

Bu mübarek zat, vefatından evvel yanındaki talebelerine nasihat olarak buyurdu ki:

“Allahü teâlânın evliyâsı, yemek, içmek ve uyku ile, başkasının hakkında konuşmakla, birisine vurmakla bu makâma kavuşmadı. Ancak mücahede ve riyâzet çekmekle kavuştu.”

“İlimden yalnız konuşma ile yetinen ve hakîkati ile sıfatlanmayan helâk olur. İbâdet yaparken, fıkhın gereğini yerine getirmeyen ibâdet yapmış sayılmaz. Fıkıh bilgisi öğrenirken verâ sâhibi olmayan aldanır. Kendisine lazım olan işleri yapansa kurtulur.”


HÂRİKALAR DA GÖSTERSE!..

“Elinden hârikalar zuhûr eden birini görürseniz, hemen o hâline aldanmayın. Hak teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmasını görünceye kadar dikkatli olun.”

“İyi ahlâk; herkese sevdiği şeye göre muâmele etmektir. Konuşurken, otururken hiç kimseye yabancılık çektirmemektir. Mârifet ehli ile otururken, huzûr içinde bulunmaktır. Gâye bu zâtlardan istifâde ise, bundan başka yolu yoktur.”

“Kalbin mânevî hastalıklardan muhâfazası için şunlara dikkat etmek lazımdır: 1. Ahlâkı güzel olanlarla oturmak, 2. Kur’ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3. Fazla yemek yememek, 4. Gece namazlarına devâm etmek, 5. Seher vaktinde Allahü teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek (Allahü teâlâdan af ve mağfiretini istemek).”

NUMÛNE

Hazret-i Şeyh Seyyîd Fehîm-i Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri için Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretlerinin ifadesidir;

“Eshâb-ı kirâmın yeryüzünde numûnesi, gölgesini gören evliyâ olduğunu anlardı.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cenâb-ı Hak bizleri, sevdiği ve beğendiği kullarının yanından ayırmasın kardeşim. Hadîs-i şerîf var, iki kelimecik; *El mer’ü meâ men ehabbe*. 


Yâni Peygamber Efendimiz; *Bir kimse dünyâda kimi severse, âhiretde onun yanında olacak!* buyuruyor. Ne güzel, hadîs-i şerîf bu. *Müjde* bu efendim, müjde.


*Hubbu fillah* ve *Buğdu fillah* çok mühim kardeşim. Eğer bu ikisi yoksa, *Îmân* bile kabûl olmuyor. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma ne buyurdu?


Yerdeki ve gökteki mahlûklarımın ibâdetlerini yapsan, sevdiklerimi sevmedikçe ve düşmanlarıma düşman olmadıkça, hiçbirini kabûl etmem. 


İşte *Hubbu fillah* ve *Buğzu fillah* bu kadar mühim kardeşim 


Her gün, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* duâsını okumalı. 


Neden? Çünkü bunu okuyan kimseye *Sihir* te’sîr etmez. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Yola çıkarken, Bismillâhillezî duâsını okuyun!* buyuruyor.


Yola çıkarken bunu okuyacağız. Şurada birkaç günlük *Ömür* kalmış. Fırsatı kaçırmamak lâzım. Dünyâ muhabbetini *Kalp* den çıkarmak lâzım. 


Dünyâ sevgisi kalpden çıkdımıydı, yerine Allah sevgisi gelir, yerleşir. Hem *Dünyâyı sev*, hem de, *Ben Allahı seviyorum* de, olmaz öyle şey. 


Kalpden dünyâ muhabbeti çıkmadan Allah sevgisi girmez. Önce *Dünyâ sevgisi* çıkacak. Kalp boşalacak. İşte o zaman *Allah Sevgisi* gelip kalbe girer. 


Nasıl ki, bir şişenin içinde *Hava* varsa, *Su* girmez. *Su* varsa, *Hava* girmez, onun gibi. Yâni (Su) ile (Hava), bir şişede aynı zamanda bulunamaz, imkân yok. 


İşte insanın kalbi de öyle. *Dünyâ Sevgisi* ile *Allah Sevgisi* aynı anda, bir arada olmaz. 


Bir daha bu cemiyeti bulamazsınız kardeşim. Ben yukarı çıkıyorum. *Enver âbi* size birkaç şey söylesin, Onu dinleyin. 


Rabbimize çok şükür kardeşim. Bizi burada, huzûr-i ilâhî de topladı. Ne büyük ni’metdir huzûr-i ilâhîye kavuşmak. İşte *Namaz* demek, *Huzûr-i ilâhî* demekdir.