Gavs-ı Hizani'den Hikmetler-2

Minah-3:
Şeyh Abdulhalık Gucdevani'nin (kuddise sirruh) sözü olan (….) nazar ber kadem’in manası bazılarının dediği gibi Kaf’ın esre okunmasıyla ” nazarın (yönün) hep Allah’a (celle celaluhu) (….) şeklınde değil, belki Kaf’ın üstün okunmasıyla (…..) maksudun ; ” sofinin namazdaki gibi hep ayağının üzere bakması” olacağını kesinlikle söylerdi.
Atiye-3:
Gavs (kuddise sirruh) üçüncü minahtaki kesin hükmünü şöyle tevcih ederdi. Kaf’ın kesre okunmasıyla (……) hudusun (sonradan olma) zıddı olur. Ona bakmak ise Nakşilerin, müridlerine son talimatı olan murakabedir.
Minah-4:
Ubeydullah Ahrar (kuddise sirruh) H.z’nin bir sofisi şeyhinin affetmeyeceğini zannettiği bir hata işledi. Bundan dolayı sohbet meclisine vaktinde gelmedi. Şah-ı Nakşibendi (kuddise sirruh) H.z’nin huzuruna gidip, ruhuna bir Fatiha ve bir ihlas okuyarak af diledi. Şeyhinin kendisini affetmesi içinde aracılığını istedi. Şah-ı Nakşibendi (kuddise sirruh) H.z’leri sofiyi affetti, aynı zamanda şeyhinede affettirdi. Gavsi Hizan-i (kuddise sirruh) bu hikayeyi anlatırken buyurdu : ” Şah-ı Nakşibendi (kuddise sirruh) H.z’lerinin makamı sofinin şeyhinden daha büyüktü. Şeyhin makamı büyüdükçe müridlerinin hatası onun gözüne küçük görülür. Tıpkı dünya büyüklerinde olduğu gibi.”
Atiye-4:
Dördüncü minhadaki Gavs-ı Hizani ‘nin (kuddise sirruh) ”Şeyhin makamı büyüdükçe müridlerin hatası onun gözüne küçük görünür.” sözünü iki şekilde anlatırdı.
Biri: Şeyh ne kadar büyük olursa, Allah'ın (celle celaluhu) rahmetine, o kaar fazla erişir. Kalbinde şevkat artar. Müridin günahını küçük görür.
İkincisi : Şeyh ne kadar yükselir ve büyürse o kadar rahmani ahlâkı artar. Beşer huyları azalır. Rabbin ululuğu, yanında çoğalır. Kulluğu mahf ve fena ile kuvvetlenir. Kendi nefsini bütün halktan, hatta müridlerden daha küçük ve günahkar görür. Onların suçlarını, kendi suçu yanında küçük görür. Rabbi Celle ve Ala ona şevkat eylesin diye onlara şevkat eder.
Nasıl ki hadis-i kudside :
” Yerdekilere rahmeyle ki Rabb'in de sana rahmet etsin. ” buyuruluyor. (Ebu Davut, Tirmizi)
Minah-5:
 “Sofi tavus kuşu gibi olmalıdır. Nasıl ki tavus kuşu ayaklarının siyahlığını görünce vücudunun güzelliğini görmez. Sofi de bu düşünce ve hal üzerinde olmalıdır. Çünkü iyi haline bakmak, ona güvenmek, kibir ve gurura sebeb olur.” der.
“Tavus o kadar güzel renkli olmasına rağmen siyah bacağından dolayı mahçuptur.”Beytini okuduktan sonra şöyle devam etti:
“ Mahlukattaki kemalatın hepsi Allah’ın (celle celaluhu) kemalatının bir yansımasıdır. Kişinin kemalatı kendisinden bilmesi boş bir iddia ve büyük bir kusurdur.”
Atiye-5:
”Beşinci minahdan” gaye şudur,dedi. Siyah bacaktan murat, varlığı gidermek için devamlı kusur ve ayıbına, nefs-i emmarenin kötülüğüne bakmaktır.Kanat ve renklerin güzelliğinden murat, insanda yaratılan kemalat ve zahiren oluşan hayırlı amelleri görmemek ve vücudun yok olmasına gücü yettiğince çalışmaktır.Çünkü bunlar, Allah’ın (celle celaluhu) ihsan ve nimetidir. Eğer ihsan-ı ilahi olmasa bunları yapmaya kulların gücü yetmez.Bundan başka her hayırlı amelde, ya o amelin gafletle yapılmasına veya sevabından gideren, riya karışmasına sebeb olan nefsi azdırması vardır.

Gavs-ı Hizani'den Hikmetler

GAVS’UL AZAM  SEYYİD SIBGATULLAH ARVASİ (KUDDİSE SIRRUHU)
"Hediyeler" anlamına gelen Minah kitabındaki sözlerin sahibi tarikat-ı nakşıbendiyede büyük bir rütbe elde eden Gavs’ul Azam olarak bilinen büyük arif Seyyid Sıbgatullah Arvasi (k.s)’nin mübarek kelamlarının, halifesi zamanının büyük alimlerinden Molla Halid-i Oreki (k.s) tarafından bazı açıklamalarlar birlikte derleyip kaleme alınmasından ibarettir. Ğavs Nakşibendi meşrebini her yönüyle temsil eden önemli bir mürşiddir. Eserde, din ile tasavvufun ayrı şeyler olmadığı vurgulanmakta, manevi terbiye yolunun esasları, edepleri, ölçüleri ve temel ahlakı anlatılmaktadır.
Allah dostları, manevi keşif, müşahede ve melekut alemini seyir hali yaşarlar. Allah Teala'nın bu özel tecellileri karşısında büyük bir sevinç ve çoşku içerisinde, kendilerini tutamayıp alemin hallerinden bir şeyler anlatmak isterler, fakat maksatlarını anlatacak kelime bulamazlar. Bildiklerini ve gördüklerini sırlı cümlelerle anlatmaya çalışırlar. Bu sırlı cümleler çözülmeye çalışılınca, herkes onları kendi anladığı dile ve delile göre kabul eder.
Not: Minahları açıklayıcı mahiyette Dıyauddin bin Şeyh Ahmed Taşkesani (k.s) tarafından atiyyeler yazılmıştır. Bu atiyyeler  her minahın altında yer almıştır.
Not 2: Minahların devamı siteye düzenli olarak eklenecektir.
Minah-1:
Gavsi Hizan-i (ks) neseb-i şerifini şöyle açıklardı.” Ben Lütfullah’ın oğluyum, o Abdurrahman’ın oğlu, o Abdullah’ın oğlu, o Muhammed’in oğlu, o Şeyh İbrahim’in oğlu, o Cemalüddin’in oğlu, o Şeyh İbrahim’in oğlu, o Cemalüddin’in oğlu, der burada dururdu. Şeyhi Seyyid Taha (ks)’dan naklederek Molla o Muhammed-i Arvasi adıyla meşhur olan zatın oğludur. ” derdi. Bu söyünü bazen kesin olarak söyler. Bazen de kesin gibi görünürdü.
Atiye-1 :
Bu şerefli minahları bunlarla ve nefesiyle bereketlenmek gayesiyle şeyhim olan babama (ks) okuyunca şöyle buyurdu :
“ Birinci minahtan gaye her ümmetin, peygamberinin soyunu ve bir mezhebe bağlı olanın imamının soyunu bilmesi icap ettiği gibi, imkan dahilinde her müridinde, şeyhinin nesebini bilmesinin lüzumlu olduğudur.Bunun iki sebebi vardır. Birincisi ; şeyhinin nesebi olduğundan, hususen onda salih kişiler varsa, onunla müşerref olmak ve bereketlenmektir.İkincisi ; şeyhin nesebini bilmek kemaldir.Hem de nasıl bir kemal! Çünkü sevenin, sevdiğini mümkün mertebe, her cihetten bilmesi aşkı arttırır.”
Minah-2:
Taylasan maddi ve manevi olmak üzere iki türlüdür. Maddi taylasan bellidir. Manevi olan ; Mürid mürşidini başının üstünde örtü şeklinde kabul edip, örtüsünün sarkan ucu ğibi mürşidinin kendi vücuduna sardığını inanarak, ondan feyiz almasıdır.Müridi gayeye eriştirmekte bu yol faydalıdır.
(Taylasan bazı tarikatlarda görüldüğü gibi başa bir örtü atmaktır. Bunun faydası gözün sağa sola dönmeyip, önüne bakmasını sağlayarak, kalbin huzurunu muhafaz etmektir. Burada işaret edilen, husus kalbin huzurunun sağlanmasında, manevi taylasanın daha faydalı olduğudur.)
Atiye -2 :
İkinci minahta, taylasan giymenin gayesini şöyle açıklardı : ” O meşguliyetin çok olması ve kalbin alakasının azalması için şeyhin hayalinden başka şeylere az bakmaktır. Çünkü gerçekte, gözün dönmesiyle kalb de döner.”

Bir şey söylemeden önce otuz iki kez düşün


''Karşındakini suçlamak için parmağını salladığında, diğer dört parmağın seni gösterdiğini unutma! Allah bize bir dil vermiş ama önüne otuz iki tane diş koymuş. Bu yüzden bir şey söylemeden önce otuz iki kez düşün!''

Abdülhakîm-i Arvâsî (Kaddesallâhü Sırrahü'l aziz) Hazretleri'nin müridânından Berber Necati Amca

Fırtına


(Anlatan Berber Necati Çabar)
Fırtınalı bir gecede (Berber) Necati Bey, Kaşgari Dergâhı’ndaki sohbete katılır. Sohbet uzar, vakit geç olur. Bu arada fırtına şiddetlenir, ağaçları eğecek dereceye ulaşır. Şiddetli yağmur ve karanlık bir tarafa, aşağıya İstanbul’a (o zamanlar İstanbul denilince Fatih kastedilir imiş) gidecek kimse de kalmamıştır. Necati Bey, korku ve endişe içinde müsaade istemek için kalkar. Abdülhakîm Efendi’nin(Kûddise Sirrûh) elini öperken, efendi hazretleri Necati Bey’in elini bırakmaz, gözlerinin içine bakarak “Korkma!” der. Necati Bey dergâhın kapısına çıkar ve sanki bir anda kendisini Eyüp Camii’nin önünde bulur. Aşağıya nasıl indiğini anlayamaz.

Sultan Vahidüddin Hân Hazretleri


*O'nu tanıyanlar, ''Birinin yüzüne baktığında, karşısındakinin ne derdi olduğunu yüzünden anlardı.'' derler.
*Şâhzâdeliğinde siyâset ile pek alâkadardı.Memnûn olmadığı mevzûuları direkt,ağabeyi Ulu Hakan Abdulhamid Han Hz. ile paylaşırdı.
*M.Kâmal'in, hâris olduğunu yine mübârek ağabeyleri gibi keşfetmişlerdi.
*Târikatta Nâkşibendî olup, Gümüşhânevî Hazretleri'nin müridi olmuşlardı.
*Vefâtlarından kısa bir süre önce, emektâr hizmetkârlarına, ''İnşallah, yakında İstanbul'a gideceksiniz!..'' derler...
*Mübârek naaşına gelen haczi de, eski Hicaz Kralı Şerîf Hüseyin, Irak Kralı Faysal ve Mısır Hıdivi kaldırıp ,borçlarını ödemişlerdir.
*Resimdeki hâlleri, vefâtlarından 1 yıl 2 ay öncedir.
Allâhü Teâlâ rahmet eylesin.

HALİFELİĞİN MAKAMLARI

HALİFELİĞİN MAKAMLARI

Gavs hazretleri derdi ki: “Halife seçiminin üç mertebesi vardır:

    İşârî (Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) veya sâdât-ı kiramın herhangi birinin işaretiyle verilen halifelik). Bu, halifeliğin en üstün mertebesidir.
    İbârî (Mürşidin halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi sözlü, şifahi olarak vermesidir). Bu ise halifeliğin orta derecesidir.
    Kitâbî (Mürşidin, halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi bir kitabe şeklinde yazılı olarak vermesidir). Bu da halifeliğin en alt derecesidir.

(Seyyid Sıbgatullah Arvâsî kuddise sirruh)

Seyyid Abdürrahim Arvasi


Osmanlılar zamânında Doğu Anadolu'da yetişen velîlerden. Seyyid Abdullah Arvâsî hazretlerinin  oğlu, Abdurrahman-ı Arvasi hazretlerinin büyük kardeşidir. Nesebi, Abdurrahîm bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutub Muhammed bin Kâsım Bağdâdî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1786 (H.1200) senesinde vefât etti. Kabri Doğu Bâyezîd'de Ahmed Hânî kabristanındadır.
Abdürrahîm Arvâsî, Arvas köyünde babalarının medresesinde okudu.Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim oldu. Ayrıca babasının sohbetlerine de devâm edip, tasavvuf yolunda olgunlaştı. Zamânının aklî ve naklî ilimlerinde söz sâhibi, tasavufda ise hâl sâhibi meşhûr bir velî oldu. Şöhreti her tarafa yayıldı. O sırada Doğubâyezîd'deki meşhûr sarayın bânîsi Çıldıroğullarından İshak Paşa, Seyyid Abdürrahîm Arvâsî'yi dâvet etti. İshak Paşa Çıldıroğulları âilesinin reisi olup, Osmanlı Devletince, o bölgeye emir tâyin edilmiş paşalardan biriydi. İlme, ilim ve din adamlarına çok kıymet verir, âlimlerle meclis kurar ve onların sohbetlerinden zevk alırdı. Meşhûr ediblerden Ahmed Hânî de onun dâveti üzerine Doğubâyezîd'e gelmişti.
İshâk Paşanın dâveti üzerine Doğubâyezîd'e gelen Abdürrahîm Arvâsî, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp, onların dünya ve âhiret saâdetine kavuşmaları için pekçok gayret sarf etti. İlimde ve tasavvufta çok talebe yetiştirdi. Aynı zamanda bölgede yaygın olan Eshâb-ı kirâm düşmanı şiîlerle mücâdele etti. Ehl-i Sünnet îtikâdının yayılması için çalıştı.Uzun mücâdelelerden ve münâzaralardan sonra şiî fırkasının bozukluğunu herkese kabûl ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzûra kavuştuğu gibi aralarındaki ayrılık ve düşmanlıklar son buldu ve fitne ateşi söndürüldü.
Abdürrahîm Arvâsî bu gayretinin yanında dînî ilimleri öğrenmekten geri kalmıyor öğrendiklerini yaşamak sûretiyle de insanların ebedî seâdete kavuşmaları için bütün gücünü harcıyordu. Onun sohbetlerine yüzlerce kimse katılıp faydalanıyordu. Bu sohbetlerinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî'sinden de parçalar okutuyordu. Böyle sohbet meclislerinden birinde Mesnevî okunurken, orada bulunan İran ahondlarından mollalarından biri Mevlânâ'yı ve Mesnevî'yi küçültücü ve tahkir edici maksatla, bildiği hâlde "Ne okuyorsun?" diye sordu. Abdürrahîm Arvâsî hazretleri; "Mesnevî okuyoruz." buyurdu. İranlı ahond cevap olarak bir işe yaramaz anlamına gelen“meşnevi” dedi. Bu söze din gayreti kabaran ve son derece hiddetlenen Abdürrahîm Arvâsî hazretleri Mesnevî-yi şerîfi rastgele açıp İranlı ahonda; "Şu beyti oku!" buyurdu. İranlı ahond;
"Mesnevî ra meşnevî mehan
Ey sek-i gürgîn bed kerdeî"
Yâni Mesnevî'yi meşnevî okuma, ey uyuz köpek kötü bir iş yaptın, meâlinde beyti istemeyerek okuyuverdi. Bu manâlı beyân karşısında ahond ve meclistekiler dehşete kapıldılar. Ahond söyleyecek söz bulamadı. Arslan yuvasına düşmüş, zavallı tilki gibi titremeye başladı. Sonra mecliste bulunanlar Mesnevî'den bu beyti aradıklarında bulamadılar. Bu hâlin Abdürrahmân Arvâsî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Ona karşı daha edepli ve ölçülü davranmaya başladılar.
Ömrü boyunca İslâm dîninin emirlerini öğrenmeye ve öğretmeye çalışan Abdürrahîm Arvâsî hazretleri Doğubâyezîd'de vefât etti. OradaAhmed Hânî türbesine defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Seyyid Abdürrahîm Arvâsî hazretlerinin iki oğlu vardı. Birincisi: Seyyid Muhammed Efendidir. Bunun evlâdı kalmamıştır. Kabri babasının kabrinin sağındadır. İkincisi; Seyyid Hacı İbrâhim'dir. Din ve dünyâ ilimlerinde babasının vârisiydi. Tasavvuf yolunda babasının yerini tutmuş olup âlim, fazîlet sâhibi ve veliyy-i kâmil bir zat idi. Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin Abdürrahîm ve Abdülazîz adlı iki oğlu ile Seyyide Emine Hanım isminde bir kızı vardı. Kızı Seyyide Emine Hâtunu Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin oğlu Molla Abdülhamîd'e nikâh edip bu evlilikten, Arvas'ın ışığı, ilim ve irşâd kaynağı Seyyid Fehim Arvâsî hazretleri dünyâya gelmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim'in büyük oğlu Abdürrahîm Efendi 1818 (H.1234) senesinde vefât etmiştir. Seyyid Hacı İbrâhim Efendi de 1832 (H.1248) senesinde Yukarı Doğubâyezîd'de vefât etti. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Büyük oğlu Abdürrahîm Efendinin de kabir taşı hâlen yazıları ile mevcuddur.
Seyyid Hacı İbrâhim Efendinin diğer oğlu ise Seyyid Abdülazîz Efendi olup babalarının dergâhı ona kalmıştır. İlimde ve tasavvufta babalarının yerini tutmuştur. Hayvanlarla konuşur, hayvanlar da ona söylerdi. Hayvanları, hatta yılanları yedirir içirirdi. Hayvanlar onun emrine uyarlardı. Seyyid Abdülazîz hazretleri 1880 (H.1297)'de vefât etmiştir. Kabri Yukarı Doğubâyezîd'de babasının yanındadır. Büyük mütefekkir Seyyid Ahmet Arvasi bey bu zatın torunlarındandır.

KÜFR BAHSİ

Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist olmakdır. İnanılması lâzım olan şeye inanmamak küfr olur. Muhammed aleyhisselâma inanmamak küfr olur. Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâ katından getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalb ile inanıp, dil ile de ikrâr etmeğe, söylemeğe, (ÎMÂN) denir. Söylemeğe mâni’ bulunduğu zemân, söylememek afv olur. Îmân hâsıl olmak için, islâmiyyetin küfr alâmeti dediği şeyleri söylemekden ve kullanmakdan sakınmak da lâzımdır. İslâmiyyetin ahkâmından, ya’nî İslâmiyyetin emr ve yasaklarından birini hafîf görmek, Kur’ân-ı kerîm ile, melek ile, Peygamberlerden biri ile “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” alay etmek, küfr alâmetlerindendir. İnkâr etmek, ya’nî işitdikden sonra inanmamak, tasdîk etmemek demekdir. Şübhe etmek de inkâr olur.
Küfr üç nev’dir: Cehlî, Cühûdî ve hükmî.
I- İşitmediği, düşünmediği için kâfir olanların küfrü (Küfr-i cehlî)dir. Cehl de iki dürlüdür: Birincisi basitdir. Böyle kimse, câhil olduğunu bilir. Bunlarda yanlış i’tikâd olmaz. Hayvan gibidirler. Çünki, insanı hayvandan ayıran, ilm ve idrâkdir. Bunlar, hayvandan da aşağıdırlar. Çünki, hayvanlar, yaratıldıkları şeyde ileridirler. Cehlin ikincisi, (Cehl-i mürekkeb)dir. Yanlış, sapık i’tikâddır. Yunan felsefecilerinin ve müslimânlardan yetmişiki bid’at fırkasının açıkca bildirilmiş olanlara uymıyan i’tikâdları böyledir. Bu cehâlet, birincisinden dahâ fenâdır. İlâcı bilinmiyen bir hastalıkdır.
II- Küfr-i cühûdîye, küfr-i inâdî de denir. Bilerek, inâd ederek kâfir olmakdır. Kibrden, mevki’ sâhibi olmayı sevmekden veyâ ayblanmakdan korkmak sebebi ile hâsıl olur. Firavn ve yoldaşlarının, Bizans kralı Herakliyûsün küfrleri böyledir.
III- Küfrün üçüncü nev’i, (Küfr-i hükmî)dir. İslâmiyyetin îmânsızlık alâmeti dediği sözleri söyliyen ve işleri yapan, kalbinde tasdîk olsa da ve inandığını söylese de kâfir olur. İslâmiyyetin tahkîrini emr etdiği şeyi ta’zîm, ta’zîmini emr etdiği şeyi tahkîr küfrdür.
1- Allahü teâlâ, Arşdan veyâ gökden bize bakıyor demek küfrdür.
2- Sen bana zulm etdiğin gibi, Allahü teâlâ da sana zulm ediyor demek küfrdür.
3- Filân müslimân benim gözümde yehûdî gibidir demek küfrdür.
4- Yalan bir söze, Allahü teâlâ biliyor ki doğrudur demek küfrdür.
5- Melekleri küçültücü şeyler söylemek küfrdür.
6- Kur’ân-ı kerîmi, hattâ bir harfini küçültücü söz söylemek, bir harfine inanmamak küfrdür.
7- Çalgı çalarak Kur’ân-ı kerîm okumak küfrdür.
8- Hakîkî olan Tevrât ve İncîle inanmamak, bunları kötülemek küfrdür. [Şimdi, hakîkî Tevrât ve İncîl yokdur.]
9- Kur’ân-ı kerîmi şâz olan harflerle okuyup, Kur’ân budur demek küfr olur.
10- Peygamberleri küçültücü şeyler söylemek küfrdür.
11- Kur’ân-ı kerîmde ismleri bildirilen yirmibeş Peygamberden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” birine inanmamak küfrdür.
12- Çok iyilik yapan birisi için, Peygamberden dahâ iyidir demek küfr olur.
13- Peygamberler muhtâc idi demek küfr olur. Çünki, onların fakîrlikleri kendi istekleri ile idi.
14- Birisi, Peygamber olduğunu söylese, buna inananlar da kâfir olur

Tasavvuf Ve Bir Mutasavvıf Olarak Seyyid Sıbğatullah Arvasi

Genel Bakış

Ameli ve nazari ciheti ile tasavvuf ilminde mütehassıs, tasavvuf tarihi hocalarından Seyyid Abdulhakim Arvasi (1865-1943) (kuddise sirruh) "Er-Riyadüt-Tasavvufiyye" adlı eserinde tasavvufun risalet ve nübuvvetle başladığını,kaynağının nübuvvet ve risalet olduğunu ifade etmektedir.Gerçekten her peygamber tebliğ vazifesi yanında nefis tezkiyesi de yapmıştır. Zaten tasavvufun konusu da kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesidir.İslami ilimler tedvin edilmeden önce, ayeti kerimeler ve hadisi şerifler tasavvuf konuları arasında yer alan zühd ve takva kavramlarını, nefsin tezkiyesi ve kalbin kötülüklerden arındırılması olarak belirtmiş ve bu hallerin yaşanması emredilmiştir.Hüküm yönüyle emir vucubiyeti gerektirir.Tasavvufun amacı da bunun tahakkukudur. Zira maksada ulaştıran her şey maksat hükmündedir.Usulsüzlük, Vusulsüzlüktür.

1-Tasavvuf Kelimesinin Ve İlminin Menşei

Tasavvuf kelimesinin menşei hakkında çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Hangi mastardan türetildiği müştak(türemiş) olup olmadığı hususu itilaf konusu olmuştur.Tasavvuf kelimesinin camid (türetilmeyen) bir kelime olduğu üzerinde durulmuştur.Ancak bazı alimler kelimenin  "Safa"dan türetildiği hususunda görüş bildirmiştir. Bunu yanında kelimenin yün giysisi anlamına gelen “Suf”tan türetildiğine dair görüş de bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir. Kalb tasfiyesini, nefis tezkiyesini konu alan tasavvufun kelime olarak sadece yün giysisinden türediğini iddia etmek bizce tartışmaya açık bir konudur. Nitekim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi isimli eserinde  tasavvufu,  (Dünyanın safası gitti kederi kaldı) hadisi şerif üst başlığı altında zikrettikten sonra konu olarak işler. Sırrı Sakati Hazretleri tasavvufun safa kelimesinden müştak(türemiş) olduğunu kesin olarak ifade etmektedir.[2]

Tasavvuf ile alakalı kitapların tedvini, bu ismin ortaya çıkması Hicri ikinci asrın başlarında  olmuştur. İslami ilimlerle iştigal edenler mesela, tefsir ilmiyle uğraşanların Müfessirun, hadis ilmiyle uğraşanların Muhaddisun, nahiv ilmiyle uğraşanların Nahviyyun, fıkıh ilmiyle uğraşanların Fukaha, nefis tezkiyesi zühd ve takva ile meşgul olanların Mutasavvıf lakapları ile meşhur oldukları erbabınca bilinmektedir.

Nitekim, tasavvuf kelimesinin doğuşu ve isimlendirmesi hususunda, nazari ve ameli yönden tasavvuf muallimi olan es-Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretleri merhum Necip Fazıl Kısakürek’in (1905-1983)“Tasavvuf Bahçeleri” olarak sadeleştirdiği er-Riyadu-t Tasavvufiye adlı kitabında şu ifadelere yer vermektedir:

“Safa” kelimesi, her lisanda övülen ve zıddı olan “keduret-bulanıklık” ise kınanan hallerden sayılmıştır.”

Rivayet edilmiştir ki, Allah’ın Resulü (aleyhisselatu vesselam), mübarek peygamberlik simalarında açık bir hüzün ve değişiklik eseri olduğu halde, eshabın meclisini şereflendirmişler ve “Bu dünyanın safası gitti, kederi kaldı” buyurmuşlardır. Bu Hadis-i Şerif’te “tasavvuf” kelimesinin, “sufi” ve “mutasavvıf” kelimesinin, “safvet”den geldiğine bir remz ve işaret vardır. “Safv” kelimesinde “f” harfinin önce gelmesi, “sufi” de ise sonra gelmiş olması, bu kelimelerin değişik köklerden geldiğini gösterirse de, tasavvuf kelimesinin çokça kullanılmasından, “f” harfinin “v”harfinden önce söylenmesinin kelimeye hafiflik kazandırmak için olduğu, yani bir telaffuz galatı bulunduğu bazı tasavvuf kitaplarında zikredilmiştir. Hatta, peygamberlerin (aleyhimusselam) “safvet”le vasıflanmış olmalarındandır ki, Kur’an da “Istıfa, Estafi, Yestafi, Mustafa” kelimeleri ile onların üstün halleri bu meyanda zikredilmiştir. Demek ki, tasavvufi hakikatlerle vasıflanmak, bütün Resul ve Nebilerde görülmüş ve bu durum muteber olagelmiştir.

“Her nebinin kendi zamanında, şeriatı yürürlükte olduğu, her nebi ümmetinin seçkinlerine, kendisinin manevi hallerinin üstün meziyetleriyle de donanmayı da, feyizleriyle ifade buyururlardı. Bu bağlamda manevi safvet, risalet ve nübüvvetle başlamıştır. Tasavvuf, şeriatların manevi kıymetlerini kazandırıcı ve onları kolaylaştırıcıdır.

Üstad Ebul Kasım der ki: “Bu taife için sufi (sofi) tabiri, galip halde çokça kullanılmış ve filan kimse sufidir, falan cemaat sufiyye ve mutasavvifedir denilmiştir. Yoksa bu isim için, bu manada kullanılışına dair Arapça da herhangi bir işaret bir kıyas ve bir kelime türemesi söz konusu değildir. Açık olan şey, bu ismin yani sufi isminin bu taifeye lakap olarak kullanılmasıdır.”

Bazıları, “kamis” giyenden bahsedilirken “tekammus” denildiği gibi, bu taife de “sof-yün” elbise giydiklerinden, onlardan bahsedilirken “sofi” denildiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu çevrenin yalnızca sof elbise giymediği biliniyorsa da, bu sebebin ileri sürülmesi hükmün çokluğa bina edilmiş olmasına göredir.

Şeyh Sühreverdi’nin “Avarif” isimli eserinde şöyle denilmiştir: “Bazıları “sufi” kelimesinin isim olarak kullanılmasındaki münasebeti tetkik ederken demişlerdir ki; kıymette en düşük ve tevazua en yakın bulunan ve çok zaman Peygamberlerin giydikleri sof elbiseler taşıdıklarından onlara Arapça kıyasa bakmayarak “sufi” lakabı verilmiştir.”

Gerçekten Kainatın Efendisi de, yetmiş kadar peygamberin sof giydiklerini haber vermişlerdir. İsa aleyhisselamın, softan elbise giydikleri malumdur. Hasan Basri hazretleri, “Ben Bedir Eshabı’ndan yetmiş kadarıyla görüştüm ki, hepsinin de elbisesi softandı.” demiştir. Ebu Hureyre ve Feddal bin Ubeyd,(radıyallahu anhum) Bedir sahabilerini (radıyallahu anhum ecmain) anlatırken bütün elbiselerinin softan olduğunu söylemişlerdir.

Bazıları da nasıl “Kufi” , Kufe’ye mensup demekse, “sufi”de “suf”a mensuptur demişlerdir. Suf (sof), bir çeşit yünden mamul hırka demektir. Bazıları ise, bu ismi ariflerin ilahi huzurda “saf” olmalarına nisbet etmişlerdir. Bunlar mana bakımından tezlerinde doğruysalar da, lügat bakımından “sufi”, “saf”a nisbet edilemez.

Bazıları da “sufi”yi Mescid-i Suffe’ye nisbet etmişlerse de nisbetin kaideye aykırılığından dolayı bu görüş reddolunmuştur.

Hülasa, “sufi” kelimesi bir sebep ve münasebet aranmaksızın, kalp safasına, gönlü bütün yabancılardan arındırma ve ilahi zikirle ruhu donatmaya malik olanlara isim olarak verilmiştir. Bu üstün taife ise, “ehemmi takdim” ölçüsüne riayetle böyle kıyas ve kelime iştikakiyle meşgul olmaktan kaçınmışlar ve kıymetli vakitlerini pek az faydası olan bu gibi şeylerle zayi etmemişleridir.”[3]

Meşhur Cibril hadisinde Efendimize (aleyhissalatu ve selam) üç soru yöneltilmiştir. İman, İslam ve İhsan. İman meseleleri ile ilgili itikadi mezhepler, İslam hususları ile ilgili fıkhi mezhepler, İhsan konuları ile alakalı da tasavvufi mezhepler oluşmuştur. İşte yol anlamına gelen tarikatlar kaynağını ihsandan alan tasavvufi birer mezheptirler. Zahiri ilimleri tahsil etmek, batıni ilimlerden kişiyi müstağni kılamaz. Nitekim mütekaddimin alimler (öncekiler) mütehhirin alimler (sonrakiler), ve  muhakkikin alimler, tasavvuf  ilmini hem nazari (teorik) ve hem de ameli (pratik) olarak tahsil etmişler ve yaşamışlardır. Mesela;

Hanefi İmamlarından;  

İbni Hümam     (Kemaleddin Muhammed – M. 1386-1457 – H.788-861)

İbni Şibli          (Cafer ibni Şibli – M. D.861-247 – M. V.945-334- H.247-334)

Şürün Bilali,Hayrettin Remli,Hamevi (Hamevi Şazli –D. M.1468-H. 873 – V.M. 1530-H.936)

Şafi Alimlerinden;

Sultan-ı Ulema İzz b. Abdusselam        (Muhammed b.Mühezzib – D.H.577-M.1181 – V.H.660-M.1262)

İmam-ı Gazali              (Muhammed b. Ahmed – D.M.1058-H.450 – V.M.1111-H.505)

Taceddin Subki            (Ebu Nasr – V.771-1370)

İmam-ı Suyuti              (Muhammed b. Sabık el-Hudeyri – D.H.849-M.1445 – V.H.911-M.1505)

Şeyh ul İslam Kadı Zekerriya

Alleme Şiyab ibni Haceri Heytemi        (Muhammed b.Hacer Heytemi – D.899-1494 – V.974-1566)

Maliki İmamlarından;

Ebul Hasan Eş-Şazeli (D.H. 553-M.1196 - V.H. 655-M.1257)

Şeyh Ebul Hasan el-Mersi

Şeyh İbn Ataullah el-İskenderi (V.M.1309)

Hanbeli İmamlarından;

Abdulkadir el-Cili (Seyyid Abdulkadir Geylani, D.H.471 – V. H. 561)

Şeyhul İslam Abdullah el-Ensari el-Herevi ve diğer şahsiyetler. (V.H. 481)

Aynı şekilde Yusuf Hemedani, Şahı Nakşibend, Alaaddin Attar, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid Şehrezuri (keddesellahu esrarehum) gibi şahsiyetler zahiri ilimlerde zirveye ulaştıkları halde tasavvufla meşgul olmuşlar ve bu yolda insanlara yol gösterici rehber olmuşlardır. Yaptığımız araştırmalarda şu kanaate vardık :

 Mezhepler hakkında lakayd davrananlar ve mezhepleri hafife alanlar tasavvufu da inkar  etmektedirler.

Fıkıh için İlmul Evrak veya Fıkhı zahiri, tasavvuf için ise İlmul Ezvak veya Fıkhı batıni denilmiştir. Tasavvufsuz fakih yerilmiş, fıkıhtan mahrum olan sufi ise hiç kabul görmemiştir.İmam-ı Şafii (rahmetullahi aleyh) bir şiirinde şunu ifade etmişlerdir:

"Fakih ve Sufi ol, sadece ikisinden biri olma,

Allah hakkı için ben sana nasihat ediyorum.

Çünkü O (fakih) katıdır O’nun kalbi takvayı tatmamıştır.

Bu (sufi) ise cahildir, cahil olan nasıl ıslah eder.”[4]

 Fıkıh ölçülerinin dışındaki zevklerin, şevklerin ve vecdlerin hiçbir kıymetinin olmadığını tasavvuf alimleri bildirmektedir. Nitekim Ebu Said el-Harraz bu durumu "Zahiri hükümlere aykırı olan her batın batıldır."[5] şeklinde ifade etmektedir. Beyazıd Bistami: "Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar keramete sahip olduğunu görseniz, o adamın Allah'ın emir ve yasaklarına, hududullahı muhafazası ve şeriata riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edinceye kadar ona aldanmayınız." İmam Rabbani hazretleri “Bizim yolumuzda bir adaba riayet ve mekruhlardan ictinab, zikirden, fikirden, teveccühten birkaç derece üstündür. Bunlara riayetle beraber zikir, fikir olunca o zaman nur üstüne nurdur” şeklinde buyurmaktadır. Mutasavvıflardan Murtaişe’ye (V. H. 328) söylendi: Falan su üzerinde yürüyor. Şöyle cevap verdi: Heva ve hevesine nefsinin kötülüklerine karşı sabır gücüne sahip olan kimse su üzerinde yürümekten daha büyüktür." Bu bakımdan mutasavvıflar için fıkıh tasavvufun olmazsa olmazlarındandır.

2-Tasavvufun Tarifi:

Tasavvufun çokça tarifleri yapılmıştır. Tariflerinden bir tanesi şöyledir: 

Tasavvuf, ebedi saadete nail olmak için nefsi tezkiye, ahlakı tasfiye, zahir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir.[6]

Nasrabadi (rahmetullahi aleyh) demiştir ki; Tasavvufun temelini şunlar oluşturur: Kur'an ve Sünnet'e yapışmak,kötü arzuları ve bid'at türü işleri terk etmek,şeyhlere hürmet göstermeyi önemsemek, halkın özürlerini kabul edip kendilerine müsamahalı davranmak, evrada devam etmek. ruhsatları ve (açık hükümlerin dışındaki) yorumları terk etmek.[7]

Yukarıda özet sadedinde tasavvufla ilgili vermeye çalıştığımız bilgiler muteber tasavvuf kitaplarından ve mutasavvıfların mübarek sözlerinden iktibas edilmiştir.

 Bir Mutasavvıf Olarak Seyyid Sıbğatullah Arvasi 

1-Seyyid Sıbğatullah Arvasi’nin Kısaca Hayatı:

Bölgede ve bölge dışında ilim, ahlak, edeb ve fazilet yönü ile tanınan Seyyid Sıbğatullah Arvasi(kuddise sirruhu)  Van’ın Bahçesaray (Müküs) ilçesinin Arvas köyünde dünyaya gelmiştir. İsmi Sıbğatullah olup, Arvasi ailesine mensubiyetinden dolayı Seyyid Sıbğatullah Arvasi, Hizan'da medfun olması sebebiyle de "Ğavsı Hizanı Seyyid Sıbğatullah Arvasi" olarak şöhret bulmuş,  Ğavsul Azam, Ğavsı Hizani veya kısaca Ğavs lakabıyla tanınagelmiştir. Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) kardeşleri arasında mümtaz bir şahsiyet sahip olup, o güne kadar bölgede kendisine verilen isme benzeyen bir ismin olduğuna dair herhangi bir rivayete rastlanamamıştır. Her isimden sahibine bir nasip vardır.

Seyyid Sıbğatullah’ın halifelerinden Şeyh Halid Oreki (kuddise sirruh) Sığbatullah isminin, Bakara suresinin 138. ayetinden iktibas ettiği rivayet edilmiştir. (Rengi Allah’ın renginden daha güzel kim vardır.)[8]

 1870 yılında Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Gayda köyünde vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. Nesebi İmam Ali Rıza (rahmetullahi aleyh) yoluyla  Hz. Ali (kerremellahu vechehu) ulaşmaktadır. Büyük dedeleri Bağdat’tan Anadolu’ya hicret etmişlerdir. Babasının adı el-Hac Seyyid Lütfullah, dedesinin adı Abdurrahman-ı Kutub’tur. Seyyid-i Büzürk(Büyük Seyyid) Seyyid Taha Hazretleri bu zat hakkında “Abdurrahman-ı Nikunam, Kutbi Arvasi" yani “adı güzel şan ve şeref sahibi” şeklinde beyanda bulunmuştur. Seyyid Sıbğatullah Nakşıbendi tarikatı silsilesinde ise aşağıda belirtildiği üzere 32. halkayı teşkil etmektedir.

2-Seyyid Sıbğatullah’ın Tahsil Hayatı Ve İlmi Şahsiyeti:

Seyyid Sıbğatullah son derece feyizli ve alim bir aileye mensubtur.Küçük yaşlarda doğum yeri olan Arvas'ın geniş ilmi ortamı içerisinde yetişir. Bütün hocalarının isimleri hususunda kesin bilgimiz yoktur. Ancak Artuklu Üniversitesi Öğretim üyelerinden Prof.Dr. Abdulkadir YILDIRIM “Halidi’lik” konulu bir televizyon programında Seyyid Sıbğatullah’ın Mollakentli Molla Abdurrahman’ın yanında tedris ettiğini belirtmiştir. Molla Abdurrahman’ın ise Molla Yunus’un yazmış olduğu “Terkiba Mela Yunus” adlı eser üzerinde haşiye yazdığını biliyoruz.Seyyid Sıbğatullah Arvasi hazretlerinin halifelerinden Şeyh Halid eş-Şirvani el-Oreki'nin O’nun sohbetlerinden derlenerek kaleme aldığı “Minah” isimli eserde Seyyid Sıbğatullah’ın (kuddise sirruhu) mütekaddimin ve müteahirin  olmak üzere elli üç alim ve mutasavvıfa atıf yaptığını görmekteyiz. Bu da Seyyid Sıbğatullah Arvasi hazretlerinin ilmi seviyesinin çok yüksek olduğunu ve ilmi eserleri tetkik ettiğini göstermektedir. Minah isimli eserle alakalı Şeyh Fethullah Verkanisi’nin (kuddise sirruhu)oğlu Şeyh Aladdin (kuddise sirruhu) (D.H.1299-M.1882 – V. H.28 Safer 1369- M.1949) manzum bir methiyye yazmıştır. Methiyeyi tercümesinin yararlı olacağı kanaatiyle aktarmak istiyoruz.

Müeyyid (destekleyici) Kerim olan Allah’ın zihin açmasıyla

Övgüye layık olan parlak fikir sahibinin zihni cömertlik etmiştir.

O Halid’dir ki, ilmi ile, yüksek irfanı ile, zühd ve takvası ile

İnsanlar arasında üstünlük sağlamıştır.

O (Halid) şeyhinin bazı kelam ve işaretlerini açıklamıştır.

O ( yani Seyyid Sibğatullah) ki müceddidin (İmam-ı Rabbani muceddidi elfi sani kuddise sirruhu) yolunun binasının sağlamlayıcısıdır.

Öylesine bir kitap ki, sağlam (muhkem) olan yola doğru

İrşadıyla ve üslub güzelliği ile tüm kitaplara üstünlük sağlamıştır.

O (Minah) gümüş sahifelere, yakutdan kalemlerle ve altınla (mürekkep) yazılmaya layıktır.

Yeri gelmişken şunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Bazı kimseler hiçbir bilgiye dayanmadan, Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu)'ın ilmi seviyesinin yüksek olmadığını, hatta “Şerhil Muğni” isimli esere  kadar okuduğuna dair sözler sarf etmişlerdir. Halbuki “Şerhil Muğni” meselesi kendisiyle halifesi Şeyh Halid arasında geçen şu olaydan kaynaklanmaktadır:

Birgün Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) seyr u sülukünü henüz tamamlamayan Şeyh Halid'e sorar: "Molla Halid senin ilmin ne kadardır?” O da: “Efendim! Elhamdulillah. Seyyid Şerif Cürcani ve Teftezani kadar ilmi bilgiye sahibim.”diye cevap verir.Molla Halid dışarı çıkınca sohbette bulunanlar onu yadırgamaya başlarlar. “Sen Ğavsın yanında nasıl böyle cevap verirsin? Bu ne cesaret?” dediklerinde O da: “Soruyu soran benim mürşidim Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) olunca ben gerçek neyse onu söylemek zorundayım, gerçeği gizleyemem. Bunda tevazu benim için zillet olurdu. Ama eğer bu soruyu siz sorsaydınız ben de size ilmimin Şerhul Muğni okuyan bir talebe seviyesinde olduğumu söyleyecektim." diye cevap verir.

Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh)'ın Kur'an, hadis ve fıkıh ilimlerine son derece vakıf olduğunu, zaman zaman ayet ve hadislere işari manalar verdiğini de eser ve sohbetlerinden anlıyoruz. Ayrıca İmamı Rabbani’nin (kuddise sirruhu) Mektubat’ında yer alan bir mektuba Dürretül Beyda (Beyaz İnci) ismini verdiğini ve “Bu beyaz inciyi yazın” emrini verdiğini Kelimat’ul Kudsiye adlı eserden anlıyoruz. Bunun yanında Hafız-ı Şirazi'nin, Ahmed-i Cüzeyri’nin divanına ve buna benzer manzum eserlere de son derece hakim olduğunu, güçlü te'vil ve yorumlar getirdiğini biliyoruz. Kendisine tabi olan şahsiyetlerin kendi dönemlerindeki akranlarından çok üstün derecede ilmi seviyeye sahip olmaları Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh)'ın ilmi seviyesinin çok yüksek olduğunu göstermektedir. Şu kadar var ki, O’nun Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı ve ameli, ilminin önünde olduğu için, ilmi adeta perde arkasında kalmış, ameli ön plana çıkmıştır. Zaten ilmin amacı da ameldir. İlim amel içindir.

3-Mürşidleri:

Küçük yaşlarda bile kendisinde harikulade hallerin meydana geldiğini, dünya kelamı ile meşgul olanların sohbetinden sıkıldığını ve böyle ortamlarda çirkin kokuların kendisini rahatsız ettiğini, bu nedenle kendisinin zaman zaman insanlardan uzak kalarak inzivaya çekildiğini gerek yazılı menkıbelerden ve gerekse şifahi rivayetlerden öğreniyoruz. Seyyid Sıbğatullah tasavvufi hayatında değişik mürşidlerin hizmetlerine girmiş ve onlardan istifade etmiştir.

Bunlardan bir kaçı:

a- Şeyh Muhyeddin (kuddise sirruh):  Van'da ikamet eden, bu zat Abdullah-ı Dehlevi'(kuddise sirruh)nin halifelerinden Derviş Muhammed'in halifesidir. Kendisi ile alakalı çok fazla malumatımız olmamakla beraber Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) bu zata hicri 1245 tarihinde gider ve yanında ilk Nakşi tarikat eğitimini alır.Şeyh Muhyeddin kendisine “Artık sen ehlulullah'ın ruhaniyetinden istifade edecek dereceye geldin, bundan sonra buraya gelmenize gerek kalmamıştır.” şeklinde ifadesinden sonra Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) onun vefatına kadar o hal üzere devam eder.

b- Bitlis'li Şeyh Musa Efendi: Şeyh Muhyeddin'in vefatından sonra kendisine intisab eder. Seyyid Sıbğatullah bu zatı çok över. Kendisine“Şeyhin kimdir? diye sorulduğunda “ Şeyhi Uryan (çıplak şeyh)dır.Nitekim Seyyid Sıbğatullah :”Eğer ben Seyyid Taha'yı (kuddise sirruh) görmeseydim, bu zattan ayrılmazdım.” demiştir.

c- Şeyh Abdulkadir el-Bitlisi (kuddise sirruh) :

d-Şeyh Halid el-Cezeri (kuddise sirruh): Bu zat, Mevlana Halid-i Bağdadi’nin (kuddise sirruh) halifelerindendir. Seyyid Sıbğatullah’a “Sen ilim menbaı bir ailedensin buraya niçin geldin?” diye sorulduğunda; “Eğer elindeki kabı dolduramıyorsam doldurmak için başka bir yere yönelmek zorundayım.” diye cevap verir. Seyyid Sıbğatullah şeyh Halidi Cezeri’nin vefatına kadar yanında kalır, vefatından sonra şeyh Salih Sıbkiye yönelir.

e-Seyyid Taha-i Hakkari (kuddise sirru): Seyyid Sıbğatullah, Salih es-Sıbki’nin (kuddise sirruh) yanında iken, Seyyid Taha hazretleri,talebelerinden Molla Ömer el-Horosi ile vasıtasıyla bir mektup gönderip “Artık dostlarınla beraber yuvana dön.” emrini verir. Bu söz Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hazretlerini kutlu yolun büyükleri olan sadat-ı kiramın arasına katılmaya davet anlamı taşıyordu.  Bu emir üzerine Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) hiç tereddüt göstermeden büyük bir şevk ve iştiyakla emelinin gerçekleşeceği Nehri’ye gider. Böylece hakiki ve esas yuvasına kavuşur. Seyyid Taha’nın paha biçilmez sohbetlerini çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayat verici bulur. 1256/1840 yılından mürşidi Seyyid Taha hazretlerinin 1269/1853 yılındaki vefatına kadar tam on üç yılını onun irşad halkasında geçirir.

4-Seyyid Sıbğatullah Arvasi(kuddise sirruh) 'nin Nakşi Tarikatına Dair Silsilesi:

                                                                                       Medfun Oldukları Yer         

1- Hz. Muhammed Mustafa (sallalahu aleyhi vesselam)              (571 - 632)   

2- Ebubekir es-Sıddık (radıyallahu anh) (573 - 634)                     Hücre-i Seadet

3- Selman-i Farisi(radıyallahu anh)       (V.654)                           Medayin, Irak

4- Kasım Muhammed bin Ebubekir es- Sıddık   (650 - 725)           Kudeyd (Mekke –Medine arası)

5- Cafer-i es-Sadık bin Muhammed Bakır (rahmetullahi aleyh)  (699 - 765)Cennet ül Baki

6- Bayezid-i Bistami   (777 - 848)                                                 Bistam, İran

7- Ebu'l Hasan el-Harakani   (963 - 1033)                                      Harkân, İran

8- Ebu Ali el-Fadl el-Farmedi  (1010 - 1084)                                   Meşhed, İran

9- Ebu Yakub Yusuf el-Hemedani   (1049 - 1140)                           Merv,Türkmenistan

10- Abdulhalik el-Gucdüvani  (1179 - 1220)                                    Buhara, Özbekistan

11- Arif er-Rivegeri      (V.1237)                                                     Buhara, Özbekistan

12- Mahmud el-İncir el-Fagnevi          (V.1286)                               Buhara, Özbekistan

13- Hoca Azizan Ali Ramiteni  (V.1321)                                         Daşoğuz,Türkmenistan

14- Muhammed Baba Semmasi           (V.1335)                             Buhara, Özbekistan

15- Seyyid Emir Külal                         (1281 - 1370)                       Buhara, Özbekistan

16- Şah-i Nakşibendi Muhammed el-Buhari   (1318 - 1389)               Buhara, Özbekistan

17- Alaudin el-Attar                (V.1400)                                           Denov, Özbekistan

18- Yakub el-Çerhi                 (V.1447)                                           Duşanbe, Tacikistan

19- Hoca Ubeydullah el-Ahrar  (1404 - 1490)                                    Semerkand, Özbekistan

20- Muhammed ez-Zahid        (V.1529)                                           Denov, Özbekistan

21- Derviş Muhammed es-Semerkandi  (V.1562)                              Kitab, Özbekistan

22- Muhammed el-Hacegi el-Emkengi  (1512 - 1600)                        Kitab, Özbekistan

23- Muhammed Bakibillah       (1564 - 1603)                                    Delhi, Hindistan           

24- İmam-i Rabbani Ahmed Faruki es-Serhendi   (1564 - 1624)          Serhend, Hindistan

25- Muhammed Masum Serhendi Urvetul Vuska  (1599 - 1668)          Serhend, Hindistan

26- Muhammed Seyfeddin  Serhendi  (1639 - 1684)                           Serhend, Hindistan

27- Seyyid Nur Muhammed el-Bedayuni  (V.1722)                             Delhi, Hindistan

28- Habibullah Mirza Can-i Canan Mazhar  (1701 - 1781)                    Delhi, Hindistan

29- Şeyh Abdullah Dehlevi  (1743 - 1824)                                          Delhi, Hindistan

30- Diyaeddin Zul Cenaheyn Mevlana Halid   (1779 - 1827)                  Şam, Suriye

31- Seyyid Taha en-Nehri el-Hakkari  (V.1853)                                   Nehri, Şemdinli

32- Seyyid Sıbgatullâh-i Arvâsî            (V.1870)                                 Ğayda, Bitlis

Seyyid Sıbğatullah Arvasi’nin (kuddise sirruh) hayatından bahseden eserler genellikle el yazması olup, matbu değildir. Fakat bu eserlerin bir kısmı da tercüme edilmiş olup basılmıştır. On risaleden oluşan "El-Kelimatul Kudsiyye" adlı eserde başta kendi eseri olan Minah bulunmakta, diğer bölümler ise konusuna göre kendisinden atıflar da yapılmıştır.

 Kendisi ile alakalı değişik ansiklopedi ve arşivlerde malumatlar bulunmaktadır. Mürşidi Seyyid Taha hazretlerinin kendisine gönderdiği bazı mektuplarında Seyyid Taha hazretlerinin mührü bulunmaktadır. Bazı mektuplar ise mektub suretidir.[9]

Seyyid Sıbğatullah birgün Seyyid Taha tarafından cevaplamasını istediği çok önemli bir konu hakkında özel postacısıyla bir mektub gönderdi. Hazreti Seyyid Taha’dan cevabi mektubu getiren şahsın köye yaklaştığı kendisine haber verilince Hazreti Ğavs dama çıkarak Molla Ahmed el-Cuzeyri hazretlerine ait şu beyitleri tekrarladı:

Kasıd bı meksudame hat, ba müjde u emru berat

Nişan hınarın hem xelat ev padşehı gülgun qeba

(Elçi arzuladığımız maksadımızla müjde ile, emir ve beratla geldi

Gül renkli aba (giysi) sahibi padişahtan hem nişan ve hem de ödül getirdi.)

5-Halifeleri

    Abdurrahman Taği: Evliyanın büyüklerindendir. Norşinli’dir. Üstad-ı Azam ismiyle meşhurdur. 1304 (M.1886) yılında vefat etti. Sultan Abdulhamid Han, asrının müceddidi olduğunu bildirmiştir.
    Oğlu Seyyid Bahauddin:
    Şeyh Halid Şirvani: Şark vilayetinin adliye müfettişi iken Seyyid Sıbğatullah Arvasi hazretlerine intisap etmiştir. Vaktinin Sibeveyh’i olarak meşhur olmuştur. (Hz. Ömer’in soyundan geldiği için Ömeri, Şirvan’da doğup büyüdüğü için Şirvani lakabıyla anılmıştır. Molla Halidi Oreki olarak da bilinir. Bu meşhur zatın ne yazık ki doğum ve vefat tarihi kayd edilmemiştir. Ancak 93 harbinde (1877-1878 Osmanlı – Rus savaşında Doğubeyazıt cephesinde Seyyid Sıbğatullah Arvasi hazretlerinin abisi olan Seyyid Abdulğaffar Arvasi hazretleri ile beraber cihad ederken şehiden vefat etmiştir. Zaten kendisi birgün şeyhine şehid olma arzusunda olduğunu da bildirmiş, bu arzusu da gerçekleşmiştir. Şeyhi kendisine: “Bizden de Bedir ve Uhud şehidlerine selam söyle.” demiştir. Mudakkık ve muhakkık bir alim olan Şeyh Halid’e zamanın Şafii’si de denmiştir. Tefsir, fıkıh gibi zahiri ilimlerde İbni Hacer ve Seyyid Şerif Cürcani hazretleri kadar alim olduğunu bizzat kendisi şeyhine itiraf etmiştir. Seyyid Sıbğatullah kendisine seyda diye hitap ederdi.
    Şeyh Abdurrahman Behtani:
    Sofi Mustafa Külati: Birgün Ğavs, kendisine, “Sus!” demişti. Bundan sonra ölünceye kadar ona cevap vermekten başka bir şey konuşmadı.
    Ali Can Külpiki[10]

6-Evlatları

Seyyid Sıbğatullah’ın Sekiz evladı vardı. Bunların isimleri şöyledir:

    Şeyh Celalüddin: Kardeşi Şeyh Bahauddinden sonra babasının yerine o geçmiş ve bu hizmeti yürütmüştür. 1294/1877 yılında vefat etmiştir.
    Şeyh Bahauddin: Şeyh Celalüddin’in küçüğüdür. Babasının halifesi olup, babasından sonra yerine geçti. İki ay irşad yaptıktan sonra vefat etti.
    Sultan Veled
    Seyyit Bahri
    Burhaneddin
    Şeyh Hamza
    Seyyid Nur Muhammed: Şeyh Celalüddin’den sonra tarikat hizmetinde bulunmuş ve birçok müridi olmuştur.
    Şeyh Hasan: Melami Meşrebli değişik halleri vardı.Şeyh Fethullah Verkanisi hazretlerinin halifesidir.

    Seyyid Sıbğatullah Arvasi (kuddise sirruh)’nin Ğavs Oluşu İle İlgili Bazı Tesbitler

 Şeyh Muhammed Asım hazretlerinin Birkatul Kelimat adlı el yazması eserinin 17. Sahifesinde Ğavsiyeti ile ilgili şöyle ifade etmektedir:

            “Kendi döneminde alimler onun Ğavsiyeti hususunda delillerle ittifak etmiş ve delilleri ile Ğavsiyetini izah etmişlerdir.”

    Abdurrahman Taği (kuddise sirruh)’nin Tesbiti:

   a) Abdurrahman Taği (kuddise sirruhu) “Ben Onun Ğavs olduğuna dair yemin ederim. Çünkü biz onun ebdalları arasında idik. Ebdallar dönemin Ğavsının emri altındadırlar. Şöyle ki; Bizleri ebdallık vazifesi için uzak yerlere gönderirdi. Bu esnada bize “Tayyı Mekan” vaki olurdu. Ayaklarımıza taşlar,ağaçlar değdiği halde bunu hissetmezdik. Döndükten sonra Ğavsın ayaklarının yaralandığını ve kanadığını müşahede ederdik.

   b) Ğavs, mühim bir mesele olunca Seyyid Taha’dan sorar, emri ondan alırdı. Çünkü O umumi Kutub idi. Seyyid-uI Fedevi’nin vefatından sonra Mevlana Halidin halifesi Şeyh Osman et-Tavili’ye gönderirdi.Onun da vefatından sonra Seyyid Nureddin Birifkiye, o da vefat edince artık kimseye sorma ihtiyacı duymadı. Biz de bundan kutubluk makamının kendisine geçtiğini anladık.

      2. Halifelerinden Şeyh Halid-i Oreki, (Şirvani)’nin Tesbitleri:

Zamanın Allamesi, asrının birtanesi  Şeyh Halid eş-Şirvani el Ureki hazretleri ise onun Ğavsiyeti hususunda şöyle demiştir:

“O’nun Ğavs olduğunu bildiğim halde mel’un içime bir vesvese düşürdü. Ben de eğer O  Ğavs ise alimin ilmini selb (geçici olarak unutturur) eder diye söylendim. Ezan okundu. Ben hücremden çıktım. Namaz için acele ettim. Ğavs: “Üstat gel bize namaz kıldır.” dedi. Öne geçtim niyyet ettim. Hiçbir şey hatırlayamaz oldum. Namaz kıldırmak üzere bir kişi yerime tayin ettim dışarı çıktım. Şu beyti terennüm ettim:”

Rehnuma u Şeyhi Piri Sıbğatullah el meded                        

Şahi Sultan-ı Seriri ĞAVS’İ AZAM el Meded                    

         3-Diğer Bazı Tesbitler :

Abdurrahman Taği’nin (kuddise sirruh) daha önce Kadiri halifesi iken Seyyid Sıbğatullah’a intisab etmesi, Halid-i Oreki’nin onu imtihan etmek için hazırladığı on soruyu o henüz sormadan Ğavs’ın cevaplaması, müridleri ile arasında meydana gelen bazı harika haller ve kendi döneminde yaşayan çevrede halk üzerinde nüfuz sahibi olan bazı kimselerle olan münasebetlerinde cereyan eden hadiseler onun Ğavsiyetini ayrıca ispat etmektedir.

Şeyh Asım bin Şeyh Alaaddin bin Şeyh Fethullah Verkanisi (kuddise sirruhum) (D.1921 – V. 12 Temmuz 2011) özetle şöyle zikretmiştir:

“Ğavs ile alakalı hal ve durumların onun dışında hiçbir Meşayihi Kiramdan vaki olduğu duyulmamıştır.”

    Seyyid Sıbğatullah hazretlerinin manevi şahsiyeti:

Şeyh Halid eş-Şirvani El-Ureki bir defasında O’nun Ğayda’daki kabrini ziyaretinde olağanüstü hallerle hallenmiş, bunun üzerine aşağıdaki Farsça dizeleri kaleme almıştır. Bu dizelerin bir kısmı önce Latin harfleriyle daha sonra orijinal Arabi harflerle mezar taşına yazılmıştır:

       “Ben kimim ki, yüzünü görmeyi dileyeyim. Keşki (kaşki) felek gibi onun haremini tavaf (ziyaret) edebilseydim.

       Her kim ki, yüzünü gözleriyle bizatihi görürse Celaleddin-i Suyuti’nin “Tenvirul Halak’ta ne dediğini anlayacaktır.

       Nübuvvet dışında beşere verilen ne kadar kemalat (üstün sıfatlar) varsa  O’nun için çekinmeden söyleyebilirsin. Zira bana felek ilminden fetva verilmiştir.

       Eğer Meşhedini (makberini) ziyaret edenlerin gözlerinden  manevi perde kaldırılsaydı, Kıyamete kadar meleklerin onun üzerindeki izdihamını göreceklerdi.    

       Ey Halid onunun kamet ve bedenine sözlerden bir elbise dikmeye kalkışırsan yakıştıramazsın.                                                        

       Sahban ve Kıss (meşhur terziler) telekten (kuş tüyünden)  bile dikse yine üstüne oturtamaz.”

   Not: Telek ve Çelek kelimeleri Tıl ve Cıl’den, sonundaki kaf harfi tek manasını ifade eder. İkisi de elbise için kullanılmıştır.

  (“Tenvirul Halek fi Ru’yet’in Nebiyyi vel Melek”, İmam Suyuti’nin bazı olağanüstü halleri uyanık iken görme ile ilgili  telif ettiği,kendi alanında değerli bir kitaptır.)

Muhammed Sami Erzincani hazretlerinin mürid ve aşıklarından olan Salih Baba da divanında;

Himmeti evliya bize yar iken

Şahı Nakşibendi ser hünkar iken

Seyyid Taha Sıbgatullah var iken

Kabe kavseyne dek seyranımız var

Başka bir şiirinde ise :

“İltica edelim Sibgatullaha

Kendi boyası ile boyaya bizi” demek suretiyle Seyyid Sıbğatullah Arvasi’den iştiyakla  bahsetmektedir.

Bunun yanında Seyyid Sıbğatullah,  aşağıda belirtildiği gibi mutad olarak okunan silsilelerde sekiz elkab- sıfat ile  zikredilmektedir.

“Sultan ul Kubara ul Mutakaddimin (Geçmiş büyüklerin sultanı)

Ve Kudvetul Kubara ul Mutaehirin (sonradan gelenlerin kudvası, önderi)

Ğavsul Ammeti vel haifin (Allah’ın emirlerine karşı gelmekten korkan ve muttakilerin ve umumun yani herkesin Ğavsı)

Kutbul eimmeti vessalikin (Önder ve süluk ehli olanların Kutbu)

Muğisul müsteğisin (Kendisinden yardım dileyenlere yardım edicisi)

Munisul ğuraba-ı vel aşikin (Garip ve aşıkların kendisinden ünsiyet, rahatlık bulduğu)

Şeyhina el Uveysi (Uveysi şeyhimiz)

Mevlana hazreti eş-Şeyh es-Seyyid Sıbğatullah Arvasi”

Şeyh Muhammed Asım Hazretlerinin Birketu’l Kelimat adlı eserinde Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) hazretleri hakkında yazdığı bölümden bazı seçmeler:

            “Medreselerden zahiri ilmi tahsil ettikten sonra büyük bir iştiyakla (h.1245) batıni marifetler ve ruhi riyazatlara yönelerek bütün vasıfları haiz meşayihlerin hizmetine girdi.H. 1256’da Seyyid ul Fedevi Seyyid Taha’nın kendisine gönderdiği davet mektubu üzerine Seyyid Taha’ya yöneldi. Bu arada Allah u Teala’dan başka hiç kimsenin bilemeyeceği makamlara ulaştı. Her sene şeyhini iki defa Nehri’de ziyaret ederdi. Hicri 1268’de şeyhin vefatına kadar bu hal böyle devam etti. Bu ziyaret adeti Seyyid Taha’nın kardeşi Seyyid Salihin (V. H.1280)vefatına dek sürdü. Ondan sonra insanları irşat ederek gönülleri fethetmeye başladı.  Sohbetine 400 den fazla salih erkekler ve saliha hanımların katılımıyla gerçekleştiği olmuştur. Sabah namazından sonra özellikle Pazartesi ve Perşembe günleri teveccüh yapılırdı. Teveccühe çok önem verirdi. Teveccühten sonra çorba dağıtılırdı.

Oğlu Şeyh Celaleddin’in Nehri’de karşılaştığı bazı durumlar ve Seyyid Taha’nın (kuddise sirruhu) kendisine iltifatları:

            Seyyid Sıbğatullah Hazretleri bir defasında oğlu Şeyh Celaleddini de beraberinde Nehri’ye götürdü. Bu seyahatte Nehri de değişik bazı olaylar vuku bulmuştur. Birkaçını aktarmakta yarar mülahaza etmekteyiz:

            a) Nehri’deki değirmenin yapımı sırasında, değirmen taşının bir tarafta Şeyh Celaleddin, diğer tarafta 7 kişi ile beraber yerine yerleştirilmesi manzarası karşısında, Seyyid Taha’nın “Sen benim hamilim yükümsün, yani bana aitsin.” diye hitap etmeleri

               b) Şey Celaleddin’in tavan arasından yılanı çekip alması:

            Sohbet esnasında tavan arasında görülen bir yılan sebebiyle mecliste bulunanlar Seyyid Taha hazretlerini oradan uzaklaştırmak için ayaklandıklarında Şeyh Celaleddin “Oturunuz, bu iş bana aittir. Çünkü siz defalarca bunu gördünüz fakat bir şey yapamadınız der  ve güçlü bir şekilde yılanın boğazından sıkmış ve yılanı öldürmüştür.

              c) Kuşun Seyyid Taha’dan imdat dilemesi:

            Seyyid Taha yazlıkta sohbet esnasında iken, onun omuzlarına bir kuşun konduğunu görür. Kuş sağa sola bakınır. Seyyid Taha kuşun, kendisine yumurtadan yeni çıkan yavrularına bir yılanın musallat olduğunu söyler. Seyyid Taha mecliste hazır olan Şeyh Celaleddine işaret eder. Şeyh Celaleddin ağaçlar arasında bulunan yılanı etkisiz hale getirir.

            d) Şeyh Celaleddin’in Nehri’ye yaklaşırken cezbe ile hallenmesi :

Bir defasında Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) Nehri’ye giderken Şeyh Celaleddin kafileden ayrı olarak tek başına kafileyi takip ediyordu. Nehri yakınlarında Ğavs atından indi, abdest almak için bir eve gitti. Bu esnada Şeyh Celaleddin uzak bir yerde durmakta ve şu şiiri terennüm etmekteydi:

“Ez xezalım, xezalım xezala wé beriyé

Dewé mın lı çériyé guhımin lı gaziyé

Xeziya bu mıra bı buya kısmetémın

Awu beré wé Nehriyé

Ben bu ovanın ceylanıyım, ceylanıyım ceylanı.

Ağzım otlakta, kulağım çağrıda.

Keşke benim için, bana kısmet olsaydı,

Nehri’nin suyu ve taşı. (kayalıkları)”

Ğavs bu şiiri işitince onu yanına çağırdı ve beraber emellerinin kabesine kavuştular.

 Ğavs, Şeyh Celaleddin’i, galebe çalan yiğitliği ve tabiatının şiddeti sebebiyle Hz. Seyyid-i Fedeviyye şikayet ettiğinde Seyyid Taha Ğavs’a “Senin bütün oğulların senin olsun Celaleddin de benim oğlum olsun.”cevabını almıştır. Nehriden ayrılma vakti geldiğinde Şeyh Celaleddin, mübarek eyvanının sütunlarına dayanarak “Ben sizinle gelmeyeceğim. Ben Hazreti Seyyid’in oğluyum, burada kalacağım.” demiş bunun üzerine  Seyyid ul Fedevi Seyyid Taha hazretleri:

  -Sen babanla git yine benim oğlumsun. buyurmuştur.”[11]

C-Seyyid Sıbğatullah’ın Minah Adlı Eserinde Hikmetli Bazı Sözler

            Ğavs’ın en önemli eseri Minah adlı eseridir. Minah (Hediye edilen, bağışlanan, Allah tarafından verilen vergiler, nimetler, hikmetler anlamını taşır.) Bu eser Sıbğatullah Arvasi’nin halifelerinden Allame Halid-i Şirvan el-Oreki tarafından derlenmiş, kaleme alınmıştır. 1979 yılında “Kelime-i Kudsiyye Lisadati Nakşibendiyye” ismiyle Arapça olarak medrese hocalarından oluşan bir komisyon tarafından el yazısı ile tekrar yazılmış ve teksir edilmiştir.  Eser, ilk defa 1982 yılında Urfa Halilurrahman Camii İmamı merhum Yahya PAKİŞ tarafından tercüme edilmiş, İstanbul’da neşr edilmiştir. Bunun yanında Seyyid Sıbğatullah’ın sözlerinin yer aldığı, kendisinden sıkça atıflar yapıldığı 10 risaleden oluşan EL-KELİMAT’UL KUDSİYYE isimli eser Salih UÇAN tarafından “Nakşibendi Şeyhlerinin Hikmetli Sözleri” 1983 yılında  tercüme edilmiştir.[12]

            Minah 2013 yılında Siraceddin ÖNLÜER – Hüseyin OKUR tarafından tekrar tercüme  edilmiş, Semerkand yayınları, Hacegan klasikleri arasında yayımlanmıştır.

            Şeyh Ahmed Taşkesani hazretlerinin oğlu Molla Diyauddin tarafından Minah’a Atiyye ismini verdiği bir haşiyesi de yazılmıştır.

            Seyyid Sıbğatullah’ın Minah’ından Semerkand yayınlarından yayımlanan tercümesinden iktibas ederek, bir kısmını aşağıda sunuyoruz.

3. MİNAH

NAZAR BER-KADEM

Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sırruhu), Abdülhâlik-ı Gucdüvânî hazretlerinin (kuddise sırruhu),

            “Nazar ber-kadem” sözünü şöyle açıklardı: “Buradaki kadem (?????? ), ‘ayak’ manasına gelen ‘kaf’ harfinin üstün olması iledir. Yoksa ‘kaf’ harfini esre okuyarak, hudûs kelimesinin zıt anlamlısı olan kıdem (?????? ) yani , evveli olmamak’ manasında bir kelime değildir.”Bundan maksat, müridin bakışlarının namaz kılan birinin secde mahalline olan bakışları gibi olmasıdır.

7. MİNAH

İSTİKAMET ÜZERE OLMANIN ÖNEMİ

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem), “Hûd sûresi beni ihtiyarlattı” buyurmasının nedeni, bu sûrede kendisine, istikamet üzerine olmasının emredilmesindendir. Nitekim bu sûrede Hak Teâlâ,          

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd 11/112) buyurmuştur. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Yâsin sûresinin,

“Yâsîn. Hikmet dolu Kur’an hakkı için. Sen şüphesiz peygamberlerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin”(Yasin 36/1-4) âyetlerinin nazil olmasıyla ancak rahatlayabilmişti. Çünkü Allah Teâlâ O'na istikamet üzerinde olduğunu bildirmiştir.

22. MİNAH

ŞEKLİ ve MANEVİ DEĞİŞME

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: Mesh, şeklî ve manevî olmak üzere iki türlüdür. Şeklî değişme, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem) hürmetine ümmet-i davetten kaldırılmıştır. Manevî değişme ise devam etmektedir. Ancak günah işlemek suretiyle manevî değişmeye duçar olanlar, manen çevrildikleri hayvanın ahlâkına müptela olurlar. İşte böyle kimselerin tövbe istiğfar etmeleriyle tekrar eski suretlerine dönmeleri mümkün olabileceği gibi, tövbe etmedikleri takdirde bu hal üzerine ölmeleri de mümkündür. Şeklî değişmeye gelince; şeklen değişen bir kimsenin eski haline dönüşüp dönüşmeyeceği hakkında bu fakire (Hâlid- Şirvânî) sordu. Ben “bunun mümkün olup olmayacağı hususunda herhangi bir bilgimin olmadığını” söyledim. Gavs (kuddise sırruhu) kendisi de bu konuda bir açıklamada bulunmadı.

30. MİNAH

GECE İBADETİNİN ÖNEMİ

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) diyor ki: “Hakiki müridler, gece ibadetlerine kalkanlardır. İşte bunlar, sâdâtların iltifat nazarlarına mazhar olanlardır. Diğerleri ise gerçek manada mürid sayılmazlar.”

32. MİNAH

İRŞAD UMUMİDİR

Bir gün Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) hazretlerine, şeyhlik iddiasında bulunan ve avamın zihinlerini bulandıran bazı kişilerin, “İrşad için her şeyhe taksim edilmiş bir bölgenin olduğunu, bu bölgenin dışına çıkıp irşad yapılamayacağını” söylediklerini anlattılar ve bu hususta Gavs’ın fikrini sordular. Gavs (kuddise sırruhu), “Bu asılsız bir iftiradır. Aslı astarı yoktur” dedi ve buna delil olarak, Nefehâtü’l-Üns kitabında tercüme-i hali zikredilen Şeyhülislâm Ahmed-i Nâmekî-i Câmî hazretlerinin Çiştî tarikatına mensup olduğunu iddia eden bazı noksan şeyhlerle yaptığı mücadeleleri gösterdi.

Aynı şekilde Şeyh Tâhir’in (kuddise sırruhu) “Eğer dünya büyüklerini (padişah, vali, hakim vb.) irşad etmekle görevlendirilmiş olmasaydım, dünyada hiçbir şeyhe mürid bırakmazdım” sözünü de nakletti.

39. MİNAH

MİNAHLARIN YAZILMAYA BAŞLANMASI

Bu fakir (Hâlid-i Şirvânî), Gavs’ın (kuddise sırruhu) mukaddes sözlerini kaleme almakta geç kaldığımdan ötürü gerçekten büyük üzüntü duyuyordum. Bu üzüntümün üçüncü gününde Gavs hazretleri, sohbet meclislerinde şu beyiti okudular:

“Bu mesnevi (yazılmakta) bir müddet gecikti.

Ancak kanın süte dönüşmesi için bir müddet beklemek gerekliydi.”

43. MİNAH

BİD’ATLARDAN SAKINMAK

Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sırruhu), “Sadece farz ibadetleri yapıp bid’atlardan sakınan kimse, bütün ibadetleri yerine getirip birçok hal ve makama ulaşmasına rağmen bir tek bid’at işleyen kimseden çok daha faziletlidir” dedi ve peşinden, bir bedevinin Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi vesellem), “Bu anlattıklarından ne fazlasını ne de eksiğini yaparım” demesinin üzerine, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem), “ Eğer doğru söylüyorsa kurtulmuştur” diye şahitlik ettiğini gösteren hadisini nakletti.

51. MİNAH

SOHBET VE ÇİLENİN FARKI

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) derdi ki: “Çilehanede kırk gün kalıp çile çeken bir mürid, bazı makam veya hallere ulaşabilir. Ancak Nakşibendi yolundaki bir sâlikin sohbet yoluyla elde ettiği manevi feyiz ve bereket apayrı bir şeydir. Sohbet onu daha olgun hale getirerek kemale erdirir.”

85. MİNAH

GÜNAHKARA DEĞİL GÜNAHINA KIZILIR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) buyuruyor ki: “Şeriflerden (seyyid) biri, Şiî veya bid’at ehli olduğunda, onun zatına değil vasfına yani yapıp ettiklerine kızılır. Aynı durum münkirlik yapan seyyid için de geçerlidir.”

102. MİNAH

MANEVİ MİRASA SAHİP OLMAK

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) bir sohbetinde şöyle buyurmuştur: “Bir şeyhin kendi oğlunun, babasının silsilesini devam ettirmesi çok az görülmüştür. Bu durum, bizim yüce silsilemizde ise sadece İmam-ı Rabbani’de (kuddise sırruhu) görülmüştür. Nitekim İmam-ı Rabbani’den sonra bu silsile onun oğlu Muhammed Masum (kuddise sırruhu) ile devam etmiş, aynı şekilde Muhammed Masum’dan sonra da oğlu Şeyh Seyfeddin (kuddise sırruhu) silsileyi devam ettirmiştir.

Gerçek manada büyüklere evlat olmak, manen onlara varis olmakla olur. Zahiren onların evladı olmak, onların manevi miraslarına varis olmak için yeterli değildir.”

108. MİNAH

İNSANLARIN EN HAYIRLISI

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu)

 “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır” mealindeki meşhur hadisi şöyle yorumlamıştır:

“Hadis-i şerifin ibaresinde hayrunnasgeçmektedir; hayrul insan kelimesi geçmemektedir. Nitekim hadis-i şerifin buyrulduğu lafız üzerine manası, “Arif olan kimselerin en hayırlısı…” şeklindedir. Eğer, hayrul insan lafzı olsaydı arif olmayan, fakat insanlara faydası dokunan her kişinin ‘insanların en hayırlısı’ kapsamına girmesi gerekecekti. Bu da, arif olmayanların, ariflerden üstün olması anlamına gelecekti. Bu şekilde düşünmek ise uygun değildir.”

Gavs hazretleri daha sonra, “Şüphesiz, arif olan kimsenin fayda vermemesi de düşünülemez” dedi.

122. MİNAH

MUHABBETULLAH

Hâlid-i Şirvânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: “Yemin etmese dahi sözlerine güvendiğim bir dostum, bana yemin ederek Gavs’ın (kuddise sırruhu) şöyle buyurduğunu anlattı: ‘Allah korkusu (mehafetullah), kalp hastalıklarının tümünü siler, tedavi eder. Muhabbetullah ise kalp hastalıklarını giderdiği gibi küfrü de silip atar.’

Daha sonra Gavs’ın (kuddise sırruhu) bu konuyla ilgili bir hikaye anlattığını söyledi. Bu hikayede, bu taifeden bir müridin, Yahudi bir kadınla olan aşkından bahsetti. Öyle ki kadın bu muhabbetin tesiriyle, o müridle hiç yüz yüze gelmeden Müslüman olmuştu. Yine bu muhabbet vesilesiyle bu tarikatın edep ve adabıyla ahlaklanmıştı.

131. MİNAH

GAVS’IN HAKSIZLIĞA ÖFKESİ

Bir gün Gavs_ı Hizânî’nin (kuddise sırruhu) yüce meclisinde, şeyhlik iddiasında bulunan bir kimsenin, bir başkasının malına el koyduğundan bahsedildi. Bu şeyh, dinen kendisine verilmesi gereken hak sahibi birinin hakkına, kanunların arkasına sığınarak sahip olmuştu. Gavs (kuddise sırruhu) bu anlatılanları işitince öfkelendi ve şöyle dedi:

“Bakınız! Şu birbiriyle asla bağdaşmayan hatta birbiriyle çelişen şu iki iddiaya bakınız… Hem şeyhlik iddiasında bulunuyor hem de dine muhalefet ederek insanların koyduğu kuralların ardına sığınıyor.”

Hâlid-i Şirvânî (kuddise sırruhu) diyor ki: “Gavs hazretlerinin o güne kadar böyle öfkelendiğini hiç görmemiştik. O kadar çok kızdı, öfkelendi ve, ‘Bakınız! Bakınız!’ diye söylendi ki, içimizden keşke sussa diye geçirdik.”

155. MİNAH

TASAVVUFİ KİTAPLARI MÜTALAA ETMENİN EDEBİ

Gerçek Marifet Zevki Olandır.

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu), “Bir kişinin, bâtını (iç alemi), zâhirinden (dış aleminden) daha hayırlı olmadıkça, velayet makamına ulaşamaz” buyurdu ve şu beyti okudu:

“Elbiselerine misk sürmen sana bir fayda sağlamaz.

Sen ki koltuk altının kirlerini temizlemeyen birisin.”

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) bu son mısrayı okuduktan sonra “Giyim kuşam hususunda bid’at söz konusu olmaz. Zira baktığınızda, son asır insanlarının kıyafetlerini ilk asır (sahabe ve tâbiîn) döneminin kıyafetlerine uymadığını görürsünüz. Bid’at sadece taat ve ibadetlerde olur” buyurdu.

159. MİNAH

NÂKIS ŞEYH KÖRELTİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) tarikata girmek isteyen kimsenin kâmil bir şeyhe intisap etmesi ve nâkıs şeyhten de uzak durması gerektiğini belirtmek üzere şu noktalara değindi:

“Kâmil olmayan mürşid, tarikata yeni giren kimsenin kabiliyetini köreltir ve şevkini de öldürür. Oysa şevk her türlü gayenin öncüsüdür. Çünkü insandaki şevk, ancak kendisinin içinde bulunduğu durumdan daha yüksek ve yüce hallere vâkıf olmakla gelişir. İşte kâmil olmayan nâkıs ve miskin kimse, tarikata yeni giren kimseler bu yüce halleri göstermeye güç yetiremez.”

Gavs (kuddise sırruhu) daha sonra şöyle buyurdu: “Rücû halinde, âlem-i emirden âlem-i halka dönen ve şevki sönmüş olan sâlik, peygamberlerin kabirlerini ziyaret etmekle kaybetmiş olduğu şevke tekrar kavuşabilir.”

166. MİNAH

HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR BİL!

Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sırruhu) müridlerine nasihat mahiyetinde şöyle demişti: “Açıkça günah işlediği bilinen bir kimseye, meclislerde sırt çevirip oturmak ve ona karşı soğuk davranmak caiz ise de, ‘Her gördüğünüzü Hızır bil!’ kaidesince sizler, her gördüğünüzü Hızır biliniz ve kimseye sırt çevirmeyiniz.”

172. MİNAH

VUSÛL İÇİN USÛL

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) bir sohbetlerinde şöyle anlatmıştı: “Bir zaman, akrabalarımızdan bazıları, şeyhimizin değirmeninin inşaatında hizmet ediyorlardı. Tabii ki ben de onların arasındaydım. Bir ara çalışanlardan birine, şeyhimizin kulağına ilişmesi için şu beyti okumuştum:

“Gözlerimizin dikildiği eyvan senin eşiğindir.

Kerem eyle de aşağı buyur; zira hane senindir.”

Şeyhimiz Seyyid Tâhâ (kuddise sırruhu) bu beyti duyar duymaz yanımıza çıkageldi.

Hâlid-i Şirvânî (kuddise sırrıhu) diyor ki: “Anlayabildiğim kadarıyla Gavs (kuddise sırruhu) bu minahta şu hususlara işaret etmek istemişti:

Allah yolunda kendini hizmete adamak, O’na hakkıyla kulluk yapmak ve sır evi olan kalbi mâsivadan (Allah’tan gayri her şey) temizlemekle beraber, müridin dille istemesinin de gayeye ulaşmasında tesiri olduğu muhakkaktır.Ayrıca hedefe varmak isteyen mürid, istenilen hedefin (matlup) isteyene (talip) gelebileceğine itikad etmelidir. Yoksa asıl iş, talibin matluba gitmesinde değildir. Matlubun istenildiği anda tenezzül etmesi de (çıkıp gelmesi) onun ne derece faziletli biri olduğunun göstergesidir.”

177. MİNAH

HASET TEDAVİYE MANİDİR

 Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) kimi zaman kendinden kimi zaman da şeyhi Seyyid Tâhâ’dan (kuddise sırruhu) naklederek derdi ki: “Her münkirin inkârcılığını bırakması mümkündür, ancak hasedinden dolayı inkâr edeninki mümkün değildir.” Bunun üzerine mecliste bulunan sâliklerden biri, “Haset de mürşidlerin gidermeye çalıştıkları diğer kalbi marazlar gibi bir hastalık değil midir?” diye sordu. Gavs (kuddise sırruhu) şöyle cevap verdi: “Evet, dediğin gibidir, ancak haset, mürşidlerin müridlerini tedavi etmesini sağlayan teslimiyete engel olan ciddi bir hastalıktır.”

180. MİNAH

İNKÂRIN ZARARI ZÜRRİYETE DE SİRAYET EDER

Gavs hazretleri bir sohbetinde şöyle buyurmuştu: “Zâhirî âlimlerin bu tarikata ve onun büyüklerine karşı münkirlik yapmaları, halkın kendilerinden ve yazdıkları kitaplardan faydalanmasını kaldırır, engeller. Onlar, bu inkarcılıkları sebebiyle sıkıntıya ve zillete düşerler. Hatta bu hal, Allah Teâlâ’nın dilediği bir müddete dek onların zürriyetlerine dahi sirayet eder.”

Gavs (kuddise sırruhu) daha sonra buna örnek olarak şunları söyledi: “Pek çok zâhirî ilim dalında zamanının mercii olan bir âlim vardı. Bu âlim hemen hemen asrının bütün ilim dallarında kitap kaleme almıştı. Fakat o, bunca ilme rağmen, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi (kuddise sırruhu) gibi büyük bir veliye münkirlik ediyordu. İşte onun yapageldiği bu münkirlikten ötürü hiç kimse onun kitaplarından faydalanamadığı gibi, kitaplarının varlığından da kimse haberdar olmadı. Bu kişi ikamet ettiği bölgenin en saygın kişilerinden olmasına rağmen ömrünün sonlarında çeşitli bela ve sıkıntılara müptela olmuş ve hatta bu durum onun evlatlarına kadar sirayet etmişti.

Şeyh İsmail Fakîrullah et-Tillovi (kuddise sırruhu) zamanında yaşayan, aynı zamanda bizim de akrabamız olan bir adam vardı. Bu adam Şeyh İsmail’e (kuddise sırruhu) münkirlik ederdi. Bu sebeple ne o ne de evlatları, - onun vefatından bu zamana kadar üç veya dört göbek geçirmelerine rağmen – hâlâ iflah olmuş değillerdir.”

204. MİNAH

HALİFELİĞİN MAKAMLARI

Gavs hazretleri derdi ki: “Halife seçiminin üç mertebesi vardır:

    İşârî (Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) veya sâdât-ı kiramın herhangi birinin işaretiyle verilen halifelik). Bu, halifeliğin en üstün mertebesidir.
    İbârî (Mürşidin halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi sözlü, şifahi olarak vermesidir). Bu ise halifeliğin orta derecesidir.
    Kitâbî (Mürşidin, halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi bir kitabe şeklinde yazılı olarak vermesidir). Bu da halifeliğin en alt derecesidir.

211. MİNAH

ARKADAŞANIN RENGİYLE BOYANMAK

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) bir sohbetlerinde şu konuya değindiler: “Arkadaşlık (sohbet) öyle bir haldir ki, arkadaş olanların birbirlerinin renkleriyle (huy, ahlak vb.) boyanmalarını kaçınılmaz kılar. Bu renkle boyanmayı istemese ve hatta bundan kaçınsa da bu böyledir… İstemeseler dahi, bu renk kendisinde veya ona tabi olanlarda mutlaka görülür.”

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) sözlerini şöyle bağladı: “Bu Nakşibendi taifesine ilk girenlerin bir kısmında görülen zikr-i minşârînin (testere zikri) onlara sirayet etmesinin sebebi, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin, bazı Türk şeyhleriyle olan arkadaşlığı sebebiyledir. Nitekim bahsi geçen şeyhler minşâri zikir yaparlardı.”

216. MİNAH

SOHBET İMANIN KUVVETLENMESİNE VESİLEDİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) şöyle derdi: “Sohbet, müridin dünya ile olan alakalarını keser ve onu hakiki imana erdirir. Nitekim Pîr-i Nessâc Azîzân Râmîtenî (kuddise sırruhu) sohbeti, mesleğine uygun olarak şöyle tefsir etmişti:

 “Sohbet, çözmek ve bağlamaktır.”

Gavs-ı Hizânî hazretleri bazı sahabilerin,

“Gelin bir saat iman edelim” sözlerindeki  (iman edelim) kelimesini yani “imanı”, imanın kuvvetlenmesine sebep olan sohbet ile tefsir etmiştir (Gavs hazretleri (kuddise sırruhu) bu teville, “Gelin bir saat sohbet edelim de imanımız kuvvetlensin” demek istemiştir.)

217. MİNAH

MELEKLER SOHBET MECLİSLERİNE GELİR

Gavs (kuddise sırruhu) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştu: “Melekler, sohbet yapılan meclislere teşrif ederler. Bu nedenledir ki sohbet eden şeyhe, ‘pîr-i muğan’ denilmiştir. Çünkü keşif veya rüya yoluyla görülen muğan, melek diye tabir edilmiştir.”

Bunun ardından mecliste bulunan sâliklerden biri Gavs hazretlerine, “Melekler ne maksatla şeyhlerin sohbetlerine gelirler? Şayet huzur elde etmek içinse, zaten onlar daima huzur halindedirler. Yok, terakki (manevi yükselme) içinse, zaten onların belli bir makamları vardır ve bundan ilerisine de geçemezler” diye sordu.

Gavs (kuddise sırruhu) cevabında şöyle buyurdu: “Onlar bu meclislere lezzet almak için gelirler.”

225. MİNAH

SAHTE ŞEYHİN DURUM

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) münkiri, sahte şeyhlik iddiasında bulunanlara tercih eder ve,

- Münkirin hatasını anlayıp doğru yola dönmesi mümkün iken, iddia sahibi sahte kişinin dönmesi ve iddiasını bırakması mümkün değildir. Çünkü iddiacılık bütün menfaatleri örten bir perdedir, derdi.

234. MİNAH

BÂTINÎ KUVVETİ OLMAYAN ŞEYHLERİN SOHBETİ

Bir gün Gavs hazretleri (kuddise sırruhu) meclislerde kıssa anlatmanın ve vaaz vermenin şeyhlikle bağdaşmayacağını ifade ettikten sonra şöyle buyurdu: “Günümüz halifelerinin, meclislerini vaaz ve hikaye türü şeylerle süslemeleri, onlarda şeyhliğin sermayesi olan bâtınî kuvvet ve nisbet gibi şeylerin yokluğundan ileri gelmektedir. Onların bu yaptıkları silsiledeki meşâyihlerin hiçbirinde görülmemiştir.

Bakınız, bizim tarikatımızın kurucusu Şah-ı Nakşibend (kuddise sırruhu) ne buyuruyor: “Tarikatımız sohbetten ibarettir.”

258. MİNAH

GAFİL KALPLERE TESİR ZORDUR

Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sırrıhu) bir sohbetlerinde buyurdular ki: “İrşadla görevli şeyhler için, mukaddes yerlerin fethi gayet zordur.”

Gavs hazretleri (kuddise sırrıhu) sâliklerden birine bunun hikmetini bilip bilmediğini sordu. Sâlik,

- Bilmiyorum, ancak bu durum Mekke’nin zor fethedilmesiyle bağdaşıyor, dedi.

Bu cevap karşısında Gavs (kuddise sırruhu) sustu, hiçbir şey söylemedi.

Gavs (kuddise sırruhu) bir defasında da bu konuyla ilgili olarak şöyle demişti: “Şehirlerde ikamet edenlerin kalplerini etkilemek, köylerdekileri etkilemekten daha geç ve zordur.Zira şehirdekiler gafletin istilası altın kalmışlardır.”

288. MİNAH

ALLAH DOSTLARI ÖLÜ DEĞİLDİR

Gavs (kuddise sırruhu) anlatıyor: “Şeyhim Seyyid Tâhâ’nın (kuddise sırruhu) vefatından sonra postuna oturan kardeşi Şeyh Salih (kuddise sırruhu) sohbetlerinde şöyle derdi:

 “Diri kedi ölmüş aslandan iyidir.”

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) buyurdular ki: “Bunun akabinde rüyalarımda şeyhimi gördüm. Şöyle diyordu: “Salih benim ölü olduğumu sanıyor, oysa ben ölü değilim.”

295. MİNAH

KABI DOLDURMAK İÇİN ÇALIŞMAK GEREKİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: “ Bu yolun ilk başlarında Şeyh Hâlid-i Cezerî’nin (kuddise sırruhu) dergâhına gidip gelirdim. Günün birinde, bizim nesebimizi, ev halkımızı iyi bilen adamın biri bana,

- Hayret doğrusu! Herkes bir fayda elde edebilmek için sizin kapınıza gelirken sen başkasının kapısına gidiyorsun, dedi. Ben o adama,

- Kişinin kabında bir şey olmayınca, bunu doldurmak için zahmetlere katlanması gerekir, diye cevap verdim.”

301. MİNAH

GAVS’IN MERTEBESİ

Bir dostumun anlattığına göre Gavs hazretleri şöyle buyurmuştu:

“Ben gerçekten beş letâifin hepsinde de fenâ mertebesine ulaştım.Beş letâifte fena makamına ulaşan veliler pek azdır.

Gavs-ı Hizânî hazretleri, sünnete aykırı bir durum gördüğü zaman, “İslâmiyet’in emirlerini okumadın veya duymadın mı da böyle yaparsın?” derdi. Hatta sünnetlere riayet etme hususunda o kadar titizdi ki, elbisesini veya ayakkabısının sünnete uygun olmayan bir şekilde giyen birini gördüğünde, “Giyerken önce sağ taraftan başlanılacağını ve çıkarırken de sol taraftan başlanılacağını bilmez misin?” buyurdu.

Teheccüd ve evvâbin namazlarına devam ederdi.

     SONUÇ

Seyyid Sıbğatullah’ın bazı şahsiyetlerin tespitlerine göre Bölgenin Mevlana’sı olarak addedilmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur. Zira O, ehli tasavvufun takip ettiği yolu takib ederek;

Akaid hususunda;

Selefi salihin yani Ehli Sünnet yolunu takip etmiş

Hüküm konularında;

Fıkha tabi olmuş, ihtiyaç olmadıkça ruhsatlarla amel etmemiş, azimeti ön planda tutmuştur. Ruhsatlara tabiri caiz ise sempati ile hiç bakmamıştır.

Fezailu’l-Amal'da;

Yani amellerin faziletleri hususunda ise hadis ehline, sünneti seniyyeye titizlikle bağlı kalmıştır. Huzurunda Sünneti Seniyye’ye muhalif hareket edenleri ikaz etmiş,bu şahıslara nazar-ı müsamaha ile bakmamıştır.

Adab'da ;

Kalbin ıslahı ile alakalı hususlarla meşgul olmuştur.Zira kalb ıslah olmadıkça bedenin islahı mümkün olamayacağı hadisi şerifte bildirilmiştir."Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır. O düzelirse beden düzelir, O bozulursa beden bozulur. Dikkat edin işte o kalbdir"[13] tasavvufun esas konusu kalbin ıslahıdır. Göz,kulak ve dilin ıslahı kalbe bağlıdır. Kalb islah olmadıkça, bedinin diğer organlarının islahının mümkün değildir. Kalb ise, ancak Allah’ı anmakla rahata kavuşur, huzur bulur. Kur’an-ı Kerimde “Biliniz ki, Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”[14] buyrulmuştur.

“Allah’ı zikret, senin için zikir hayattır. Gönül temizliği, Allah’ı zikriledir.”

Kalb ise çok değişkendir. Özelliklerinden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür;

a) Nazargahı İlahi

b) Organların ıslahı kalbe bağlıdır.

c)Kalp çok değişkendir.

d)Kalp fitnelere açıktır.

e) Ameller kalbe göre değerlendirilir.

f)Kalp şeytan için hedeftir.

g) Kalbin hastalıkları gizlidir.

h) İman ile küfrün itibarı kalp iledir.

ı) İlham kalbe gelir.

i) İhlas, Riya, Şirk kalble ilişkilidir.

j) Allah'ı zikir ve ondan gaflet kalp iledir.

k) Ayrıca Rahmet ve Kasvet, ilim cehalet, sevgi nefret, saadet ve şekavet, mutluluk ve mutsuzluk kalp ile alakalıdır.

Sonuç olarak: Allah’u Teâlâ kullarından takva sahibi olmalarını istemekte ve emretmektedir. Takvanın mahalli de kalptir.[15]

Seyyid Sıbğatullah’ın Seyyid Taha ile olan ilişkisi en üst seviyedeydi. Seyyid Taha’nın vefatına kadar her yıl iki defa kendisini ziyaret ederlerdi. Bunun dışında, mürşidiyle sürekli mektublaştıklarını araştırdığımız kaynaklardan öğrenmekteyiz.Seyyid Taha’nın Seyyid Sıbğatullah’ın oğlu Şeyh Celaleddin ile münasebeti bir aile ferdine mahsus ölçüdeydi.

Seyyid Sıbğatullah’ın bölgemizdeki bazı şahsiyetlerin tespitlerine göre “Bölgenin Mevlana’sı” olarak adedilmesi üzerinde durulması gereken bir husustur. Müceddidi ve Nakşi yolunun Bölgemizde,Anadolu’da ve hatta sınır ötesine kadar yayılmasında büyük tesiri olmuştur.

Sosyolog Şerif Mardin, 19. Yüzyılda Bitlis’in Hizan kazası ve çevresinin Nakşibendilik ve Müceddiliğin merkezi haline geldiğini ifade etmektedir.[16]

Gerek Seyyid Taha hazretleri ve gerekse halifesi Seyyid Sıbğatullah hazretleri’nin hayatları ve örnek kişilikleri ile alakalı akademik çalışmaların yapılmasını önemsiyoruz. Zira bu gibi şahsiyetlerin gelecek nesiller tarafından tanınmaları çok önemlidir.Çünkü geçmişten habersiz gelecek inşa edilemez. Seyyid Taha ve halifesi Seyyid Sıbğatullah’ın bir model şahsiyetler olduğu göz ardı edilmemelidir. Kendilerinin de içinde bulunduğu Silsile’de isimleri geçen büyük şahsiyetlerin değişik ırk ve dillere mensubiyetleri bariz bir biçimde görülmektedir. Bu büyük şahsiyetler çoklukta birliği tesis etmişlerdir.

Bu güzel sempozyumun Hakkari’de icra edilmesi ayrıca önemlidir. Bu münasebetle başta Hakkari Valimiz ayrıca bir edib olan Sayın Orhan ALİMOĞLU beyefendiye ve Hakkari Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ebubekir CEYLAN beyefendiye ve bu organizasyonda emeği geçen tüm akademisyenlere, öğretim görevlilerine ve emeği geçen herkese teşekkür ederim. Muvaffak olmaları için duacıyız.

Saygılarımla.

Belge 1

Mektub

Şeyh Muhammed Asım İbnu Şeyh Aladdin (kuddise sirruhu) İbnu eş-Şeyh Fethullah (kuddise sirruhu) el-Verkanisi Birket ul Kelimat kitabından alınmıştır.

HZ. SEYYİD TAHA’NIN ĞAVS-I AZAM ŞEYH SEYYİD SIBĞATULLAH’A MEKTUBUDUR. (ALLAH SIRLARINI YÜCELTSİN VE ALEMLERİN ÜZERİNE DÖKTÜĞÜ GİBİ BİZİM ÜZERİMİZE DE ONLARIN NURLARINI DÖKSÜN, AMİN)

Lakaplardan müstağni olan (herkes tarafından bilindiği için lakap takılmasına ihtiyacı olmayan) feyz, fayda, (istifade) ve meşihatmeab makamı, Molla Sıbğatullah Cenablarına selam ve dualarımı bildiriyorum. Duadan sonra malum ola ki, elimize ulaşan mektubunuz sevinç vesilesi olmuştur.Her türlü noksan sıfatlardan beri,kemal sıfatlarla muttasıf Allah’a hamd ve minnet olsun. Zira fakirlerin (Seyyid Taha hazretleri kendilerini işaret ediyor.) muhabbeti dünya ve ahiret saadetinin sermayesidir.Anlaşılıyorki, ayrılık günleri bile bu muhabbetın azalmasına tesir etmemiştir.

İki şeyi muhafaza etmek lazımdır. Birincisi, Şeriatın sahibine ittiba (kendisine ve ailesine salat ve selam olsun)ikincisi, uyulan şeyh’e muhabbet ve ihlas. Başka hiçbir şey olmasa bile bu ikisi nimettir. Ve eğer bu ikisi derinleşmişse hiçbir gam keder yoktur. Nihayetinde istenilen  olmuştur. Eğer Allah u Teala muhafaza buyursun, bu ikisinden birinde bir halel (zarar) meydana gelirse ve bununla beraber haller ve zevkler aynı anda devam etse bile bunun bir keramet değil, istidraç olduğunu bilmek gerekir. O zaman harab olduğunu kesin bilmek lazımdır. Doğruluk yolu budur. İnsanı başarıya ulaştıran Allah’tır.

İkinci olarak eğer duacınızın (Seyyid Taha kuddise sirruh) halini sorarsanız, belaları def eden atiyyeleri (nimetleri) veren Allah’a hamd ve şükürler olsun. Selametteyim. Dostların arzuladığı gibiyim. Araştırdım ki, kardeşlerimiz birkaç dille (defa) bu miskinin dergahına gelmek için (icaze) musaade-izin   almak isterler. Hoş ve hayırla gelsinler. Rahatsızlık duymasınlar. Ki Cenabınız buraya nasıl olsa insanlarla birdaha gelecekler. Ne kadar isterlerse yanımızda dursunlar, ne zaman gitmek isterlerse gitsinler. Selam ve dua ile……..

Kulların en zayıfı Seyyid Taha’i Nakşıbendi Halidi.

SEYYİD TAHA HAZRETLERİNİN ĞAVS-I AZAM SEYYİD SIBĞATULLAH’A GÖNDERDİĞİ MÜHÜRLÜ BİR MEKTUBUN TERCÜMESİ

Lakaplarla anılmaya ihtiyacı olmayan Molla Sıbğatullah cenablarına selam ve dua ediyorum.

Onu hakiki hafız (koruyan) Allah’a ve Pirani kiramın (büyüklerin) himmetlerine emanet ediyorum. Malumunuz olsun ki, maksadımıza şafi,(uygun) muhabbet ihtiva eden güzel mektubunuz duacınızın (Seyyid Taha) postacısı Sufi Ali’nin eliyle bize ulaştı.

Güzel sıfatlara sahip zatınızın sıhhat ve selameti bizim için sevinç kaynağı oldu. Molla Nasır  mektubta bütün hususları yazmıştır. Sofi Ali de bu kasdedilen haberi tasdik  ediyor. Molla Celaleddin’e selam ve sonsuz dualar ediyorum. Bu sene duacının (Seyyid Taha) müsamahası oldu. Onun emrinden dışarı çıkmaması gerekir. Duacının (Seyyid Taha) duası,Necati’nın yanında okuması şartı ile  kendisi iledir. Aksi halde duacının (Seyyid Taha) hatırını kıracaktır. Baki selam sizin ve sizin yanınızdaki ihvanın üzerine olsun.

MÜHÜR

Edaful İbad

Seyyid Taha el-Halid-i en-Nakşibendi

[1] Van İl Müftüsü

[2] Şeyhul İslam Zekeriyya b. Muhammed el-Ensari, Vefat 926, Netaicul Efkarul Kudsiye 1. cild s.127 (2000 Beyrut)

[3] KISAKÜREK Necib Fazıl, Esseyyid Abdülhakim Arvasi Tasavvuf Bahçeleri, sf.10, Temmuz 2011Büyükdoğu Yayınları- İstanbul.

[4] İmam-ı Şafii, Divanı, Tahkik ve şerh eden Dr. İmyel Bedi’ Yakub Darul Kutubul arabiye sh.64 Lübnan- Beyrut 2010

[5] İlmihal, Türkiye Diyanet Vakfı 1. Cilt sh.66, 2010 Ankara.

[6] Şeyhul İslam Zekeriyya b. Muhammed el-Ensari, Vefat 926, Netaicul Efkarul Kudsiye 1. cild 104

[7] A.g.e,  2. cild 24

[8] Şeyh Muhammed Asım, Birketul Kelimat ek sh.11.

[9] Belge 1- Belge 2

[10] Abdullatif Uyan, Menkıbelerle İslam Meşhurları Ansiklopedisi, Bereket Yay. Sf.1822, 1983 İstanbul.

[11] Şeyh Muhammed Asım, Birketul Kelimat, sh.14-21 .

[12] Uçan Salih, Nakşibendi Şeyhlerinin Hikmetli Sözleri, sh. 9-122, 1983 İstanbul.

[13] Buhari, İman 39

[14] Ra’d 13/28

[15] Müslim, Bırr 32

[16] Türkiye'de Din ve Siyaset Şerif MARDİN, İletişim Yayınları 2. Baskı 1993 sf.14 İstanbul.


Nimetullah ARVAS

(Bu makale 24-26 Mayıs Tarihleri arasında Hakkari’de Düzenlenen “Uluslar arası Seyyid Taha-i Hakkari Sempozyumu’na tebliğ olarak sunulmuştur)

Şimdi üzülme sırası bize geldi

Peygamber Efendimiz ekserî üzüntülü görünürdü ve hep düşünceliydi…

Zikirlerin en efdali; “Lâ ilâhe illallah”. Duâların en makbûlü; “Elhamdülillah”. Peygamber aleyhisselâm, devâmlı üzüntülüydü. Hattâ Onu gören, “acabâ niye üzülüyor?” derdi. Dâim-ün hüzün ve fikir üzere idi. Yâni devâmlı üzüntülü görünürdü ve hep düşünceliydi.
Peki niye?.. “Âah, bir îmân etseler de, cehennemde yanmasalar” diye. Onun derdi bu idi. Buna üzülüyordu. “Ne olur, bir îmân edin de, sonsuz ateşte yanmakdan kurtulun” diye âdeta yalvarıyordu.
Efendi hazretleri de üzüntülü görünürdü. Onu, gülerken gördüğümüz vâki değildir. Niçin üzülüyordu?.. “Niye benden daha çok istifâde etmiyorlar” diye. İlim küpüydü mübârek, bir hazîneydi. Şimdi üzülme sırası bize geldi efendim. Şimdi ben de üzülüyorum. Niye?.. “Kitâblarımız niçin okunmuyor” diye.
(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)