Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Askeriyede iken, bize birer kilo *Toz* şeker verirlerdi. Başkalarına dahâ az verirlerdi. O bir kilo toz şekeri alır, saklardım efendim. 

İstanbula gelirken o şekeri de getirirdim. Efendi hazretlerinin yanında çok *Çay* içilirdi, ama *Kesme* şekerle içilirdi. Bir bakkalla anlaşdım efendim. 

Ona *Toz* şekeri verip, farkını da ödeyip, *Kesme* şeker alırdım. O bir kilo kesme şekere, Efendi hazretleri çok sevinirdi. O da bana yeterdi tabii. 

Çayı, açık ve *Tek* şekerle içerdi Mübârek. İki kere karışdırır, şekeri erimeden kalırdı. Bâzen ikinci bardağı yarım bırakır, bana uzatıp; *Al, bunu sen iç!* derdi. 
********
*Eddünyâ cîfetün tâlibühâ kilâbün* buyuruldu. *Eddünyâ cîfetün*; Dünyâ ne demek? Allah için olmıyan şeyler, demek. 

İşte insanların kalpleri, niyetleri Allah için olmazsa, bu dünyâ *Cîfe* dir, yâni *Leş* dir. Allah için yapılmıyan her iş, dünyâdır. *Dünyâ* ile uğraşmak, *Leş* ile uğraşmakdır. 

*Tâlibühâ kilâbün*; Tâlipleri köpekdir. *Leş* ile kim uğraşır? *Köpekler*. Köpekler, Leşe üşüşürler, birbirlerini ısırırlar, hırlarlar. Biz de onları seyrederiz, karışmayız. 

Allahü teâlâ, maddî mânevî iyilik edeni, insanlara hizmet edeni, seviyor. *Hayr-ün nâs men yenfe’un nâs!* Hadîs-i şerîf bu. İnsanlara fâideli olmakdan daha büyük hizmet olur mu? 

En büyük hizmet bu. *Hayrün nâs*; insanların en hayrlısı, en iyisi, *Men*; şol kimsedir ki, *Yenfe’u*; fâide verir, *Nâs*; insanlara. İnsanların en hayrlısı, insanlara fâide veren, hizmet edendir. 

İşte insanların en *İyisi* budur, en kıymetlisi budur. Demek ki, Allahü teâlâ müslümânları o kadar çok seviyor ki, müslümânlara *Hizmet* edeni de seviyor. 

Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremine minnet ediyor; *Sana, yardımcılar yaratdım!* diyor. Biz de, sizin gibi yardımcılarla, sizin gibi mücâhidlerle, Rabbimize *Şükr* ediyoruz kardeşim. 

Elhamdülillah ki, Rabbimiz sizleri *Seçmiş*, bu cihâd şerefiyle şereflendirmiş. Biz, sizin gibi mücâhidlerle Rabbimize *Şükr* ediyoruz kardeşim. 

Bu cihâdın, bu hizmetin devâmını arzu ediyoruz. Nasıl devâm eder bu? Kolay. Allahü teâlâ; *Ni’metime şükrederseniz, artdırırım!* buyuruyor. Bu ni’metin devâmı için Rabbimize şükredeceğiz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her mü’min ölürken, şeytan *Buz* lu *Su* getirir, tabii Allah o hâllere düşürmesin kardeşim. Geçen gün de söyledim. Peygamberimiz, bir cenâzeye gidiyor.


Kabrin başında bir müddet durdukdan sonra, bir cümle söylüyor. *Ölüm, dehşetli işdir!* buyuruyor. İşte o şiddetde iken, şeytan fırsatını bulup gelir.


Elinde bir bardak *Buzlu Su* vardır. O suyu ona verip, îmânını çalmak için uğraşır. Ölecek olan da harâretden yanıyor. Allah korusun an meselesi, şeytana aldanırsa, *Îmân* sız gider. Allah korusun. 


Onun için, ölecek kimsenin ağzına *Zemzem* verirler, zemzem damlatırlar. Niçin? Şeytana aldanıp da *Îmansız* ölmesin diye. 

********

Berât gecesinde, *Âişe* vâlidemiz uyanıyor, bakıyor ki Resûlullah Efendimiz yanında yok. Merak ediyor. Nereye gitdi acabâ? 


Diğer bir hanımının yanına mı gitdi? Beni bırakıp başkasına mı gitdi? diye merak edip, heyecanla kalkıyor yatakdan. *Sedir* de yatıyorlar, *Rutûbet* dolayısıyla. 


Ayağını basıyor, bir de bakıyor ki, *Yumuşak* bir şey dokunuyor ayağına. Ne olabilir acaba? Merak ediyor tabii, eğiliyor, bakıyor *Bu nedir?* diye. 


Meğer Resûlullah Efendimiz, o esnâda *Secde* de imiş. Resûlullahın üstüne basmış. Hemen sessizce yere inip, o da eğiliyor, kulağını veriyor. 


Resûlullah Efendimiz; *Allahümmerzuknâ kalben takıyyen mineş şirki beriyyen lâ kâfiren ve şakiyyen!* duâsını okuyormuş. Efendimiz aleyhisselâmın duâsı bu. 


Mübârek ne kadar çok korkuyor ki, böyle duâ ediyor. Allahdan kim çok korkar? O’nu en iyi bilen. *İlm* artdıkça *Korku* da artar. Kim, Allahı iyi tanır ve bilirse, Ondan en çok o korkar. 


İlmi en çok olan kimdir ? Allahı en iyi bilen kimdir? Tabii ki *Resûlullah Efendimiz*. Öyleyse Allahü teâlâdan en çok korkan da *Efendimiz* dir. 


Allahü teâlânın *Nûr’u* ve *Mârifeti*, her an Evliyânın kalbinden yayılıyor kardeşim. Konuşmasalar dahî, onların sükûtları bile *Ni’met* dir. Fakat iş, onu alabilmekde.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âdem* aleyhisselâm, oğlu *Şît* aleyhisselâma vasiyyet edip, *Emânetini, en temiz kadınlara ver!* dedi. 


Çünkü Efendimiz aleyhisselâmın Nûr’u, *Âdem* aleyhisselâmın alnında parlardı. Sonra bu Nûr, *Şît* aleyhisselâma geçdi. 


Velhâsıl Resûlullah Efendimize gelinceye kadar bütün babalar, oğullarına bu *Vasiyyeti* yapardı. Bu vasiyyet, dedesi *Abdülmuttalibe* kadar hep yapılageldi. 


Resûlullahın Nûr’u, Abdülmuttalibin oğlu *Abdullah*’a geçince, Onu evlendirmek için, zamânın en temiz *Kızını* aradı. Netîcede, bu haber her tarafta duyuldu.


Bunun üzerine ikiyüz den fazla *Kız*, evlenmek için mürâcaat etdiler. Hattâ Şam’dan *Fâtıma* isminde bir *Kız* geldi. Çok zengindi. 


Fakat Efendimizin nûr’u *Âmine*’ye nasîb oldu. Âmine vâlidemiz, o zaman ondört yaşındaydı. Hazret-i Abdullah ise onsekiz yaşındaydı. 


Dedesi Abdülmuttalip, o zaman devlet reîsi idi. Mekke’nin havası hastalıklı idi. Onun için zenginler, çocuklarının iyi yetişmesi için, köylere, *Süt anne* ye verirlerdi. 


Peygamber Efendimizi de *Halîme* hâtuna verdiler. İki sene emzirdi. Halîme hâtun fakîr idi. Peygamber Efendimizi alınca, herşeyleri *Bereket* lendi. 


İki sene dolunca, getirip annesine verdi. Ama sonra ayrılığına dayanamayıp tekrar gitdi, istedi. *Sıtma olur!* diyerek, Âmine vâlidemizi kandırıp, geri aldı. 


İki sene daha bakdı. Dört yaşında iken, iki *Melek* gelip, Efendimizi dağa götürdüler. Süt kardeşi *Şeymâ* koşup, bunu annesine haber verdi. 


*Muhammedi dağa kaçırdılar!* dedi. Diğer kardeşleri de korkudan bayılmışlardı. Her yeri aradılar. Sonunda, bir vâdîde, gökyüzüne bakar vaziyyetde buldular. 


Efendimiz aleyhisselâm, olanları onlara anlatdı. Halîme hâtun; *Bu çocuk başka çocuklara benzemiyor, başına bir şey gelmeden teslîm edeyim!* dedi. Ve götürüp teslîm etdi. İki sene de annesi ile kaldı.

Fıtra ve Zekâtı Kağıd Para ile Vermek Câiz Olmaz

 Kâğıd paraların kıymeti, itibarı kıymettir. Mu'teberin itbarından düştü mü kıymeti kalmaz.Bu sebebden fıtra ve zekâtı kağıd para ile vermek câiz olmaz. Kâğıd para ile verilen zekâtlar, altunla devredilerek kazâ edilmelidir. Hacdan mâada diğer ibâdetlerin kazası devir yoluyla yapılır.

Seyyid Abdülhakim-i Arvasi (Kuddise sirruh)

Kaynak: Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı,2.cild, Sahife: 282

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bunlar Cennet ni’meti, yiyin efendim. Sabâh kahvaltısını zeytinle yapdım. Zeytin de yiyin. *Uşr*’u verilmiş. *Mübârek* insanların zeytini bu. 


Mübârek diyorum. Çünkü bu zamanda *Uşr* veren, *Evliyâ* dır. Suda yürümek gibi kerâmetdir efendim. Zâten bu gün, islâmiyete inanmak *Evliyâlık* dır. Çünkü bu zamanda inanan yok gibi. 


Tüccardan *Abdülkâdir bey* vardı. O diyor ki: Bir kış günü *Abdülhakîm* efendi hazretlerini ziyârete gitdim. Soba yanıyor, ikimiz odada yalnız oturuyoruz. Kapı vuruldu, içeriye şeyh kılıklı biri girdi. 


Oturdu, *Çay* ikrâm etdik. Çay içdi. Sonra Efendi hazretlerine; Ben tefsîr yazdım. Eğer kabûl ederseniz, size vereyim de okuyun, dedi.


Efendi hazretleri de; *Öyle miii? Vah vaah! Sen tefsîr mi yazdın? Tefsîrler yazılmııış, bu iş bitmiiiş*, buyurdu. Ve şöyle devam etti:


Tefsîr âlimleri yazmış. Senin yazdığın bu tefsîr, eğer o tefsîr âlimlerinin tefsîrine benziyorsa, ne âlâ, başımızın üstünde yeri var. 


Ama onlar varken senin tekrar yazman, *Şöhret* alâmetidir. Sen, *Meşhûr* olmak istiyorsun, kendini meşhur etmek istiyorsun, şöhrete kapılmışsın. 


Yoook eğer onların aynısını yazmıyorsan, onlardan nakletmiyorsan, kendin yapdıysan. O zaman da senin tefsîrinin yeri şu *Soba* olur. 


Büker büker sobaya atarım senin tefsîrini. Sen kim oluyorsun da, tefsîr âlimlerine uymıyan, benzemiyen tefsîr yazıyorsun, buyurdu. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Men fesserel Kur’âne bi re’yihî fekad kefere*. Yâni, bir kimse kendi kafasından tefsîr yazarsa, *Kâfir* olur. 


Yâni, tefsîr âlimlerinin tefsîrlerini bir yana koyacaksın, kendi kafandan, kendi bildiğine göre mânâ vereceksin, mâzallah *Kâfir* olur insan.


Tefsîr âlimlerininkini kenara koyma, onlarınkinin aynını yaz, o zaman da *Şöhret* olursun. Mevcud olan şeyi tekrar yazmak, şöhret olur. 


Ehl-i sünnet âlimlerinin yolu, bu değil. Kurtuluş yolu, o *Büyükler* in yoludur kardeşim. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ne buyuruyor?


*Dînî bir mevzûda, kendi kafasından zerre kadar bir şey yazan, söyliyen, ehl-i sünnet yolundan zerre kadar ayrılan kimse, Cehenneme gider!* buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz, bir gün eve geliyor. Buyuruyor ki: *Yiyecek bir şey var mı?* Peygamber Efendimiz acıkmış. Yâ Resûlallah, yiyecek bir şey yok, diyorlar. 


Hattâ, zaman zaman arpayı, kendileri değirmende çekip esmer ekmek yapıyorlardı. O ekmek dahî yok. *Akşama hazırlıyacağız!* diyorlar. 


Peygamber Efendimiz bir bakıyor ki, köşede mangal var, ateşde bir şey kaynıyor. *Nedir o?* diye soruyor. 


Kadınlar; *Bizim hizmetçi kadın Büreyde’ye, bir yerden gelen adak etidir!* diyorlar. 


Adak eti, fakîrlere verilir, zenginlere verilmez, harâmdır. Meselâ Peygamber aleyhisselâmın sülâlesine de, *Zekât* ve *Adak* verilmez, harâmdır. 


Onun için hanımlar; *O ateşde kaynayan, adak etidir, size harâmdır!* diyorlar. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: 


Evet, adak eti bana harâmdır. Ama Büreyde’ye gelmiş. Büreyde’nin malı, mülkü olmuş. Eğer Büreyde bana İkrâm ederse, onu yemek bana *Helâl* dir, buyuruyor. 


O zaman hemen o etden bir parça alıyorlar, bir tabağa koyuyorlar. Peygamber aleyhisselâma *ikrâm* ediyorlar. Efendimiz de ondan bir parça yiyorlar. Bunlar, bize birer *Ders* dir kardeşim. 


Gazetenin parası, kitapların parası, bana harâm değil, ama olsun. İhtiyacım yok ki, elhamdülillah. Gazeteden ve kitaplardan *On para* almamışımdır. Onun için hacca gidecek param yok benim. 

********

*Zelîha*, bir salonda kadınları toplamış ve o kadın misâfirlerin önüne *Turunç* getirip ikrâm etmiş. Onlar turunçları bıçakla soyarlarken, Zelîha, *Yûsüf* aleyhisselâmı çağırıyor. 


O zaman Zelîha’nın evinde, hizmetçiydi hazret-i Yûsüf. Yûsüf aleyhisselâm gelince, bütün kadınlar bakıyorlar ki, aman yâ Rabbîiii hiçbir insana benzemiyor, *Nûr* lar içinde. *Cennet* güzelliği vardı Onda, *İnsan* güzelliği değil. 


Kadınlar, Onun *Cennet güzelliği* ni görünce, akılları başlarından gidiyor, kendilerinden geçiyorlar. Turuncu keserken, kendi *Ellerini* kesiyorlar da, acısını hiç duymuyorlar. 


Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: Mü’minin rûh’u çıkarken, Cennetten hûriler gelecek, melekler gelecek. Mü’min, o *Hûrileri*, o *Melekleri* görünce, rûhun çıkdığının acısını hiç duymıyacak. 


Nasıl ki, o kadınlar, *Turunç* keserken ellerini kestiler de acısını duymadılar, onun gibi işte. 

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz mi daha *Güzel* di, yoksa Yûsüf aleyhisselâm mı? Bütün güzellerin en güzeli kimdir? Tabii ki Sevgili *Peygamber* Efendimizdir aleyhissalâtü vesselâm. 


Yûsüf aleyhisselâmı gören kadınlar, ellerini kesmiş. Peygamberimizi gören kadınlar ise, hiçbir şey yok gibi konuşuyorlar, suâl soruyorlar, sohbet ediyorlar. 


Çünkü hicretin 3.cü senesine kadar, kadınların örtünmesi emredilmemişdi. Kadınların erkeklerle konuşması yasak değildi. Kadınlar gelir, Peygamber aleyhisselâma suâl sorarlardı. 


Yüzleri açık konuşurlardı. Çünkü *Harâm* değildi. O zaman kadınların örtünmesi *Farz* edilmemişdi. O hanımlar, Peygamber Efendimizi görünce niçin düşüp bayılmazlardı? 


Hâlbuki Yûsüf aleyhisselâmı gören kadınların akılları başlarından gitmiş, Peygamber Efendimizi gören hanımlara ise hiçbir şey olmuyor, Onu görünce kendilerinden geçmiyorlar, düşüp bayılmıyorlar.


Peki niçin? Cevâbı şöyledir ki: Peygamber Efendimizde; bir melâhat vardı, bir de sabâhat. *Melâhat*, sevimlilik demek. *Sabâhat*, güzellik demek. 


Yûsüf aleyhisselâmda yalnız sabâhat vardı, melâhat yokdu. Peygamber Efendimizde ise hem *Melâhat* vardı, hem de *Sabâhat*. Fakat sabâhatını dünyâda izhâr etmedi. 


Dünyâda izhâr etseydi, hiç kimse onun karşısında duramaz, hemen düşer bayılırdı. İyi de, Herkesin bayılması için mi Peygamberimizi gönderdi Allahü teâlâ? 


Peygamber Efendimiz âlemlere rahmetdir. *Rahmeten lil âlemîn* dir. Onun için sabâhat güzelliğini göstermedi. Allahü teâlâ onu gizledi. Peygamber Efendimizin güzelliği âhiretde görülecek. 


Yâni *Cennet* de görülecek. Dünyâda melâhati görüldü. Çok sevimliydi, ama sabâhatı nasıldı? Onu bilen yok. O, âhiretde, yâni *Cennet* de görülecek. 

********

İnsanın karşılaşdığı her hâdisede bir karar vermesi lâzım. Bu karar vermede de iki ihtimâl vardır. Biri îmân tarafı, yâni *Âhiret* tarafı, biri de *Dünyâ* tarafı. 


Eğer îmân tarafını tercîh ederse, âhireti düşünürse, yâni sevâp tarafını tercîh ederse, îmânının *Güçlü* olduğunu gösterir. 


Yok eğer dünyâ tarafını tercîh ederse, nefsine göre karar verirse, îmânının *Zayıf* olduğunu gösterir. İşte imtihân budur efendim, imtihân bu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanın kalbi, *Kâbe* den daha kıymetlidir. Nasıl ki Kâbe-i muazzamayı ilk gördüğünüz anda yapılan *Duâ* red olunmazsa, mü’min, mü’minle karşılaşdığı anda yapdığı duâyı da Allahü teâlâ reddetmez, kabûl eder. 


Peki, ne duâ etmemiz lâzım? İşte efendim, yapılacak en güzel duâ, *Esselâmü aleyküm!* demekdir. Neden? Çünkü bunun mânâsı; 


*Allahü teâlâ seni, hem dünyâda, hem de âhiretde selâmete kavuşdursun. Sen ne dünyâda, ne de âhiretde, zerre kadar sıkıntı çekmiyesin!* demekdir. 

********

Gerçek îmân sâhibi bir mü’minin ellerine kollarına *Zincir* vursanız, o yine islâmiyeti yayar. Muhakkak bir şey yapar. *Anlatır*, *Kitap verir*. Durduramazsınız onu. 


Çünkü onun içinde yanan *Ateş*, birilerini Cehennemden kurtarmak içindir. Eğer bu ateşi hissetmiyorsa, onda gerçek *Îmân* henüz teşekkül etmemişdir. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri hacca giderken, *Delhi*’ye geldiğinde, arkadaşı Hasan Keşmirî hazretleri; *Hep ölüye gidiyorsun, burada bir diri var, diriyi de ziyâret et!* dedi. 


Ve Onu, *Bâkî Billah* hazretlerine götürdü. Bâkî Billah hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerindeki *Cevheri* görünce, birkaç gün misâfir kalması için yalvardı. 


O da, *Peki* deyip kaldı ve o büyük zâtın huzûrunda, iki günde kalbi açıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *Kâbe’ye giderken, Kâbe’nin Sâhibi’ne kavuşdum*. 


Yâni Bâkî Billah hazretlerinin yanında Allahü teâlâya kavuşdum, dedi. 

********

Bir kimse, kendini *Uyuz Köpek* den daha aşağı görmedikce, *Evliyâ* olamaz. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: 


*Ben bunun için, kabristânları dolaşıp uyuz köpek arardım. Hizmetimin karşılığına kavuşayım diye, köpeğin yaralarını tımar ederdim*. 


Köpek, bâzan yatar, ayaklarını kaldırır ve bâzı *Sesler* çıkarırdı. Ben de *Âmin!.. Âmin!..* derdim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Mûsâ* aleyhisselâm zamânında, biri dağa çıkmış. Kendi kendine; *Nasıl olsa Allah rızkımı gönderir!* demiş. Çünkü Allahü teâlâ; 


*Ben, herkesin rızkını ezelde tâyin etdim. Herkes rızkını yer. Hiç kimse rızkını bitirmeden ölmez. Kimse kimsenin rızkını yiyemez!* buyuruyor. 


Bunları bildiği için, çıkmış dağa, rızkını beklemiş. Akşam olmuş, gelen giden yok. Acıkmış tabii. Kendi kendine; *Burası uzak yer, ancak gelir!* demiş. İkinci gün de yine birilerini beklemiş. 


Ama kimse gelmemiş. Akşam olunca, yine gelen giden yok. Artık *Açlık* dan pelte gibi yığılıp kalmış. Bunun üzerine Allahü teâlâ, *Mûsâ* aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâmı gönderip buyuruyor ki: 


O dağdaki kişi şehre insin, insanların arasına karışsın ki, ben de onun *Rızkını* göndereyim. Çünkü ben, insanların rızkını, yine insanlar ile gönderirim. 


Eğer şehre inmez, dağda kalırsa, benim âdetimi bozmuş olur. Benim âdetimi bozduğu için de, onu *Açlıkdan* öldürürüm ve Cehenneme sokarım, ateşde yakarım! Böyle buyuruyor. 


Biz de sebeplere yapışacağız kardeşim. Elhamdülillah, bizim *İhlâs vakfı* hiç dünyâlık peşinde değil. Her işi Allah için. Dostluk da Allah için, düşmanlık da Allah için. 


Onun için Allahü teâlâ hep temiz insanları bize gönderiyor, nasîb ediyor. Bu temiz arkadaşlar, işlerinde muvaffak oluyorlar. 


Her namazda okuyoruz ya. Fâtiha sûresinde; *İhdines-sırâtal müstekîm!* diyoruz. Yâni bizi doğru yola kavuşdur yâ Rabbî. *Sırâtallezîne*, O doğru yola ki. 


*En’amte aleyhim*, sen onu, dostlarına ihsân etdin. *En’amte*, ihsân etdiğin demek. *Aleyhim*, onlara, yâni dostlarına. Sen beni, dostlarına ihsân etdiğin doğru yola kavuşdur yâ Rabbî! 


*Gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn*. Sen bizi düşmanlarının arasına sokma yâ Rabbî. *Mağdûb*; gadab olunmuş demek, düşman demek. 


*Gayril mağdûbi aleyhim*, düşmanlarının, gadab etdiklerinin arasına beni karışdırma yâ Rabbî! Her namâzın her rek’atinde böyle duâ ediyoruz. 


Allahü teâlâ da bu duâlarımızı kabûl ediyor inşallah. Çocukken başladık bu duâyı etmeye. Cenâb-ı Hak da bizi karışdırmadı düşmanlarının arasına elhamdülillah. *Fâtiha sûresi* kurtardı bizi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kuleli askerî lisesinde, bâzı sınıfların *Kimyâ* dersine girerdim. Bir gün, bir talebe bir suâl sordu. Belki de o şimdi *Paşa*’dır. Hocam, harbde ölen şehîd olur mu? dedi. Ben de; *Tabii olur!* dedim. 


Bunu Peygamber haber veriyor mu? dedi. *Evet, Peygamber Efendimiz haber veriyor!* dedim. Tamam, inandım dedi. Bir suâlim daha var. 


Denizde boğulan da şehîd olur mu? dedi. *Tabii olur, hem de iki kat sevap alır!* dedim. Bunu Peygamber haber veriyor mu? dedi. 


*Elbette haber veriyor!* dedim. Tamam inandım, dedi. Ricâ etsem bir suâlim daha var dedi. Ben de; *Tabii sor!* dedim. Çocuk sordu: 


Hocam, harbde tayyâreden düşen şehîd olur mu? dedi. Ben de; *Elbette olur, hem de öncekilerden daha çok sevap alır!* dedim. 


Bunu da Peygamber aleyhisselâm haber veriyor mu? dedi. *Tabii, bunu da haber veriyor!* deyince, çocuk birden kahraman kesildi. 


Ve hemen; Pekiii, Peygamber aleyhisselâmın zamânında tayyâre var mıydı? dedi. Aklı sıra, beni *Mahcup* etmek istedi. 


Ona dedim ki: Evlâdım, biz bir söz söyleriz, *Bir* veyâ *İki* mânâya gelir. Ama Efendimiz aleyhisselâm öyle söz söylerdi ki, *Çok* mânâya gelirdi. Yâni bir sözle *Çok* şey anlatırdı.


Efendimiz aleyhisselâm; *Yüksekden düşen şehîd olur!* buyuruyor. İster tayyâreden düşsün, ister helikopterden, dedim. 


Ben böyle söyleyince, çocuk *Mahcup* oldu tabii. Öyle düşündüğüne *Utandı*. Bunun üzerine; 


*Hocam, buna cevap veremiyeceğinizi zannetdim, ukalâlık yapdım, kahraman kesildim, ama hakîkî kahraman sizmişsiniz!* dedi. 


Belki şimdi o *Paşa*'dır. Hikâye anlatmıyorum kardeşim, bir *Hâdise*, bir *Vak’a* anlatıyorum.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hubbu fillah*, Allahın dostlarını sevmek demek. *Buğz-u fillah*, Allahın düşmanlarını sevmemek. Bunlar ne ile yapılır? Kazmayla, kürekle, tabancayla mı? Hayır, hayır. 


Bunların yeri *Kalp* dir. Hubbu fillâh, buğz-u fillâh *Kalp* ile yapılır. Elle, ayakla, tabancayla değil. 


*Vemâ cevâbül-ahmakı illes sükût*. Yâni ahmaka verilecek en güzel cevap, susmaktır. Onunla dikkatli konuşmalı, cevap vermemeli ve sükût etmelidir. 


Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden mânâ anlaşılsa da, *Murâd-ı ilâhî* yi anlamak çok zordur kardeşim. 


Düşmanın her sözüne cevap verilmez. Eğer her sözüne cevap verirsek, düşmanlığı artar. Sükût edeceğiz. Bakdın ki *Ahmak*, ona sükût edilir, cevap verilmez. 


Münâkaşa yok, Hele de bu zamanda. *Tevekkeltü alallah* deyip susacağız. Allahü teâlâ o ahmağa lâzım olan muâmeleyi yapar. Bizim söylememize lüzûm yok. 


Siz, sohbete devâm edin. Bu sohbet bulunmaz. Ama benim gibi, düşünerek konuşun. Ben hep düşünerek konuşuyorum, *Lüzumsuz* söylemiyeyim diye. 


Bir meclisde, bir toplantıda, hiçbir yerde, hiçbir kimseye lüzûmsuz söz söylemiyelim. Hele münâkaşa hiç etmiyelim. Bizim kitaplarımızda; *Münâkaşa zararlıdır ve yasakdır* diye yazıyor.


Birine bir şey söyledin, bakdın ki karşındaki kabûl etmiyor, hiç ısrâr etme. Çünkü iş münâkaşaya dökülür. Münâkaşa, dostla da yapılmaz, düşmanla da yapılmaz. 


Neden? Çünkü dostla münâkaşa yapılırsa, muhabbet *Azalır*. Düşmanla münâkaşa yapılırsa, düşmanlık *Artar*. İslâmiyet, okumakla öğrenilir, anlaşılır. 


Cenâb-ı Hak; *Bilmiyenler bilenlerden sorsun, öğrensin*, buyuruyor. *Fes’elû ehlez zikri in küntüm lâ ta’lemûn*. Âyet-i kerîmedir bu. 


*Fes’elû*, sorunuz. *Ehlez zikri*, ilim sâhiplerinden, yâni âlimlerden sorunuz. *Bilmediklerinizi, bilenlerden sorunuz* diye emrediyor Allahü teâlâ. Yâni öğrenmek *Farz* dır. 


İşte onun için Peygamber Efendimiz de *Farz* dır diyor. Kadınlara da, erkeklere de islâmiyeti öğrenmek farz. Ehemmiyet vermezse, merak etmezse, öğrenmezse *Îmânı gider*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her müslümâna, Sırat köprüsünde, yedi yerde, yedi suâl sorulacak. *Îmân* dan, *Namaz* dan, *Oruç* dan, *Hac* dan, *Zekât* dan, *Gusül abdesti* nden ve *Kul hakkı* ndan. 


*Kul hakkı* o kadar mühim ki, bir *Dank* kul hakkı için, âhiretde yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış, kabûl olmuş namâzın *Sevâbı*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *Günâhları* buna yükletilip Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, *Münâkaşa* edemez, *Kavga* edemez, *Kalb* kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *Kâbe* yi, yetmiş defâ *Yıkmak* dan daha büyük günâhdır. 


*Hubbu fillah* ve *Buğdü fillah* yâni Allah için seveceksin, Allah için düşmanlık edeceksin. Kimdir o Allah için düşmanlık edeceğimiz kimseler? *Allah* ın düşmanları. Şimdi zamânımızda çok var. 


Ne demek islâmiyet? Allahü teâlânın *Emrleri* ve *Yasakları*. Allahü teâlânın emretdiği şeyleri yapacağız. Yasak etdiği şeylerden de kaçınacağız. 


İşte budur hubbu fillah, buğd-ü fillah. *Îmân* ın alâmeti budur. Zamânımızda Allahın düşmanları çok var. İslâmiyetle *Alay* ediyorlar. Allahın düşmanları sevilmez efendim. 


Namaz kılmak *Farz* dır. Namaza mâni olanler, Allahın düşmanıdır. Oruç tutmak *Farz* dır. Oruca mâni olan da Allahın düşmanıdır. 


Bunlar sevilmez. Sevmek ve sevmemek *Kalb* ile olur. Muhabbetin yeri *Kalb* dir. 


Kitaplarda; *Evliyâlar, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışlardır* diye yazıyor. Yâni dünyâda, Allahü teâlânın sıfatları ile hareket ederler. 


Onlar da, bu dünyâda dost ile düşmanı ayırmazlar. *Evliyâlar* da, dostlara yapdıkları iyi muâmeleyi, düşmanlara da yaparlar. 


*Ve men yüridillâhe bihî hayren yüfekkıh hü*. Ne demek bu? *Ve men*; bir kimse ki, *Yüridillâhe*; Allahü teâlâ irâde ediyorsa, diliyorsa. 


*Bihî*; o kimse için. *Hayren*; Hayr murâd ediyorsa, yâni Allahü teâlâ, bir kulunu seviyorsa. *Yüfekkıh hü*; onu fıkh âlimi yapar.