Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. Bu *Îmân*, bir mücevherdir. Cenâb-ı Hak, bu mücevheri çöplüğe koymaz. 

Arkadaşlarımızın kalbleri müsâit olmasa, Allahü teâlâ o *mücevheri*, o *pırlanta*’yı onların kalbine verir mi? Yalnız bunun için, cenâb-ı Hakka ne kadar şükretsek azdır. 

*Fıtrat* çok mühim kardeşim, Bâzılarının fıtratı, mutlak *Küfr*’dür, Allah korusun. Hiç ıslâhı mümkün değil. Bâzılarının da fıtratı *küfr*’dür, ama aslı kaybolmamışdır.

Sâdece üstü örtülmüşdür, o kadar. Yâni ümit var, her an için, o örtü kalkıp, *Îmân* edebilir. Ama birincisinde hiç ümit yok, tamâmen kapalı. Hayât yok, ümit yok.

*Îmân etme* ihtimâli hiç yok, mümkün değil. Onun üstü tam örtülmüş. Böyleleri, *Peygamberi* dahî görse, yine îmân etmez, ancak *küfr’ü* artar. İkincisi ise örtü kalkar, müslümân olur. 

İşte birincisine misâl, *Ebû Cehil*, ikincisine misâl de *hazret-i Ömer*. Hazreti Ömer'in fıtratı müsâitdi, ama üzeri küfr ile örtülmüşdü. Fıtratı temiz idi.

*Huy* bakımından, *ahlâk* bakımından müsâit idi. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm ona duâ etdi, duâsı kabûl oldu. Zâten fıtratı temizdi ve *îmân* edip, *Hazret-i Ömer* oldu. 

Peygamber Efendimize yahûdîler, *Zehirli et* yedirdiler. *Hazret-i Ömer'i* câmiye giderken, *Hazret-i Osmân'ı* Kur'ân-ı kerîm okurken, *Hazret-i Alî*’yi namaz kıldırırken *Şehîd* etdiler. 

*Hazret-i Hasan'a*, elmas parçaları içirdiler, midesi bağırsakları parçalandı ve *Şehîd* oldu. *Hazret-i Hüseyin*'in başını kestiler, *Şehîd* oldu, oniki İmâma neler neler yapdılar. 

Bunların hiç biri *İmdât!* demedi, yardım istemedi. İsteselerdi, *Yâ resûlallah imdât!* deselerdi, Efendimiz aleyhisselâm elbette yetişir, yardım ederdi. Ama onlar istemediler. 

Niçin istemediler? İki sebepden. Birincisi, *Şehitlik* sevâbı almak istiyorlardı. Şehitlere vaad edilen ni’metlere kavuşmak için yardım istemediler. 

İkincisi de, *Levh-il mahfûzu* okuyorlardı. Yâni değişmiyecek olan *kazâ-i mübremi* görüyorlardı, buralarda *şehîd* olacaklarını görüyor ve okuyorlardı, niçin istesinler?

Sana verilmeyeni sana lazım olmayan bil

Sana verilmeyeni, sana lazım olmayan bil.

Başkasında imrendiğin, sende olmayanı, olsaydı felaketin bil.

Ne ki eksiğin, olsaydı fazlalığın olurdu:

"Allah (celle celalüh) herkese layık olduğu cevheri verdi.

Kedinin kanadı olsaydı serçenin nesli tükenirdi."

Sadî-i Şirazî (rahmetullahi aleyh)

KABRİME GELİP BİR FATİHA OKUYANLAR, CEHENNEM ATEŞİNDE YANMASINLAR

"KABRİME GELİP BİR FATİHA OKUYANLAR, CEHENNEM ATEŞİNDE YANMASINLAR"
Bu bölümde yine Mehmet Emin Tokadi Hazretlerinden ve o büyük, müjdeli duayı hocasından nasıl aldığını anlattık. Ayrıca Müstakimzade Süleyman Sadeddin Efendi'nin kim olduğunu ve ehemmiyetini de anlattık.
Mehmet Emin Tokadi Hazretleri'nin bizlere çok büyük bir müjde verdiğini hepimiz biliyoruz. Kabrine bir defa gelip ve bir fatiha okuyanların cehennem ateşinden yanmamaları için dua etmiştir. İşte bu duayı ve menkıbesini anlattık.

DÎN TÜCCARI


Ne diyordu?
“Kur’ân ile aranıza kimseyi sokmayın, Kur’ân'ı apaçık herkes anlar, meâl yeter.”

Ne yapıyor?
Tefsir yazıyor, hem de 25. cilde gelmiş.

Kim için yazıyor?
“Kur’an bize yeter diyenler için, niye Kur’ân ile aramıza giriyor?”
Muhasebesini yapamıyacak kadar câhil, gâfil ve bedbahtlar için.

Bu soruyu soramayanın, Kur’ân ile meşgul olurken yayılan bu edebsizin halini anlamasını zaten beklemiyoruz.

(Dursun Cihan

Din kardeşini güler yüzle karşılamak

Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi bir iyiliği, sakın küçük görme! (Müslim)

Hadis-i Şerif

Dost ateş gibidir

Dost ateş gibidir; azı yarar, çoğu zarar.

İslam alimleri dostluğa dair şöyle buyurmuşlar;

Birçok hastalık, fazla yiyip içmekten hasıl olur. Düşman da dostlar arasından çıkar, başka yerden gelmez. O halde dostları çoğaltma! Nice çok şey vardır ki, ikrah ve pişmanlık getirir. Nice az da vardır ki, rağbet ve nefaset getirir. Deniz çoktur; fakat tuzlu olduğundan susuzluğu gidermez. Yağmur suları azdır; fakat susuzluğu giderir. Dost ateş gibidir; azı yarar, çoğu zarar.

HATIRA: ENVER ÖREN VE BEHİCE SULTAN

HATIRA: ENVER ÖREN VE BEHİCE SULTAN

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde doktora asistanı iken, NATO bursu vesilesiyle Napoli’de kaldığım (1967) ve Napoli Üniversitesi Zooloji Enstitüsü’nde araştırmalar yaptığım yıllarda, Sultan II. Abdülhamid’in son zevcesi Behice Sultan’ın, burada sürgün hayatı yaşadığını öğrenip hemen ziyaretine gittim. .

Sultan Hamid Hân Hazretleri’nin miralaylarından Celâl Bey ile mecburi bir nikâh kıyarak birlikte oturuyorlardı. İlk ziyaretine gittiğimde kapıyı çalıp, selâm verdim. “Allah rızâsı için sizi ziyarete geldim. Lütfen kabul buyurun.” dedim. “Aleykümselâm, içeriye buyurun efendim.” Sesi bütün heyecanımı dindirdi ve sevinçle içimden çok şükrederek besmeleyle içeri girdim. Yaşadıkları yer, gâyet mütevâzı bir apartman dairesi idi. İçim burkuldu. Kendi kendime “Heyhat! Saray’dan, Napoli’nin ara sokaklarındaki bir apartman dairesine!” diyordum. Bir masanın etrafına üçümüz oturduk. Evde başka kimseler yoktu. Önce mübârek ellerini öptüm ve söze şöyle başladım. “Efendim, bendeniz namazını kılan, İslâm terbiyesi ve ahlâkı ile yetişen, Sultan Abdülhamid Hân Hazretleri’ni çok seven bir Türk’üm. İstanbul’dan geldim. Burada olduğunuzu haber alınca içime sizinle tanışmak, duâlarınıza kavuşmak ateşi düştü. Şu anda bu arzuma kavuşmanın sevinci içindeyim.” dedim.

Behice Sultan’dan duvarları çınlatan, yürekten gelen bir “Elhamdülillah!” sözü geldi. Behice Sultan devam etti. “Demek namazını kılıyor, Allahını ve Peygamberini tanıyorsun. Allah’ıma sonsuz hamdü senâlar olsun, ölmeden önce bana bunu da işitmek, genç bir Türk Müslüman evlâdını görmek nasib etti” dedi. (Acaba zevcesi böyle olanın, kendisi nasıldır?) Napoli’de kaldığım müddet zarfında, her ay gelen bursumun çoğunu Behice Sultan’a götürüp veriyor; geri kalan mikdarla iktifâ etmeye çalışıyordum. Onun birçok hizmetini gördüm.

Sultan II. Abdülhamid’in son zevcesi Behice Sultan’ın, Napoli’de sürgün hayatı yaşarken, kendisini ziyarete gelen bana söylediği ve kuvvetli bir imanın tezâhürü olan bu sözleri, bugün kolay kolay kim söyleyebilir?

Bir defasında yanına gittiğimde, Sultan Hanım efendi, evin mutfağında soğan ve patatesleri ayıklıyordu. Bunlar pazar artıklarından toplanmış çoğu çürük çarık şeylerdi. Kendimi tutamadım. Gözlerim doldu. “Oğlum, sarayda yaşadım. Hizmetkârlarım vardı. Ama gör, bak, şimdi ne hâldeyim! Cenâb-ı Hak, bizi imtihan ediyor. İnşallah bu imtihanı kazanırız.” dedi.

Öyle ki Napoli’den dönerken Behice Sultan; “Bizi kendine alıştırdın. Doğurduğum çocukları bile senin kadar sevmedim. Şimdi beni bırakıp gidiyorsun. Hak revâ mı bu?” dedi.

Vedalaşırken bana bâzı hediyeler verdi ve vasıyette bulundu. “Beni Yahya Efendi dergâhına defnedin. Cenaze namazımı Hüseyn Hilmi Işık Efendi kıldırsın. Tabutumu asla arabaya koymayın.” dedi. Bunların üçü de çok zor idi. Bir kere Yahya Efendi dergâhı cenaze defnine kapalıydı. Hüseyn Hilmi Işık efendinin de cenâze namazı kıldırdığı işitilmiş şey değildi. Üstelik cenâzelerin arabaya konulması mecburî idi. Bu vasıyetlerini dinledikten sonra “Başüstüne efendim” diyerek huzurlarından ayrıldım.

Bir müddet sonra da memlekete döndüm. Meğerse bu son görüşmemiz değilmiş. Behice Sultan iki sene kadar sonra, kızkardeşi Nimet hanım ve akrabaları vasıtasıyla Türkiye’ye döndü. Suadiye’de oturdu. Kendisini ziyarete gittim. Çok memnun oldu. Az bir zaman sonra da vefât etti. Doksan yaşında idi. Behice Sultan hanımefendinin temiz ve yüce kalbinin tecellisi, vefâtından sonra da devam etti. Bakanlar Kurulu, Yahya Efendi dergâhına defnedilmesine karar verdi. Hüseyn Hilmi Işık Efendi cenâze namazını kıldırdı. Cenâzeye iştirak edenlerin çokluğundan, tabutları arabaya konulamadı, omuzlarda taşınarak kabristana götürüldü.

Sultan Abdülhamid Han’ın son zevcesi Behice Sultan’la Altı Ay – Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 

Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.  

*Enver âbi* bir rüyâ görmüş efendim, bana anlatdı. *Efendi* hazretlerini görmüş. Oğlu *Mekkî Efendi* de varmış. Mekkî Efendi, babasına;

*Babacığım, Seâdet-i Ebediyye kitâbını yazmak hakkını niye Hilmi beye verdin?* diye sormuş. Yâni ben burdayım, bana niye vermedin? der gibi sormuş. Efendi hazretleri de; 

*Çünkü Efendi’yi anlıyan bir Efendi çıkdı. Otuz sene İstanbul halkına ne anlattıysam, hepsi o kitâbın içinde var*, buyurmuşlar. Enver âbi bunu bana anlatdı, çok sevindim. 

Bugün yer yüzünde böyle bir *topluluk* yok kardeşim. Böyle bir *hizmet* de yok. Neden? Efendi hazretlerinin bereketi. Mekkî Efendi şâhit. 

Efendi hazretlerinin vefâtlarına yakın ziyârete gitdiğimde, beni yatağının içine alır ve elini uzatıp, *Hilmi, elimi sık!* derdi. Ben de sıkardım, biraz gevşetsem, *Devam et, sık!* derdi. 

Mekkî Efendi de bunu görürdü. Nitekim kendisi, bu hâdiseyi aynen *Enver âbiye* anlatmış efendim. Orada başka arkadaşlar da varmış. 

Hattâ Mekkî Efendi; *Öyle zannediyorum ki, o günlerde babam, kalbinde ne varsa, hepsini Hilmi’ye verdi, hepsini onun kalbine akıtdı*, demiş.

Bir kâfir İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ-ül Ulûm kitâbının sayfalarını muhabbetle çevirse Îmâna gelir

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 

Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.

İbadetine sevineceğine günahına üzül

İbadetine sevineceğine günahına üzül.

(Seyyid Abdülhakim Arvasi Kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

*Işık* soyadını, bize Efendi hazretleri koydu. Şöyle ki, yeni soyadı kânunu çıkdı, ondan evvel soyadı yokdu. Namazdan sonra oturduk, konuşuyorduk. 

Sen ne koyacaksın, sen ne koyacaksın? diye konuşuyorlardı. Efendi hazretleri; *Işık koymalı, Işık soyadı hoş olur*, buyurdu. Ben hemen sessizce oradan çıkdım.

Kimse farkına varmadan, dooğru nüfus müdürlüğüne gitdim. Soyadımı *Işık* koydurdum ve döndüm. Efendi hazretleri beni görünce, *Sen ne koydun soyadını?* buyurdular. 

Ben de, *Işık* koydum efendim, dedim. Efendi; *Öyle miii, çok güzel olmuş, çok iyi, çok iyi*, buyurdu. İltifât buyurdular. Efendi’den *Işık* ismini işitenler, doğru nüfus müdürlüğüne gidiyorlar. 

O gün, ertesi gün, Eyüp Sultân’da nüfus memuru; *Bu Işık soyadını bir subay geldi aldı*, diyor. Hepsi üzülüyor tabii. 

Bunun üzerine, kayınpederim Ziyâ bey, *Akışık* koydu soyadını. Kimisi *İki ışık* koydu, Efendi hazretlerinin de soyadı *Üçışık* oldu. Hikmet-i ilahî, biz bilmeyiz. 

Bu büyükler, *Kalb câsusu*’durlar. Câsus ne yapar? İnsanlar arasında haber araşdırır, memleketine bildirir. Bu büyükler de insanların kalblerini tek tek araşdırırlar. 

Bir *Cevher*, bir *İstîdâd* görünce, onu *Cezb* ederler. Yâni karşısına ya bir *talebesini* veyâ bir *kitap* veyâ bir sebep çıkararak, kendilerine çekerler.