Zimem Defteri


Hiç tanımadığınız bir mahallenin hiç tanımadığınız bir bakkalına gidip hiç tanımadığınız birinin borcunu ödemek!.. "Zimem Defterleri"

Seyyid Emin Garbi Arvas


Seyyid Emin Garbi Arvas: Seyyid Fehîm efendinin torunu ve Efendi hazretlerinin talebesinden Van müftisi Seyyid Ma’sum efendinin oğludur. Annesi Ayşe hanım Seyyid Hamid paşanın kızıdır. Şeyh Said isyanını müteakib, 1928 senesinde ailece sürgüne tâbi tutuldukları bir sırada, Konya’da dünyaya geldiği için Garbî ismiyle mevsumdur. Babaları Marmaris’e gönderilmişti. Bunun üzerine dayısı Van meb’usu İbrâhim Arvas annesiyle kendisini alıp yanına götürdü. Yazları İstanbul Emirgan’daki bir evde kalırlardı. Müteaddid defalar Seyyid Abdülhakîm Arvasi kuddise sirruhu hazretlerini görmüş, kıymetli teveccühlerine kavuşmuş idi. Bebek iken Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin yanına getirmişler ve Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri, hanımına: "Bu çocuk kimin torunudur bilir misin?" diye sordular. Hanımı, “Seyyid Fehîm hazretlerinin torunudur” cevâbını verince, Efendi hazretleri; "Yalnız o kadar mı? Bu öyle bir zâtın torunudur ki, salıncağının bir ipini annesi boynuna taksa, bir ipini de sen boynuna taksan ve ben de sabahlara kadar sallasam, hakkını edâ edemeyeceğim bir büyüğümün torunudur" buyurdu. Efendi hazretleri vefatlarından az evvel İzmir’den Ankara’ya geldiklerinde kendilerini istasyonda karşılayarak Fâruk Işık beyin evine getirmişlerdi. Bu zaman zarfında da kendilerini çok ziyâret ettiler. Heybetli, ma’lûmâtlı, neş’eli, hoş sohbet, edib, cömert bir Osmanlı beyefendisi idi. Âilesi içinde sıfatı da zâtı gibi kıymetli olanlardandı. Garbî bey Ziraî Donatım Kurumunda idareci olarak çalışmış; tekâüde ayrılmış; ömrünün son zamanlarını İstanbul’da geçirmiştir. Hac dönüşü bıraktığı sakalı ile görenler, muhterem babalarına en çok benzeyen oğulları olduğunu teslim ederdi. 2000 senesinde kalb rahatsızlığından vefat etti. Bağlumdadır. Efendi hazretlerinin torunu ve dayızâdesi Seyyide Ümmü Gülsüm hanım ile evlidir. Ümmü Gülsüm hanım, emsâline az rastlanır kıymette, asil, afife, fedâkâr bir hanımefendidir. Murad Ma’sum ve Abdülhamid isminde iki oğulları vardır.

Bu su içilmez mi?

Hâbil efendi anlattı: Menemen’de sonraları Bâyezîd câmii imamı ve reisü’l kurrâ olarak şöhret kazanan hâfız Abdurrahman Gürses de vardı. Seyyid Abdülhakim Efendi hazretleri, kıraatini beğendiği bu on sekiz yaşındaki genci namazda imam yaparak kendisine iktidâ etmişti. Oradaki imamlar, hocalar taaccüb ettiler. Babam Mustafa Kaptan da bunu Efendi hazretlerine haber verince, “Kaptan! Boru temiz, içinden akan su da temiz, bu su içilmez mi?” buyurdu.

Çekdiğim cevr ü sitem senden midir benden midir

Çekdiğim cevr ü sitem senden midir benden midir 
Nâr-ı hicrandan mıdır yâ âlî ihsandan mıdır 

Bî-vefâ olmuş kamu işbu cihanın dilberi 
Tab'-ı tohmundan mıdır yâ hükm-i sultândan mıdır

Sûre-i Seb'ul-Mesânî dilberin vechindedir 
Nakşı insandan mıdır yâ sun'-ı Rahmân'dan mıdır 

Mâh cemâlin arz edip âşıkların canın alır 
Hüsnü me'vâdan mıdır yâ şâh-ı Ken'ân'dan mıdır

Bir güzel tahtını kurmuş mülk-i hüsne hükm eder 
Taht-ı zîverden midir yâ kuvvet-i kândan mıdır 

Ruhlerinin revnakı aklım perîşân eyledi 
Nûr-ı esvedden midir yâ küfr ü îmândan mıdır 

Pîr-i Sâmi'nin kelâmı bizlere verir hayât 
Sohbeti candan mıdır yâ gizli canandan mıdır

Kaşlarıyla kipriği zülfü beni mest eyledi
Verd-i ahmerden midir yâ dürr ü mercandan mıdır 

İlm ü hikmet sözlerinden dem urursun 
Salihâ Bilmezem senden midir yâ bahr-i irfandan mıdır

(Salih Baba)

Cevr = Ezâ, cefa, eziyet.

Nâr-ı hicran = Ayrılık ateşi.

Âlİ ihsan = Yüce ihsan.

Bî-vefâ = Vefasız.

Kamu = Herkes.

Dilber = Sevgili.

Tab-ı tohum = Parlak, halis tohum.

Sûre-i Seb'ul-Mesânî dilberin vechindedir = Fatiha sûresi güzelin yüzündedir.

Sun'-u Rahman = Allah'ın işi

Mâh = Ay.

Hüsnü me'va = Güzellik makamı.

Şah-ı Ken'an = Hz. Yusuf.

Mülk-i hüsn = Güzellik mülkü, ülkesi.

Taht-ı ziver = Süslü taht.

Kuvvet-i kân = Madenin kuvveti, halisiyeti.

Ruh = Yanak, yüz, çehre.

Revnak = Parlaklık.

Nur-ı esved = Siyah nûr.

Verd-iAhmer = Kızmızı gül.

Dürr ü mercan = İnci ve mercan.


Bahr-i irfan = İrfan denizi.

SÜLEYMAN KUKU EFENDİNİN BİR HATIRASI

Her gece yatmadan yedi Ayet-el kürsi okurdum. Bir gece yorgundum, üç defa okuyabildim. Hem az okudum, diye üzüldüm, hem de öyle üzüntülü uyudum. O gece ilk defa Efendi hazretlerini rüyada gördüm: Yanına gittim. Elini öpmek istedim. El öpmek yok, buyurdular. Efendim, ben Hüseyin Hilmi beyin talebesiyim, dedim. Öyleyse, öp buyurup elini uzattılar. Ben de öptüm ve o heyecanla uyandım ve tekrar uyudum. Baktım, kalkıp bir yere doğru gidiyorlar. Yürüyüp yetiştim. Beraber bir caminin şadırvanına geldik. Buyurdular ki: "Evladım, ben şimdi abdest hazırlığı yapacağım. Sen de kalk sabah namazını kıl. Pijamaların temizdir, pijamalarınla kıl." Uyandım, sevinçten gözümden yaşlar aktı. Kalktım, baktım ki, tan yeri yeni ağarıyor. Efendi hazretleri beni namaza uyandırdı, ne kadar sevinsem değer, dedim ve abdest alıp, pijamalarımla namaz kıldım.
KAYNAK: Gün batarken gördüğüm son ışık, sahife no:232

Eşini üzen aslında kendini üzer

Evlilikte mutlu olmanın bazı sırları vardır. Bunlara dikkat edersen rahat edersin.Hanımını, iyi havalarda, çayırlara, su kenarlarına, haram bulunmayan ve kalabalık olmayan yerlere götürmeli, gezdirmeli, hava aldırmalısın.Hanımına Kur’an-ı kerim okumasını, farzlardan, haramlardan, ona lazım olanları öğretmelisin. Zira Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bilmeyen ve hanımına ve çocuklarına öğretmeyen kimse, Cehennemde azab çekecektir. Onun ihtiyaçlarını temin etmeli, hiç olmazsa haftada bir kere tatlı yedirmelisin. Nafaka temininden aciz olanın evlenmesi haramdır.Mesela yapamayacağınız şeyleri bile söz vererek gönlünü alın. Çünkü o, evinde kapalı, başkalarından ümitsiz ve yalnız size alışmış olan biricik dostunuz, dert ortağınız ve aşçınızdır.Çocukları terbiyede, ona yardım ediniz. Çünkü, bebek, anasına, gece gündüz ağlayıp, hiç rahat vermez. Onu insafsızca üzen bir alacaklıdır.O halde, ona imdat edene, Allahü teâlâ yardım eder. Hanımının nafakasını sıkmamalı, israf da etmemelisin. Ailenin nafakasına verilen paranın sevabı, sadaka sevabından daha çoktur.Hanımın kızınca, sen sus. Böyle yaparsan o pişman olup, özür dilemeye başlar. Çünkü kadınlar, zayıftır. Susunca mağlup olurlar.Hanımının iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona dua et ve Allahü teâlâya şükret. Çünkü, uygun bir kadın büyük nimettir. Hanımınla öyle ol ki, “Beyim beni herkesten çok seviyor”, bilsin.Bakkal kasap, çarşı, pazar işlerini asla ona bırakma oğlum. Evin idaresinde onun fikrini sor. Ama dışarıdaki, büyük işleri söyleyerek, onu üzme! Akşamları eve gelince hanımına selam vermeli, yani selamün aleyküm demeli ve nasılsın? diye hatırını sormalısın. Eğer üzüntülüyse, onu çok sevdiğini, acıdığını söyleyip halini sormalı, tatlı şeyler söylemelisin.Zaruret olmadıkça, hanımını boşamamalıdır. Zira Allahü teâlâ, bütün mubahlar, yani izin verdiği şeyler içinde yalnız boşamayı sevmez.Evliyadan birinin zevcesi, huysuz idi. Buna hep sabrederdi. Yakınları kendisine;- Niçin bu kadının derdini çekiyorsunuz? Boşayıp, iyi huylu bir hanımla evlenseniz! dediler.Cevap olarak;- Eğer onu boşarsam, ona sabredemeyen biri alır da, ikisinin birden felakete düşmelerinden korkarım, buyurdu. Hanımının cahilce hareketleri için daima uyanık ol evladım!. Evde hakim ve amir erkek olmalıdır. Kadın değil.Hanımının, günah olmayan kusurlarını görmemezlikten gel. Günah iş ve sözlerden vazgeçmesini ve namaza, oruca ve gusül abdesti almaya devam etmesini, tatlı ve yumuşak sözlerle nasihat et! Kıymetli elbise ve ziynet eşyası alacağını vaad ederek ibadetleri yaptırmaya çalış.Onun ayıp ve sırlarını, herkesten gizle! Onunla bazen latife yap, şakalaş.Mesela Allahü teâlânın Sevgilisi, hanımlarına karşı insanların en zarifi idi. Hatta bir kere Aişe validemizle yarış ettiler. Aişe validemiz geçti. Bir daha yarış ettiklerinde, Server-i alem geçti. Müslümanın, hanımı ile böyle şeyler yapması, boş ve günah değildir, sevabtır.Onlar, erkeğe emanet olunmuşlar, gülerek, tatlılıkla geçinmek için alınmışlardır. Aklı olan erkek, hanımını üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir.Çünkü zalim ve huysuz kimsenin hayat arkadaşı devamlı üzülerek asabı bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar hasıl olur. Hayat arkadaşı hasta olan bir eş, mahvolmuş, saadeti sona ermiştir.Çünkü eşinin hizmetinden, yardımlarından mahrum kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor ilaç aramakla, ona, alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün bu felaketlere, bitmeyen sıkıntılara, kendi huysuzluğu sebep olmuştur. Hanımının ahlakında bir değişiklik görürsen, kabahati kendinde bul ve “Ben iyi olsaydım, o da böyle olmazdı” diye düşün.Büyüklerimiz; (Bir kimse, ailesinin huysuzluğuna sabrederse, altı şey, ziyandan kurtulur) buyurmuştur.Çocuk dayaktan, tabak bardak, kırılmaktan, ahırdakiler dövülmekten, kedi sövülmekten, misafir gücendirilmekten, elbise yırtılmaktan kurtulur evladım. Bir hanım, namazını kılıyor, kendisine itaat ediyor, yabancı erkeklere açık saçık görünmüyorsa, Cennet nimetidir. Kıymetini bilmeli, onu üzmemelidir.Ona, gamını, kederini, düşmanlarını, borçlarını söylememeli, yanında ve olmadığı zamanlarda, hep hayır dua etmeli, fena dua etmemelidir.Çünkü o, gece gündüz onun için çalışmakta, onun ekmekcisi, aşçısı, terzisi, malının bekcisi, yoldaşı ve onun sonsuz arkadaşıdır.Ana babaya, kayın valide ve kayın pedere hürmet ve hizmet etmek, birinci vazifeniz olmalıdır. Büyüklerin rızasını, duasını almaya çalışmalı, hayır dualarını, büyük kazanç bilmelisiniz.
Abdülhalık-ı Goncdüvani “kuddise sirruh”

Mekki efendi: Şu anda yaşayanlar arasında babamdan en çok istifade eden Hilmi bey'dir

Süleyman Kuku efendi bizzat Mekki efendi'den işittiğini şöyle naklediyor...

-"Şu anda yaşayanlar arasında babamdan en çok istifade eden Hilmi bey'dir."



Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Hüseyin Hilmi Işık efendiye yazdığı mektublar


Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Hüseyin Hilmi Işık efendiye yazdığı mektublar...Bu resimde efendi hazretlerinin Hüseyin Hilmi Işık efendiye yazdığı 4 ayrı mektubu bir karede görmektesiniz.

Aynadaki yalana aldanma!


Dünya bir imtihan ve iptilalar mekanıdır. İlk nazarda rayihası, hoş ve tatlı gelir. Nefse tazelik ve canlılık verir. Lakin bir tuzaktır ki, nefs engelini aşamayanların girdabıdır. Su gibi görünen aldatıcı bir serap veya, çocukların heves ettiği bir elma şekeridir ki, dışı rengarenk boyalar ve renkler cümbüşü, içi ise harabat ve ekşidir. Aşıkını büyüleyerek sefih eder. Zahirine aldananlar, ebedi alemlerini ziyana uğratır. Neticesi, sonsuzluğa dek nedamettir.

İnsan da büyük bir alemin küçük bir modelidir. Onun bu basit görünen yapısına Allah’ın -celle celâlühû- halifesi olmak şerefi ikram edilmiştir. Lakin insan, ruhani ve manevi gıdalarla beslendiği takdirde mahlukatın en şereflisi olur. Aksi halde nefsani yapısının esiri olursa, iflasların en acısı olan ebediyet bedbahtlığına düçar olur. Mevlana -kuddise sirruh- bu hususu “Efendi nefsinin emiri, köle ise esiri olandır” diyerek ne güzel ifade etmiştir.

İnsanda bir iman şuuru teşekkül etmeden, onun ciddi bir hayat yolculuğuna hazırlanıp insanlık haysiyetini koruyarak yaşaması imkansızdır. Gafletle çiğnediğimiz toprakta işlediğimiz masiyetlere, kıyamet ekranında seyirci olacağımız muhakkaktır. Sabahı mahşere dayanan ölüm gecesi, herkesin müstakbel akıbetidir, ibret olarak Dünya sahnesinde gösteriliyor ki, cesede, ten planına ait her şey pörsümeğe mahkumdur. Mazide kalan günler, Ahiret hesabına kaydedilmektedir.

“Dünya’ya geliş ve Dünya’dan gidiş” gibi iki muazzam meçhulün arasına sıkışan idrak, Dünya’ya aid gerçek bir değer hükmüne ulaşıp hal ve hareketler buna göre tanzim edilmedikçe, izafi gölgeler aleminden gerçekler yurduna doğru manevi bir yolculuğa gidilemez..

Kazanca medar olan amel işleme zaman ve mekanı bu alemdedir. Bu tahdidli zamanı, amellerin en faziletlilerine harcama zarureti aşikardır. Zaman ıslak bir sabuna benzer. Onu elde muhafaza zordur. Daima kayar. Ve mekanı da kayganlaştırır. Zaman, keskin bir kılıç gibidir. Ona hakimiyet, maharet ister. Onu iyi kullanmak, hayırları tercih ile önemliyi öne almak, önemsizi sonraya atmak gerektir. Bu ise gerçeğe ulaşmış her aklın icabı ve muktezasıdır.

Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Yarın yaparım diyenler helak oldu!” buyurur.

İnsan ne tuhaftır ki, bir-iki günlük misafir olarak bulunduğu bu Dünya’da kendini aldatır. Her gün cenaze sahnelerini seyrettiği halde, ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybetmesi her an muhtemel olan fani emanetlerin daimi sahibi sanır. Halbuki insan, ruhuna ceset giydirilerek bir kapıdan Dünya’ya dahil edildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. O yolun bir hazırlık mekanına girmiştir de bunu hiç hatırına getirmez. Bir gün gelir, ruh, cesetten soyundurulur. Ahiret kapısı olan kabirde diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır. Yasin süresinde buyurulur:

“Kime uzun ömür verirsek, biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç (bu manzarayı) düşünmüyorlar mı? (Bu ibretli yolculuğu idrak etmiyorlar mı?) (Ayet:68)

Ayet-i kerime’de, insana en güzel şekilde nasihat edilmektedir. Dünya’nın farik vasfı, vefasızlıktır. Verdiğini geriye çabuk alır. Bir gün yükseltir, ertesi gün kuyunun zeminine indirir. Gölge gibidir. Onu yakalamak istersen daima kaçar. Sen kaçarsan da peşini bırakmaz. Arkasında koşulan şeylere nail olmak için bugün-yarın derken ömür biter. Dünya’ya gönül verilirse, o, huysuz bir acuze olur. Zaman zaman insanı yere çarpar. Vesvese ve dırdırının ardı arkası kesilmez. Tavır ve hareketleri vefasızdır. Ona bağlananları çok çabuk feda eder.

“Nefs” engelini aşanlar içinse zaman, hiç bir şeyle kıyas olunamayacak derecede bir nimettir. Hakk Teala, Asr süresine “zamana yemin” ile başlar. Her şeyin satın alınması veya geri gelmesi az-çok mümkündür. Zaman’ın ise asla!

En büyük nedamet sebeplerinin başında “zaman”ın boşa harcanması gelir. Ölümü bilen, fani Dünya lezzetlerine, yolculuğunu bilen de misafirhanedeki oyuncaklara aldanmaz! Çünkü eşya, ondan ayrılmayacak bir surette Dünya misafirhanesine aittir. Bütün fani nimetler, bir kişide toplansa ve o, huzur ve saadet içinde bin yıl yaşasa ne fayda!.. Sonunda gireceği yer, bu kara toprağın altı, bu yağız yerin bir çukuru değil midir?!.

Ölümsüz bir hayat yahut ihtiyarlığı olmayan bir gençlik arzu edilirse, bu ancak nefs engelinin aşılması, yalancı ve fani eşyaların esaretinden kurtulup Hakk’a ram olunması suretiyle elde edilebilir!..

Ariflerden biri, hikmetler ve ibretler sergisi olan bu alemi, akiller için seyr-i bedayi, ahmaklar için yemek ile şehvet olarak tarif etmiştir.

Nefsanî olarak yaşanan bir Dünya hayatı, helake götüren hile ve desiselerle doludur. Hz. Mevlana -kuddise sirruh-, insanın gençlik, zindelik ve dinçlik mevsimleri ile ardındaki süprizler cümbüşünü ve gel-geç maceralarını şu misaller ile anlatır:

“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış haline ve soğukluğuna bak!”

“Şafak vaktinde güzel Güneş’in doğuşunu görünce, gurub zamanı, O’nun ölümü demek olan batışını hatırla!”

“Bu hoş çardakta -yani mehtaplı bir gecede- bedir halindeki Kamer’in letafetini görürsün; O’nun bir de ay sonlarında uğradığı zaaf ve bedir haline olan hasretini düşün.'”

“İnsan da aynı bu macerayı yaşar. Kemali ve cemali, zevale mahkumdur”

“Güzel bir çocuk, bakarsın, güzelliği ile halkın sevgilisi olmuştur. Bir müddet sonra, ihtiyar bir bunak haline gelir ve halka rezil olur!”

“Eğer gümüş tenli güzeller seni avladıysa, ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen o bedene bak!”

“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar görüp imrenen, kalk helaya git de, onların akıbetini orada gör!”

“Pisliğe de ki: Senin o güzelliğin, tabak içindeki zevk ü letafetin ve güzel kokun nerede!”

“Cevaben der ki: O saydığın şeyler gonca idi. Ben de kurulmuş bir tuzaktım. Sen gelip tuzağa düşünce, gonca eridi, soldu ve cürüfa döndü. “

“Ustaları hayran bırakan öyle maharetli eller vardır ki, sonunda titrek olmuştur.”

“Keza cam gibi nergis bakışlı mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuş ve suları akmağa başlamış bir halde görürsün!”

“Keza arslanların safında giden arslan gibi yiğit bir er, gün gelir, fare gibi aciz birine mağlup olur.”

“Keza üstün kabiliyetli bir sanatkarı, sonunda acze bürünmüş bir zavallı gibi işe yaramaz bir halde görürsün!”

“Keza, akılları baştan alan misk kokulu ve kıvırcık bir zülüf, ihtiyarlıkta, kır merkebin kuyruğu gibi çirkinleşir!”

“Bütün bunca şeylerin ilk ve letafetli hallerine bak! Sonra da onların nasıl pörsüdüklerine ve ne hallere girmiş olduklarını gör!”

“Çünkü bu Alem, sana tuzağını kurmuş ve o vasıta ile nice ham ervahı aldatıp perişan etmiştir.”

“Böylece alemin her cüz’ünü say ve evvelki haliyle sonraki” halini göz önüne getir!”

“Her kim ki, nefsin esiri olmaktan ve mecazlara (gölgelere) aldanmaktan kurtulmuş ise, Allah’a -celle celâlühû- o kadar yakındır.”

“Güzelliği île iftihar eden Ay gibi parlak olan her güzelin yüzüne bak! Fakat, evvelini gördükten sonra sonuna da nazar et ki, şeytan gibi tek gözlü, yani bir şeyin Dünya tarafını görüp Ahiret tarafını görememek ahmaklığına düşmeyesin… “

“Şeytan, Adem’in çamurunu gördü, yüceliğini göremedi. Bu Dünya’ya aid olan çamuru seyretti. Fakat öteki aleme aid olan maneviyatına âmâ oldu. Şeytanın bilemediği taraf, insanın Hakk’ın halifesi (halifetullah) olmasıdır.”

“Ey insan, Dünya’dan birbirine zıd iki ses gelir. Acaba senin kalbin hangisini almağa istidadlı? “

“O seslerden biri Allah’a yaklaşanların hali, diğeri ise aldananların halidir.”

“Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile!.. “

“Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı adeta kör ve sağır olur.”

“Ey salik, aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binanın harabe haline geleceğini düşün (de aynadaki yalana aldanma!… )”

“Ne mutlu o kimseye ki, Hakk erlerinin duydukları sesi önceden işitti.”

Hz. Mevlana’nın -kuddise sirruh- bahsettiği birbirinin zıddı olan iki sesin biri Dünya’ya meyil, öbürü Dünya’dan nefrettir. Onlardan hangisini dinler ve icabet edersen, öbürünün zıddı ve mahrumu olursun Hadis-i şerifte:

“Dünya ve Ahiret, ortak iki zevce gibidir. Birisini ne kadar hoşnut edersen, öbürünü o kadar kızdırırsın!..” buyurulmuştur.

Yani Dünya’ya davet sesi, gönülde yer ederse, Ahiret nasihati o gönüle tesir etmez Ahiret’e davet sesi bir gönülde yerleşir ise, Dünya’ya davet sesi ona yabancı olur.

Bir kalbe Dünya’ya meyil kokuşu bulaştı mı, onu temizlemek bir hayli müşkildir. Nasıl çanak-çömleğe bulaşan kötü kokuyu temizlemek için onu ateşe atmağa, yakmağa ihtiyaç varsa, kötü ahlakın temizlenme mekanı da cehennemdir.

Cihan sultanlarını irşad edip yönlendiren, onlara gönül aynasında ukbayı seyrettiren büyük mürşid-i kamil Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri, şu Dünya’nın hal ve keyfiyetini ne güzel tasvir eder:

Kim umar senden vefayı,
Yalan Dünya değil misin?
Muhammedü’l-Mustafa’yı
Alan Dünya değil misin?

Yürü hey bi-vefa yürü,
Sensin hod bir köhne karı.
Nice yüz bin erden geri
Kalan Dünya değil misin?

İnsan ibret almaz mı ki, her fani varlığın tazelik ve zindeliği zaman değirmeninde daimi bir surette öğütülmektedir! Ahiret’siz yaşanan bir Dünya’da nefsani hayatı besleyen iltifatlar, Dünya oyuncakları, büyük İstikbal adına ne korkunç bir aldanıştır!..

Gafilane bir hayat, çocuklukta oyun, delikanlılıkta şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve binbir türlü çırpınış ve nedametten ibarettir. Zikri dudağına ve kalbine almayan, merhametten nasipsiz, muzdaribin derdini duymak ve hissetmek istemeyen, bedbaht ve mutekebbirin kaçtığı ölüm, kendisini her an pusuda beklemektedir. Ahiret’siz bir Dünya ferahlığı elde etmek için Dünya süslerine bürünmüş, fani lezzetlerde son gününe kadar yorulanların hali, ne hazin bir tükeniştir!. Umumiyetle insan, hayatın binbir cilve ve tezahürleri içinde aynadaki yalanların esiridir. Her an bu yalanlar ile vefasızlığını devam ettiren Dünya, bir aldanış mekanı değil de nedir?..

Ya Rab! Dünya’ya dalıp kendisini bir bardak suda helak edenlerin akıbetinden bizleri koru! Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbim!.. Amin.

Türkiye'de kadın erkek karışık plaja girme nasıl başladı ?

Osmanlı zamanındaki deniz hamamları hakkında bir yazı okumuştum. İsteyen kadınlar rahatça denize girebilsin diye, kenarları çevrili özel deniz hamamları yapılmış. Öyle ki, erkeklerin olduğu yerler, kadınların seslerini duyamayacakları kadar uzak olurmuş. 
Fakat İstanbul'un kibar kadın ve kızları ayaklarını denize bile sokmazlar, kararmamak için şemsiyelerini ellerinden bırakmazlarmış.
İstanbul'un işgalinden sonra ilk olarak İngilizler ve beyaz Ruslar kadın erkek karışık denize giriyorlar. Önceleri halk bu durumu namussuzluk olarak görüp karşı çıkarken, zamanla yerli halk da karışık olarak denize girmeye başlıyor.
Müslüman bir kadının yüzlerce yabancı erkeğin olduğu bir yerde, iç çamaşırlarıyla durması ne islâmî, ne de insani bir durumdur.
Müslüman bir erkeğin, yüzlerce çıplak kadının olduğu bir yerde denize girmesi de, İslami ve insani bağlamda kabul edilemez.
Hangi kadın evine gelen erkek misafirin yanında iç çamaşırlarıyla dolaşabilir. Bunu hangi erkek karısı için kabul edebilir?
Peki plajda çıplak olmakla, evde yabancı bir erkeğin yanında çıplak durmanın arasındaki fark nedir?
Utancı giden kimsenin kalbi ölür. Diyor Hazreti Ömer (radiyallahu anh )
Edep perdesinin, hayâ perdesinin, mahremiyetin perdelerinin yırtıldığı bir çağda yaşıyoruz.
Görülmemesi, gösterilmemesi, perdenin ardında olması gereken her şeyi ifşa etmek maalesef bu zamanda medenilik sayılıyor.
Sadece kadınların olduğu yerde bile denize girsek, başka bir kadının sırtına, dizinden yukarısına bakmamız caiz değil. Bu açıdan haşema giyip, haramların dolu olduğu bir yerde denize girmekte müslüman bir kadına yakışmaz.
Hangi çağda yaşıyoruz sözü, hesap gününe inanmayan, âyetleri umursamayan akıl fukarası insanların sözüdür. Müslüman dünyalık zevkleri için asla ahiretini satamaz. Allah'ü teala'yı gazaplandırmaktan korkar. Başkasının günahlarını kendi günahlarına kılıf yapmaz.
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı hayadır."
Muvatta, Hüsnü'1-Hulk 9

Cahide Sultan