Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kalp Allaha yaklaşınca, o kalp *Allah sevgisi* ile dolar, *Dünyâ sevgisi* o kalpden çıkar. Meselâ boş bir tencerede ne vardır? *Hava* vardır. 


Buna *Su* koyunca, havayı çıkarmaya lüzûm var mı? Hayır! Hava kendisi çıkar. İşte bir kalbe, *Allah sevgisi* girince de, *Dünyâ sevgisi* kendiliğinden çıkar. 


O zaman ne olur? O kişi, Allahü teâlâ ile *Görür*, Allahü teâlâ ile *İşitir*. Her işi, *Allah için* olur. Dünyâyı hiç kalbine getirmez. 


Kâdî Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin halîfesidir. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetlerinde, ne söylemişse, onları hep kaydetmiş Mübârek. 


Bu yazıları, 150 sahîfelik fârisî bir *Kitap*. Bunu basdırdık ve bu kitâba, *Mesmûât* ismini koyduk. Mesmûât demek, işitdikleri demek. Kimden? *Üstâdından*. 


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden işitdiklerini yazmış ve *Kitap* hâline getirmiş Mübârek. 500 sene sonra, biz onu basdırdık. İşte orada okudum. Diyor ki:


Evliyâ-i kirâm, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışdır. Onlar, dost ile düşmanı ayırmazlar diyor. 


İnşallah bu büyüklerin teveccühleri, himmetleri bize de gelir de, toparlanırız. Değil mi ki, bizim kalbimize bu muhabbeti ilkâ etdiler. 


Muhabbeti veren de onlar. Sevgi nedir? Onu dahî bilmeyiz. *Seviyorum* deriz, ama, sevmek ne demek, onun farkında değiliz. 


Şimdiki insanlar, hayvânî arzûlarına, nefslerinin şehvetlerine *Sevgi* diyorlar, *Aşk* diyorlar. Hâşâ! Öyle değil. Aşk, muhabbet, *Sıfat-ı ilâhî* dir.


Mübârekdir, muhteremdir, mukaddesdir. Hayvanların şehvetine aşk denmez, muhabbet denmez. Ama onlar öylesine uydurmuş, isim takmışlar. 


Bizim kalbimize, cenâb-ı Hak *Aşk* vermiş, *Muhabbet* ilkâ etmiş. 


*Ulûm-i zâhiriyye*, mektebde okumakla, hocadan işitmekle olur. *Ulûm-i bâtına* ise, bir büyük *Evliyâ* zâtın kalbinden gelir. 


Ulûm-i zâhiriyyeyi öğrenene *Âlim* denir. Kalb bilgileri nasîb olana ise *Ârif* denir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Yasîn-i şerîfi* her Cum’a günü, ölmüşlerimize okuyoruz ya. Yasîn-i şerîfde ne buyuruyor cenâb-ı Hak? *Vemtâzül yevme eyyühel mücrimûn!* Yâni, ey kâfirler, bugün dostlarımdan, müslümânlardan ayrılınız! 


Kâfirler, *Eshâb-ı şimâl* dir, onlar başka tarafda. Müslümânlar, *Eshâb-ı yemîn* dir. Bunlar başka tarafda. Orada Müslümânlara *Ni’metler* var, kâfirlere *Azap* var. 


Ne büyük *Ni’met* içindeyiz kardeşim. Çok mes’uduz. Sevinelim, üzülmiyelim, kızmıyalım. Seâdete kavuşan insan kızar mı? *Neş’eli* dir o. Allahü teâlâ, hizmet edenleri sever. 


Rabbimiz, müslümânlara hizmet edeni çok sever. Şimdi biz de, Türkiye’de ve bütün dünyâdaki müslümânlara *Hizmet* ediyoruz. Nasıl mı? Bu kitapları göndermekle. 


*Dünyâ* larına hizmet etmek kıymetli. Fakat *Âhiret* lerine hizmet etmek daha kıymetli. Onların Cennete gitmelerine, *Küfr* den, *Cehennem* den kurtulmalarına hizmet ediyoruz. 


Kim ediyor bu hizmeti? Bütün arkadaşlar, hepsi, hepimiz. Bu yolda bir adım atan, meselâ kitâbı alıp da cildciye götüren, bu sevâba kavuşur. Yeter ki *Allah için* yapsın. 


Rabbimize hamdolsun, elhamdülillah, bizde çalışan yüzlerce arkadaşımız, hepsi *Allah için* çalışıyor. Hepsi bu sevâba kavuşacak inşallah. Kıyâmetde karşımıza çıkacak bu hizmetler. 


Ne büyük *Ni’met* içindeyiz. Allahın yolunu yaymak büyük ni’metdir. Bunun devâm etmesi için bu ni’mete şükretmek lâzım. *Şükretmek*, yerinde kullanmak demekdir. 


Yerinde kullanmanın da birinci şartı, *Fitne* den sakınacağız. *Velâ tülkû bi-eydiyeküm ilet-tehlüke*. Yâni kendinizi fitneye sokmayınız, buyuruluyor. Peki, fitne ne demek? 


Fitne, müslümânları zarara uğratmak, onlara zarar getirmekdir. Fitnenin de çeşitli sebepleri var. Birinci sebep, müslümânların birbirlerine olan *Sevgisi* nin azalmasıdır. 


Fitne çıkmaması için, birbirlerimizi çok seveceğiz. Sevgimizi de ona bildireceğiz. *Bir kimse birini severse, sevgisini ona bildirsin!* buyuruluyor. Sevgisini ona bildirsin ne demek?


Yâni, sevginin şartlarını yerine getirsin de, o da onun sevdiğini anlasın. Ben seni seviyorum, demeye, *Lisân-ı kâl* denir. *Kâl*, söz demekdir. 


Ama sevginin şartlarını yapsın, yerine getirsin demek, *Lisân-ı hâl* dir. Yâni hâlimizle, tavrımızla sevdiğimizi bildireceğiz. *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır* diyor âlimler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri bâzen elini bana uzatır ve *Sık!* buyururlardı. Ben de sıkardım. Az sonra, Efendi gözlerini kapatırdı. Ben, *Uyudu* zannedip, elimi gevşetirdim.


O zaman gözünü açar ve yine *Sık!* buyururdu. Bu *Büyükler* in her bir hücresi zikredermiş efendim. Demek ki, kendi hücrelerindeki o *Zikr* bana da geçsin diye öyle yapardı Mübârek. 


Bu hususta *Râbıta* da var, ama o kolay birşey değil. Herkes yapamaz. Efendi hazretlerinden, râbıta için izn istemeye gelenlere; *Ona da sıra gelir, daha vakti var* deyip, geçişdirirlerdi. 

********

Ben her şeyi, Efendi hazretlerinden öğrendim. Yalnız arabça kitapları değil, türkçe kitapları bile Ondan öğrendim. *Mâlûmât-ı Nâfia* diye bir kitap vardı.


Onu bana verip, *Bunu oku, fâidelidir* buyurdu. Biz onu şimdi basdırdık. *Bir* numaralı kitâbımız oldu. *Fâideli bilgiler*. Efendi hazretleri tavsiye etdi bize onu. 


Velhâsıl hep Efendi hazretlerinin methetdiği, tavsiye etdiği kitapları basdırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. 


Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfde ne buyuruyor? *Allahü teâlânın sevdiklerinin, yâni Evliyâ kullarının ismi bir yerde söylenirse, oraya rahmet yağar* buyuruyor. 


Elhamdülillah, Rabbimize çok şükür. Mübârek ramezânda Cum’a namâzı kılmak ne büyük seâdet, ne büyük bahtiyârlık. Cenâb-ı Hak bize *İhsân* etdi. 


Abdullah ibni Abbâs hazretleri buyuruyor ki: Günlerin en kıymetlisi *Cum’a* günüdür. Ayların en kıymetlisi *Ramezân-ı şerîf* ayıdır. Amellerin en kıymetlisi de ihlâs ile kılınan *Namaz* dır. 


Elhamdülillah, bugün işte bize üçü de nasîb oldu. *Ne güzel, ne güzel, ne güzel*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim. 

********

Allahü teâlâ bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, yâni *Hidâyet* nasîb etmiş. Bunları kendi hizmetinde kullanıyor. Kullarının hidâyetine vesîle ediyor. 


Bâzı kullarına da *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da, dalâlete vesîle oluyorlar, yıkıcıdırlar, bölücüdürler. *El-hamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah*. Rabbimiz bizi onlardan etmemiş. 


*Elhamdülillah elhamdülillah elhamdülillah*, Rabbimiz bizi *Hâdî* ismiyle şereflendirdiği, mes’ud, bahtiyâr kullarından eylemiş. Ne büyük *Seâdet*, ne büyük *Müjde* efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri, bir defâsında fârisî olarak; *Ba’de kitâbullah ve ba’de kitâb-ı Resûlullah, efdâl-i kütüb mektûbâtest*, buyurdu. 


Ne demek bu? Yâni, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden sonra, islâm kitaplarının içinde en kıymetlisi, *Mektûbât* dır. 


*Mesnevî*, daha geride kalıyor. Efendi hazretlerinden böyle duyduğumuz için, *Mesnevî* için yazılanları biz *Te’vîl* ediyoruz. Ne diyoruz? 


*Mesnevî*, yalnız tasavvufda benzeri yok. Mektûbât da ise, hem *tasavvuf*, hem *akâid*, hem de *fıkh* var. Onun için *Mektûbât* daha yüksektir, diyoruz. 

********

Dînini bilmiyen, ona göre yaşamıyan bir kimse, dünyâ işlerinde muvaffak olamaz kardeşim. Muvaffak olsa bile, mutlaka sonu *Hüsrân* la biter. 


Ya hanımından, ya çocuğundan, ya kendinden, kesinlikle mutlu olamaz, râhat edemez. Çünkü hadîs-i şerîf var. *Dünyâda râhatlık yokdur*, buyuruluyor. 


Mü’mine gelen râhatsızlık, hastalık, sabretmek şartıyle *İbâdet* dir. Kâfire gelen râhatlık, *Felâket* dir. Birine *Sevap*, diğerine *Azap* var. 


Ne tâlihsiz insanlar ki, hem dünyâda, hem de âhiretde *Azap* görecekler. 


Dünyâya gönül bağlamamalı kardeşim. Yolcu, yolu tâmir etmekle uğraşmaz. Meselâ *Hacca* giden bir kişi, Orada şu evi, şu apartmanı alayım, diye düşünmez. 


Çünkü orada kalmıyacak ki. Bir müddet sonra geri dönecek. Dünyâ hayâtı da böyle işte. 

********

Efendi hazretleri, Onu tanıdıkdan bir sene sonra ders okutmaya, *Arabca* öğretmeye başladı bana. Millet bahçede namaz vaktini beklerdi. Daha yarım saat varken, Mübârek beni içeriye, odaya alırdı.


*Arabî* öğretirdi. *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi. Cebinden kâğıt kalem çıkarır, kendisi yazardı, yazardı Mübârek. Sonra bana verirdi, *Al, bunları oku, ezberle!* derdi. Evvelâ kendi okurdu.


O okurken, ben hareke koyardım. Giderken hemen yolda, tramvayda, onları ezberlerdim. Ertesi gün gidince, *Ne yapdın?* derdi. Ezberledim efendim, derdim. *Oku bakayım*, derdi. 


Bir okurdum, amân ne hoşuna giderdi Mübâreğin. *Hadi bakalım, sana yeni ders vereceğim*, derdi. Böylece arabî ve fârisî öğretdi bana. Yoksa o kitapların ismini bile bilmiyordum. 


Okumak şöyle dursun, böyle şeyler var mıymış, yok muymuş, haberim bile yokdu efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâmdan birini üzgün görünce, sebebini sormuşlar. O sahâbî de *Dünyevî* bir sebep söylemiş. 


Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselâm; *Ben de, bir namâzı, evvel vaktinde kılamadın da, onun için üzgünsün sandım*, buyurmuşlar. 


Yine bir gün de, namâzın ehemmiyeti hakkında; *Birinin, binlerce devesi olsa, hepsini fakirlere dağıtsa, bir namâzın evvel vaktinde kılınması sevâbına kavuşamaz*, buyurmuşlar.

********

Bizim kitaplar şimdi dünyânın her yerine gidiyor efendim. Güney Afrika’da, ismini duymadığımız ne memleketler varmış. Oralara bile *Kitap* gönderiyoruz


Bizim bildiğimiz bir *Güneş* olduğu gibi, bir güneş daha var, o da *Muhammed aleyhisselâm* dır. İnsanın bedeni için, güneş ne kadar çok faydalı değil mi, hepimiz biliyoruz.


İşte Peygamber Efendimiz de, kalbin temizliği için, îmân etmek için, bilsek de bilmesek de, her zaman *Güneş* gibi feyz verir. 


Allahü teâlâ, yeryüzünde her hastalığa bir *İlâç* yaratmışdır. Her şey için bir *Şifâ* vardır. Ama kalbin, yâni gönülün şifâsı, *Zikrullah* dır. Yâni kalbimizin ilâcı, Allahı *Zikr* etmekdir. 


Harâmları istiyen nedir? *Nefs* dir. Mahlûkların en ahmağı da nefsdir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir. Doydukdan sonra yedirir. 


Hep harâmları ister. Allahdan korkanlar, harâm işlemezler efendim. Bunlar, nefslerine gâlip olan *Kahraman* lardır. 


Peygamber Efendimiz *Uhud* harbinden döndükden sonra, o kadar şehîd verilmiş, o kadar sıkıntı çekilmiş iken Eshâbına; *Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda geldik*, buyurmuş. 


Eshâb-ı kirâm şaşırmışlar, anlıyamamışlar. Tekrar kılıçlarını kuşanıp, o yorgunlukla başka yere harbe gidileceğini sanmışlar. 


Ve Efendimize; *Nereye, kimin üstüne gideceğiz yâ Resûlallah?* diye sormuşlar. Efendimiz aleyhisselâm da *Nefs ile cihâda, yâni cihâd-ı ekbere gidiyoruz*, buyurmuşlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O *Büyük*’lerin ruhlarından istifâde etmek, onları sevmeye bağlı. Ne kadar seversen, o kadar *Feyz* alırsın. Onun için, bir araya geldiğimizde, o büyüklerin ismini anıyoruz.


Çünkü onların *İsmi* nerede hürmetle anılırsa, ruhları orada hâzır olur. Bakın, *gelir* demiyorum. Çünkü zâten orada, bir yerden gelmiyecek ki. Radyo dalgaları gibi, devâmlı her an mevcut. 


Yalnız irtibât kurmak için *İsmi*’nin anılması lâzım, o kadar. Peki, nasıl irtibât kuracağız? Ruhlarına, üç *İhlâs* bir *Fâtiha* okuyup, hürmetle isimleri söylenince, irtibat kurulmuş olur. 


*Râbıta* ile *Sohbet*, aynı şeydir kardeşim. Her an, tâbi olduğumuz büyük zât ile râbıta hâlinde olmak çok iyidir. 


Meselâ, her işimizde; *Mübârek hocam olsaydı, bu işi nasıl yapardı?* diye düşünmek, râbıtadır işte. Onu düşününce irtibât kuruluyor, râbıta da irtibât kurmakdır zâten. 


Aynen radyonun düğmesini çevirmek gibi. Radyo dalgası zâten orada var. Düğmeye basınca, İrtibât kuruluyor, onun gibi. 


Ancak bir şey var. Ne duâ edecekseniz, onların ismini söyler söylemez, nefes almadan hemen söylemeli ki, irtibât kesikliği olmasın. Böyle yapılırsa, mutlaka kendilerine arzedilmiş olur. 

*******

Bir gün, Efendi hazretleri ile berâber gidiyorduk. Eyüp câmiinden dergâha doğru, o yokuşda yürüyorduk. Birden karşımıza iri bir *Köpek* çıkdı. 


Ben o zaman gencim, subayım, Efendi hazretlerini korumam lâzım. Böyle düşündüm, ama gayr-i ihtiyârî hemen Efendi hazretlerinin arkasına geçdim, oraya saklandım. 


Elimde olmıyarak öyle yapdım. Efendi hazretleri bastonuyla *Hoşt! Hoşt!* dedi, köpeği kovdu. Köpek de gitdi efendim. 


Ben kendi kendime; *Benim öne geçmem lâzımdı, benim Efendi hazretlerini korumam lâzımdı*, dedim. 


Ama öyle yapmadım, ben Ona sığındım. Neden? Çünkü evlât, babasının arkasına saklanır, evlât babasına sığınır, evlât babanın önüne geçer mi?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri buyuruyor ki: Ben gençliğimde, *tasavvuf* nedir, *evliyâlık* nedir, hiç bilmezdim. Ama benim bir huyum vardı, hastalara giderdim, *ilâç* alır verirdim. 


Borçluların borcunu öderdim, evlenecekse yardım ederdim. Yâni Allahın kullarına *hizmet* ederdim. Bu hâlim, Allahü teâlânın hoşuna gitdi. 


Mükâfat olarak, beni *sevdiği* kimselere kavuşdurdu ve tasavvufun zirvesine çıkardı. 


Allahü teâlânın, bir kulunu sevip sevmediği nereden anlaşılır? Bu, bir şeyden belli olur. Eğer Allahü teâlâ o kuluna, *sevdiği* bir kulunu tanıtmış ve sevdirmişse, onu *seviyor* demekdir. 


Bizim arkadaşlar böyle meselâ. Onlar, eğer Peygamber aleyhisselâmın zamânında olsalardı, hepsi *Eshâb-ı kirâm* olurlardı. 


Bu gün, bu *Büyük*'leri inkâr edenler de, eğer Resûlullahın zamânında olsalardı, *Ebû Cehil* gibi, *Ebû Leheb* gibi olurlardı. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki: 


Bu yolun *Büyük*'lerini tanıyanlar, sevenler, kitaplarını okuyup, yollarında yürümeye gayret edenler, *edebsiz* de olsalar, *saygısız* da olsalar, *pervâsız* da olsalar, *patavatsız* da olsalar, yine azîzdirler, makbûldürler, kıymetlidirler. 


Niçin? Çünkü îmânları ve îtikatları *sağlam*'dır da ondan. 


Allahü teâlânın dînine *hizmet* niyetiyle yaşıyanlar, bu yolda gayret gösterenler, yâni derdi bu olanlar, yataklarında ölseler bile, *şehîd*’dirler kardeşim. 


Yeter ki, niyetleri bu olsun. Allahın dînini, Onun kullarına anlatmak, yaymak olsun. Bu niyetle yaşasın. 


Böyle olan bir mü’min, ölürken Resûlullahın *nûr cemâl*'ini görür ve onun zevkiyle hiç acı hissetmeden *şehîd* olarak Rabbine kavuşur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâmın aslî vazîfesi, islâmiyeti yaymakdır. Yâni onun için gelmişdir. Onun dînine *hizmet* etmek, getirdiği dîni yaymak için uğraşmak da peygamberlik vazîfesine *ortak* olmakdır. 


Böyle bir *mücâhid* yola çıkdığı zaman, melekler gelir, o mücâhidin ayaklarının altına kanatlarını döşerler. İslâma *hizmet*, böyle çok kıymetlidir. 


Allahü teâlânın dînini yayan, *bu aşk* ile kalbi yanan bir mücâhid, yatağında ölse bile *şehîd* olur kardeşim. Bu dünyâda, iki şeye akıl erdiremedim. 


Birincisi, Mehmed Dârende’nin *din gayreti*, kitaplarımızın dağıtılmasında gösterdiği *fedâkârlık*, akıl alacak gibi değil. Onun bu gayretine, bu fedâkârlığına akıl erdiremedim, anlıyamadım, olmaz böyle şey. 


İkincisi de Enver âbi’nin *merhameti*. Bunu da anlıyamadım. Bu nasıl bir merhamettir efendim, aklım ermiyor onun merhametine. Ben öyle yapamam. Bu, yaratılıştan gelen bir şey. 

*******

Ömründe bir defâ olsun, *bir fâtiha* okuyup, bu yolun büyüklerine gönderen kimseyi, bu büyükler unutmazlar kardeşim. 


Onlar *vefâkârdır*, onu tanırlar, bu iyiliğini kaydederler. Ve yârın âhiretde, ona *şefâat* ederler. Bu, ne büyük *müjde*. 


Bir mü’min, bir mü’mini, herhangi bir şekilde sevindirirse, bundan cenâb-ı Hak sevinir, memnun olur. 


Bu memnûniyetden hâsıl olan nûr, bir *ampül* olarak dünyâya inse, onun ışığında *güneş* kararır efendim. Neden? O mü’mini sevindirdiği için. 

*******

Mektûbât’da geçiyor, *dünyâ ehli* biriyle karşılaşırsanız, yolunuzu değişdirin. Aynı köydeyse, başka yere hicret edin. Aynı mahalledeyse, başka yere taşının. Niçin? Onunla karşılaşmamak için. 


Bu, çok mühim, çünkü kalbiniz meyleder. Bizim yolumuz, *hassas* ve *ince*’dir. Bu yolda en çok dikkat edilecek husus, dünyâyı sevenlerle dostluk kurmamakdır. Gayr-i ihtiyârî *kalb* meyleder kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bâzı mü’minler, ölüm acısını tatmıyacak. Nasıl öldüğünü anlamıyacak. Aslında acı var, ama o duymıyacak. Niçin? Çünkü Allahü teâlâ, ona, Peygamber aleyhisselâmı gösterecek. 


Onun akıl almaz güzelliğini görünce, kendinden geçecek ve hiç acı duymıyacak, hani *narkoz* verilmiş gibi. 


Beş vakit namazda Ettehiyyâtü’yü okurken *Esselâmü aleyke!* diye Peygamber aleyhisselâma selâm veriyoruz ya, işte o anda, Efendimiz aleyhisselâm bunu işitiyor.


*Bana selâm veren kim?* diye bakıyor ve onu hâfızasına kaydediyor. O mü’min vefât edeceği zaman hemen geliyor ve *nûr* cemâlini ona gösteriyor. Bu, ne büyük *müjde* kardeşim! 

*******   

Dünyâda en zor iş nedir? İslâmı anlatmakdır. Dîni yaymakdır, yâni dîne *hizmet* etmekdir. 


Bu iş, peygamberlik vazîfesidir. Peygamber aleyhisselâmın çekdiği *çile*’yi, kıyâmete kadar, hiç kimse, ne çekmişdir, ne de çekecekdir. 


Bu gün, birine bir *Namaz Kitâbı* vermek, dîne hizmetdir kardeşim. Bunu yapana ne mutlu. O, bu hizmetiyle Resûlullahın *vârisi* olmuş olur. Çünkü Resûlullahın vazîfesine *ortak* oldu. 

*******

İki tâne *kötü huy* vardır efendim, iki kötü huy. Nedir onlar? *Kibir* ve *İnat*. Kibir ve inat, müslümân olmaya mânidir. Bu din, bu iki şeyi yıkmak için gelmişdir. 


Kim, kendinde zerre kadar bir *varlık*, bir *üstünlük* görürse, yanar kardeşim. Cenâb-ı Hak, her günâhı affeder, ama *kibr*’i affetmez.


İblîs’in, şeytan olmasının, yâni kovulmasının sebebi, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmediğinden değildi kardeşim. Neydi ya? 


Kibirlendi, büyüklendi, *Bu emir yanlış!* dedi. Emri beğenmedi, Cenâb-ı Hakka karşı geldi. Onun için *tard* edildi. Yoksa secde etmediği için değil.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Akıllı* olmanın alâmeti, kendini Cehennem ateşinden kurtarmakdır. Bir *kelime-i şehâdet* getirse, Cehennemde yanmakdan kurtulacak. Bunu akıl edemiyene, akıllı denir mi efendim? 


O hâlde *Mü’min* bir çoban, *Kâfir* bir devlet başkanındandan, bin kere daha akıllıdır. Niye? Çünkü bu, *Cennete* gidecek, öbürü *Cehenneme*, hangisi akıllı? İmâm-ı Rabbânî hazretleri ne buyuruyor? 


*Kelime-i tevhîd*, yâni Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, o kadar büyük ki, bunu bir defâ söylemenin *Sevâbı*, kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanlara dağıtılsa, yeter ve artar, buyuruyor. 


Yine o buyuruyor ki: *Bu kelimenin hürmetine, cenâb-ı Hak bütün kâfirleri affetse, yeridir*. 


Yedi kat yerler dolusu ve yedi kat gökler dolusu *Günâh*'ların tamâmı bir kefeye konsa. Bu *Kelime-i tevhîd* de öbür kefeye konsa, bu kelime-i tevhîd ağır gelir. 


Ama bu, söyliyenin derecesine göre böyle kıymetlidir. Herkesin söylediği değil efendim. 


Bir gün hazret-i Osmân radıyallahü anh abdest alacak, su getiriyorlar. Ellerini yıkarken gülmeye başlıyor. Sonra ordakilere dönüp; *Niçin güldüğümü niye sormuyorsunuz?* diyor. 


Onlar da sorunca, şöyle anlatıyor: Bir gün, tam bu yerde, Peygamber aleyhisselâm abdest almak için bizden *Su* istedi. Ben koşup ibriği getirdim ve dökmeye başladım. 


Tam ellerini yıkarken Efendimiz gülmeye başladı. Sonra bize dönüp; *Niçin güldüğümü niye sormuyorsunuz?* buyurdu. Biz de sorunca buyurdu ki: Nasıl gülmiyeyim? 


Bir *Mü’min* abdest alırken, elini yıkadığı zaman, eliyle işlediği bütün *Günâhlar* dökülüyor. Yüzünü yıkarken, yüzüyle, gözleriyle, burnuyla, ağzıyla işlediği bütün *günâhlar* dökülüyor. 


Başını yine öyle, ayaklarını yıkarken de, ayaklarıyla işlediği bütün *günâhlar* dökülüyor. Ben bunu görüyorum da sevincimden gülüyorum, buyurdular diyor. *Hazret-i Osmân*, bunu hâtırlamış da onun için gülmüş efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde; *Bu din geldikden sonra, birbirlerinizle kardeş oldunuz. Değil öldürmek, birbiriniz için canlarınızı fedâ eder hâle geldiniz*, buyuruyor. 


Nitekim, bir savaşta kan kaybetmiş ve *Suuu! Suuu!* diye inliyen bir sahâbîye, bir başka sahâbî, bir bardak *Su* götürüyor efendim. Tam suyu içecekken, başka bir sahâbî *Suuu!* diye inliyor. 


O, bunu işitince suyu içmiyor ve işâretle; *Suyu ona götür!* diyor. Ona götürürken bir başkası, *Suuu!* diye inliyor. O da içmeyip, *Ona götür!* diyor. 


Böylece o suyu, birbirlerine ikrâm ederken, üçü de *Şehîd* oluyor efendim. İşte Efendi hazretleri, bizi himmetleri altına almasaydı, kim bilir ne hâlde olacaktık. 

********

Mahşer meydanı, bu dünyâda olacak kardeşim. Sûriye, Arabistân, Ürdün, Yemen, buralarda. Dümdüz olacak bu yerler. Hiç engebe kalmıyacak. Mahşer, orada kurulacak.


Düşünün ki, her taraf *mermer*, güneş iyice alçalmış. Herkes, günâhları nisbetinde tere garkolmuş. Tek bir ağaç gölgesi yok, *rüzgâr* yok, insanlar feryâd edecek; 


*Yâ Rabbî, ne olur hesâbımızı gör! Cennetse Cennet, Cehennemse Cehennem, yeter ki şu izdihâmdan kurtulalım!* diyecekler. 


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyuruyorlar ki: *Mahşer, elli bin âhiret senesi sürecek*. Ama bu, kâfirler için böyle. 


Onlar, o yakıcı güneşin altında, o müthiş izdihâmda, sıkış sıkış, Elli bin sene bekliyecekler. Ama bu kadar uzun süre, mü’minlere, iki rekât namaz kılacak kadar *Kısa* gelecek efendim. 


İki rekât namaz kılacak kadar. Yâni en fazla *Beş dakîka*. Hem de Arş-ı âlânın altında, serinde. Bir de bakacaklar ki, mahşer bitmiş. 

*******

En büyük bayram, o *Büyük*’leri tanımak ve sevmekdir kardeşim. Çünkü bu ni’met, dünyâ ve âhiret ni’metlerinin en büyüğüdür, bundan büyük ni’met yok. Niçin? Çünkü Cennete girmek, buna bağlı. 


O büyükleri görmiyen, kitaplarını okumıyan kimsenin, kurtulması çok *Zor*’dur. Meselâ biz, Efendi hazretlerini görmeseydik, belki şimdi müslümân bile değildik, yâhut da *Sapık* bir müslümândık.