KÂİDE

Birisi şöyle demiş:
“Müsliman yalan söyler mi, gıybet yapar mı, iftira atar mı?”
Söyler de,
Yapar da,
Atar da!
Bunları yapan iyi müslüman mıdır?
Hayır!
Bunların hepsi günahtır, kötüdür.
Ama sebeb-i küfr değildir.
Eğer, bu günahlarını beğenip “iyi, güzel, doğru” demiyorsa.
Kâide ne idi?
“Allahu tealanın kötü ve çirkin dediğine iyi ve güzel, güzel ve iyi dediğine kötü ve çirkin demek KÜFR’dür.”

SAVAŞ

Ortada bir savaş var.
Topla, tüfekle değil.
Kalemle, televizyonla, radyo ile, internet ile ...
Bizi biz yapan değerlerimizi;
îmânımızı, ahlâkımızı, ailemizi, târihimizi ...
Kendilerine benzeterek bizi kendilerinden eylemeye çalışan ehl-i küfr ile olan bir savaş.
Yeni değil bu, asırlar evvelinden beri var ola gelen bir savaş.
Acı olan;
“Bizim” dediklerimizin, suflî hesab ve menfaatleri uğruna düşmanın hilelerine aldanması ve bizi içten çökmeye vesile olmalarıdır.

Yâ Rabbî!
Bize dirâyetli devlet adamları, ehl-i sünnet dîn adamları ihsan eyle!
Böyle devlet ve dîn adamlarının arkasında toplanıp senin yolunda ve rızan için ölmeyi nasib eyle!
Âmin.

ALÂMET

ALÂMET

Kıyamet alâmetlerinden biri:
Hazret-i Mehdî Mekke’ye gittiği zaman, İslamiyetin doğrusunu götürdüğünde, oranın dîn adamı, müftüsü, en büyük adamı diyecek ki;
-Bu adam nerden çıktı? (Hazret-i Mehdî için) Bizi dînimizden ediyor.

O kadar, dîn bozulacak! Doğrusu götürüldüğünde, doğrusuna “bozuk” diyecek hale gelecek, efendim.

(30.08.2018)

Âlimlerin zîneti ‘Bilmiyorum’ demekdir

Âlimlerin zîneti ‘Bilmiyorum’ demekdir. İşte bütün hâdise bu.

Bilmiyorum’ derse onun âlim olduğuna alâmetdir

Âlimlerin zîneti nedir? Âlimlerin zîneti, “Bilmiyorum” demekdir. İşte bütün hâdise bu. Bilmiyorum demesi, onun âlim olduğuna alâmetdir. “El câhil-ü cesûrün”. Câhil ne olur? Cesur olur. Her şeye cevâb verir. Atar atar, söyler. Âlim ise, her kelimesinden korkar. Bir kelime söyliyecek olsa, vesîkasını bulmadan söyliyemez.

Onun için soruyorlar imâm-ı Şâfiîye; “Sen imâm-ı Mâliki gördün, nasıl biriydi? Gerçekden medhetdikleri kadar âlim miydi?” diyorlar. İmâm-ı Şâfiî de; “Ben Onun, medhetdiklerinden de daha fazla âlim olduğunu bir yerde iyi anladım” diyor. “Nasıl anladın?” diyorlar. Şöyle anlatıyor:

“Bir yerde ders yapıyordu, sohbet yapıyordu. Yüzlerce dinleyici vardı. Kendisine otuz tâne suâl sordular. O suâllerden yirmi ikisine cevâb verdi. Geri kalanlarına ise, ‘Bilmiyorum’ dedi. ‘Bunların cevâbını bilmiyorum Araşdırayım, öğreneyim, o zaman söylerim’ dedi. İşte ben, Onun ‘Bilmiyorum’ demesinden, derin âlim olduğunu anladım”.
(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

NOT;
Şimdi herkes herşeyi biliyor. Hele hoca, şeyh bilinenler... Tevazu sıfır. Burunlarından kıl aldırmazlar. Derhal hüküm verirler. İşkembe-i kübradan atarlar. Şu islam aliminin, şu kitabının, şu bahsinde şöyle yazıyor diyemezler. Çünkü bilmezler. İşte ahir zaman budur...

HEP SAĞ, DAİMA SAĞ

Peygamberimizin süt annesi 
Halime Hatun anlatıyor:

«— Benî Saad kabilesinden birçok kadın, Mekke'ye geldik. Mekke büyüklerinin çocuklarını alıp yetiştirelim diye... Benimle gelen kadınların hepsine Allah'ın Resulünü sundular.

Öksüz diye kimse kabul etmedi. Kadınlardan her biri kısmetini buldu, gitti. Elleri boş, bir ben kaldım.
Zevcime/kocama dedim ki: «Ellerim boş dönmek bana girân geliyor. Ben de yetimi alsam bari!»
Çocuğu almaya gittim. Mübarek vücudunu bir yeşil ipeğe sarmışlar, üstüne de beyaz bir sof dolamışlar.
Beyaz saf sütten ak ve misk kokulu... Allah'ın Resulü arka üstü yatmış, mışıl mışıl uyuyor.
O kadar güzeldi ki, yüzüne dalıp kaldım ve uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsünün üstüne koydum.
Gözlerini açtı, yüzüme baktı ve gülümsedi. Sanki gözlerinden, gökleri tutan bir aydınlık fışkırdı.
İki gözünün arasından öptüm. Sağ mememi verdim, aldı. Dilediği kadar süt emdi.
Derken sol mememi verdim, almadı. Ondan sonra hiçbir defa sol memeden süt emmedi. Hep sağ,daima sağ...»
Çöle İnen Nur'dan

SEVAP ZANNEDİLEN GÜNAHLAR

SEMA YAPMAK: Mevlana hazretlerine atfedilir. Ancak ne Mevlana ne de başka bir İslam büyüğü ile hiç bir ilgisi yoktur. Mevlana'dan 3-4 yüzyıl sonra, sapkın tarikatçılar tarafından uydurulmuştur. Mevlana hazretleri, ne bir kez ney çalmış, ne de dönmüştür.
MÜZİKLİ İLAHİLER: Müzik, tıpkı içki ve zina gibi katî haramdır. Aksini iddia edenin kâfir olmasından korkulur. Buhari de ki hadis-i şerifte, Ahir zamandan ümmetimden bazıları, müziği helal sayacaktır! buyrulmaktadır. Def ve davul gibi çalgılar düğünlerde çalınır. Ancak ilahilere hiç bir çalgı karıştırılamaz. Peygamber efendimiz, girdiği bir evde, def ile kendisini övmeye başlayan cariyelere, Beni söylemeyin! Beni söylemek ibadettir. İbadete eğlence karıştırılmaz! buyurmuştur. [İ.Gazali, Kimya-ı Saadet]
KADIN HAFIZLARDAN KURAN DİNLEMEK: Kadınların sesleri mahremdir. Zaruretsiz yabancı erkeklerle konuşmaları haramdır. Fıkıh kitaplarında:
*Kadınların yüksek sesle veya yumuşak konuşmaları ve seslerini namahreme duyurmaları caiz olmadığı için, ezan ve ikamet okumaları da caiz değildir.
(Redd-ül Muhtar)
*Genç kadın, yabancı erkeğe selam veremez ve aksıran erkeğe bir şey söylemez ve kendine söylenince de cevap vermez. (Hamevi Eşbah şerhi)
KADINLARIN CAMİYE GİTMELERİ: Peygamber efendimiz, bir kadın için namaz kılacağı yerlerin en hayırlısı, kendi evidir! buyurmaktadır. Fıkıh kitaplarında da:
*Kadınların beş vakit namaz için veya cuma, teravih ve bayram namazları için, camiye gitmeleri caiz değildir. (Redd-ül-muhtar) buyurulmaktadır.
KADINLARIN, MAHREMSİZ HACCA VEYA UMREYE GİTMESİ: Peygamber efendimiz; (Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez) buyuruyor. Giderse, haccı sahih olur ise de, haramdır. Erkeği ile gidince de, otelde, tavafta, say’da ve taş atarken, erkekler arasına karışması haccın sevabını giderdiği gibi, büyük günaha da girer. Ebedi mahrem erkeği bulunmayan kadın, ihtiyarlayınca, göremez olunca veya iyi olmayacak bir hastalığa yakalanınca, yerine vekil gönderir. Daha önce göndermez.

İlim mi üstündür dünya malı mı?

On kişi gelip hazreti Ali (radıyallahu anhu) efendimize sırayla şu soruyu soruyorlar:

“Ya Ali ilim mi üstündür dünya malı mı?“

Hazreti Ali (radıyallahu anhu) efendimiz birinciye;

“İlim üstündür, çünkü ilim peygamberlerin mirasıdır, dünya malı ise firavunların mirasıdır.”

İkinciye;

“İlim dağıttıkça artar, dünya malı ise dağıttıkça azalır.“

Üçüncüye;

“İlim sizi korur,dünya malını ise siz korumak zorundasınız.”

Dördüncüsüne;

“İlim seninle mezara girer ,dünya malı ise sizi bırakır kabre girmez.”

Beşincisine;

“İlim sahibini seven çok olur,dünya malına sahip olan ise kıskanılır ve düşmanı çok olur.”

Altıncısına;

“İlim sahipleri onurla azametle anılır,dünya malına sahip olanlar ise cimrilikle suçlanır.“

Yedincisine;

“İlim eskimez ,bozulmaz ,yıpranmaz,dünya malı ise yıpranır eskir ve bozulur.“

Sekizincisine;

“İlim kalbi nurlandırır yumuşatır,dünya malı ise kalbi katılaştırır.”

Dokuzuncusuna;

“İlim sahipleri kıyamet günü şefaat ederken,dünya malına sahip olanlar hesap verecekler.”

Onuncusuna;

“İlim sahipleri mütevazı alçak gönüllü olur,dünya malına sahip olanlar ise enaniyetine düşkün gururlu olurlar.”

Hazreti Ali(radıyallahu anhu) buyuruyor ki;

“Kıyamete kadar gelen insanlar herbiri gelse hepsine ayrı ayrı cevap veririm, hiç bir cevabım birbirine benzemez.”

Hilmi hocamız ve Prof.Arif Nevşahi

Hilmi hocamız ve Prof.Arif Nevşahi 
Fotoğrafda arka planda duvarda asılı olarak Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yeşil silsile-i şeriflerini görünüyor.

Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin Nedimi Şâkir amca ve Manevi evladı Hüseyn Hilmi Işık hazretleri

Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin Nedimi Şâkir amca ve Manevi evladı Hüseyn Hilmi Işık hazretleri

Mübarek hocamız Hüseyn Hilmi Işık hazretleri ile Şâkir amca" Rahmetüllahi aleyhimâ " arasında geçen bir hatırayı hocamızın kendi sesiyle anlatımı... Hocamız bu sohbeti ehibbadan merhum sabri Işık efendinin oğlu Işık Gökkaya abiye anlatıyor ..Sabri Efendi muhib olmasının yanı sıra efendi hazretlerinin hem talebesi hem yeğeni Seyyid Faruk Işık efendinin damadıdır. ismi geçen bu dört mubarek talebe ( Şakir amca, Mübarek hocamız, Faruk Işık ve Sabri Gökkaya ) üstad Necip Fazıl Kısakürek 'in " O ve Ben " eserinde övgüyle bahsedilmektedir.
********************************************************************
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin hicret esnasında on yaşlarında tanıdığı ve evladlık alarak yanından hiç ayırmadığı, özel olarak tüm hizmetlerini gören , evlenene kadar efendi hazretlerinin odasında kalan, O'nun en yakınlarından biri haline gelen bu sebeple de Abdülhakîm Arvâsî hazretleri kendisi için " SÂHİB-İ SERİM [baş arkadaşım ] , BASTONUM, CÜZ'-İ LÂYÜNFEĶKİM [ ayrılmaz parçam ] , LÂZIM-I GAYRI MÜFÂRIKIM [ ayrılmaması gerekenim ] gibi tabirlerin kullanılma şerefine kavuşan Şâkir amca ile Mübarek hocamız Hüseyn Hilmi Işık hazretleri arasında geçen bir hatıra ...

********************************************************************

Fotograf: Hocamız teğmen çıktıktan
sonra 1932 yılında çekilmiştir.

Ruhlarına Fatiha...

Şâkir amcanın kabri  Eyüp Sultan'da Kaşgârî Dergâhı yanında Mübarek hocamızın kabrinin bulunduğu aynı hazirededir.

Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin Talebeleri, " Terzi Hâbil Amca ve Hüseyn Hilmi Işık Efendi"


Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin Talebeleri, " Terzi Hâbil Amca ve Hüseyn Hilmi Işık Efendi "

Sakın terk-i edebden


MİNÂREDEN OKUNAN ŞİİR ...

Nabi’nin nağmeleri Peygamberimizin emriyle, Medine semalarında yankılandı.

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbub-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafâdır bu
Murâat-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır büsegâh-ı enbiyâdır bu.

Büyük çoğunluğu yüksek rütbeli Osmanlı devlet adamla­rından meydana gelen Hacc kafîlesi alemlere rahmet ola­rak yaratılan, mutluluk rehberi Pey­gamber Efendimizi ziyaret yolunda. Çölde günlerdir süren yorucu yolcu­luk bitmek üzere. Medine’ye yaklaş­tıkları bir gecede son kez mola verdi­ler. Kafiledekiler kısa bir süre içinde yorgunluktan uykuya daldılar.
Ancak biri var ki günlerdir uyku görmeyen nemli gözleri ile uzaklara dalmış;İki cihan güneşi Peygamber Efendimizin hasreti ile yanmış ve kavrulmuş. Yusuf Nâbî bu. O gece de Resulullâh’a bu kadar yakın olmanın hazzı içerisin de yerinde duramayıp gezerken…
O da ne!
Devlet büyüklerinden birisi ayağını kıbleye doğru uzatmış uyumuyor mu!
Yusuf Nâbî’nin gözü karardı. Yet­kiliyi uyandıracak ve uyaracak tarzda şu sözler ağzından inci gibi saçılmaya başladı:
Nâbî’nin, yüreği yanarak söylediği nâ’tının manası şu şekildeydi.
“Edebi terketmekten sakın. Zira burası Allahü Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer Hak Tealının nazar evi. Resûl-i Ekremin makamıdır. Burası Cenahı Hakkın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir, fazilet yönünden düşünülürse Allahü Teâlâ’nın arşının en üstündedir. Bu mübarek yerin mukad­des toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı. Zira burası kör gözlere şifa veren sürmedir. Gökyü­zündeki yeni ay Onun kapısının yüre­ği, yaralı aşığıdır Bunun kandili dahi, ışığının nurunu ondan almakta­dır. Ey Nâbî! bu dergâha ede­bin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası büyük meleklerin etrafında perva­ne olduğu ve peygam­berlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf ye­ridir.”
Sakın kimse duymasın!
Bu mısraları işiten o yüksek rütbeli kişi hemen ayaklarını toplayarak doğruldu ve:
– Ne zaman yazdın bunu? Sen­den ve benden başka duyan oldu mu? diye sordu. Yusuf Nâbî de:
– “Daha önceden hiç söylememiştim. Su anda sizi bu halde uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım, ikimizden başka bilen yok” dedi.
Bu sözler üzerine o kişi rahat bir nefes alarak:
– Madem ki bu şiiri burada söyledi burada kalsın. İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz” diye ikaz etti.
O böyle tehditler savuradursun, Cenab-ı Hak, habibinin aşkıyla söyle­nen bu gönül açıcı ifadeleri hiç gizli bırakırmıydı? Bu İfadeleri kıyamete kadar unutulmayacak bir şekilde açığa çıkardı.
Na’tı Şerif Medine sefalarında
Kafile yoluna devam ederek sabah namazına yakın Mescidi Nebi’ye vardı. Onlar Mescid-i Nebi’ye girerken minareler­den yanık sesli müezzinler Ezan-ı Muhammedî’den evvel Nâbî nin
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbub-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafâdır bu
diye başlayan na’tını okuyorlardı.
Nâbî ve o yüksek rütbeli kişi hayretten dona kaldılar. Sabah namazını kıldıktan sonra Nâbî ve öbür zat namaz kıldıkla­rı camiin müezzi­nini buldular. Nâbî müezzine;
– Allah aşkı­na, Peygamber aşkına ne olur­sun söyle. Ezan­dan önce okudu­ğun na’tı kimden nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzinde büyük bir heyecan içeri­sinde sunları anlattı: Resul-i Ekrem Efendi­miz bu gece Mescidi Nebi’de ki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “Ümmetimden Nâbi isimli biri benî ziya­rete geliyor.
Bana olan askı herşeyin üstündedir.
Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medi­ne’ye girişini kutlayın” buyurdu­lar. Biz de Resulullâh Efendimi­zin emirlerini ye­rine getirdik.
Nâbî müezzi­nin son sözlerini işitmez olmuştu. Gözyaşları içerisinde: Sahiden Nâbî mi dedi. 0 iki cihanın peygamberi Nâbî gibi bir zavallıyı, günahkârı üm­metinden saymak lûtfunu gösterdi mi? dedi. Evet cevabı­nı alınca da sevincinden bayıla­rak kendinden geçti.

YUSUF NÂBÎ
Bu mutlu olayın sahibi Yusuf Nâbî Osmanlı Devleti zamanında yetişen şair ve velilerdendir. 1642 senesinde evliyalar ve enbiyalar şehri olarak bilinen Urfa’da doğdu. Çocukluğunda Arapça ve Farsça’yı anadili Türkçe ile birlikte en iyi şekilde öğrendi. Daha sonra Yakub Halife isimli bir Kadiri şeyhine talebe oldu. Ondan dînî ilimleri tahsil etti ve ta­savvuf yolunda ilerledi. Yusuf Nâbî’deki kabiliyeti gören hocası bir müddet sonra onu yüksek ilimlerin merkezi İs­tanbul’a gönderdi.
Nâbi istanbul’a gelince di­van kâtipliğinde vazife aldı. Bir taraftan burada çalışırken diğer taraftan da gönül ehli alimlerin soh­betlerinde bilgisini genişletiyor, yaşayışını güzelleştiriyordu.
O, Allahü Teâlâ’nın dinini yaymak için yapılan cihad hareketlerine katılmaktan da geri durmadı. 1672 yılında Lehistan seferine iştirak etti Kameniçe’nin zaptı dolayısıyla yazdığı siir Sultan IV. Mehmed Han tarafın­dan beğenilerek şehrin kapısına işlendi. Padişahın takdir ve iltifatına mazhar oldu. Ebced hesabıyla fetih tarihini de kapsayan şii­rin son beyti şöyledir
Tarihini felekde melek yazdı Nâbî’yâ
Düşdü Kamençe hısnına nûr-ı Muhammedî
1678 senesinde, girişte de bahsettiğimiz şekilde hacc farizasını yerine getirdi. Dö­nüşte Musahip Mustafa Pasa’yakethüda ol­du. Mustafa Paşa’nın vefatından sonra Baltacı Mehmed Pasa’nın yanında Haleb’e git­ti. Baltacı sadrâzam olunca İstanbul’a dö­nerken Nâbî’yi de yanına aldı.
Bundan sonra Darphane Eminliği ve Anadolu Muhasebeciliği gibi görevlerde bu­lunan Nâbi 1712 yılında vefat etti. Üsküdar’daki Karacaahmed kabristanına defnedildi. Kabri Sultan II. Mahmud ve Sultan II. Abdülhamid Han devirlerinde ta­mir görmüştür.

HİKMET ŞAİRİ
Yusuf Nâbî devlet va­zifesinden artan zamanla­rında siir ve ceşitli eserler yazmıştır. Şiirlerinde hep iyiyi ve doğruyu vermeye çalışmıştır. Bu yönüyle o bir düşünce ve hikmet şai­ridir. Şahsi duyguları, gö­nül arzularının aşmış, haki­ki bir Müslümanın hayatı­nı hem yaşamış hem de şi­irlerinde yaşatmıştır. Geçi­ci, fani dünyanın lezzetle­rine, hallerine aldanma­mak, kimseye haksızlık etmemek, zulmetmemek, hep müşfik ve merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak şiirlerindeki nasihatlerinden en çok rastlananlarıdır. Nâbi’ye göre iyi bir insan olmanın ilk şartı her işte ve her mevzuda her zaman Allahü Teâlâ’yı hatırında tutmaktır.
Nâbî rubailerinde, yoksulların hali, acı ve elemler karşısında sabırlı olma, kanaat­kârlık, her kemâlin bir zevalinin olacağı bu sebeple Allahü Teâlâ’dan hiçbir zaman ümit kesmemek gerektiği gibi günümüz insanına da ışık tutan konuları birbirinden güzel anlamlı mısralar ile dile getirmiştir.

İctima eylemese merd ile zen âlemde
Edemez sureti mevlûd kabül-i peyvend
İftirak eyler ise birbirisinden amma
Hem peder ferd kalır zayi olur hem ferzend.

İzahı: ”Alemde erkekle kadın bîr araya gelme­se çocuk meydana gelmez. Şayet eşler birbirinden ayrılırlarsa hem baba tek olarak kalır çocukda perişan olur.”

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil