Muhammed Mâsûm Fârukî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
“Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk’ın dostları bu derde giriftâr olmuşlardır.”
Muhammed Mâsûm Fârukî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
“Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk’ın dostları bu derde giriftâr olmuşlardır.”
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Şimdi efendim, namaz kılanlar, helâle harâma riâyet edenler, dikkat edenler, büyüklerden gelen *Feyz’leri* alırlar. Feyz almak için, evvelâ o feyzin gelmesi lâzım.
Feyzin gelmesi de *Sevgi* ile, *Muhabbet* ile olur. O gelen feyzi de kalbe almak için *istîdâd* lâzım, o da, *İbâdet* ile oluyor. İstîdâdın da azı var, çoğu var. İbâdetlerin mikdarına göre o istîdâd değişir.
Fakat feyz almak için asıl mühim olan şey, mürşid-i kâmilin *Sohbeti*’dir, yâni *Teveccühü*’dür. Onların sohbeti, teveccühü olmazsa, o zaman ibâdetlerle feyz alınır.
Efendi hazretlerini tanıdığımda, *onsekiz* yaşında bir gençdim. Elhamdülillah daha ilk görüşde bana *teveccüh* etdi. Teveccüh demek, *Sevmek* demekdir.
Allahü teâlâ, kullarında bir *Dost*, bir de *Düşman* yaratmışdır. Dost, *Rûh*’dur, düşman ise, *Nefs*’dir. Nefse karşı da, büyük bir silâh yaratmışdır. Ancak o silâh, nefsi durdurabilir.
O da, *Namaz*’dır işte. Onun için, bir kimse namaz kılmıyorsa, binlerle kerâmet gibi hâlleri olsa da, gene *Sıfır*’dır, gene *Hiç*’dir. Bid’at sâhibinden kaçmak, aslandan kaçmakdan daha mühimdir.
Pâkistân’da Kutb-ül Abdurrahmân diye iyi bir *Âlim* vardı. Orada bir medresedeki hocaların başı idi. Daha yeni vefât etdi. Bu âlim 1981 senesinde hacca gitmiş.
Mescid-i harâmda hoparlörle namaz kıldırdıkları için, oradaki imâma uymamış. Namâzını ayrı kılmış. Bunun imâma uymadığını gören vehhâbîler, Onu hemen tutuklamışlar.
Ellerini kelepçeleyip hapse atmışlar ve kendisine; *Sen eğer bizim milletimizden olsaydın, senin cezân îdâmdı. Başka milletden olduğun için hapsetdik*, demişler.
Sonra da, *Hac* gününden bir gün önce, alel acele memleketine geri göndermişler.
Velhâsıl *Hoparlör* meselesini bütün dünyâ biliyor artık. Niye imâma uymadığını sordukları zaman, hoparlörün arkasında namaz kılınamıyacağını anlatmış.
Kutb-ül Abdurrahmân, bunları kitâbında yazmış. Bu yazıları biz de, *Fitnet-i Vehhâbiyye* kitâbımızın arkasına ilâve etdik.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Evliyânın *Sohbet*’inden istifâde etmenin şartları var kardeşim. Önce, o zâta karşı *Edebli* olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır*.
İmtihan etmek için sorarsa, fayda değil, zarar görür. Sonra kerâmet istememelidir. Biz kazandıklarımızı, büyüklerimize olan *Edebimiz* sâyesinde kazandık.
Efendi hazretleri çok *sevimli*, çok da *heybetliydi*. Heybetinden yüzüne bakamazdık kardeşim. Büyüklerin her bir zerresi, her bir hücresi, Allahü teâlâyı zikreder.
Kalbin *Nûr’lu* olabilmesi için şartlar vardır. Bu şartları yerine getiren, kalbini nûrlu tutabilir, koruyabilir. Şartların birincisi, *İbâdetdir*. Yâni emir ve yasaklara uymakdır.
Namazla olur, oruçla olur, hacla olur, zekâtla olur. Netîce îtibâriyle bunlar, insanın kalbini nurlandıran, aydınlatan unsurlardır. Bunların içerisinde en kıymetlisi, *Namaz*’dır.
Son nefese kadar nefs, insanı kâfir yapmak ister, günâhkâr değil! Şeytan, insanı *Günâhkâr* yapar. Ama nefs, îmânını alır, insanı *Kâfir* yapar.
Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki *Nûr*, birbirlerine akseder, te’sîr eder. Hele aralarında bir *Velî kul* varsa, Onun kalbindeki *Nûr*, şu lâmba gibi herkesi aydınlatır.
Öyle biri yoksa, onlara olan sevgi ve muhabbet de aydınlatır. O zâtların yanlarında olması, hattâ *Diri* olması şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur.
O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük *Ni’met*’dir. İşte ben, böyle büyük bir *Zât* ile Eyyûb Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Üniversitede talebe iken, bir gün Bâyezid Câmiine girdiydim.
Tesâdüfen o *Zâtı* gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi, ama derse yetişecekdim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günleri Eyyûb Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim.
O zaman tâtil *Pazar* değil, *Cum’a* günü idi. İlk Cum’a günü, *Eyyûb* Câmiine gittim. Orada Efendi hazretlerinin vaazında hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok *Zevk* aldım.
Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki; *Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim.
Meğer bunu diyen, *Efendi* hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için *20* sene, *30* sene, *40* sene hizmet etmek lâzımdır.
Beni ise daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü *Kalbi* okur onlar. Ben de, *Baş üstüne*, dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık efendim, çok şükür.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bir gün kâfirler, *Bilâl-i Habeşî* hazretlerini, çırılçıplak, yalnız don ile, kızgın kumların üstüne yatırmışlar. Karnına da gaz tenekesi gibi kocaman bir *Taş* koymuşlar.
Ayaklarına da kalın bir *İp* bağlamışlar. Çocuklar, Onu araba gibi çekiyorlar. Sivri ve keskin kumlar, çıplak vücûdunu bıçak gibi kesiyor. Onlar öyle çekerken, o da hep; *Ehad! Ehad!* dermiş.
Yâni, *Allah bir! Allah bir!* dermiş. O sırada oradan Peygamber Efendimiz geçiyor. Bilâl-i Habeşî hazretlerinin vücûdu kanlar içinde, kumlar kesmiş her tarafını.
O hâlde görünce Peygamber aleyhisselâmın yüreği sızlıyor ve yanına gidip; *Yâ Bilâl sabret, Allah demen, seni kurtarır*, diyor ve mescide gidiyor, ama kan ağlıyor içerisi.
Biraz sonra oradan *Hazret-i Ebû Bekr* geçiyor. Onu böyle kanlar içinde, çocukların çekdiğini görünce çok üzülüyor. Hemen *Bilâl-i Habeşî* hazretlerinin kâfir olan efendisine gidiyor.
Ve ona; Yâhu sen ne *aptal* adamsın. Bu köleni çıplak vaziyetde, şu sıcak kumların üstünde süründürüp niçin böyle eziyet çekdiriyorsun?
Hem bu gidişle yarın, öbür gün, *ölür* bu adam. O ölünce, senin eline ne geçecek, *hiç!* İyisi mi, sen şimdi bunu bana sat, hem *para* da kazanırsın, diyor.
Ama adam kabûl etmiyor. Isrâr edince de, normal köle fiyatının *On* mislini istiyor. Hazret-i Ebû Bekr; *Tamam, kabûl ediyorum*, deyip, istediği sayıda altınları getirtiyor evden.
Zîra kendisi *çok zengin* bir tüccar idi. Altınları verip *Bilâl-i Habeşîyi* alıyor, doğru evine götürüyor. Hamamda yıkatıyor. Bir de yeni çamaşır, yeni elbise giydirip, *serbest* bırakıyor.
*Bilâl-i Habeşî* de sevinç içinde doğru Mescid-i Nebevî’ye gidiyor. Peygamber Efendimiz, üzüntülü otururken bir de bakıyor ki, karşıdan *Bilâl* geliyor, tertemiz ve *neşeli*.
Çok sevinip; *Ne oldu yâ Bilâl, anlat!* diyor. O da olanları anlatıyor. Yâ Resûlallah, oradan hazret-i Ebû Bekr geçerken beni öyle gördü, acıyıp satın aldı ve âzâd etdi diyor.
Peygamber Efendimiz çok sevinip; *Ebû Bekr atîkun minen nâr!* buyuruyor. Yâni Ebû Bekir, Cehennemden âzâd olmuştur. Onun için hazret-i Ebû Bekr’in bir ismi de *Atîk*’dir.
HATIRALARDAN BİR KESİT (CİHÂD ÖZDENKAYA anlatıyor)
Babam ağır hasta idi. Devâmlı bakıma muhtâc durumdaydı. Bu yüzden evde sıkıntım vardı. Mecbûren bütün hizmetlerini ben yapmak zorunda kalıyordum. Zemân zemân çâresiz duruma düşüyordum. Bir Cum’a günü ziyârete gitdim. Banyo yapdırdım. İzmitdeki Fevziyye câmi’nin iki imâmı vardı. Birisi düzgün i’tikâdlı biriydi. Sırayla imâmlık yapıyorlardı. Ben bu imâmın sırasında cemâ’ate gidiyordum. O gün de onun nöbetiydi.
Cum’a nemâzından çıkışda sırtıma bir el dokundu. Uzun boylu, sünnete uygun sakallı, elinde bir sopa, ucunda dağarcık bağlı bir ihtiyâr, “Evlâdım. Bana 375 bin lira verir misin?” dedi. Hâline bakdım, dilenciye benzemiyordu. “Peki” deyip elimi cebime atdım. Bozuk para yokdu.
“Amca. Bozuk param yok. Bin lira vereyim?” dedim. “Olmaz, bana bu kadar lâzım” dedi. İstediği kadar parayı bulup verdim. Dayanamadım, “Ne yapacaksınız bu parayı?” diye sordum. “Bosnaya silâh alıp götüreceğim”dedi şaşırdım. Adamın sıradan birisi olmadığını anladım. Müsâfeha yaparken ellerinin buz gibi olduğunu görünce ürperdim. Baş parmağında kemik de yokdu. Sarıldım, bedeni de öyle soğukdu. “Siz Hızırsınız” dedim. “Yavaş konuş başkaları duymasın” dedi. Bana “Cum’aya sıkıntın hafîfleyecek. Baban vefât edecek. Cenâzesinde çok mubârek kimseler olacak” dedi. “Siz de bulunacak mısınız?” diye sordum. “Belki” dedi. Sonra da “Bugünkü nemâzımız kabûl oldu” dedi. Ben, “Bugün nemâzı filanca hoca kıldırdı, onun için değil mi?” dedim. “Hayır ondan değil. Bu cemâ’atde Hüseyn Hilmi Işık'ın talebesinden biri olduğu için onun hürmetine diğerlerinin nemâzı da kabûl oldu” dedi. Sonra, “şimdi arkanı dön” dedi. Sonra bir de bakdım ki kaybolmuş. Hemen Muammer abimi aradım.
“Babam Cum’a günü vefât edecek. Cum’a günü Hasen Yavaş'ı al, gel” dedim. Muammer abim Salı günü gelip gitdi. Salı günü babam iyileşip ayağa kalkdı. Herkesi çağırıp görüşdü, halâlleşdi. Sonra komaya girdi.
Cum’a sabâhı ezân okunurken vefât etdi. Cenâze defnedilirken birisi omuzuma dokundu. Hiç tanımadığım birisi idi. Câmi’den çıkışda gördüğüm zât olduğunu anladım. “Baban için üzülme. O şimdi Cennetdedir” dedi. “Efendim bir dakîka bekler misiniz, sizi çok görmek isteyen bir arkadaşım var” dedim. Geldiğimde gitmişdi. Vefâtından sonra babamı rü’yâda gördüm. Vaziyeti çok iyiydi. Son zemânlar hâriç yaşayışı pek iyi denildi. Bunun için şaşırıp, “Baba râhatın nasıldır?” diye sordum. “Çok iyi oğlum, senin hürmetine bana iyi mu’âmele yapdılar” dedi.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bir gün gelecek, herkes birer birer öbür tarafa gidecek. Cenâb-ı Hak hepimize hayrlı ölümler nasîb etsin. Başkalarının en büyük huzûrsuzluğu, *Ölüm korkusu*’dur.
Hâlbuki biz, *Hani, nerde o gün?* diyoruz. Mevlânâ’nın *Şeb-i arûs* dediği gibi. Nerede o gün? Efendi hazretlerine, Peygamber Efendimize, Allaha kavuşmak.
Bundan daha *Güzel* bir şey olur mu? Bundan daha *Güzel* bir gün olur mu?
Bir mü’min bir mü’mine *Selâm* verirken, o anda kalbinden, bütün peygamberlere de, bütün meleklere de, Evliyânın hepsine de selâm veriyorum, diye düşünürse, bunların hepsi, o mü’minin selâmına *Cevap* verirler.
Ancak o anda, bâzı melekler *Kıyâm*’da, kimi de *Secde*’de olduğundan, bunlar cevap veremez. Bütün meleklere diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir.
Efendi hazretleri, bize bunu böylece anlatır ve peşinden; *Keşke diğer meleklerin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*, buyururdu.
Efendim, bir *Tefsîr*’de okudum. Bir mü’min kabre girdiği zaman, Allahü teâlâ ona Cennetden bir *Hûri* gönderecek.
*Cennet hûrisi*, o mü’mine; Sen dünyâda iken şunu şunu sevindirdin, ferahlandırdın, o günden beri seni bekliyorum, diyecek.
O mü’min, o hûrinin gerdanlığına bakacak nasıl bir şey diye. O arada, gözü *İncilere* takılacak. Elini uzatacak, fakat her an kopabilir.
Gerdanlığa hafifce dokununca, *İp* kopacak efendim. Zâten *kopsun* diye bağlanmış. Parmağıyla hafif dokununca, *İp* kopacak ve bütün *İnciler* kabre dağılacak.
Mü’min çok üzülecek, utanacak, mahcup olacak, çok sıkılacak. Bu sefer utancından, eğilip tek tek o *İncileri* toplıyacak. Son *İnci’yi* aldığı zaman, kabir hayâtı bitecek.
Halbuki aradan yüzlerce, belki binlerce sene geçti. Sırf o mümin kabirde *Meşgûl* olsun, sıkılmasın, biraz da *Utansın* diye efendim. Bütün incileri toplar, kabir hayâtı da biter.
Kadim dostu bırakıp da başkalarıyla uğraşmak, cenab-ı Hakkın gücüne gider
İnsan, Allahü tealaya ne kadar yaklaşırsa, hem dünyada hem ahirette mutlu olur. İnsan, Allahü tealadan ne kadar uzaklaşırsa, hem dünyası hem ahireti perişan olur. Çünki, Allahü teala kullarına ana babalarından daha şefkatli, merhametli ve bize bizden daha yakındır. Dolayısıyla, bütün nimetleri veren, bizi insan olarak dünyaya getiren, bu imanı nasib eden, bu hizmetleri nasib eden, bu işleri veren, saymakla bitmeyen nimetleri veren yüce Allaha sırt çevirmek, menfaatçilerle dost olmak, kadim dostu bırakıp da başkalarıyla uğraşmak, cenab-ı Hakkın gücüne gider. Allah için yapılan işe ihlas, dünya için yapılana ise riya denir ki, birbirinin tam tersidir. Yaptığımızı Allah için yapmalıyız. Ahmed'e çalışıp Mehmet'den ücret beklenmez. Dolayısıyla, insanlar beğensin, insanlar sevsin, medhetsin, alkışlasın diye yaşarsak, cenab-ı Haktan ne bekleriz. Yediren, içiren, hayat veren O'dur. Cenab-ı Allah bizden ne istiyor: Onu Allah olarak tanımak, bilmek, iman etmek ve onun emir ve yasaklarına en azından saygılı olmak...
(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)
Getirdiğim suyu kana kana içtiler ve gırtlakları kuruyana kadar bana küfrettiler...
(Sultan Abdulhamid Han)
Ey oğul!
Fazla konuşma. Sonra bulunduğun toplulukta taşınması güç bir yük olursun.
Seninle beraber oturana karşı alicenap davran. Yanına oturmak isteyene güzel, nazik, hareket et.
Başkasının gözüne dikkatle bakıp durma.
Fazla lügat parçalayıp yaldızlı söz söyleme. Çünkü bu sözlerin dış görünüşü belki güzel sayılabilir, fakat gerçekte güzel değildir.
<~> İMAM-İ GAZALİ <~>