Cümle halk ehl-i sefer, dünya misafirhanedir.
Bir mukim adem bulunmaz, ne acayip kaşanedir.
Bir kefendir akibet sermayesi, şah u geda.
Pes, buna mağrur olan mecnun değildir de ya nedir ?
- Şâh u geda: Zengin ve fakir.
Cümle halk ehl-i sefer, dünya misafirhanedir.
Bir mukim adem bulunmaz, ne acayip kaşanedir.
Bir kefendir akibet sermayesi, şah u geda.
Pes, buna mağrur olan mecnun değildir de ya nedir ?
- Şâh u geda: Zengin ve fakir.
Allahü teâlâ, kendinin “Mahmûd” isminden Muhammed kelimesini çıkararak Habîbine isim koymuştur.
Allahü teâlâ, kendi isimlerinden “Raûf” ve “Rahîm” ismlerini Habîbine de vermiştir.
Allahü teâlâ, başka Peygamberleri belli bir zamanda, belli bir memlekette Peygamber yaptı. Muhammed aleyhisselâmı ise, kıyâmete kadar, yer yüzündeki bütün insanlara ve cinne Peygamber olarak göndermiştir. Onun “Resûlüs-sekaleyn” olduğu ittifâklıdır. Bütün Meleklerin, hayvanların, nebâtların ve cansızların da, kısaca bütün mahlûkların da Peygamberi olduğunu bildiren âlimler vardır.
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın râzı olmasını istemiştir. Allahü teâlâ, O râzı oluncaya kadar istediğini vereceğini beyân etmiştir. Bu husûs, Duhâ sûresinde bildirilmiştir.
“Sana, râzı oluncaya kadar, [sen, yeter deyinceye kadar] her dilediğini vereceğim” meâlindeki Duhâ sûresinin 5. âyet-i kerimesi, Allahü teâlânın, Peygamberine bütün ilimleri, bütün üstünlükleri, ahkâm-ı İslâmiyyeyi, düşmanlarına karşı yardım ve galebe, ümmetine fetihler ve zaferler, kıyâmette her türlü şefâat ve tecellîler ihsân edeceğini vaat etmektedir.
Bu âyet-i kerime nâzil olduğu [geldiği] zaman, Cebrâîl aleyhisselâma bakarak, “Ümmetimden birinin Cehennemde kalmasına râzı olmam” buyurdu.
İnsanlar ve melekler içinde, en çok ilim Ona verildi. Ümmî olduğu hâlde, yâni kimseden birşey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ Ona herşeyi bildirmiştir. Âdem aleyhisselâma herşeyin ismi bildirildiği gibi, Ona da herşeyin ismi ve ilmi bildirilmiştir.
Ümmetinin isimleri ve aralarında olacak şeylerin hepsi kendisine bildirildi.
Aklı, bütün insanların aklından daha çoktur.
İnsanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi Ona ihsân olundu. Büyük şâir Ömer bin Fârıda, “Resûlullahı niçin medhetmedin?” dediklerinde, “Onu medhetmeye gücüm yetmiyeceğini anladım; Onu medhedecek kelime bulamadım” demiştir.
Üstünlüklerinin en üstünü, “Habîbullah” olmasıdır. Allahü teâlâ, Onu kendisine sevgili, dost yapmıştır. Onu herkesten, her melekten daha çok sevmiştir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde, “İbrâhîmi kendime Halîl (dost) yaptım; seni ise kendime Habîb (sevgili) yaptım” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, Kurân-ı kerîmde, her Peygamberi ismi ile bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise, “ey Resûlüm, ey Peygamberim”diyerek Onu yücelten vasıflar ile bildirmiştir.
Muhammed aleyhisselâm mâsum idi. Bilerek ve bilmiyerek büyük ve küçük, kırk yaşından (yani Peygamber olmasından) evvel ve sonra, hiçbir günâh işlememiştir. Çirkin hiçbir hareketi görülmemiştir.
Onu sevmek herkese farzdır. Peygamberimiz, “Allahü teâlâyı seven, beni sever” buyurdu. Onu sevmenin alâmeti, dînine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymaktır. Kurân-ı kerîmde meâlen, “Bana uyarsanız, Allahü teâlâ sizi sever” demesi emrolundu.
Onun Ehl-i Beytini sevmek vâcibdir. “Ehl-i beytime düşmânlık eden münâfıktır” buyurmuştur. Ehl-i Beyt, zekât alması harâm olan akrabâsıdır. Bunlar, zevceleri ve dedesi Hâşimin soyundan olan müminlerdir ki, Hz. Alînin, Akîl(Ukayl)in, Câfer-i Tayyârın ve Abbâsın soyundan olanlardır.
Eshâbının hepsini sevmek vâcibdir. Sevgili Peygamberimiz, “Benden sonra, eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onları sevmek, beni sevmektir. Onlara düşman olmak, bana düşman olmaktır. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ, kendisini incitene azâb eder” buyurdu.
Orta boylu olduğu hâlde, uzun kimselerin yanında iken de, yine onlardan yüksek görünürdü.
Güneş ve ay ışığında yürüyünce, gölgesi yere düşmezdi.
Bedenine ve elbisesine sinek, sivri sinek ve başka böcekler konmazdı.
Çamaşırlarını ne kadar çok giyse, hiç kirlenmezdi.
Her yürüdüğü zaman, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını önünden yürütür, arkamı meleklere bırakın derdi. [Tabîî ki onun emri olunca, "el-emru fevkal-edeb" kâidesince önünde yürümek câiz olurdu.]
Taş üstüne basınca, taşta ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken hiç iz bırakmazdı. [Muhtelif yerlerdeki nakş-ı kadem-i şerîflerini görmüşsünüzdür.] Açıkta abdest bozduğu zaman, yer yarılıp bevl ve benzerleri toprak içinde kalırdı. Oradan etrâfa güzel kokular yayılırdı. Bütün Peygamberler de böyle idi.
Büyük bir mucizesi de, mîraca götürülmesidir. “Burâk” denilen Cennet hayvanı ile Mekkeden Kudüse götürüldü. Oradan göklere ve Arşa götürüldü. Kendisine acâib şeyler gösterildi. Allahü teâlâyı baş gözü ile, bilinmeyen bir şekilde gördü. [Fakat bu görmesi, mâdde âleminin dışında yâni âhiret âleminde oldu.] Bir ânda tekrar evine getirildi. Mîraç mucizesi, başka hiçbir Peygambere verilmedi.
Gayet açık, kolay anlaşılır olarak konuşurdu. Arabî lisanının her lehçesiyle de konuşurdu. Çeşitli yerlerden gelip suâl soranlara, onların lüğati ile cevâp verirdi. İşitenler hayrân olurlardı. “Allahü teâlâ, beni çok güzel yetiştirdi” buyurdu.
Az kelime ile çok şey anlatırdı. Yüz binden ziyâde hadîs-i şerîfi, Onun “Cevâmiul-kelim” olduğunu göstermektedir.
Bazı âlimler dediler ki: Muhammed aleyhisselâm, İslâm dîninin dört temelini, dört hadîs-i şerîfle bildirmiştir. Bunlar:
a) “Ameller niyetlere göre değerlendirilir…”
b) “Helâl meydandadır, harâm meydandadır…”
c) “Davâcının şâhit göstermesi ve davâlının da yemîn etmesi lâzımdır.”
d) “Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de istemedikce, îmânı kâmil olmaz.”
Bu dört hadîs-i şerîften birincisi, “ibâdet” bilgilerinin; ikincisi, “muâmelât” bilgilerinin; üçüncüsü, “husûmât, yâni adâlet işlerinin ve siyâset” bilgilerinin; dördüncüsü de, “âdâb ve ahlâk” bilgilerinin temelidir.
Rütbeyi, saltanatı istememiş, Peygamberliği, fakîrliği dilemiştir. Bir sabâh, Cebrâîl aleyhisselâm ile konuşurken, “bu gece evimizde, yiyecek bir lokmamız yoktu”buyurdu. O anda, İsrâfîl aleyhisselâm gelip, “Allahü teâlâ, senin söylediğini işitti ve beni gönderdi. İstersen her elini sürdüğün taş, altun veya gümüş yahut ta zümrüt olsun. İstersen melek olarak peygamberlik yap” dedi. Resûlullah üç kere “Kul olarak Peygamberlik istiyorum” dedi.
Başka Peygamberler, kâfirlerin iftirâlarına kendileri cevap vermiştir. Muhammed aleyhisselâma yapılan iftirâlara ise, Allahü teâlâ cevap vererek, Onun müdâfaasını yapmıştır. [Kevser ve Tebbet Sûreleri bunun iki delîlidir.]
Rahmetli Hüseyin Hilmi Işık efendi anlatıyor;
Bundan on sene evvel (1957) Beylerbeyi'nde oturuyordum. Birkaç sene oturduk.
O arada Beylerbeyi sarayı'nın bekçilerinden birisi ile ahbab olduk. Yaşlı bir adamdı.
Bir gün dedi ki, Sultan Hamid Cennetmekan, Beylerbeyi sarayı'nda iken polisler nöbetle bekliyorlardı.
Polisin birinin o gece çocuğu dünyaya gelecekmiş. Tesadüf, o gece de nöbetçi.
Birkaç çoçuğu var. Ailesi kalabalık.
İttihatçılar zamanında her şey pahalı.
Polis yarına ne olacağını bilemiyor. Parası yok. Düşünüyor, taşınıyor. En son diyor ki, böyle sıkıntı, felaket içerisinde yaşamaktansa, yarın sabah nöbeti teslim ettikten sonra, rıhtımdan kendimi denize atıp öleyim.
Bu sıkıntılı hayattan kurtulayım diye karar veriyor.
Tam nöbeti teslim etmeye birkaç daika kala, yukarıdan pencere açılıyor.
Bakıyor polis, Sultan Hamid Cennetmekan sarkmış.
"Evlat, evlat, al şu torbayı" diye yukarıdan bir kese altın atıyor.
"Bunu al, sana hediyem olsun. Çoluk-çocuğuna sarf edersin. Sakın intihar etmeye kalkışma. İntihar çok büyük günahtır". diyor ve çekiliyor.
Polis ağlaya ağlaya bunu bana anlattı ve Sultan Hamid'in bir veli, Allahın bir evliyası olduğuna, "yemin ederim" diye ağlayarak söyledi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu
Misli, benzeri gibi dahi olmayan;büyük ve küçük gibi her bir şeyin kendisine şiddetle muhtaç olduğu,kendisine kavuşmak pek müşkil, pek çetin, pek güç olandır.
•Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu
Dilden eserin itmesün Allah cüdâ.
Her zerre-i hâk-i kadem-i hazretine,
Cânım da fedâ ten de fedâ ben de fedâ.
Sa'dî (İsazâde Seyyid Mehmed Sadeddin Efendi)
Hattat: Yesari zâde Mustafa İzzet Efendi
Ey Allah'a yakınlık bakımından ortağı bulunmayan,
Allah gönlümden eserini (imanımı) uzaklaştırmasın.
Hazretinizin ayağının (bastığı) toprağının her zerresine,
Canım da, vücudum da, ben de fedâ olayım...
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Ankarada, gazetemizin bir abonesi, rüyâsında, örtülü, nûr yüzlü bir *Teyze* yi görmüş, meğer o, Enver âbinin *Annesi* ymiş. O kimseye demiş ki:
Oğlum Enver'e söyleyin, Çankaya semtinde, uzun uzun sütunlar, direkler varmış. Çocuklar, oraya tırmanıp tırmanıp yere düşüyorlarmış. Çoğunun kolu bacağı kırılmış.
Oğlum Enver'e söyleyin de bir *Hastâne* yapdırsın, o insanları *Tedâvi* etdirsin, demiş. İşte, Enver âbi, *Türkiye Hastânesi* ni bunun üzerine kurdu kardeşim.
********
Allahü teâlâ, müslümânlara her ihtiyâcını gönderse, kâfirlere göndermese, o zaman arada *Fark* olur. Hâlbuki cenâb-ı Hak *İmtihân* ediyor.
Biz müslümânlar da sebebe yapışacağız, fakat sebebin te’sîrini *Allah* dan bekliyeceğiz. Onlar, *Sebep* den bekliyor, aradaki fark bu.
Görünüşte aynı. Onlar da sebebe yapışıyor, biz de. Ama onlar, *Sebep* den bekliyor, biz ise *Müsebbib* den bekliyoruz. Müsebbib, *Allahü teâlâ* dır. Sebepleri gönderene, *Müsebbib* denir.
Bu dünyâ fânî, her şey geçer. Ne *Beyi*, ne *Paşası*, hiç kimse kalmaz bu dünyâda. Gördüklerimizden, tanıdıklarımızdan kimler gitdi, kimler gitdi.
Her şey geçer gider, fakat büyüklerimizden gelen *Feyz* ve *Nûr* ayrı, o geçmez, o gitmez.
********
Dünyâda kimi severseniz, âhiretde de onun yanında olacaksınız. *Hadîs-i şerîf* bu. *El mer’ü me’a men ehabbe* İnsan dünyâda kimi severse, âhiretde de onun yanında olacak.
Bu, büyük bir *Müjde* bizim için. Biz onları seviyoruz. İnşallah dünyâda onların *Himmet* leri bizimle berâber olduğu gibi, âhiretde de *Şefâat* leri olacak, kendileri bize yardım edecekler.
O büyüklerin *Rûhâniyet* leri şimdi burada hazır. Onların rûhâniyetleri hâzır olur. O gün de hepimize *Şefâat* leri olur inşallah.
Ben yukarı gidiyorum, size, *Enver âbi* yi vekîl bırakıyorum. Enver âbi den gelir *Feyz* ler.