Bağlum-u Şerif'in eski hali
''Ba’de kitâbillah ve ba’de kitâb-ı Resûlullah, efdâl-i kütüb, Mektûbâtest.”
Allâhü Teâlâ'nın kitâbından, Resûlullâh Aleyhisselâm'ın hadîs-i şerîflerinden sonra, kitâbların en fâziletlisi Mektûbâttır.''
Manzûru Nazârı Pirânı Kiram Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî-Üçışık Kûddise Sirrûh
(Resim merkâd-ı şerîfin eski hâli, Bağlum-Ankara)
GAFİL KALPLERE TESİR ZORDUR
Gavs-ı Hizanî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sirruhu) bir sohbetlerinde buyurdular ki:
İrşadla görevli şeyhler için,mukaddes yerlerin fethi gayet zordur."
Gavs hazretleri (kuddise sirruhu) sâliklerden birine bunun hikmetini bilip bilmediğini sordu.Sâlik,
-Bilmiyorum,ancak bu durum Mekke'nin zor fethedilmesiyle bağdaşıyor,dedi.
Bu cevap karşısında Gavs (kuddise sirruhu) sustu,hiç bir şey söylemedi.
Gavs (kuddise sirruhu) bir defasında da bu konuyla ilgili olarak şöyle demişti: Şehirlerde ikamet edenlerin kalplerini etkilemek,köylerdekileri etkilemekten daha geç ve zordur.Zira şehirdekiler gafletin istilası altında kalmışlardır.
İrşadla görevli şeyhler için,mukaddes yerlerin fethi gayet zordur."
Gavs hazretleri (kuddise sirruhu) sâliklerden birine bunun hikmetini bilip bilmediğini sordu.Sâlik,
-Bilmiyorum,ancak bu durum Mekke'nin zor fethedilmesiyle bağdaşıyor,dedi.
Bu cevap karşısında Gavs (kuddise sirruhu) sustu,hiç bir şey söylemedi.
Gavs (kuddise sirruhu) bir defasında da bu konuyla ilgili olarak şöyle demişti: Şehirlerde ikamet edenlerin kalplerini etkilemek,köylerdekileri etkilemekten daha geç ve zordur.Zira şehirdekiler gafletin istilası altında kalmışlardır.
Sâhabî kime denir ?
Sahâbî, bi’setinden sonra Resûlullah aleyhisselâmı mü’min olarak gören kimsedir. Karşıdan değil de yürürken bile görse, hattâ Nebî aleyhisselâm onu görmese de, sohbetde bulunmuş olmaya mâni’ değildir. Çünki, Onun “aleyhisselâm” nûru, Onunla karşılaşan, sohbetde bulunmakla şereflenen kimsenin kalbine, ulaşır. Görmeğe mâni’ olan ârızalar, ya’nî körlük, Sahâbeliğe mâni’ değildir. Tıflıyyet, ya’nî çocukluk dahî mâni’ değildir. Zîrâ bülûğ, sohbetde şart değildir. Binâenaleyh, vefâtından sonra ve defninden evvel gören Sahâbî değildir. Vefâtından sonra veyâ rü’yâda veyâ mükâşefede gören Sahâbî olamaz. Bunlar, ma’nevî olup, ahkâm-ı dîniyye değildir. Cinlerin sohbetde bulunması, onların Sahâbî olmasını îcâb etdiriyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbının sayısı, vefâtı sırasında yüzyirmidörtbin veyâ yüzondörtbin olduğu sâbitdir. Bundan dahâ ziyâde olduğu da rivâyet edilmişdir. Bunların hey’et-i umûmiyyesi, ehl-i dirâyet, ya’nî akl ve diyânet sâhibleridir. İlmi ve irfânları da derece-i kemâlde ve mertebe-i ictihâdda olup, kemâliyle müctehidlerdir.
Nakşibendi Tarikatı’nda En Önemli Şey
Nakşibendi Tarikatı’nda En Önemli Şey İtikadi Ehl-i Sünnet’e Göre Düzelmek ve Dört Hak Mezhepten Birine Uymaktır.
Şah-ı Nakşibend’in (kuddise sirruhu) açıkladığına göre en önemli husus dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır.Kemal derecesine varmak için bunun tek başına yeterli olabileceğini söylediler. Bunu sağlamak için “ Ruhsat ve bid’atlerden sakınmak, tüm vacipleri tam olarak yapmak, mekruh ve haramlardan kaçınmak gerekir.
Hatta hılaf-ı evla ( en iyinin dışında ) ve tenzihi ( hafif) mekruhlar bile nisbet ve huzuru elde etmeye engeldir” diye buyurmuşlardır. Zira bu yüce tarikatın temeli ilahi sevgi ve gayrettir.Bu sevginin ve gayretin murakabeli olmaması sonucu insan kendisi için iyi olanı göremez, dinin dışına çıkar, fitneye düşer, yersiz sözler, saçmalıklar ve şatahat ( kendinde olmadan söylenen) sözleri söyler.
Sekir (kendinden geçme) ve nefsi görmemek hali, kişiye dinin temel kurallarını unutturur, fitneye düşürür. Halbuki şer’i şerifin dışına çıkma sevgi ve gayrete engeldir. Bundan dolayı emaneti ( muhabbet ve gayreti) yüklenmekten yerler, gökler ve dağlar korktular.
Çoğu zaman murakabesiz sevgi uygunsuz,hatta çirkin söz ve hareketlerin ortaya çıkmasına; ehli sünnet inancına zıt görüşlerin doğmasına neden olur. Cahillerin çoğu hallerine kendi nefislerini şahit gösterir ve şöyle derler: “ Biz Allah ve Resulüna yakınız,durumumuzda kuvvetli bir nispet görüyoruz!” Aksine vicdanları kendilerini Allah (celle celaluhu) ve Resulünden uzaklaştırır ve yakınlık zannettikleri durum uzaklaşma nedeni olur.
Keşke onlar nefislerini Peygamberimize bıraksalardı ve cezbelerini şeriat sınırında tutsalar ve ibadetlerini ona uygun işleselerdi. Çünkü cezbe şeriata zıt ise o cezbe sahibini hata yapmaya yönelir. Gerçekten şeriata uygun olmayan cezbeye sahip olduğuna inanan kişiyi doğru yola döndürmek, yüz tane gafil kişiyi doğru yola getirmekten daha güçtür.
Kendisi tarikatta bulunurken ve başkasına yol gösterirken nefsini işe karıştırmaktan son derece sakınmak gerekir.Kendi düşüncesine göre davranarak bir haramı veya mekruhu işlemenin dinimizde yeri yoktur.
Rabbim nefsimizin bize süsleyerek gösterdiği hurafelerden bizi korusun. Gerçekte nefis kendisine bir pay çıkarmak ümidiyle ancak hoşuna giden şeyleri ister ve yapar. Eğer şeriatın sınırları belirlenmemiş olsaydı, nefis birçok kötü şeyleri güzel, öldürücü zehiri bal ve şeker gibi göstererek bizleri aldatacaktı.
Niyeti ciddi ve arzusu gerçek olan Nakşibendi Tarikatı isteklisinin inancını Ehli Sünnet görüşüne göre düzeltmesi gerekir. Ehli Sünnet itikadının imamları Şeyh Ebu Hasan Eş’ari ve İmam Ebu Mansur Maturi’dir.Kimin düşüncesi bu iki imamın düşüncelerine zıtsa ona uyulmaz ve bu iki imamın kuralları, yöntemleri ve koydukları esaslar dışında düşünce ileri süren arif, tasavvufçu, tefsirci, hadisçi gibi fıkıh alimi olmayanların içtihadıyla hareket edilmez. Bu iki imam itikad konusunda tüm Ümmeti Muhammed tarafından tam ve yetkili kabul edilmiştir.
Yine bu ümmet, keşifte bulunanların keşiflerini, hata yapılabilecek konuları ve ayet ve hadisleri tevil eden ( kendine göre yorumlayan) tasavvufçuların görüşlerini benimsememiştir. Çünkü bu tasavvufçuların tüm delilleri hata veya gerçek olabilecek ve dinen uyulması zorunlu olmayan keşiflerdir. Hatta gerçek mutasavvıflar keşfe güvenilemeyeceğini belirterek bu konuda hiç kimseden çekinmeden, utanmadan bizi uyarmaktan kaçınmamışlardır. Zira bu zatların amaçları Allah-u Teala’nın (celle celaluhu) hoşnutluğunu kazanmaktır. Allah-u Teala (celle celaluhu) onları insanlara yol gösterici olarak yaratmıştır. Onlar Allah’tan (celle cellauhu) korkarlar, sapıklıktan ve bozgunculuktan sakınırlar. Allah (celle celaluhu) onların sırlarını yüce kılsın, iyilikle ödüllendirsin.
Allah-u Teala (celle celaluhu)ilmi kulları arasında paylaştırdığından, her ilim onu iyi bilen kişiden öğrenilmelidir. Fıkıh ilmi fakihten, itikat ilmi akaid alimlerinden, tasavvuf ilmi de mutasavvıftan elde edilir. Kendi dalının dışında ilim belirtenin ilmi geçerli değildir. Mesela İbn-i Hacer Heytemi (rahmetullahi aleyh) tecvid ilminde İmam Cezeri’yi (rahmetullah aleyh) babası Şeyh Muhammed Cüveyni’den (rahmetullahi aleyh)daha çok benimsemişti. Halbuki kendisi ve babası hakkında; “ Eğer bu zamanda bir nebi olsaydı bunlar olurlardı” denilmişti. Fakat o : “ İnci ve mücevher satıcılarında boncuk bulunmaz” diyerek bu durumu açıklamıştır.
Mürit itikat bilgilerini düzelttikten sonra, ikinci olarak dört mezhepten birisinin fıkıh bilgileri ile ibadetlerini yapmaya çalışır ki bu, tarikatın temel kurallarındandır. Talip uymuş olduğu mezhebin en evla görüşünü benimsemelidir. Zira mezhepte de tam doğru olmayan görüşlere uymaya bile izin verilmemiştir, nerede kaldı ki zayıf bir görüş kabul edilsin.
İtikat düzeltildikten sonra, mezhebe göre ibadetlerini yapma işi gerçekleştikten sonra mürit kalp temizliğine başlar. Zikir ve rabıtanın birisi veya her ikisi aracılığıyla ihlas ve ilahi sevgi kazanılarak bir temizleme işi gerçekleşebilir. Bu sırada kalpte herhangi bir hal veya cezbe ortaya çıkarsa, onun itikat ve şeriata uyup uymadığına bakar. Eğer bunlara uygunsa devam eder, aksi durumda bırakır. Ayrıca oluşan halden istiğfar eder. İtikad ve fıkıh ilmine aykırı olanın nefis ve şeytandan gelen istidrac (kandırma) olduğuna karar verir ve bu halin Allah’tan ( celle celaluhu) uzaklaştırıcı olduğunu bilir.
Kıyas ve içtihad kapısı kapanmıştır. Bundan dolayı şeriata zıt inanç, cezbe, hal ve keşfin doğru olduğuna bin melek gelip şahitlik etse bile kıyas yapma ve keşfi tevil etme yorumlamaya yeltenmemek gerekir.
Şeriata ters haller uzaklaştırıcıdır ve ilahi huzurdan kovulmaya neden olur. Kabul edilecek şeyler müctehidlerin ictihadlarıdır. Halbuki biz müctehid değiliz, tevil ve kıyas yapamayız. Nitekim İbnu Salah ve İmam-ı Nevevi ictihadın Hicri Dördüncü yüzyıldan sonra bittiğini bildirdiler. Ayrıca şeytan da akli kıyastan dolayı lanetlenmiştir. Başkaları hakkında ise husni zanda bulunarak iyi yorumda bulunmamız emredilmiştir. Kendi nefsimizi de bütün yaptığımız işlerden eleştirmemiz gerekir, bilhassa yasaklarda taviz veremeyiz.
Sadat-ı Kiram ruhsatlardan ve hasene ( iyi) de olsa bid’atlardan sakınarak nefislerine göre davranmadılar. Şah-ı Nakşibendi, tarikatın sohbet, azimetle ibadet etmek, bid’at ve ruhsatlardan kaçınmak olduğunu söylemiştir. Ruhsatın anlamı en iyinin karşıtıdır. Necasetlerden affedebilecek miktar hariç; söz birliği olan ruhsatlardan dahi büyükler çekinmiştir. Çünkü ruhsatlar nefsin rahat etmesi içindir. Necaset konusunda ise aşırı azimete sarılmak vesveseyi çoğaltır. Onun için sadece bu konuda ruhsata uymaya izin verilmiştir.
Bid’at ise Ashab-ı Kiram zamanında görülmeyen, müctehidlerin kıyasta belirtmedikleri ve ümmetin söz birliği etmediği şeylerdir.
Ümmetin söz birliği ettiği şeyler medreselerin, minarelerin ve tekkelerin yapılması, eser yazmak gibi konulardır. Sadatın belirttiği özel edepler, nefy ve ispat, Celal zikri, teveccüh, hatme ve tarikatın kuralları da bid’at değildir. Sadatlar inkar ve karşı çıkılmaksızın bunları devam ettirmişlerdir. Devam etmesi doğruluğunu göstermektedir. Ayrıca biz kanıtlarını bilmesek de onlar için iyi zanda bulunmaya mecburuz.
İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin Mektubat’ında bildirdiği gibi örf ve adete bağlı bid’atlerin bırakılması iyiyse de feraciye, aba, hırka, şalvar gibi giysilerin kullanılması ve kaşıkla yemek yemek bid’atlerin dışındadır. Çünkü bunlar örf ve adete bağlıdır, sakınmak gerekmez.
Yine kitap ve sünnette olmayan zikri ve duaları kişinin kendi belirlediği zamanlarda okuması; velilerin eşiğini öpmek, dinde olmayan şeylere inanmak, sofilerin raks ve bazı hareketler yaparak Allah’a (celle celaluhu) yakınlık iddia etmeleri, bazı ağaçların, taşların kutsal olduğuna inanmak ve bunlardan yardım umarak ziyaret etmek, bazı kişilerin ihtiyaç giderdiğine inanarak onlara gitmek hep bid’attır. İbnu Hacer Heytemi (rahmetullahi aleyh) Fethul Mübin kitabında bunların hepsini açıklamıştır.
Yorumu ( tevili) olsa bile bazı cahil sofilerin şeriata aykırı sözleri de bid’attır. Halbuki Nakşibendi Tarikatı’nın şeriata aykırı hiçbir şeye izin vermediğini İmam-ı Rabbani Hazretleri açıklamıştır. Cahil sofilerin: “ Sen bunu bize verdin; sen bizden şunu aldın, şu belayı bize kaldırdın; sen bizim dünyamızın ve dinimizin sahibisin” gibi sözleri her ne kadar vesile olmakla yorumlanabilirse de hepsi hurafe ve bid’attır. Hatta bazısı küfre kadar gider. Örneğin; “ Şeyhim bana puta secde etmeyi emretse ederim; yalan yere Allah’a (celle celaluhu) yemin ederim, ama şeyhimin adına yalan yemin etmem” demek gibi sözler. Halbuki bu sözler açıkça küfrü gerektirir. Küfrü çağrıştıran her ne kadar olmayacak bir işse de küfrü gerektirir: “ Eğer Zeyd semaya uçsa kafir olurum” gibi. Sözler küfrü gerektirmezse o zaman da tahrimen mekruhtur. Allah-u Teala( celle celaluhu) bizleri bunlardan korusun.
(Nakşi- Halidi meşayihinin büyüklerinden Şeyh Fethullah Verqanisi El –Faruqi’nin (kuddise sirruhu) Adab-ı Fethullah isimli eserinden iktibas edilmiştir.)
Şah-ı Nakşibend’in (kuddise sirruhu) açıkladığına göre en önemli husus dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır.Kemal derecesine varmak için bunun tek başına yeterli olabileceğini söylediler. Bunu sağlamak için “ Ruhsat ve bid’atlerden sakınmak, tüm vacipleri tam olarak yapmak, mekruh ve haramlardan kaçınmak gerekir.
Hatta hılaf-ı evla ( en iyinin dışında ) ve tenzihi ( hafif) mekruhlar bile nisbet ve huzuru elde etmeye engeldir” diye buyurmuşlardır. Zira bu yüce tarikatın temeli ilahi sevgi ve gayrettir.Bu sevginin ve gayretin murakabeli olmaması sonucu insan kendisi için iyi olanı göremez, dinin dışına çıkar, fitneye düşer, yersiz sözler, saçmalıklar ve şatahat ( kendinde olmadan söylenen) sözleri söyler.
Sekir (kendinden geçme) ve nefsi görmemek hali, kişiye dinin temel kurallarını unutturur, fitneye düşürür. Halbuki şer’i şerifin dışına çıkma sevgi ve gayrete engeldir. Bundan dolayı emaneti ( muhabbet ve gayreti) yüklenmekten yerler, gökler ve dağlar korktular.
Çoğu zaman murakabesiz sevgi uygunsuz,hatta çirkin söz ve hareketlerin ortaya çıkmasına; ehli sünnet inancına zıt görüşlerin doğmasına neden olur. Cahillerin çoğu hallerine kendi nefislerini şahit gösterir ve şöyle derler: “ Biz Allah ve Resulüna yakınız,durumumuzda kuvvetli bir nispet görüyoruz!” Aksine vicdanları kendilerini Allah (celle celaluhu) ve Resulünden uzaklaştırır ve yakınlık zannettikleri durum uzaklaşma nedeni olur.
Keşke onlar nefislerini Peygamberimize bıraksalardı ve cezbelerini şeriat sınırında tutsalar ve ibadetlerini ona uygun işleselerdi. Çünkü cezbe şeriata zıt ise o cezbe sahibini hata yapmaya yönelir. Gerçekten şeriata uygun olmayan cezbeye sahip olduğuna inanan kişiyi doğru yola döndürmek, yüz tane gafil kişiyi doğru yola getirmekten daha güçtür.
Kendisi tarikatta bulunurken ve başkasına yol gösterirken nefsini işe karıştırmaktan son derece sakınmak gerekir.Kendi düşüncesine göre davranarak bir haramı veya mekruhu işlemenin dinimizde yeri yoktur.
Rabbim nefsimizin bize süsleyerek gösterdiği hurafelerden bizi korusun. Gerçekte nefis kendisine bir pay çıkarmak ümidiyle ancak hoşuna giden şeyleri ister ve yapar. Eğer şeriatın sınırları belirlenmemiş olsaydı, nefis birçok kötü şeyleri güzel, öldürücü zehiri bal ve şeker gibi göstererek bizleri aldatacaktı.
Niyeti ciddi ve arzusu gerçek olan Nakşibendi Tarikatı isteklisinin inancını Ehli Sünnet görüşüne göre düzeltmesi gerekir. Ehli Sünnet itikadının imamları Şeyh Ebu Hasan Eş’ari ve İmam Ebu Mansur Maturi’dir.Kimin düşüncesi bu iki imamın düşüncelerine zıtsa ona uyulmaz ve bu iki imamın kuralları, yöntemleri ve koydukları esaslar dışında düşünce ileri süren arif, tasavvufçu, tefsirci, hadisçi gibi fıkıh alimi olmayanların içtihadıyla hareket edilmez. Bu iki imam itikad konusunda tüm Ümmeti Muhammed tarafından tam ve yetkili kabul edilmiştir.
Yine bu ümmet, keşifte bulunanların keşiflerini, hata yapılabilecek konuları ve ayet ve hadisleri tevil eden ( kendine göre yorumlayan) tasavvufçuların görüşlerini benimsememiştir. Çünkü bu tasavvufçuların tüm delilleri hata veya gerçek olabilecek ve dinen uyulması zorunlu olmayan keşiflerdir. Hatta gerçek mutasavvıflar keşfe güvenilemeyeceğini belirterek bu konuda hiç kimseden çekinmeden, utanmadan bizi uyarmaktan kaçınmamışlardır. Zira bu zatların amaçları Allah-u Teala’nın (celle celaluhu) hoşnutluğunu kazanmaktır. Allah-u Teala (celle celaluhu) onları insanlara yol gösterici olarak yaratmıştır. Onlar Allah’tan (celle cellauhu) korkarlar, sapıklıktan ve bozgunculuktan sakınırlar. Allah (celle celaluhu) onların sırlarını yüce kılsın, iyilikle ödüllendirsin.
Allah-u Teala (celle celaluhu)ilmi kulları arasında paylaştırdığından, her ilim onu iyi bilen kişiden öğrenilmelidir. Fıkıh ilmi fakihten, itikat ilmi akaid alimlerinden, tasavvuf ilmi de mutasavvıftan elde edilir. Kendi dalının dışında ilim belirtenin ilmi geçerli değildir. Mesela İbn-i Hacer Heytemi (rahmetullahi aleyh) tecvid ilminde İmam Cezeri’yi (rahmetullah aleyh) babası Şeyh Muhammed Cüveyni’den (rahmetullahi aleyh)daha çok benimsemişti. Halbuki kendisi ve babası hakkında; “ Eğer bu zamanda bir nebi olsaydı bunlar olurlardı” denilmişti. Fakat o : “ İnci ve mücevher satıcılarında boncuk bulunmaz” diyerek bu durumu açıklamıştır.
Mürit itikat bilgilerini düzelttikten sonra, ikinci olarak dört mezhepten birisinin fıkıh bilgileri ile ibadetlerini yapmaya çalışır ki bu, tarikatın temel kurallarındandır. Talip uymuş olduğu mezhebin en evla görüşünü benimsemelidir. Zira mezhepte de tam doğru olmayan görüşlere uymaya bile izin verilmemiştir, nerede kaldı ki zayıf bir görüş kabul edilsin.
İtikat düzeltildikten sonra, mezhebe göre ibadetlerini yapma işi gerçekleştikten sonra mürit kalp temizliğine başlar. Zikir ve rabıtanın birisi veya her ikisi aracılığıyla ihlas ve ilahi sevgi kazanılarak bir temizleme işi gerçekleşebilir. Bu sırada kalpte herhangi bir hal veya cezbe ortaya çıkarsa, onun itikat ve şeriata uyup uymadığına bakar. Eğer bunlara uygunsa devam eder, aksi durumda bırakır. Ayrıca oluşan halden istiğfar eder. İtikad ve fıkıh ilmine aykırı olanın nefis ve şeytandan gelen istidrac (kandırma) olduğuna karar verir ve bu halin Allah’tan ( celle celaluhu) uzaklaştırıcı olduğunu bilir.
Kıyas ve içtihad kapısı kapanmıştır. Bundan dolayı şeriata zıt inanç, cezbe, hal ve keşfin doğru olduğuna bin melek gelip şahitlik etse bile kıyas yapma ve keşfi tevil etme yorumlamaya yeltenmemek gerekir.
Şeriata ters haller uzaklaştırıcıdır ve ilahi huzurdan kovulmaya neden olur. Kabul edilecek şeyler müctehidlerin ictihadlarıdır. Halbuki biz müctehid değiliz, tevil ve kıyas yapamayız. Nitekim İbnu Salah ve İmam-ı Nevevi ictihadın Hicri Dördüncü yüzyıldan sonra bittiğini bildirdiler. Ayrıca şeytan da akli kıyastan dolayı lanetlenmiştir. Başkaları hakkında ise husni zanda bulunarak iyi yorumda bulunmamız emredilmiştir. Kendi nefsimizi de bütün yaptığımız işlerden eleştirmemiz gerekir, bilhassa yasaklarda taviz veremeyiz.
Sadat-ı Kiram ruhsatlardan ve hasene ( iyi) de olsa bid’atlardan sakınarak nefislerine göre davranmadılar. Şah-ı Nakşibendi, tarikatın sohbet, azimetle ibadet etmek, bid’at ve ruhsatlardan kaçınmak olduğunu söylemiştir. Ruhsatın anlamı en iyinin karşıtıdır. Necasetlerden affedebilecek miktar hariç; söz birliği olan ruhsatlardan dahi büyükler çekinmiştir. Çünkü ruhsatlar nefsin rahat etmesi içindir. Necaset konusunda ise aşırı azimete sarılmak vesveseyi çoğaltır. Onun için sadece bu konuda ruhsata uymaya izin verilmiştir.
Bid’at ise Ashab-ı Kiram zamanında görülmeyen, müctehidlerin kıyasta belirtmedikleri ve ümmetin söz birliği etmediği şeylerdir.
Ümmetin söz birliği ettiği şeyler medreselerin, minarelerin ve tekkelerin yapılması, eser yazmak gibi konulardır. Sadatın belirttiği özel edepler, nefy ve ispat, Celal zikri, teveccüh, hatme ve tarikatın kuralları da bid’at değildir. Sadatlar inkar ve karşı çıkılmaksızın bunları devam ettirmişlerdir. Devam etmesi doğruluğunu göstermektedir. Ayrıca biz kanıtlarını bilmesek de onlar için iyi zanda bulunmaya mecburuz.
İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin Mektubat’ında bildirdiği gibi örf ve adete bağlı bid’atlerin bırakılması iyiyse de feraciye, aba, hırka, şalvar gibi giysilerin kullanılması ve kaşıkla yemek yemek bid’atlerin dışındadır. Çünkü bunlar örf ve adete bağlıdır, sakınmak gerekmez.
Yine kitap ve sünnette olmayan zikri ve duaları kişinin kendi belirlediği zamanlarda okuması; velilerin eşiğini öpmek, dinde olmayan şeylere inanmak, sofilerin raks ve bazı hareketler yaparak Allah’a (celle celaluhu) yakınlık iddia etmeleri, bazı ağaçların, taşların kutsal olduğuna inanmak ve bunlardan yardım umarak ziyaret etmek, bazı kişilerin ihtiyaç giderdiğine inanarak onlara gitmek hep bid’attır. İbnu Hacer Heytemi (rahmetullahi aleyh) Fethul Mübin kitabında bunların hepsini açıklamıştır.
Yorumu ( tevili) olsa bile bazı cahil sofilerin şeriata aykırı sözleri de bid’attır. Halbuki Nakşibendi Tarikatı’nın şeriata aykırı hiçbir şeye izin vermediğini İmam-ı Rabbani Hazretleri açıklamıştır. Cahil sofilerin: “ Sen bunu bize verdin; sen bizden şunu aldın, şu belayı bize kaldırdın; sen bizim dünyamızın ve dinimizin sahibisin” gibi sözleri her ne kadar vesile olmakla yorumlanabilirse de hepsi hurafe ve bid’attır. Hatta bazısı küfre kadar gider. Örneğin; “ Şeyhim bana puta secde etmeyi emretse ederim; yalan yere Allah’a (celle celaluhu) yemin ederim, ama şeyhimin adına yalan yemin etmem” demek gibi sözler. Halbuki bu sözler açıkça küfrü gerektirir. Küfrü çağrıştıran her ne kadar olmayacak bir işse de küfrü gerektirir: “ Eğer Zeyd semaya uçsa kafir olurum” gibi. Sözler küfrü gerektirmezse o zaman da tahrimen mekruhtur. Allah-u Teala( celle celaluhu) bizleri bunlardan korusun.
(Nakşi- Halidi meşayihinin büyüklerinden Şeyh Fethullah Verqanisi El –Faruqi’nin (kuddise sirruhu) Adab-ı Fethullah isimli eserinden iktibas edilmiştir.)
SEYYİD TAHA-İ HAKKARİ KUDDİSE SİRRUHUN GAVS-UL AZAM SEYYİD SIBĞATULLAH ARVASİ KUDDİSE SİRRUHA GÖNDERDİĞİ MEKTUB
SEYYİD TAHA-İ HAKKARİ KUDDİSE SİRRUHUN GAVS-UL AZAM SEYYİD SIBĞATULLAH ARVASİ KUDDİSE SİRRUHA GÖNDERDİĞİ MEKTUB
(Terceme Nimetullah Arvas)
Lakaplarla anılmaya ihtiyacı olmayan Molla Sıbğatullah cenablarına selam ve dua ediyorum.
Onu hakiki hafız (koruyan) Allah’a ve Pirani kiramın (büyüklerin) himmetlerine emanet ediyorum. Malumunuz olsun ki, maksadımıza şafi,(uygun) muhabbet ihtiva eden güzel mektubunuz duacınızın (Seyyid Taha) postacısı Sufi Ali’nin eliyle bize ulaştı.
Güzel sıfatlara sahip zatınızın sıhhat ve selameti bizim için sevinç kaynağı oldu. Molla Nasır mektubta bütün hususları yazmıştır. Sofi Ali de bu kasdedilen haberi tasdik ediyor. Molla Celaleddin’e selam ve sonsuz dualar ediyorum. Bu sene duacının (Seyyid Taha) müsamahası oldu. Onun emrinden dışarı çıkmaması gerekir. Duacının (Seyyid Taha) duası,Necati’nın yanında okuması şartı ile kendisi iledir. Aksi halde duacının (Seyyid Taha) hatırını kıracaktır. Baki selam sizin ve sizin yanınızdaki ihvanın üzerine olsun.
MÜHÜR
Edaful İbad
Seyyid Taha el-Halid-i en-Nakşibendi
Şehzâde Mehmed Orhan Efendi
Şehzâde merhûm Mehmed Orhan Efendi kendisine selâma duran 3 polise şöyle söylüyor;
''Pek garip bir tecelli! 68 sene evvel kovulma emrimi tebliğ eden komiserde ağlıyordu,bugün bana 'Memleketinize hoş geldiniz!' diyen polis de ağlıyor.Hem ağlıyor, hem beni ağlatıyor!''
1992, Boğaz Köprüsü
Âyet-el Kürsî Tefsîri
Aşağıda yer alan Âyet-el Kürsî Tefsîri, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri tarafından 21 Eylül 1931 (1347 R) tarihinde kaleme alınmıştır.
Âyet-el Kürsî’nin İcâzen Tefsîr-i Şerîfidir
Allâhu lâ ilâhe illâ hû: Cemî’-i nekâisden münezzeh olan Allâh öyle bir ulûdur ki, künh ve mâhiyeti insânları hayretde bırakır.
Kendisine kulluk edilmeğe lâyık ma’bûd-u bi’l-Hakk ve zikri ile kalbleri tezyin etmeğe müstehak ancak O’dur.
Allâh: Cemî’-i sıfatdan münezzeh olmak i’tibâriyle O zâtın ismi ve alemidir. Hakîkî zikir de bu ma’nâ ile olan zikirdir. Zîrâ esnâ-i zikirde zât ile berâber zikir de i’tibâra alınırsa; meselâ Rahîm sıfatı düşünülürse, ki Rahîm; bir şeye rahmet etmek lâzımdır, o şey ise insânlardır, ya’nî zâkirdir, o hâlde rahîm düşünülünce zâkirin nefsine rahmet hâtıra gelir ki zikre nefsin menfa’ati dâhil olur. Böyle zikir de hakîkî olmaz. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de geçen İsm-i Celâller hep birer sıfât ile mevsûfdurlar. Bu âyet-i kerîmedeki İsm-i Celâl, cemî’-i sıfât-ı nekâisden münezzeh ve kemâl ile muttasıf demekdir. Kemâlden birisi de vücûddur.
Allâh ismini kendisine ezelden vaz’ etmişdir. Bu kelime-i mübârekenin aslı, El-İlâh’dır. Arabca’da tekellümde dâimâ suhûlet mu’teber ve mültezem olduğundan Allâh tarzında tekellüm edilmişdir. İsmin medlûlü gâyet azîm olduğundan telaffuzda da bu azameti izhâr lâzımdır. O hâlde, Allâh denmişdir. Nekâisden münezzeh ve kemâlâtla muttasıf dedik.. Nekâis ve kemâlâtı teşhis ve ta’rîfe, akl-ı beşer kâfi değildir. Beşer maklûkdur. Mahlûkiyyet sıfatı ile muttasıfdır. O hâlde nâkısdır. O’nun Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine isnâd etdiği şeyleri biz de isnâd ederiz. Kendisini tenzîh etdiği nekâisden biz dahî tenzîh ederiz. Allâh lafzı, sıfâtdan hâric olarak nazar-ı i’tibâra alınınca ya’nî yalnız şahsa delâlet edince, ziyâde azamet bildirir. O’nu bilen kalblere dehşet ilkâ eder. Onunçündür ki; Besmele-i Şerîf’de Lafza-i Celâl’den sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları zikredilmiş, bu dehşetde olan kalblere rahmet ve merhameti bildirerek sükûnet bahş buyurmuşdur. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin selâsîlleri birdir. Aded-i hurûfu fazla olanda rahmet olunanlar dahâ fazladır. Demek ki Rahmân’da dahâ fazladır. Rahmân dünyâda rahmet eder demekdir. Demek müslim ve kâfirler bu rahmete dâhildir. Rahîm ise âhiretde yalnız mü’minlere rahmet edici demekdir. Bunun sıfat-ı rahmeti, Rahmân’dan dahâ kuvvetlidir.
Lâ: Harf-i Nefy-i Cinsdir. Ya’nî vücûdu, medhûlunun cinsinden nefy eder. Lâ İlâhe demek, ya’nî ilah denen şeylerin cinsinin hîçbir ferdi yokdur demekdir. Bu ma’nâdaki Lâ; hurûf-u müşebbehe bil-fi’il’dendir. Bir de Lâm-ı Nâfiye vardır ki, yalnız şahsda vücûdu nefy eder.
Lâ harfi, Lâm ve Elif’den mürekkebdir. Lâ şeklen çevgana benzediğinden, (çevganla topa vurup atdıkları gibi – tenis oyunundaki gibi) vücûdu, cemî’-i ilahlardan atmak ma’nâsı istidlâl ederler. “Elif” ise bütün milletlerin lisânında “bir” rakamı olduğundan dâimâ vahdeti gösterir ya’nî Lâm’ın nefy etdiği vücûdu, Vâhid’de toplar. Demek ki erbâbına Lâ harfinin yalnız şekli bile bir kelime-i tevhîd makâmındadır.
Lâ; hurûf-u müşebbehe bil-fi’il’den olduğundan, kendisinden sonra gelen iki kelimeden birincisini meftûh, ikincisini merfû’ okudur. O hâlde kelime-i tevhîdin Lâ İlâhe İllâ tarzında olması lâzımdır. Lâ İlâhü veyâ Lâ İlâhi dense tevhîd tamâm olmaz. Bu takdirlerde Lâ; Lâm-ı Nâfiye olur ki, vücûdu medhûlunun şahsından ya’nî bir ilahdan nefy eder.
Görüyoruz ki mes’ele ne kadar nâzikdir. Kur’ân-ı Kerîm’i değil Türkçe gibi başka lisânlara, hattâ Arabca’ya bile tercüme etmek mümkün değildir. Lâm-ı Nefy-i Cins yerine yine aynı harf olan Lâm-ı Nâfiye gelmekle kelime-i tevhîd olmuyor. Ya’nî bu sûretde küfr zâil olmaz.
İlâhe: Bu kelimenin aslı yâ Elehe veyâ Elihe veyâ Elühe’dir.
Elehe: Abede ma’nâsınadır. Ya’nî kulluk etmek demekdir.
Elihe: Mütehayyir fîh; ya’nî O’nda hayret edilen ma’nâsınadır.
Elühe: Meşgûl olmak; ya’nî kalbin dâimâ O’nun zikriyle, yâdiyle meşgûl olması demekdir.
O hâlde kelime-i tevhîddeki İlâhe, bu her üç ma’nâyı da şâmildir. Bu kelimeyi teşkîl eden üç harfden Elif; vahdet-i mutlaka’ya, Lâm; şerîksiz ve nazîrsizliğe, He de; hüviyyet-i gaybiyye’ye alâmetdirler. Buradaki İlâhe lafzı, hak ve batıl olan cemî’ ilahlar demekdir.
İllâ: Harf-i istisnâdır. Mâ-ba’dını, mâ-kablinin hükmünden ayırır. Mâ-ba’dındaki Hû ya’nî Allâh’ı, hiç ma’bûd yokdur hükmünden ayırıb, ancak Allâh vardır dediriyor… İllâ yerine Ğayr desek, Lâ İlâhe Ğayrullâh olur ki Allâh’ın gayrısı hiçbir Allâh yokdur demekdir. Bundan Allâh’ın aynı dahâ Allâh’lar vardır ma’nâsı anlaşılır.. Binâenaleyh, Lâ İlâhe Ğayrullâh sözü tevhîdi îfâ etmez. Kelime-i tevhîd, ma’lûm ve müte’ârif olan kelimelerden gayrı kelimelerle söylenilemez. Nerede kaldı ki başka lisânlara tercümesi kâbil olsun.
İllâ’nın mâ-ba’dındaki kelime mâ-kablindekilerden biri ise İllâ’ya istisnâ-i muttasıl derler. Kelime-i tevhîdde olduğu gibi.. Zîrâ mâ-ba’dındaki Allâh kelimesi, mâ-kablindeki ilahlardan biridir. Zîrâ İlâhe, hak ve bâtıl ilahlar ma’nâsınadır.
Mâ-ba’dındaki kelime, mâ-kablindeki kelimenin delâlet etdiği şeylerden biri değilse, buna istisnâ-i munfasıl veyâ istisnâ-i …….. derler. Meselâ; “fesecedû illâ iblîs” gibi, secde edenler melâikelerdir, istisnâ edilen iblîs ise melâike değildir, cindir. Cin olduğu âyet-i kerîme ile sâbitdir.
Hû: O demekdir. Zamîrdir. Kelime-i Celâl’in yerine gelmişdir. Aynı âyet-i kerîmede Lafza-i Celâl geçûb, ikinci def’ada aynı ma’nâda isti’mâl edildi ise Kelime-i Celâl yerine zamîr gelir. Aynı ma’nâda isti’mâl edilmedi ise Kelime-i Celâl bizzât yazılır. Allâhu Lâ İlâhe İllâ Hû’daki Hû yerindeki Lafza-i Celâl; Allâhu Lâ İlâhe’deki Lafza-i Celâl ile aynı ma’nâdadır. Cemî’-i sıfât-ı nekâisden münezzeh, bilcümle sıfât-ı kemâl ile muttasıf olan Allâh demekdir.
El-Hayy: Hayy kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Sıfat-ı müşebbehe ise sebât ve devâma delâlet eder. Hayyu'l-lezî yümkinü en ya'leme ve yakdir ma’nâsınadır. Ya’nî mümkündür ki bilinen şeyleri bilmiş olsun, yapılan şeyleri yapabilmiş olsun demekdir.
El-Kayyûm: Ed-dâimü'l-kıyâmi bi-tedbîri'l-halki ve hıfzıhî demekdir. Kıyâm durdurmak demekdir. Meselâ; bir taşı eline alıb durdurmak gibi.. Taşın havada durması benim elimin tutmasına mütevakkıfdır. Tutmakdan sarf-ı nazar edersem taş o hâlini muhâfaza edemez. İşte mahlûkâtın bulundukları hâli muhâfaza etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın durdurmasıyladır.
Tedbîr; arkası sıra gitmek demekdir.
Lâ te’huzühû: O’nu tutmaz..
Sinetün: İhtiyârların otururken kendilerinden geçtiğine alâmet olmak üzere başlarının öne doğru düşmesi.
Nevm: Uyku.
Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm: O’nu sine ve uyku tutmaz. Ya’nî kayyûmiyyeti dâimîdir, fâsılasızdır. Sine ve nevm tutmak suretiyle hîç haleldâr olmaz.
Lehû mâ fi’s-semâvâti ve mâ fi’l-ard: Semâvât ve mâ fîhâ’deki, arz ve arzdaki şeylerin her biri O’nundurlar. O’nun mahlûkudur, O’na mahsûsdur, O’nun kürsî-yü saltanatındadırlar. Buradaki Lâm; Lâm-ı temlîk ve ihtisâsdır. Ya’nî Lâm’ın mâ-ba’dı, mâ-kablinin mülküdür. Ba’zen de mâ-kabli, mâ-ba’dının mülküdür.
Menzellezî yeşfe’u: Kimdir ki o şefâ’at eder? Ya’nî kimse şefâ’at edemez.
İndehû: O’nun indinde, O’nun yanında.
İllâ bi iznihî: Ancak O’nun izni ile şefâ’at eder.
Ya’lemü mâ beyne eydîhim ve mâ halfehüm: Bu mahlûkâtın gerek önündekilerini ve gerek arkalarındakileri hep O bilir.
Ön: Mahlûkâtın vücûduna takaddüm eden zamânlardaki ahvâl.
Arka: Vücûddan sonraki zamânlar demekdir.
Veyâ; ön, önümüzdeki gelecek zamânlar; arka ise, arkamızdaki ya’nî geçmiş zamânlar demekdir. Ya’nî evvelki ma’nâların aksi demekdir.
Ve lâ yuhîtûne: Mahlûkâtın hepsi bir araya gelse ihâta edemezler, anlayamazlar.
Bi şey’in: Bir şey-i kalîl, cüz bir şey. Şey, irâde-i İlâhiyye’nin taalluk etdiği her şeye derler.
Ademe adem i’tibâriyle, ademde olanlara ademde olmak i’tibâriyle, vücûddakilere vücûd i’tibâriyle irâdesi taalluk etdiğinden, hep şey’dirler. Kendisini kendisi yaratmadığından ya’nî irâdesi kendisine taalluk etmediğinden, kendisi şey değildir.
Min ilmihî: O’nun ilminden, O’nun bildiği şeylerden.
İllâ bimâ şâe: Ancak dilediği müstesnadır. Şâe ve yeşâü, meşiyyet; meşiyyet, istemek demekdir. Şâe, istedi demekdir. Mâ şâe, şol kimse ki o dilemişdir demekdir.
Ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bimâ şâe: O’nun ilminden en küçük bir şey, bütün mahlûkât bir araya gelse kavrayamazlar. Fakat O, dilediği kimselere bildirir.
Vesi’a kürsiyyühü’s-semâvâti vel ard: O’nun kürsî-yü saltanatı, semâvât ve arzdan genişdir. O’nun kürsî-yü saltanatı yanında semâvât ve arz, hiç kalır. Böyle nice nice semâ ve arzlara hükmedebilir.
Ve lâ yeûdühû: O’na ağır gelmez.
Hıfzuhümâ: Bunların muhâfazası.
Ve hüve’l-aliyyü’l-azîm: O Aliyy’dir, yüksekdir. Beşerin tefekküründen, tevehhümünden, taakkulünden.. O Azîm’dir, büyükdür. Büyüklüğü cismen, zerrât i’tibâriyle değildir.. Ma’nendir..
21 Eylül 1347 Rûmî
Pazar ertesi
Eyyûb Sultân
Âyet-el Kürsî’nin İcâzen Tefsîr-i Şerîfidir
Allâhu lâ ilâhe illâ hû: Cemî’-i nekâisden münezzeh olan Allâh öyle bir ulûdur ki, künh ve mâhiyeti insânları hayretde bırakır.
Kendisine kulluk edilmeğe lâyık ma’bûd-u bi’l-Hakk ve zikri ile kalbleri tezyin etmeğe müstehak ancak O’dur.
Allâh: Cemî’-i sıfatdan münezzeh olmak i’tibâriyle O zâtın ismi ve alemidir. Hakîkî zikir de bu ma’nâ ile olan zikirdir. Zîrâ esnâ-i zikirde zât ile berâber zikir de i’tibâra alınırsa; meselâ Rahîm sıfatı düşünülürse, ki Rahîm; bir şeye rahmet etmek lâzımdır, o şey ise insânlardır, ya’nî zâkirdir, o hâlde rahîm düşünülünce zâkirin nefsine rahmet hâtıra gelir ki zikre nefsin menfa’ati dâhil olur. Böyle zikir de hakîkî olmaz. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de geçen İsm-i Celâller hep birer sıfât ile mevsûfdurlar. Bu âyet-i kerîmedeki İsm-i Celâl, cemî’-i sıfât-ı nekâisden münezzeh ve kemâl ile muttasıf demekdir. Kemâlden birisi de vücûddur.
Allâh ismini kendisine ezelden vaz’ etmişdir. Bu kelime-i mübârekenin aslı, El-İlâh’dır. Arabca’da tekellümde dâimâ suhûlet mu’teber ve mültezem olduğundan Allâh tarzında tekellüm edilmişdir. İsmin medlûlü gâyet azîm olduğundan telaffuzda da bu azameti izhâr lâzımdır. O hâlde, Allâh denmişdir. Nekâisden münezzeh ve kemâlâtla muttasıf dedik.. Nekâis ve kemâlâtı teşhis ve ta’rîfe, akl-ı beşer kâfi değildir. Beşer maklûkdur. Mahlûkiyyet sıfatı ile muttasıfdır. O hâlde nâkısdır. O’nun Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine isnâd etdiği şeyleri biz de isnâd ederiz. Kendisini tenzîh etdiği nekâisden biz dahî tenzîh ederiz. Allâh lafzı, sıfâtdan hâric olarak nazar-ı i’tibâra alınınca ya’nî yalnız şahsa delâlet edince, ziyâde azamet bildirir. O’nu bilen kalblere dehşet ilkâ eder. Onunçündür ki; Besmele-i Şerîf’de Lafza-i Celâl’den sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları zikredilmiş, bu dehşetde olan kalblere rahmet ve merhameti bildirerek sükûnet bahş buyurmuşdur. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin selâsîlleri birdir. Aded-i hurûfu fazla olanda rahmet olunanlar dahâ fazladır. Demek ki Rahmân’da dahâ fazladır. Rahmân dünyâda rahmet eder demekdir. Demek müslim ve kâfirler bu rahmete dâhildir. Rahîm ise âhiretde yalnız mü’minlere rahmet edici demekdir. Bunun sıfat-ı rahmeti, Rahmân’dan dahâ kuvvetlidir.
Lâ: Harf-i Nefy-i Cinsdir. Ya’nî vücûdu, medhûlunun cinsinden nefy eder. Lâ İlâhe demek, ya’nî ilah denen şeylerin cinsinin hîçbir ferdi yokdur demekdir. Bu ma’nâdaki Lâ; hurûf-u müşebbehe bil-fi’il’dendir. Bir de Lâm-ı Nâfiye vardır ki, yalnız şahsda vücûdu nefy eder.
Lâ harfi, Lâm ve Elif’den mürekkebdir. Lâ şeklen çevgana benzediğinden, (çevganla topa vurup atdıkları gibi – tenis oyunundaki gibi) vücûdu, cemî’-i ilahlardan atmak ma’nâsı istidlâl ederler. “Elif” ise bütün milletlerin lisânında “bir” rakamı olduğundan dâimâ vahdeti gösterir ya’nî Lâm’ın nefy etdiği vücûdu, Vâhid’de toplar. Demek ki erbâbına Lâ harfinin yalnız şekli bile bir kelime-i tevhîd makâmındadır.
Lâ; hurûf-u müşebbehe bil-fi’il’den olduğundan, kendisinden sonra gelen iki kelimeden birincisini meftûh, ikincisini merfû’ okudur. O hâlde kelime-i tevhîdin Lâ İlâhe İllâ tarzında olması lâzımdır. Lâ İlâhü veyâ Lâ İlâhi dense tevhîd tamâm olmaz. Bu takdirlerde Lâ; Lâm-ı Nâfiye olur ki, vücûdu medhûlunun şahsından ya’nî bir ilahdan nefy eder.
Görüyoruz ki mes’ele ne kadar nâzikdir. Kur’ân-ı Kerîm’i değil Türkçe gibi başka lisânlara, hattâ Arabca’ya bile tercüme etmek mümkün değildir. Lâm-ı Nefy-i Cins yerine yine aynı harf olan Lâm-ı Nâfiye gelmekle kelime-i tevhîd olmuyor. Ya’nî bu sûretde küfr zâil olmaz.
İlâhe: Bu kelimenin aslı yâ Elehe veyâ Elihe veyâ Elühe’dir.
Elehe: Abede ma’nâsınadır. Ya’nî kulluk etmek demekdir.
Elihe: Mütehayyir fîh; ya’nî O’nda hayret edilen ma’nâsınadır.
Elühe: Meşgûl olmak; ya’nî kalbin dâimâ O’nun zikriyle, yâdiyle meşgûl olması demekdir.
O hâlde kelime-i tevhîddeki İlâhe, bu her üç ma’nâyı da şâmildir. Bu kelimeyi teşkîl eden üç harfden Elif; vahdet-i mutlaka’ya, Lâm; şerîksiz ve nazîrsizliğe, He de; hüviyyet-i gaybiyye’ye alâmetdirler. Buradaki İlâhe lafzı, hak ve batıl olan cemî’ ilahlar demekdir.
İllâ: Harf-i istisnâdır. Mâ-ba’dını, mâ-kablinin hükmünden ayırır. Mâ-ba’dındaki Hû ya’nî Allâh’ı, hiç ma’bûd yokdur hükmünden ayırıb, ancak Allâh vardır dediriyor… İllâ yerine Ğayr desek, Lâ İlâhe Ğayrullâh olur ki Allâh’ın gayrısı hiçbir Allâh yokdur demekdir. Bundan Allâh’ın aynı dahâ Allâh’lar vardır ma’nâsı anlaşılır.. Binâenaleyh, Lâ İlâhe Ğayrullâh sözü tevhîdi îfâ etmez. Kelime-i tevhîd, ma’lûm ve müte’ârif olan kelimelerden gayrı kelimelerle söylenilemez. Nerede kaldı ki başka lisânlara tercümesi kâbil olsun.
İllâ’nın mâ-ba’dındaki kelime mâ-kablindekilerden biri ise İllâ’ya istisnâ-i muttasıl derler. Kelime-i tevhîdde olduğu gibi.. Zîrâ mâ-ba’dındaki Allâh kelimesi, mâ-kablindeki ilahlardan biridir. Zîrâ İlâhe, hak ve bâtıl ilahlar ma’nâsınadır.
Mâ-ba’dındaki kelime, mâ-kablindeki kelimenin delâlet etdiği şeylerden biri değilse, buna istisnâ-i munfasıl veyâ istisnâ-i …….. derler. Meselâ; “fesecedû illâ iblîs” gibi, secde edenler melâikelerdir, istisnâ edilen iblîs ise melâike değildir, cindir. Cin olduğu âyet-i kerîme ile sâbitdir.
Hû: O demekdir. Zamîrdir. Kelime-i Celâl’in yerine gelmişdir. Aynı âyet-i kerîmede Lafza-i Celâl geçûb, ikinci def’ada aynı ma’nâda isti’mâl edildi ise Kelime-i Celâl yerine zamîr gelir. Aynı ma’nâda isti’mâl edilmedi ise Kelime-i Celâl bizzât yazılır. Allâhu Lâ İlâhe İllâ Hû’daki Hû yerindeki Lafza-i Celâl; Allâhu Lâ İlâhe’deki Lafza-i Celâl ile aynı ma’nâdadır. Cemî’-i sıfât-ı nekâisden münezzeh, bilcümle sıfât-ı kemâl ile muttasıf olan Allâh demekdir.
El-Hayy: Hayy kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Sıfat-ı müşebbehe ise sebât ve devâma delâlet eder. Hayyu'l-lezî yümkinü en ya'leme ve yakdir ma’nâsınadır. Ya’nî mümkündür ki bilinen şeyleri bilmiş olsun, yapılan şeyleri yapabilmiş olsun demekdir.
El-Kayyûm: Ed-dâimü'l-kıyâmi bi-tedbîri'l-halki ve hıfzıhî demekdir. Kıyâm durdurmak demekdir. Meselâ; bir taşı eline alıb durdurmak gibi.. Taşın havada durması benim elimin tutmasına mütevakkıfdır. Tutmakdan sarf-ı nazar edersem taş o hâlini muhâfaza edemez. İşte mahlûkâtın bulundukları hâli muhâfaza etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın durdurmasıyladır.
Tedbîr; arkası sıra gitmek demekdir.
Lâ te’huzühû: O’nu tutmaz..
Sinetün: İhtiyârların otururken kendilerinden geçtiğine alâmet olmak üzere başlarının öne doğru düşmesi.
Nevm: Uyku.
Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm: O’nu sine ve uyku tutmaz. Ya’nî kayyûmiyyeti dâimîdir, fâsılasızdır. Sine ve nevm tutmak suretiyle hîç haleldâr olmaz.
Lehû mâ fi’s-semâvâti ve mâ fi’l-ard: Semâvât ve mâ fîhâ’deki, arz ve arzdaki şeylerin her biri O’nundurlar. O’nun mahlûkudur, O’na mahsûsdur, O’nun kürsî-yü saltanatındadırlar. Buradaki Lâm; Lâm-ı temlîk ve ihtisâsdır. Ya’nî Lâm’ın mâ-ba’dı, mâ-kablinin mülküdür. Ba’zen de mâ-kabli, mâ-ba’dının mülküdür.
Menzellezî yeşfe’u: Kimdir ki o şefâ’at eder? Ya’nî kimse şefâ’at edemez.
İndehû: O’nun indinde, O’nun yanında.
İllâ bi iznihî: Ancak O’nun izni ile şefâ’at eder.
Ya’lemü mâ beyne eydîhim ve mâ halfehüm: Bu mahlûkâtın gerek önündekilerini ve gerek arkalarındakileri hep O bilir.
Ön: Mahlûkâtın vücûduna takaddüm eden zamânlardaki ahvâl.
Arka: Vücûddan sonraki zamânlar demekdir.
Veyâ; ön, önümüzdeki gelecek zamânlar; arka ise, arkamızdaki ya’nî geçmiş zamânlar demekdir. Ya’nî evvelki ma’nâların aksi demekdir.
Ve lâ yuhîtûne: Mahlûkâtın hepsi bir araya gelse ihâta edemezler, anlayamazlar.
Bi şey’in: Bir şey-i kalîl, cüz bir şey. Şey, irâde-i İlâhiyye’nin taalluk etdiği her şeye derler.
Ademe adem i’tibâriyle, ademde olanlara ademde olmak i’tibâriyle, vücûddakilere vücûd i’tibâriyle irâdesi taalluk etdiğinden, hep şey’dirler. Kendisini kendisi yaratmadığından ya’nî irâdesi kendisine taalluk etmediğinden, kendisi şey değildir.
Min ilmihî: O’nun ilminden, O’nun bildiği şeylerden.
İllâ bimâ şâe: Ancak dilediği müstesnadır. Şâe ve yeşâü, meşiyyet; meşiyyet, istemek demekdir. Şâe, istedi demekdir. Mâ şâe, şol kimse ki o dilemişdir demekdir.
Ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bimâ şâe: O’nun ilminden en küçük bir şey, bütün mahlûkât bir araya gelse kavrayamazlar. Fakat O, dilediği kimselere bildirir.
Vesi’a kürsiyyühü’s-semâvâti vel ard: O’nun kürsî-yü saltanatı, semâvât ve arzdan genişdir. O’nun kürsî-yü saltanatı yanında semâvât ve arz, hiç kalır. Böyle nice nice semâ ve arzlara hükmedebilir.
Ve lâ yeûdühû: O’na ağır gelmez.
Hıfzuhümâ: Bunların muhâfazası.
Ve hüve’l-aliyyü’l-azîm: O Aliyy’dir, yüksekdir. Beşerin tefekküründen, tevehhümünden, taakkulünden.. O Azîm’dir, büyükdür. Büyüklüğü cismen, zerrât i’tibâriyle değildir.. Ma’nendir..
21 Eylül 1347 Rûmî
Pazar ertesi
Eyyûb Sultân
Kaynak:http://www.buyukveli.com/
Mübtedîler için Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye’nin Âdâbını Mübeyyin Bir Mektup Sûreti
Bismillâhirrahmânirrahîm
Dânâ ve âgâh olunuz ki sizin ve kâfe-i nâsın saâdet-i dîniyye ve dünyeviyyesi Mevlâ-yı Hakîkî olan Zât-ı Hak Celle ve Alâ’nın ism-i mübârekinin zikri ile evkâtını ma’mûr eylemekle hâsıl olur.
Şu kadar ki, ya bir mürşid-i kâmilden ve yâhut mürşid-i kâmilin âdâb-ı tarîkat ve şerîata bida’lar icâd etmeyen sahîhu’l-intisâb me’zunlarından ahz-ı ta’lîm etmeksizin zikr ile iştiğâl olunursa fâidesi kalîl ve belki de adîm olur. Zîrâ izinli zikr amel-i mukarrabîn, izinsiz zikr amel-i ebrârdır. “Hasenâtü’l-Ebrâr-i Seyyiâtü’l-Mukarrabîn” onun hakkında vârid olmuştur.
Sizin ara sıra zikr ile meşgul olduğunuzu fakat izin almadığınızı bildiğimden mufassalen yazıyorum. Tekrar tekrar okuyup hıfz ediniz. Zikr kelimesi Arabî’dir. Türkçe mânâsı anmak yâni hatırlamaktır. Hatırlamak ise evsâf-ı kalbiyyedendir. Lisânın onda medhali yoktur. Binaenaleyh zikr-i müteârif üç kısımdır:
(1) Yalnız zikr-i lisânî: Yani kalb beraber olmadığı halde yapılan zikirdir ki menfaati azdır. “Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline!” âyet-i kerîmesi onun hakkında vâriddir.
(2) Yalnız zikr-i kalbîdir ki lisânın ânda haz ve medhali yoktur. İşte bizim tarîkat-ı Nakşibendiyye’ye mahsûs zikir budur. “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.”“Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzûra kavuşur.” “Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafllerden olma,” ve amsâli âyât-ı kerîme ve hesapsız ehâdîs-i şerîfe ve âsâr-ı sâlihîn ile sâbit olmuştur.
(3) Zikr-i lisânî maa’l-kalb olan zikirdir. Ekâbîr ve eâzım-ı ehlü’llâh derecât-ı âliyeye vusullerinden sonra ancak bu nev’ zikir ile meşgul olabilirler.
Bizim büyüklerimizin zikr-i kalbîsi en evvel Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem)’in hicret gecesinde Gâr-ı Sevr’de Ebûbekir es-Sıddîk (radıyallahu anh)’a sûret-i hafiyyede diz üstünde oturtarak gözlerini kapamasını emr ile ta’lîm buyurdukları zikirdir.
Ve bu Tarîkat-ı Aliyye’de ma’mûl bih olan râbıta-i şerîfe; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla berâber olun “Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na yalvaranlarla berâber sen de sabret! Dünya hayâtının güzelliklerini isteyerek gözlerinio kimselerden ayırm! Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma!” âyât-ı kerîme ve “Zikru’l- evliyâi yünezzilu’r-rahmete.” hadîs-i şerîfi ve sâir âyât ve ehâdîs ile sâbit olmuştur.
Ve belki Mâverâunnehir ve Buhârâ’da on iki asırlık eâzım-ı ulemâ-yı Hanefiyye’nin sülûkları ve teslîkleri sırasında ma’mûl bihleri olmuştur. Her gün vird ederek sabah veyâhud akşam namazından sonra veyâhud münâsib gördüğünüz vakitte abdestli temiz bir yerde mümkün mertebe hâli olarak oturursunuz. Kıbleye müteveccih kemâl-i edeble gözlerinizi kaparsınız. Lisan ile dahî yirmi beş kere “Estağfirullâh” dersiniz ve her keresinde mânâsını berâber olarak söylersiniz.
Sonra bir Fâtiha üç İhlas Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem) ile Şeyh Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend’e ve Gavs-ı A’zam Abdulkâdir Geylânî’ye (kaddesallâhu teâlâ sırrahumâya) ihdâ eder ve kalben onların rûhâniyyetinden istimdâd edersiniz ki: Beni de tarîkatınızın mürîdânından mahsûbîn ve mensûbîninden add ediniz!
İhlâs-ı Şerîfe ilâve etmeksizin yalnız bir Fâtiha daha Fahr-i Âlem Aleyhisselâtü ve Vesselâm ile İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Şeyh Ahmed Fâruk-i Sirhindî’ye ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eyler onların dahî rûhâniyyetinden kendilerinin mürîdân ve mahsûbîn ve mensûbîni add etmelerini ricâ edersiniz.
İhlâs berâber olmayarak bir Fâtihâ daha okursunuz misl-i sevâbını Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem) ile Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eder bâtınlarından istifâde eylersiniz.
Bir Fâtiha daha Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem) ile Seyyid Muhammed Sâlih ve Seyyid Fehim (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eder bâtınlarından istifâde edersiniz.
Ondan sonra muhtasar olarak tezekkür-i mevt yâni kendinizi bi’l- fil meyyit ve teneşir tahtası üzerinde kefene sarılmış tabuta konuşmuş ve mezarda defn edilmiş olarak hayâlinizden geçirirsiniz. Mezarda olduğunuz halde mürşidi ve pîri vesîlesiyle ve Allâhu Teâla ile arasında vâsıtası olan zâtın karşısında kendinizi farz ederek nâsiye-i aliyyesine yani iki kaşı arasına bakar gibi olusunuz. Kemâl-i azm ve muhabbet ile “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelme- kten sakının, O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve O’nun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.”âyet-i kerîmesine imtisâlen onun sîmâ-yı aliyyesini hazâin-i hayâlinizde veyâhud kalbinizde hayal tarîkiyle durdurursunuz. Buna “râbıta” derler.
Müteaddid âyât-i kerîme ve ehâdîs-i şerîfe ve âsâr-ı selef-i sâlihîn ile müsbettir. Turuk-ı aliyyenin kâfesinde ve bâ husus tarîkat-i Aliyye-i Nakşıbendiyye’de mühim bir rükn-i salâhtadır. Bunun ekalli bir rub’ saattir. Daha az olursa te’sîri daha az olur.
Mukarrerdir ki râbıtasız zikir muvassıl değildir, zikirsiz râbıta muvassıldır. Râbıta her emrde pîşvâdır. Husûsiyle zikirde mümid ve muâvindir. Halvethâne-i hâs-ı ilâhî olan kalbi telvîsât-ı nefsâniyye ve telbîsât-ı şeytâniyyeden tathîr eder. Sultân mesâbesinde olan zikrin vurûduna isti’dâd hâsıl olsun için iltizâm edilmiştir.
Râbıta üç kısımdır:
(1) Birisi, pîrin sûretini hazâin-i hayâlinde tasavvur etmektir. Bu kısım zikrin ibtidâsında lâzımdır.
(2) Pîrin sûretini kalbinde tasavvur etmek. Bu kısım zikr esnâsında bilâ ihtiyâr zuhûrunda kalbinde durdurarak zikr etmektir.
(3) Pîrin kıyâfet ve hey’etinde kendisini görmek ve tasavvur etmek. Keennehû aynen pîrdir, kendisi değildir. Bu kısım ibâdete mahsustur. Meselâ hâfızasından Kur’an-ı Kerîm istimâ’ ederken gözlerini kapar ve kendini pîrin kıyâfetinden farz edip dinler: Keennehû pîrdir o değildir. Kezâ Kur’ân-ı Kerîm Delâilu’l-Hayrât okurken ders ve vaaz dinlerken namaz kılarken kendisini mürşidin kıyâfeti ve hey’etinde farz edip kıyâm, kuud ve kıraati yapan keennehû kendisi değil pîridir. Şu yolda namaz ve zikir ve ibâdetin halâvet ve lezzeti başka şeydir. Keennehû huzûr-ı ilâhîye o huzûra lâyık bir vâsıta ile girilir. “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve O’nun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz,” âyet-i kerîmesine imtisâl edilir. Râbıtânın hâricî başka bir kısmı vardır. Ale’d-devâm kendinizi pîr ile berâber bulundurmuş olursunuz. Bu, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla berâber olun,” âyet-i kerîmesinin muktezâ-yı münîfini îfâ demektir. Bu yolda amel eden sâlik çabuk terakkî eder ve medâric-i kurb-i ilâhîye vâsıl olur. Buna râbıta-i telbisiyye dahî derler. Şimdi mürid râbıta-i telbisiyye ile mütelebbis ol- duğu halde kalbine müteveccih olur. Kalb ise sol memenin altında iki parmak aşağı üçüncü parmağın yerinde bir parça ete taalluk etmiş bir kuvve-i nûrâniyyedir. O parça et âdetâ yumurtaya müşâbihtir. Sivri başı sol kaburganın altına gelen başı içeriye doğru girmiştir. Buna “kalb-i sanûberî” derler. Kuvve-i nûrâniyyeye kalb-i hakîkî derler. Kalb-i sanûberî, kalb-i hakîkîye hücre ve yuva gibidir.
Zâkir vücûdunu eziyet ve cefâya ve ağrıya bırakmamak sûretiyle kemâl-i edeble namazda oturur gibi oturur. Ve başını ve vücûdunu azı- cık kalbe meylettirir. Gözlerini yumar yani kapar. Zîrâ göz kalbe delil ve kılavuz demektir. Göz ne ile meşgul olur ise kalb dahî onunla meşgul olur. Binâenaleyh havâss-ı zâhiriyyesi muattal olmak lazımdır.
Vücûdunun hiçbir uzvu ihtiyârıyla hareket etmeyecektir. Dudaklarını birbirine yapıştırır dudağını damağına ilsâk eder. Kelime-i Celâle-i Allah’ı hayâ tarîkiyle ol kuvve-i nûrâniyye üzerinde icrâ eder. Yani lisân-ı hayâl ile kemâl-i zevk, kemâl-i şevk, kemâl-i hürmet, kemâl-i tevkîr ve kemâl-i ta’zîm ile mânâsını “Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çif çif hayvanlar vâr etmiştir. Bu sûretle, çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir,” âyet-i celîlesine tevfîkan hiçbir şeye müşâbih olmayan ve hiçbir şeyin ona müşâbih ol- madığı bir Zât’ın ismini, ism-i celîl bulunan Allah, Allah, Allah diye söyler. Berâber hiçbir sıfatı tasavvur etmez. Hattâ hâzır ve nâzır diye tasavvur etmez. Tesbihini alıp sağ elin baş parmaklarıyla Allah, Allah, Allah diyerek tesbih tanelerini atar. Kalbe bir hâtıranın hutûruna meydan vermemek sûretiyle kendisine kolay gördüğü takdirde kemâl-i sür’atle veyâhud yavaş yavaş zikr eder. Zikir her halde kalbin havâlisinde olmak gerektir.
Zikrin vird-i yevmiyesinin ekalli beş bin olmalıdır. Fakat bu kadarı azdır. Ramazân-ı Şerif’e mahsus olmak üzere on beş bin, Ramazan hâricinde işin olduğu takdirde yedi bin, olmadığı takdirde yine onbeş bin olması evlâ ve ahrâdır. Zikrin bundan ziyâde takrîri imkân hâricidir. Kesret-i zikr ile zikrin keyfyeti ma’lûm olur.
Fârisî’de demişlerdir: “hub kerden ez pür kerdenest.” Yâni zikri iyi ve güzel yapmak çok yapmak ile olur.
Yine Fârisî’de denilmiştir: zikr gu zikr tâ turâ cânest pâki-yi dil zi-zikr-i rahmanest. Yâni can bedende iken zikret. Zîrâ kalbin temizliği zikir ile olur.
Yine Fârisî’de denilmiştir: Herçi cüz-i zikr-i hudâ-yı ahsenest ger şeker horden buved can kendenest. Yâni zikr-i Hakk’tan gayrı her ne olursa olsun can çıkarmaktır.
Bi- hasebi’l-hakîka zikir ile kalb tâhir olur. Zikir ile muhabbet-i ilâhiyye hâsıl olur. Zikir ile ibâdetin lezzeti duyulur. Zikir ile akîde-i İslâmiyye kuvvetlenir. Zikir ile namaza zevk ve şevk ile girilir. Zikir ile ahkâm-ı şer’iyye yesr ve suhûletle icrâ olunur. Zikr ile taklîdîlikten vicdânîliğe terakkî edilir. “Vezkurullâhe kesîra” bu hâle işârettir. Bes konem bes zirekânrâ in besest bangi du kerdem eger der deh kesest. Bunu dahî bilmek gerektir ki: Tarîkat-ı Aliyye’ye intisâb etmek olan “tevbe” sâniyen istihâreye tevakkuf eder. Mektubun vusûlunde arzu var ise şerâitini câmi’ bir tevbe yâni: “Ya Rabbi! Hîn-i bulûğumdan bu âna kadar irtikâb ettiğim maâsîden nedâmet ettim. Pişmân oldum. Ve şimdiden sonra inşâallahu teâlâ maâsîde bulunmamaya azm u cezm ettim,” dersiniz. Tafsîl-i maâsîye hâcet yoktur. Zîrâ tarîkımızda tevbe tedrîcîdir. Def’aten değildir. Tafsîlini murûr-i eyyâma bırakmışlardır. Ondan sonra alelâde bir gusul etmek lâzımdır. Bu da iğsâl-i mesnûnedendir. Bu tarîk-i aliyyenin her hâl ve şânı sünen-i seniyye-i peygamberiyyeye ittibadır. Şeriattan hâriç ve sünnetten fazla bir şey yoktur. Guslun akabinde bir gece istihâre eylemek lâzımdır. Bu, sünnettir. “Niyyet ettim istihâreye” der gece iki rekat sünnet-i istihâre kılarsınız. Birincisinde “Kul yâ eyyühel Kâfrûn” ikincisinde “Kul hüvallâhu ehad”ı zamm-ı sûre olarak okursunuz. Ondan sonra beher gün bu tafsîl üzere zikir edersiniz. Allah Teâlâ muvafak buyursun. Orada okunan hatm-i hâcegân tamâmı tamâmına bizim tarîkatımızın âdâbına muvâfık ise siz dahî oturursunuz. Değil ise oturmaya hâcet yoktur. Şübhe ettiğiniz yâni anlayamadığınız şeyler olur ise bize yazarsınız. Cevâbını gönderirim.
Bâkî tevfîk Hak Celle ve Alâ’dandır. Duâ-yı hüsn-i hâtime dilerim, birâderim.
Zilkâde 1341 /31 Mayıs sene 1339
Arvâsîzâde Abdülhakîm
Dânâ ve âgâh olunuz ki sizin ve kâfe-i nâsın saâdet-i dîniyye ve dünyeviyyesi Mevlâ-yı Hakîkî olan Zât-ı Hak Celle ve Alâ’nın ism-i mübârekinin zikri ile evkâtını ma’mûr eylemekle hâsıl olur.
Şu kadar ki, ya bir mürşid-i kâmilden ve yâhut mürşid-i kâmilin âdâb-ı tarîkat ve şerîata bida’lar icâd etmeyen sahîhu’l-intisâb me’zunlarından ahz-ı ta’lîm etmeksizin zikr ile iştiğâl olunursa fâidesi kalîl ve belki de adîm olur. Zîrâ izinli zikr amel-i mukarrabîn, izinsiz zikr amel-i ebrârdır. “Hasenâtü’l-Ebrâr-i Seyyiâtü’l-Mukarrabîn” onun hakkında vârid olmuştur.
Sizin ara sıra zikr ile meşgul olduğunuzu fakat izin almadığınızı bildiğimden mufassalen yazıyorum. Tekrar tekrar okuyup hıfz ediniz. Zikr kelimesi Arabî’dir. Türkçe mânâsı anmak yâni hatırlamaktır. Hatırlamak ise evsâf-ı kalbiyyedendir. Lisânın onda medhali yoktur. Binaenaleyh zikr-i müteârif üç kısımdır:
(1) Yalnız zikr-i lisânî: Yani kalb beraber olmadığı halde yapılan zikirdir ki menfaati azdır. “Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline!” âyet-i kerîmesi onun hakkında vâriddir.
(2) Yalnız zikr-i kalbîdir ki lisânın ânda haz ve medhali yoktur. İşte bizim tarîkat-ı Nakşibendiyye’ye mahsûs zikir budur. “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.”“Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzûra kavuşur.” “Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafllerden olma,” ve amsâli âyât-ı kerîme ve hesapsız ehâdîs-i şerîfe ve âsâr-ı sâlihîn ile sâbit olmuştur.
(3) Zikr-i lisânî maa’l-kalb olan zikirdir. Ekâbîr ve eâzım-ı ehlü’llâh derecât-ı âliyeye vusullerinden sonra ancak bu nev’ zikir ile meşgul olabilirler.
Bizim büyüklerimizin zikr-i kalbîsi en evvel Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem)’in hicret gecesinde Gâr-ı Sevr’de Ebûbekir es-Sıddîk (radıyallahu anh)’a sûret-i hafiyyede diz üstünde oturtarak gözlerini kapamasını emr ile ta’lîm buyurdukları zikirdir.
Ve bu Tarîkat-ı Aliyye’de ma’mûl bih olan râbıta-i şerîfe; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla berâber olun “Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na yalvaranlarla berâber sen de sabret! Dünya hayâtının güzelliklerini isteyerek gözlerinio kimselerden ayırm! Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma!” âyât-ı kerîme ve “Zikru’l- evliyâi yünezzilu’r-rahmete.” hadîs-i şerîfi ve sâir âyât ve ehâdîs ile sâbit olmuştur.
Ve belki Mâverâunnehir ve Buhârâ’da on iki asırlık eâzım-ı ulemâ-yı Hanefiyye’nin sülûkları ve teslîkleri sırasında ma’mûl bihleri olmuştur. Her gün vird ederek sabah veyâhud akşam namazından sonra veyâhud münâsib gördüğünüz vakitte abdestli temiz bir yerde mümkün mertebe hâli olarak oturursunuz. Kıbleye müteveccih kemâl-i edeble gözlerinizi kaparsınız. Lisan ile dahî yirmi beş kere “Estağfirullâh” dersiniz ve her keresinde mânâsını berâber olarak söylersiniz.
Sonra bir Fâtiha üç İhlas Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem) ile Şeyh Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend’e ve Gavs-ı A’zam Abdulkâdir Geylânî’ye (kaddesallâhu teâlâ sırrahumâya) ihdâ eder ve kalben onların rûhâniyyetinden istimdâd edersiniz ki: Beni de tarîkatınızın mürîdânından mahsûbîn ve mensûbîninden add ediniz!
İhlâs-ı Şerîfe ilâve etmeksizin yalnız bir Fâtiha daha Fahr-i Âlem Aleyhisselâtü ve Vesselâm ile İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Şeyh Ahmed Fâruk-i Sirhindî’ye ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eyler onların dahî rûhâniyyetinden kendilerinin mürîdân ve mahsûbîn ve mensûbîni add etmelerini ricâ edersiniz.
İhlâs berâber olmayarak bir Fâtihâ daha okursunuz misl-i sevâbını Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem) ile Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eder bâtınlarından istifâde eylersiniz.
Bir Fâtiha daha Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem) ile Seyyid Muhammed Sâlih ve Seyyid Fehim (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eder bâtınlarından istifâde edersiniz.
Ondan sonra muhtasar olarak tezekkür-i mevt yâni kendinizi bi’l- fil meyyit ve teneşir tahtası üzerinde kefene sarılmış tabuta konuşmuş ve mezarda defn edilmiş olarak hayâlinizden geçirirsiniz. Mezarda olduğunuz halde mürşidi ve pîri vesîlesiyle ve Allâhu Teâla ile arasında vâsıtası olan zâtın karşısında kendinizi farz ederek nâsiye-i aliyyesine yani iki kaşı arasına bakar gibi olusunuz. Kemâl-i azm ve muhabbet ile “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelme- kten sakının, O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve O’nun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.”âyet-i kerîmesine imtisâlen onun sîmâ-yı aliyyesini hazâin-i hayâlinizde veyâhud kalbinizde hayal tarîkiyle durdurursunuz. Buna “râbıta” derler.
Müteaddid âyât-i kerîme ve ehâdîs-i şerîfe ve âsâr-ı selef-i sâlihîn ile müsbettir. Turuk-ı aliyyenin kâfesinde ve bâ husus tarîkat-i Aliyye-i Nakşıbendiyye’de mühim bir rükn-i salâhtadır. Bunun ekalli bir rub’ saattir. Daha az olursa te’sîri daha az olur.
Mukarrerdir ki râbıtasız zikir muvassıl değildir, zikirsiz râbıta muvassıldır. Râbıta her emrde pîşvâdır. Husûsiyle zikirde mümid ve muâvindir. Halvethâne-i hâs-ı ilâhî olan kalbi telvîsât-ı nefsâniyye ve telbîsât-ı şeytâniyyeden tathîr eder. Sultân mesâbesinde olan zikrin vurûduna isti’dâd hâsıl olsun için iltizâm edilmiştir.
Râbıta üç kısımdır:
(1) Birisi, pîrin sûretini hazâin-i hayâlinde tasavvur etmektir. Bu kısım zikrin ibtidâsında lâzımdır.
(2) Pîrin sûretini kalbinde tasavvur etmek. Bu kısım zikr esnâsında bilâ ihtiyâr zuhûrunda kalbinde durdurarak zikr etmektir.
(3) Pîrin kıyâfet ve hey’etinde kendisini görmek ve tasavvur etmek. Keennehû aynen pîrdir, kendisi değildir. Bu kısım ibâdete mahsustur. Meselâ hâfızasından Kur’an-ı Kerîm istimâ’ ederken gözlerini kapar ve kendini pîrin kıyâfetinden farz edip dinler: Keennehû pîrdir o değildir. Kezâ Kur’ân-ı Kerîm Delâilu’l-Hayrât okurken ders ve vaaz dinlerken namaz kılarken kendisini mürşidin kıyâfeti ve hey’etinde farz edip kıyâm, kuud ve kıraati yapan keennehû kendisi değil pîridir. Şu yolda namaz ve zikir ve ibâdetin halâvet ve lezzeti başka şeydir. Keennehû huzûr-ı ilâhîye o huzûra lâyık bir vâsıta ile girilir. “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve O’nun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz,” âyet-i kerîmesine imtisâl edilir. Râbıtânın hâricî başka bir kısmı vardır. Ale’d-devâm kendinizi pîr ile berâber bulundurmuş olursunuz. Bu, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla berâber olun,” âyet-i kerîmesinin muktezâ-yı münîfini îfâ demektir. Bu yolda amel eden sâlik çabuk terakkî eder ve medâric-i kurb-i ilâhîye vâsıl olur. Buna râbıta-i telbisiyye dahî derler. Şimdi mürid râbıta-i telbisiyye ile mütelebbis ol- duğu halde kalbine müteveccih olur. Kalb ise sol memenin altında iki parmak aşağı üçüncü parmağın yerinde bir parça ete taalluk etmiş bir kuvve-i nûrâniyyedir. O parça et âdetâ yumurtaya müşâbihtir. Sivri başı sol kaburganın altına gelen başı içeriye doğru girmiştir. Buna “kalb-i sanûberî” derler. Kuvve-i nûrâniyyeye kalb-i hakîkî derler. Kalb-i sanûberî, kalb-i hakîkîye hücre ve yuva gibidir.
Zâkir vücûdunu eziyet ve cefâya ve ağrıya bırakmamak sûretiyle kemâl-i edeble namazda oturur gibi oturur. Ve başını ve vücûdunu azı- cık kalbe meylettirir. Gözlerini yumar yani kapar. Zîrâ göz kalbe delil ve kılavuz demektir. Göz ne ile meşgul olur ise kalb dahî onunla meşgul olur. Binâenaleyh havâss-ı zâhiriyyesi muattal olmak lazımdır.
Vücûdunun hiçbir uzvu ihtiyârıyla hareket etmeyecektir. Dudaklarını birbirine yapıştırır dudağını damağına ilsâk eder. Kelime-i Celâle-i Allah’ı hayâ tarîkiyle ol kuvve-i nûrâniyye üzerinde icrâ eder. Yani lisân-ı hayâl ile kemâl-i zevk, kemâl-i şevk, kemâl-i hürmet, kemâl-i tevkîr ve kemâl-i ta’zîm ile mânâsını “Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çif çif hayvanlar vâr etmiştir. Bu sûretle, çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir,” âyet-i celîlesine tevfîkan hiçbir şeye müşâbih olmayan ve hiçbir şeyin ona müşâbih ol- madığı bir Zât’ın ismini, ism-i celîl bulunan Allah, Allah, Allah diye söyler. Berâber hiçbir sıfatı tasavvur etmez. Hattâ hâzır ve nâzır diye tasavvur etmez. Tesbihini alıp sağ elin baş parmaklarıyla Allah, Allah, Allah diyerek tesbih tanelerini atar. Kalbe bir hâtıranın hutûruna meydan vermemek sûretiyle kendisine kolay gördüğü takdirde kemâl-i sür’atle veyâhud yavaş yavaş zikr eder. Zikir her halde kalbin havâlisinde olmak gerektir.
Zikrin vird-i yevmiyesinin ekalli beş bin olmalıdır. Fakat bu kadarı azdır. Ramazân-ı Şerif’e mahsus olmak üzere on beş bin, Ramazan hâricinde işin olduğu takdirde yedi bin, olmadığı takdirde yine onbeş bin olması evlâ ve ahrâdır. Zikrin bundan ziyâde takrîri imkân hâricidir. Kesret-i zikr ile zikrin keyfyeti ma’lûm olur.
Fârisî’de demişlerdir: “hub kerden ez pür kerdenest.” Yâni zikri iyi ve güzel yapmak çok yapmak ile olur.
Yine Fârisî’de denilmiştir: zikr gu zikr tâ turâ cânest pâki-yi dil zi-zikr-i rahmanest. Yâni can bedende iken zikret. Zîrâ kalbin temizliği zikir ile olur.
Yine Fârisî’de denilmiştir: Herçi cüz-i zikr-i hudâ-yı ahsenest ger şeker horden buved can kendenest. Yâni zikr-i Hakk’tan gayrı her ne olursa olsun can çıkarmaktır.
Bi- hasebi’l-hakîka zikir ile kalb tâhir olur. Zikir ile muhabbet-i ilâhiyye hâsıl olur. Zikir ile ibâdetin lezzeti duyulur. Zikir ile akîde-i İslâmiyye kuvvetlenir. Zikir ile namaza zevk ve şevk ile girilir. Zikir ile ahkâm-ı şer’iyye yesr ve suhûletle icrâ olunur. Zikr ile taklîdîlikten vicdânîliğe terakkî edilir. “Vezkurullâhe kesîra” bu hâle işârettir. Bes konem bes zirekânrâ in besest bangi du kerdem eger der deh kesest. Bunu dahî bilmek gerektir ki: Tarîkat-ı Aliyye’ye intisâb etmek olan “tevbe” sâniyen istihâreye tevakkuf eder. Mektubun vusûlunde arzu var ise şerâitini câmi’ bir tevbe yâni: “Ya Rabbi! Hîn-i bulûğumdan bu âna kadar irtikâb ettiğim maâsîden nedâmet ettim. Pişmân oldum. Ve şimdiden sonra inşâallahu teâlâ maâsîde bulunmamaya azm u cezm ettim,” dersiniz. Tafsîl-i maâsîye hâcet yoktur. Zîrâ tarîkımızda tevbe tedrîcîdir. Def’aten değildir. Tafsîlini murûr-i eyyâma bırakmışlardır. Ondan sonra alelâde bir gusul etmek lâzımdır. Bu da iğsâl-i mesnûnedendir. Bu tarîk-i aliyyenin her hâl ve şânı sünen-i seniyye-i peygamberiyyeye ittibadır. Şeriattan hâriç ve sünnetten fazla bir şey yoktur. Guslun akabinde bir gece istihâre eylemek lâzımdır. Bu, sünnettir. “Niyyet ettim istihâreye” der gece iki rekat sünnet-i istihâre kılarsınız. Birincisinde “Kul yâ eyyühel Kâfrûn” ikincisinde “Kul hüvallâhu ehad”ı zamm-ı sûre olarak okursunuz. Ondan sonra beher gün bu tafsîl üzere zikir edersiniz. Allah Teâlâ muvafak buyursun. Orada okunan hatm-i hâcegân tamâmı tamâmına bizim tarîkatımızın âdâbına muvâfık ise siz dahî oturursunuz. Değil ise oturmaya hâcet yoktur. Şübhe ettiğiniz yâni anlayamadığınız şeyler olur ise bize yazarsınız. Cevâbını gönderirim.
Bâkî tevfîk Hak Celle ve Alâ’dandır. Duâ-yı hüsn-i hâtime dilerim, birâderim.
Zilkâde 1341 /31 Mayıs sene 1339
Arvâsîzâde Abdülhakîm
Silsile-i Aliyye
(Silsile-i Aliyye)
SİLSİLEY-İ ALİYYE
DUVARLARIMIZDA ASILI OLAN SİLSİLE EFENDİ HAZRETLERİ TARAFINDAN TANZİM EDİLMİŞTİR.
Şöyle ki: Ortadakiler ceddim Abdülhakim Arvasi hazretlerinin peygamber alehisselama kadar olan babalarının isimleridir. Etrafında ise 33 silsile mensubunun isimleri vardır. Büyük dedem, seyyid Abdullah Şemdini ve Seyyid Muhammed Salihi halkaya dahil etmemiş, yan kol olarak yazdırmıştır. Hilafet verdiği Seyyid Fehim Arvasinin oğlu Seyyid Muhammed Sıddık efendiyi de kendi sağlında vefat ettiği için dahil etmemiştir. Bu levha büyük dedemin emri ile hattat Safi efendi tarafından yazılmış ve Hüsnü efendi tarafından tezhib edilmiştir. aslı yani orjinali terzi Habil abinin kardeşi terzi Ahmet abinin evindedir.
(Seyyid Taha Üçışık)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)