Kıymetsiz yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıymetsiz yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-L

 – L –

● Öğünülecek [kıymetli] elbisenin kullanılması, tâm fenâ ile müşerref olmuş sâlikde, bâtının ameline mâni’ değildir. Fekat, devâmlı huzûra kavuşmamış olan sâlikde, mâni’ olabilir. Fekat, mutlaka mâni’ olur demek mümkin değildir. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” elbisesi, çok çeşidli idi. Güzel (süslü) elbise dahî giyer idi. Ve yünden elbise dahî kullanır idi. Giyimde zorlama, âdet-i şerîfleri değil idi. Hâzır olanı kabûl buyururdu. 5/51.


● Âl-i İmrân sûresinin 186.ci âyeti (Le tüble vünne fî........) ile başlıyor. (Burada, siz imtihân edilirsiniz. Emvâliniz [mallar] noksan olur ve nefsleriniz [canlarınız] gider. Ve kendilerine sizlerden evvel kitâb gelenlerden ve müşriklerden, çok eziyyet verici sözler işitirsiniz. Sabr ederseniz ve kendinizi harâmdan korursanız, muhakkak biliniz ki bu ikisi, îmânın alâmetidir) buyuruyor. 5/42. [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Dünyevî ni’metlerin ve lezzetlerin ilâcı, ahkâm-ı islâmiyyenin yerine getirilmesine ve ilâhî emr ve yasaklara tâbi’ olmağa bağlıdır. 4/49. [Hak Sözün Vesîkaları: 327.]


● Kavuşma lezzeti [Allahü teâlâya], Cennet ni’metlerinin lezzetlerinden dahâ çokdur. Ve kavuşmamanın elemleri, Cehennem azâbından dahâ şiddetlidir. 4/211.


● Dilin sâlih olması, din ve dünyânın islâhını ihtivâ etmekdedir. [Dili islâh olmuş ise, din ve dünyâsı islâh olur.] 6/67.


● Âlem-i emr latîfelerinin başlangıcı kalbdendir. Ve kalbin üstü rûh, rûhun üstü sır, sırrın üstü hafî, hafînin üstü ahfâdır. Kalb, âlem-i halk ile âlem-i emr arasında geçiddir. 6/5.


● Beş latîfenin her biri âlemdir ki, âlem-i halkdan kat kat fazladırlar. Sâlik bu beş latîfeyi geçip, fenâ ile hakîkatlenir [fenâya kavuşur]. Sonra ilâhî kemâlâta başlar ki, bekâ makâmıdır. 5/134.


● Âlem-i emr latîfelerinin zuhûr mahalli, Arşın üstüdür ki, mekânsızlık ile sıfatlanmışdır. Âlem-i emrin mekânsız olması, âlem-i halka nisbetledir. Bîçûn-i hakîkî cellet azemetühûya [Allahü teâlâya] nisbet ile nasıl olduğu bilinir. [Çün’dür.] 5/126.


● Âlem-i halk latîfeleri, âlem-i emrin latîfelerinin asllarıdır. 6/4.


● Âlem-i emrin beş latîfesi yükselerek, asllarına ki, Arşın üstündedir, katılır [kavuşur]lar. Ve o makâmdan Allahü teâlânın sıfat ve ismlerinin zılleri ki, onların aslıdır, yükselirler ki, vilâyet-i sugrâ ile ta’bîr ederler. Evliyânın vilâyetidir. Ve oradan ism ve sıfatların asllarının dâiresi ki, vilâyet-i kübrâya bağlanır. Ve vilâyet-i Enbiyâdır. Oraya kavuşur ki, yükselmenin nihâyetidir. Bunun dahâ yukarısına âlem-i emr için yükselmek yokdur. Nefs-i mutmainne ve toprak unsuru için vardır. 6/128.


● Sır, hafî ve ahfâ latîfesinin makâmı, göğsün ortasıdır. 5/113. [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Âlem-i emr latîfelerinin yakınlığı, aslından ve yaratılışındandır. [Hılkât ve cibilliyetinden.] Âlem-i halkın latîfelerinin yakınlığı ise, olgunluk kazandıkdan sonradır. 6/225.


● Âlem-i emr latîfeleri, kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâdır ki, bunlar insan denilen küçük âlemin parçalarıdır. Onların aslı âlem-i kebîrdedir. O beşlinin hâllerinin açığa çıkması, arşın üzerindedir ki, mekânsızlık ile vasflanmışdır. 6/73.


● Letâif-i sitte dahî anâsır-ı erbe’a gibi [Altı latîfe dahî, dört unsur gibi] başka başka hakîkatin sâhibidir. 4/224.


● Latîfelerin her birinden Allahü teâlâya kavuşduran yol vardır. 6/5.


● Âlem-i emrin beş latîfesinin fenâları, herbirinin aslına kavuşarak, onda yok olmasına bağlıdır. 5/84.


● On latîfenin herbiri ile muâmele [iş] başkadır. Her birinin vilâyeti, seyr ve sülûkü başkadır. Rûh ile nefs birdir [aynı şeydir diyenler], işin hakîkatini anlıyamamışlardır [bilmiyorlar]. 5/137.


● Âlem-i emrin beş latîfesi, küçük âlem olan insanın parçalarıdır. Onların aslları, âlem-i kebîrdedir ki, insandan gayri olan yüksek ve alçak şeylerdir Ve o aslların açığa çıkması, Arşın üstündedir ki, mekânsızlıkdan hisse almışdır. O latîfelere, bu mülevves [çirkin] bedene aşk ve bağlanma vermişlerdir. [Latîfeler bedene bağlanmış]. Bu sebebden o nûrânî latîfeleri, bu zulmânî şekl ve sûret ile husûsî bir alâka ile bağlamışlardır [bir yapmışlar, toplamışlardır]. Aynı şeklde o latîfelerden herbirinin insanın cesedinde mu’ayyen bir mekânı ve başka bir yuvası vardır. Ve en yüksek makâmdan en aşağı makâma [yere] inmişdir. Latîfelerin yükselmesi, bedenden uçmaları ve bedeni boşaltmaları hâllerin en şereflilerindendir. Ve cesedin fenâsı ile ta’bîr olunmuşdur. [Buna cesedin fenâsı denir.] 5/60.


● Latîfelerin kendi asllarından yükselmeleri [ayrılmaları] vilâyetin şartıdır. 6/128.


● Âlem-i emrin beş latîfesi komşu gibidir. Onların ba’zıları ba’zılarından dahâ latîfdir. Hangisi dahâ latîf ise, âlem-i gayba dahâ yakın, dahâ önce feyz almakdadır. Bu latîfelerden birine bir ihsân geldikde, ona yakın olan gıbta edip, şevk ile ağlamağa başlar. Kalbin ağlaması, rûhun bulmasına [kavuşmasına] delîldir. 6/221.


● Âlem-i emrin beş latîfesinin herbirinin vilâyeti başkadır. 4/224.


● Âlem-i emr latîfelerinin, vilâyet kemâlâtı ile ve âlem-i halkın latîfelerinin ise nübüvvet kemâlâtı ile münâsebeti vardır. 4/213.


● Unsurların latîfelerinin hakîkî tasfiyesi, yüksek vilâyetdedir. [Vilâyet-i ulyâdadır]. Evvelki vilâyetlerdeki tasfiyeleri, tasfiyenin sûretidir. 6/128.


● Âlem-i halk latîfeleri ve onların asllarında seyr, âlem-i emrin seyrinden sonradır. 6/4.


● Âlem-i halk latîfeleri de, âlem-i emr latîfeleri gibi yükselir ki, yüzü hakka karşıdır ve bir tezellüldür ki, yüzü halka karşıdır. Tam iniş on latîfenin inmesine bağlıdır. 6/150.


● Kalb latîfesinin aslı, fi’ller makâmıdır. Rûh latîfesinin aslı, sıfatın zılleridir. 5/84.


● Kalb latîfesinin nasîbi, fi’ller mertebesidir. Rûh latîfesinin nasîbi, sıfatlar mertebesidir. Sır latîfesinin nasîbi, şü’ûnât mertebesi, hafî latîfesinin nasîbi, tenzîh ve takdîs mertebesidir. Cehl ve hayret mertebesi, ahfânın nasîbidir. 6/73.


● Sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin şirkine, islâmda i’tibâr edilmemişdir. 6/4.


● Sır latîfesinin aslı, zâtın şü’ûnâtıdır. 4/213.


● Ahfâ latîfesinin vilâyeti, diğer vilâyetlerin üstüdür. Ve bu latîfenin, kâinâtın serveri ve mevcûdâtın mefhari aleyhi ve alâ âlihissalevât vet-teslîmât vel berekât ile husûsî bir durumu [ayrı bir husûsiyyeti] vardır. 6/232.


● Ahfâ latîfesinin, toprak latîfesi ile; hafî latîfesinin nâr [enerji] ile; sır latîfesinin, hava ile; rûh latîfesinin su ile; ve kalbin nefs ile münâsebetleri vardır. 4/213.


● Nefs latîfesi, âlem-i emr latîfesi gibi, vilâyet-i kübrâda, fenâ ve bekâ ile şereflenip ve itmînânın kemâline ulaşır. Âlem-i halkın latîfelerinin yükselmesi, vilâyet-i ulyâya uygundur. Toprak latîfesinin kemâli, nübüvvet kemâlâtına bağlıdır. 5/97.


● Allah lafza-i celîlesi, müsamma olan [delâlet etdiği] Allahü teâlâya kavuşulamıyacağına işâret ediyor. Lam-ı ta’rîf ilâhe kelimesinin lamında idgâm edilerek [gizleyerek] gizlenmiş, yalnız lâmi ilâhe bâkî kalmışdır ki, ma’rifeti o hazrete ulaşdıkda, fânî ve yok olur, demekdir. Derin âlimler, lafza-i Celâlden hayrete düşmüşler, aslına vâsıl olamamışlardır. 4/13.


● İcmâl ve vahdet [öz ve birlik] lâfzının bîçûn mertebesinde tafsîl lâfzından dahâ münâsebeti çokdur. Zîrâ tafsilâtlanma sözünden kısmlara ayrılma, parçalanma anlaşılabilir. Ona binâ’en, o yüksek harîme [makâma] söylemek için, icmâl ve vahdet ta’bîrini seçdiler. Yoksa, Hak teâlâ bizim anlayışımızın kavradığı icmâl ve tafsîlden münezzehdir [uzakdır]. 4/67.


● Allahü teâlânın dostlarına kavuşmak, Allahü teâlâya kavuşmanın başlangıcıdır, parçasıdır. 6/79.


● Levh-i mahfûz, bütün [sayısız] mümkinleri ihtivâ etmekdedir. Ve kalem-i a’lâ [yüksek kalem] ki, mukaddes rûhdur ve umûmî akldır. Onun ba’zısının özetidir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Lehv ve la’be [oyun ve eğlenceye] kıymetli vakti sarf eylemiyeler ki, pişmânlıkdan başka hiç netîcesi yokdur. 6/187.


● Karanlık geceleri ağlamak ve istigfâr ile aydınlatalar. 5/71.


● “Kalbim üzerinde perde hâsıl oluyor. Onun için günde yetmiş kerre tevbe ediyorum.” [Estagfirullah diyorum.] Hadîs-i şerîfi. 6/121.


● Kadr gecesinin Mekkede ibâdet ile geçirilmesi, başka bir yerde yüzbin kerre bin aylık ibâdete eşiddir. 4/64.


● Gece ve gündüzde bir-iki vakti uzlete tahsîs ve o vaktde zikr ve fikr ve kusûrlarını ve hatâlarını hâtırlamak ve tevbe, istigfâr ve varlığı ve sâir kemâlâtı ve kendinden istekleri uzaklaşdırmak ganîmet sayıla. 6/126.


● Yumuşak ve kolaylaşdırıcı olan şahsa Cehennem ateşi harâmdır, hadîs-i şerîfi. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-K

 – K –

● Kabrin ni’metlerine ve azâblarına îmân eyledik. Ve nasıl olduğunu düşünmeyiz ki, onu bilmekle vazîfeli değiliz. 4/182. [Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Kabr, âhıret hayâtının evvelidir. Âhırete âid işlerin başlangıcı kabrdendir. 4/24.


● Kabrde, Cum’a gecelerinde ve günlerinde ve Ramedân ayında, kâfirlerden azâb kaldırılır. 6/207.


● “Kabrden maymûn ve hınzır [domuz] sûretinde kalkacaklar, günâhlara müdâhene edip, mâni’ olmağa güçleri yeter iken, mâni’ olmıyanlardır.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Kabrde rûhun alâkası ve bağlanması vardır. Beden his eder. Lâkin bu bağlanması hareket olacak kadar değildir. 6/217.


● Kabr, Cennet bağçelerinden bir bağçedir, hadîsinin îzâhı. 4/70.


● Kabz [sıkıntı] zuhûr ederse, üzülmiyeler ki, sâliklere sülûk esnâsında zuhûr eder ve terakkîlerine sebeb olur. Kabz [sıkıntı] ve bastın [açılma] ikisi de ahvâle, hâllere dâhildir.


Güyâ bu yolun esâslarındandır. Kâbız ve bâsıt [sıkıştırıcı ve açıcı, neş’e verici] Allahü teâlânın ismlerindendir. Sâlike ba’zan bir ism tecellî eder [bir isme kavuşur], ba’zan da diğer bir ism tezâhür eder. Lâkin kabz ve bast [sıkıntı ve açılma] işi, telvîn [hâllerin değişmesi] zemânındadır. Mu’âmele [iş] temkîne ulaşınca, latîfeler dahî, telvînden, [hâllerin değişmesinden] kurtulup, kabz ve bastdan uzaklaşır, hâlin devâmlılığı ile sıfatlanır. 6/121.


● Değişik cihetlere dönmek, kendini dağınıklığa atmakdır. 4/154.


● Kader, Hak teâlânın, kendi ihtiyârımla değişik zemânlarda şöyle-böyle yapsam gerekdir demesi olup, cebr yokdur ve Hak teâlâya zemân cârî değildir. Takdîr ve halk bir anda cârîdir [cereyân etmişdir]. 4/11.


● Kader, Hak teâlânın ezelde, kul, kendi ihtiyârı ile şu fi’li işlese gerekdir diye ilm-i ilâhînin bağlanmasıdır, alâkasıdır. 5/137.


● Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlâdan gayri bütün eşyâdan efdaldir. 5/134.


● “Nemâzdaki Kur’ân, nemâz dışında okunandan hayrlıdır.” Hadîs-i şerîf. 6/93.


● Kur’ân-ı kerîm tilâveti ile yükselmek, kökden yukarı doğru çıkmak olup, yükselmesi bilinmiyen sâlik içindir. “Kur’an ehli, Allahın dostlarıdır” hadîs-i şerîfinde, Kur’an ehlinden murad, bu cemâ’at olmak mümkindir ki, islâmiyyetin ahkâmını tatbîk edip, fenâ ve bekânın hakîkatine mazhar olmuşlardır. Bu hâle kavuşmadan evvel vâki’ olan okumak, ebrârın ibâdetine dâhildir. Ve o makâmda iken olan kelimei tayyibenin tekrârı, fâideli ve yükselme sağlar. Çünki, bu mubârek kelimenin bereketi ile bâtın [kalbin ve rûhun] temizlenmesi ele geçer. Ve okumaya kâbiliyyet kazanmış oldukda, “Yalnız temiz olanlar el sürsün” meâl-i şerîfi bu ma’nâya işâretdir. 5/67. [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]


● Kur’ân-ı kerîmi okuyan [bedenen ve rûhen] Evliyâullahdır. Onlara düşmanlık eden, Allahü teâlânın düşmanıdır.


“Hadîs-i şerîf”. 5/130.


● Kur’ân-ı kerîmi hıfz ve takrîr [okuyup, ezberlemek] ve hadîs [hadîs kitâbları] tahrîri kaydında olmıyan kimse, ma’nen uyulmaya lâyık değildir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Kıyâmetin yaklaşması ve zulmetin birikmesi [çoğalması] sebebi ile, günden güne bu büyüklerin yolu [bu yüksek yol] örtülmekdedir. Ve onun nûrları gizlenmekdedir. Ve temâmen bir köşede inzivâya çekilmekden başka ilâcı yokdur. Lâkin o dahî, kendi irâdemde değildir. 4/157.


● Nübüvvet yakınlığı, âlem-i halk ile alâkalıdır. Ve vilâyet yakınlığı âlem-i emr ile alâkalıdır. 4/109.


● Kurb [yakınlık] ve visâl [kavuşma] lezzeti, Na’îm-i Cennet lezzetlerinden dahâ fazla olduğu gibi, bu’d [uzaklık] ve hırmân [mahrûmluk] azâbı, Cehennem azâbından dahâ çokdur. 4/102.


● Kurb, bu’dun [yakınlık uzaklığın] karşılığıdır. Uzaklık yok olunca, yakınlık ele geçer. Lâkin, yakınlık ve uzaklık kıyâs edilen şeylerdendir. Birşey bir şeye kıyâsla yakın, diğer şeye kıyâsla uzakdır. Yaklaşmanın kemâli kavuşmadadır. En yakınlık mertebesi, kavuşmakdan da dahâ yakındır. 6/137.


● Nâfilelerden meydâna gelen yakınlık oldur ki, kul fâ’il ola. Ve Hak celle ve a’lânın fi’line âlet ola. Farzlardan meydâna gelen yakınlık, sırf Allahü teâlânın emrine uymak olduğu için, kulun varlığı arada değildir. Hak teâlâ fâ’il olup, kul ona âlet olur. 6/137.


● Kazâya rızâ lâzımdır. 4/48.


● Kazâ ve kader mes’elesi ilâhî sırlardandır. Bu bâbda, men’ eden hadîs-i şerîfler çokdur. Ondan bahs etmek yasakdır. Bu bâbda, Ehl-i sünnete uygun dürüst i’tikâd etmelidir. 5/137.


● Kazâ-i ezelî, irâdeyi ortadan kaldırmış olsa, Hak teâlâ günlük hâdiselerin yaratılmasında muhtar olmaması lâzım gelir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]


● Kazâ-i mu’allak iki kısmdır. Birinin bağlı olduğu sebebler levh-i mahfûzda gösterilmişdir. İkincisinin sebeblerini ancak Allahü teâlâ bilir. [Allahü teâlâ indindedir]. 6/206.


● Kazâ makâmının uhdesinden gelmek, ziyâde müşkildir. [Kazâyı anlamak çok zordur.] 4/135.


● Kazâ nemâzları hakkında. 5/63. [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]


● Kutb-ı irşâd ve medâr ve bunların emsâli olan lafzlar, islâmiyyetin zâhirini okuyanlarda vârid olmadı. [Onlar böyle şeyler söylemediler]. Sofiyye-i kirâmın istilâhlarından ve keşflerindendir. 5/76.


● Kutb-ı irşâd ve gavs ve kutb-ı medâr ki, her vaktde mevcûddurlar. Kutbluk ve ba’zı makâmlar kendi zemânlarına mahsûsdur. 6/24.


● Kutb-ı medâra inzivâ [gizlenmek] lâzımdır. Resûlullah zemânında kutb-ı medâr var idi. 6/105.


● Kutb-ı irşâd, kayyûm-i âlem olan zâtdır. Herkese rüşd ve îmân onun vâsıtası ile gelir. 6/140.


● Kûl e’ûzü birabbinnâs sûre-i şerîfesinin tefsîri. 4/79.


● “Ya Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Ol hicreti terk edenlere de ki, eğer sizin babalarınız ve oğullarınız ve kardeşleriniz ve zevceleriniz ve aşîretiniz ve kesb olunmuş mallarınız ve kesâdından korkduğunuz ticâretiniz ve hoşnud olduğunuz meskenleriniz, Allahü teâlâdan ve Resûlünden ve Onun yoluna cihâddan sizlere muhabbetli ise, imdi Allahü teâlânın acele [hemen] ve sonra gelecek ukûbât [büyük azâb] emrine hâzır ve muntazır olun. Allahü teâlâ itâ’atden hurûc eden kavme tevfik ve hidâyet vermez.” [Tevbe Sûresi 25.ci Âyet-i kerîme meâli] 6/92.


● Kalbin tasdîki ile hâsıl olan îmâna [islâma] mecâzî müslimânlık denir. Nefsin îmân etmesine [bağlanmasına] hakîkî müslimânlık derler. 4/64.


● Kalb evvelâ, nefsin saltanatında ve onun idâresindedir. Hak teâlânın inâyeti ile, nefsin hâkimiyyetinden kurtula.


Asl hâline dönüp, insanın kemâli [olgunluğu] olan yakınlık ve ma’rifete kavuşur. 6/175.


● Kalbin aydınlanması, nûrlanması, zikrin devâmına ve murâkabeye ve kulluk vazîfelerinin edâsına ve farz, vâcib ve sünneti edâ ile, harâm ve mekrûhlardan kaçınmağa bağlıdır. 6/51.


● Kalbin parlaması, ahkâm-ı islâmiyyeye uyması [hâllenmesi] ve Peygamberimizin sünneti ile zînetlenmesi ve Allahü teâlânın râzı olmadığı bid’atlerden ve nefsin şehvet ve zevklerine dalmakdan kaçınmağa bağlıdır. Ve zikrin ve şeyhe muhabbetin kalbe devâmlı yerleşmesine bağlıdır. 6/13.


● Kalbden hataralar def’ olunca [atılınca] beyne ulaşır. 4/55.


● Kalbin, işsiz ve mu’attal olması yokdur. [Kalb devâmlı çalışır.] Mâsivâ veyâ zât-i ilâhî ile meşgûl olacakdır. 5/113.


● Kalbin mâsivâdan tam kesilmesinin hâsıl olmasını ve bağlantılardan kurtulmasını [insan] idrâk eder ve bilir. 6/96.


● Kalbin mâsivâdan kesilmesi, her ne kadar fazla ise ni’metdir. Lâkin şu şart ile ki, farzlara ve vâciblere bir halel gelmiye ve yoksa tehlikedir, tehlikedir. 6/129.


● Kalbin gaflet ve hâtırası [dünyâya bağlılığı], zâtı ile ilgili derin bir hastalığıdır. Gaflet ve hayâldeki hâtıralar, kalbin huzûru mevcûd iken, geçici ve dış hastalığıdır. [Kalb huzûra kavuşdukdan sonra, hayâlde meydâna gelen hâtıralar ve gaflet, geçici ve dış hastalığıdır.] Zîrâ kalbden hâtıra çıkdıkdan sonra, hâtıranın geleceği yer hayâldir. 5/9.


● Kalb, isteklerini ele geçirememekden ne kadar kırılırsa,


o kadar Allahü teâlânın [kibriyânın] nûrlarının görünmesine kâbiliyyet kazanır. 4/32.


● Kalb, düşmandan kurtulunca, dostu taleb eylemeğe ihtiyâc yokdur. [Dostun muhabbeti, kendiliğinden kalbe gelir.] 6/217.


● Bir kalbde, Hak celle ve a’lânın muhabbeti, hakkın gayri ile bir arada olmaz. [Hakdan gayrilerin sevgisi ile bir arada bulunmaz.] 4/47.


● Kalb, Mevlânın nazargâhıdır. Kalbin nûrlanmasına çok çalışalar. 6/51.


● Kalb, hakîkatlerin mahallidir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Kıllet-i ta’âm makbûl değildir. 4/145, 5/51


● Gençlik kuvvetini tâ’ata sarf etmeli ve geceleri ihyâ etmeği ganîmet sayalar. Ve karanlık geceleri, zikr, fikr ve ağlama, sızlama ve kabr ve kıyâmetin düşüncesi ile nûrlandıralar. 4/98.


● Kul hakkı bulunan mevtânın rûhu, göklerin üstüne yükselemez. 4/19.


● Gül bağçemi gör de, behârımı anla. 5/5.


● Kıyâmet günü, kâfirlere ellibin senelik zemân, mü’minlere kolay olup, emr edilen nemâz mikdârı zemândır. 6/15.


● Kayyûm-i âlem olan ârif, bir asrda çok olmaz. [Birden fazla olmaz.] Belki uzun asrlardan sonra zuhûr buyurur. 6/140.


● Kayyûmiyyet ta’bîrini, imâm-ı Rabbânîden evvel hiçbir insan söylemedi. 5/76.


● Kayyûm, Hak teâlânın bu âlemde halîfe ve vekîlidir. Aktâb ve ebdâl onun gölgesindedir. Ve ayakda durmaları [varlıkda durmaları] onunladır. 6/29.


● Kâfirlerden uzaklaşmak en büyük ibâdetdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Kâfirlerle tanışıklık ve ahbablık eylemek, islâm dâiresinden çıkmakdır. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Kâfirlerle ahbablık ve yakınlık üç dürlüdür. Birincisi, kâfirlerin küfrüne râzı ve onun için yaklaşmakdır ki küfrdür. İkincisi, zâhir i’tibâriyle [görünüşde] iyi geçinmekdir, yasak değildir. Üçüncüsü, dinlerini bâtıl bilip, akrabâlık veyâ sevgi netîcesi meyl ve yardımdır ki, küfr değildir, fekat yasakdır. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Kâfirlerle, isterse az olsun, cihâd eylemiyen mü’min değildir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Kâfirler ile cihâd ve onlara sert davranmak dînin zarûrî emrlerindendir. 4/73.


● “Kâfirler ile muâşeret [berâber yaşayan, seven] ve mübâşeret edenlere [dostluk kuranlara], Allahü teâlâ la’net eder.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Kâfirler ve müşrikler delîl getirdiler ki, bizim küfrümüz ve şirkimiz Hak teâlânın isteği ve irâdesi iledir ki; böylece buyurur: “Müşrikler diyecekler ki, eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız müşrik olmazdık, kendimizden birşeyi harâm etmezdik.” [Enâm Sûresi: 148. Âyet-i kerîmesi meâli.] Hak teâlâ bunların bu özrlerini kabûl eylemez ve buyurur: “Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, dahâ önce gelmiş olanlar da, Peygamberlerine inanmadılar. Bunun için azâbımızı tatdılar. Onlara söyle ki, yanınızda kitâb ve sened gibi sağlam bilginiz var ise, onu bize gösteriniz. Fekat, siz uyduruyor, yalan söylüyorsunuz.” 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]


● “Tergîb ve terhîb” kitâbı, hadîs ilminde mu’teber kitâbdır. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● Dînî kitâbları mütâle’a etmek [okunması, öğrenilmesi] ve [okutulması, öğretilmesi] tarîkate mâni’ değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Fıkh kitâblarını okuyalar. Öğrenmeğe ve öğretmeğe ragbet edeler. Öğretmek ve öğrenmek tarîkate mâni’ değildir. Belki, sâlih niyyetler ile okumak, [rûhî] ma’nevî yakınlığı kuvvetlendirir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Çok uyuyup, çok gülmeği terk etmek lâzımdır ki, kalbi öldürürler. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Kesretden vahdete [çoklukdan birliğe] ve farkdan cem’e [ayrılıkdan topluluğa] ve cem’den [toplulukdan] cem’ul cem’e [dahâ büyük topluluğa] teveccüh edip ve zılden asla koşalar. Ve sıfatdan da sıfatlanana ilerleyeler. 6/88.


● Kerâmet, hakîkatde, şirkin inceliklerinden kurtulmak ve ma’rifete vâsıl olmak ve fenâ ve yokluk hâsıl olmasıdır. 6/2.


● Kerâmete ve keşfe tâlib olan, mâsivâya tâlibdir. Hak teâlâya yakınlığı ve ma’rifeti [tanıması] yokdur. 4/128. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● Kerâmet ve hârikalar, kalbin zikr ile cevherleşmesi [süslenmesi] ve zâtın [Allahü teâlânın zâtının] zikrinin varlığına göre aşağıdır. “sâhib-i Avârif.” 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Kirâmen kâtibîn, günâhın yazılmasında üç sâat beklerler. Tevbe edilirse yazmazlar. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Eğer ben akllı isem, kendi hâlimi gizlemeliyim. Söz kapımın kilidini muhkem vurmalıyım. Bir mâtem-zedeyi kurtarmalıyım. Söylediğim söze, mâtem tutmalıyım. 4/17.


● Eğer aşk ve aşkın gammı olmasaydı, bu kadar güzel sözleri kim söyler, kim işitirdi. 4/24.


● Kötü kimseler, o gürûhdur ki, emr-i ma’rûf ve nehyi münker eylemezler. Kötü kavm o tâifedir ki, şübheleri sebebiyle harâmları halâl kabûl ederler. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ağlamak ve âhıret korkusu, ilâhî ni’metlerdendir. Ve ilerleme sağlar. 4/18.


● Kesb, irâdeyi sarf eylemeğe derler. İşin yaratılması Hak teâlâdandır. 5/137.


● Halâl rızk kazanmak, sâlih niyyet ile olunca, zikre dâhildir. 6/88.


● Halâl rızk kazanmak mubâh ve belki sevâbdır ki, büyükler bu işi yapmışlardır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Çalışıp da Allahü teâlâya tevekkül, çalışmadan Allahü teâlâya tevekkülden hayrlıdır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Sahîh keşfler kalbe gelir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Sahîh keşf, hayâl ahkâmından değildir. Belki ilhâmî ahkâmdandır ki, geldiği yer kalbdir. Ba’zı keşfler vardır ki, onların kaynağı hayâldir. Böyle olan keşf i’timâda lâyık değildir. Zîrâ kalbin tasdîki ona eklenmemişdir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Keşf, islâmiyyete uygun olursa, i’timâda şayândır. Böyle değil ise i’timâd edilmez. 6/99.


● Keşf ve kerâmetin görülmesi, derecenin yüksekliğine alâmet değildir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Keşfler ve kerâmetler, yoldaki sâlikleredir. Sona kavuşmuş olanlar, cehl ve hayranlıkdadırlar. 5/87.


● Keşfler ve rü’yâlar, i’tibâra ve i’timâda lâyık değildir. 6/229.


● Kâ’be-i mu’azzama vâsıtadır. Secde edilen hakîkatde Zât-i teâlâdır. 4/183.


● Kâ’be, Evliyâyı ziyârete gelir. Ve dıvarları yerinden ayrılması lâzım gelmez. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Kâfirlere düşmanlık yapmak ve dostluk yapmamak ve onlara sert davranmak ve cihâd, kat’î olarak âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile sâbit olmuşdur ki, aslâ şübhe mümkin değildir. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfe uymak bize farzdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Kâfirler içinde olup, nefs ve malından korkunca, lisan ile muvalât [yakınlık] câiz ise de, terk etmek iyidir. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Kâfirlerin gâlib olması esnâsında takiyye [mudârâ, idâre etmek] halâldir. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Kâfirlerin âhiretde azâbları, uygun cezâdır.


Müstehak oldukları derecede azâb edilmekden noksan edilmez. [Tam karşılığını görürler.] Kâfirler rahmete müstehak değildir. Azâblandırma derecesinde noksan vâkı’ olmaz [İndirme yapılmaz]. 4/220.


● Dedikodu ile biryere ulaşılmaz. İş yapmak lâzımdır. 4/99.


● Küfrün yaratılması çirkin değildir. Kulun küfrü kesb eylemesi çirkindir. 6/62.


● Küfr ve günâhlar, Hak teâlânın murâdıdır [İrâde eder]. Lâkin râzı değildir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]


● Tarîkat küfrü, Hâlık ile mahlûku bir varlık görmekden ibâretdir ki, islâmın güzelliği ile küfrün kötülüğünü ayırd etmek, sâlikin nazarından kalkıp, ne zemân ki sekrden sahva gelirse, islâm-ı hakîkî ile müşerref olup, küfrden kurtulur. 6/207.


● “Herşey aslına rücû’ eder.” 6/225.


● Allahü teâlânın kelâm sıfatı geniş bir kelâmdır ki, Allahü teâlâ, ezelden-ebede o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün semâvî kitâblar ve inen suhuflar, o bir kelâm-ı basîtden bir sahîfedir. 4/67.


● Kelâmın ilm gibi söyleyici ile ittihâdı [birleşmesi] vardır ki, sâir sıfatda yokdur. 6/225.


● Kelâm-ı ilâhîde [ilâhî kelâmda] topluluk ve cüz’lere bölünmeme mevcûd iken, açıklanma dahî sâbit ve genişlik ve ayırt edilme dahî olmakdadır. Ve emr, nehyden ayırd edilmekdedir. Bununla berâber, basîtdir, deriz. Zîrâ genişlik ve mufassal olma dahî, kemâl sıfatlardandır. Bu topluluk ve genişlik idrâk etdiğimiz gibi değildir. 4/67.


● Her ne zemân evhâm hâtıra geldi, hayâline bir hayâl geldi, Allahü teâlâ, o değildir. 6/109.


● Kelime-i tevhîd, “Lâ ilâhe illallah” cümlesidir ve tevhîd, şerîkleri nef’ etmeğe bağlıdır.


Hak teâlânın vahdâniyyet ile anlaşılması için, şerîklerin nef’ edilmesi lâzımdır. Îmân, kelime-i tevhîd ile “Muhammedünresûlullah”ın birlikde tasdîkine bağlıdır. 6/16. [Cevâb Veremedi: 358, Kıyâmet ve Âhıret: 104.]


● Kelime-i tevhîdin azâbı kaldırması için, günâhları kötü görmesi lâzımdır; hadîsi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Kelime-i tevhîd, Zâtı, hâdisden [sonradan olandan, yaratılandan] ayırmak olup, altı derece ve mertebesinin beyânı. 4/47.


● Kelime-i tevhîdi herbir tekrârda çok hasenât, amel defterine yazılır. 6/7.


● Kelime-i tevhîdin ma’nâsında, âlimlerin maksadları, sofiyyenin dahî maksadlarıdır. Onlar dahî, maksadı ve ma’bûdu yok bilirler. Lâkin, mahalleri ve makâmları değişikdir. 5/77.


● Kelime-i Lâ ilâhe illallah ile, maksadları ve murâdları yok ederler ki, sadra [göğüs sahâsına] Hak sübhânehûdan başka murâd ve istek kalmıya. 4/40.


● “İnsanlarla aklları mikdârı konuşunuz.” Hadîs-i şerîf. 5/59. [Kıyâmet ve Âhıret: 97, Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Sûrî ve ma’nevî kemâlât [olgunluk], islâmiyyet dâiresinde yerleşdirilmişdir. Ve Hâtem-ül Enbiyâya tâbi’ olmağa bağlıdır. 4/130.


● Sûrî ve ma’nevî kemâlâtın hepsi, Peygamberimizden, fâidelenerek alınmışdır. Bizlere ahkâm ve beden ile alâkalı amellerin gelmesi, ulemâ-i kirâmın rivâyeti ile, esrâr ve bâtınî mu’âmelâtın gelmesi, Evliyâ-i kirâmın rivâyeti ile vâki’ olmuşdur. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Parça için bulunan olgunluk, kül için [temâmı için] dahî sâbitdir. Lâkin bil aks değildir. 4/24.


● Peygamberlerin kemâlâtına başlıyan ârif, islâmiyyetin sûretinden, islâmiyyetin hakîkatine yükselir. Bu makâmda yükselmek, amellerin hakîkatine bağlıdır.


Bu makâmdan yükseldikden sonra, bir iş zuhûr eder ki, a’zâlar ve kalb ile olan amellerin, onda te’sîri yokdur. Ve sûret ve hakîkat geride kalır. Burada yükselmek, sırf, Allahü teâlânın fadlına ve ihsânına bağlıdır. 4/205.


● Nübüvvet kemâlâtının ele geçdiğine alâmet, ahkâm-ı islâmiyyenin, nefsin arzûlarına uygun olmasıdır. 5/3.


● Vilâyet kemâlâtı, islâmiyyetin sûretinin netîcesi, nübüvvet kemâlâtı, islâmiyyetin hakîkatinin netîcesidir, meyvesidir. 4/60.


● Vilâyet kemâlâtının, nübüvvet kemâlâtına göre, hiç mikdârı yokdur. Keşki okyânûsa nisbet ile, damla hükmünde olsaydı. 4/180.


● Nübüvvet kemâlâtı, ba’zı çok büyük Evliyâya hâsıl olur. Kemâlâtın ele geçmesi, nübüvvet makâmı değildir. 4/192.


● Nübüvvet kemâlâtından, toprak unsurunun asâlet ile çok haz ve lezzeti vardır. Hakîkatde on latîfenin üstüdür. 6/153. [Hak Sözün Vesîkaları: 352, Cevâb Veremedi: 362.]


● Kemâlât-ı nübüvvete kavuşmak, üç vilâyetin ele geçmesinden sonra ve ism ve sıfat ve şü’ûn ve i’tibârât ve tenzîhiyyât [noksan sıfatlardan uzak tutmak] ve takdîsâtı [kemâl sıfatları ile muttasıflık] geçdikden sonra ve ism-i zâhir ve ism-i bâtından yükseldikden sonradır. Nübüvvet kemâlâtının dahî, zâta te’alluku yokdur. Zâtın mertebesi bu kemâlâtın üstüdür. 6/130.


● Nübüvvet kemâlâtının, i’tibârâtdan üstünlüğü vardır ki, vilâyet-i kübrâ da dâhildir. Ve sıfatın aslıdır. Fekat, mutlak i’tibârât değildir. 5/154.


● Kemâlâtın asla dönüşü, fenâda kâmil derecedir. Ve nefsin itmînânı ve islâm-ı hakîkî buna dayanır, [bunun üzerine binâ edilir]. 6/44.


● Kemâlâtın asla bağlanmasında, fenâ hâsıl olursa da, kemâlâtın, yokluk aynasına alâkası kalır.


Sonra, zemân geçdikçe, o alâka dahî yok olur. Aynaya alâka oldukça, yokluğun mutlak yokluğa katılmasına mâni’dir. 6/213.


● Kemâlâtın sonu, Zâtın sevilmesidir ki, asâlet ile Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” nasîbidir. 6/108.


● Gizli günâhın tevbesi gizli yapılır. Âşikâre günâhın tevbesi âşikâre olmalıdır. 6/6. [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]


● Günâh işlendikde hâzır olup, lâkin onu inkâr eden hâzır olmamış gibidir. [Günâhı gören gizlemelidir]. Orada bulunmayıp, ona râzı olsa, hâzır olup, inkâr eylememiş gibidir. [Görmediği günâha râzı olsa, gördüğü günâha râzı olması gibidir]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bir günâh işlendikde, insanlar, kudreti var iken mâni’ olmaz, red etmezlerse, bütün şehre azâb olur. Yoksa olmaz. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Günâha râzı olmak, günâhı işlemiş gibidir.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Günâha i’tirâza kudreti yoksa, sükût halâldir. [Sükût etmelidir.] “Hadîs-i şerîf.” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zâhirin günâhı, harâmları ve mekrûhları işlemekdir. Bâtın [rûh, kalb] günâhı, mâsivâya bağlanmakdır. 4/36.


● Günâhı işleyenler, bunun ilâclarını bilirlerse, hastalıkdan kurtulurlar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Gecelerde uyanık olmak, ganîmet sayılmalıdır. 5/138.


● Gece ve gündüzde bir-iki vakt yalnız kalmak için ayırıp ve çok zikr ve günâhlarını hâtırlamalı ve hatâlarını hâtırlamalı ve teveccüh ve inâbet o zemânda ganîmet sayıla. 6/199.


● Bir günâh ortaya çıkıp ve açıklanınca, zararı sâhibine âiddir. Ve açığa çıkıp, değişdirilmediği vaktde, umûma zarar verir. [Günâh kaldırılmaz ise, herkese zarar verir.]. “Hadîs-i şerîfi”. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-F

 – F –

● Fâsık, mübtedi’ ve âsînin [günâhkâr, bid’at sâhibi ve isyânkârın] evine, yemeğine, ancak zarûret veyâ bir müslimânın işini görmek için gidilir. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Fâil, ancak azîz ve celîl olan zât-i vâcibdir. Vücûd ancak vâsıtadır ve şartdır. 4/85.


● “Muhakkak ki, ben dünyâyı harâb etmek için [harâmları ve mekrûhları harâb etmek için] gönderildim.


Dünyâyı ma’mûr etmek için gönderilmedim.” Hadîs-i şerîf. 4/155.


● Firâset, sâlih kimseleri ayırabilmek ve tanıyabilmekdir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Farzların yerine getirilmesinde havâs ve avâm ve Enbiyâ ve Evliyâ müsâvîdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Farzları temâmlıyan edebler ve nâfileler de, farzlardan sayılmışlardır. 4/24.


● Farzlar, yakınlık bahşeden [yaklaşdıran] amellerin en sevgilisidir. “Hadîs-i kudsî”. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]


● Farz nemâzlardan sonra Muhammed Ma’sûm yetmiş kerre estagfirullah, derdi. 5/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● Farzların yapılmasına mâni’ olan nâfileler ile meşgûl olmak, mâlâya’nîye dâhildir. 6/228.


● Fazîletleri ve kerâmetleri olmıyan, fekat Peygambere tâbi’ olmakda ileri derecede olanın kıymeti, fâideli bir ilâc [iksir]dir. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Fazîlet ve kerâmet sâhibi olan, fekat Resûle uymakda gevşek olanın sohbeti öldürücü zehrdir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Fadl-ı külli sâhibinin [tâm üstünlük sâhibinin], fazîletlerin çeşidlerinin hepsi ile üstün olması îcâb etmez. 6/24.


● Fudayl bin İyad, ulemâ-i sofiyyedendir. [Tesavvuf büyüklerindendir]. Bid’at ehlini kötülemişdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Fakîrler, zenginlerden, yarımgün [âhıret günü] evvel Cennete gireceklerdir. 4/11.


● Çok sabr eden fakîrler [derdliler], yarın kıyâmet gününde Allahü teâlânın dostlarıdır. “Hadîs-i şerîf.” 5/152.


● Fakîrlik belâsına düşen, insanlara ihtiyâcını arz etmekle fakîrlikden kurtulamaz. Cenâb-ı Hakka yalvararak zenginliği yaklaşdırır. “Hadîs-i şerîf.” 5/37.


● Belli bir fakîrlik ve darlık, Allahü teâlânın hâs kullarına, tarafından inâyetdir. 6/208.


● Fakîrlikden kalbleri üzülmesin ve geçim sıkıntısından da muzdarip olmıyalar. “Allahü teâlâ, kim için isterse, onun rızkını genişletir ve takdîr eder.” Hak celle ve a’lânın tâlibleri, Onun işlerinden şâd olup ve lezzet duymaları gerekdir. 4/42.


● Göklerin ve âlemlerin, kazâ ve kaderde alâkaları yokdur. Hayr ve şerrin vâsıtasız hâlıkı Hak teâlâdır. Ehl-i islâm [müslimânlar] akl-ı fe’âle inanmamışlardır. 6/87.


● Fenâ, varlığın, Allahü teâlânın rızâsında yok olmasından ibâretdir. 6/73.


● Fenâ, kötü ahlâkdan kurtulmak, bekâ, güzel ahlâk ile vasflanmakdır. 6/137.


● Kalbin fenâsı, kalbin mâsivâya olan ilm ve muhabbet bağlantısının kesilmesidir, kopmasıdır. 4/177. [Kıyâmet ve Âhıret: 284.]


● Kalbin fenâsının ta’rîfi. 6/169.


● Kalbin fenâsı, mâsivâ ile ilgili olan ilm-i husûlînin unutulması olup, tecellî-i ef’âle bağlıdır. 4/165.


● Nefsin fenâsı, sâlik, emânet olarak alınmış olan kemâlâtı asla [sâhibine] verilmiş görmek ve bu kemâlâta ayna olan kendini yok bulmak ve hareketsiz ve hissiz bir cansız madde görmekdir. 4/47.


● Fenâ, muhabbetin netîcesidir. 5/153.


● Hakîkî fenâ, kemâlâtın, Hak teâlâdan olduğunu bilip, kemâlâtı sâhibine teslîm edip, kendi yokluğu ile hakîkatlenmekdir ki, (Ben) ta’bîrine kâdir olamaz. [Ben diyemez.] 4/127. [İslâm Ahlâkı: 559.]


● Fenâ demek, varlıklar kalmaz. Vâcib, nasıl söylenmiş ise, öylece kalır. 4/104.


● Fenâ, kendini Mevlâyı teâlânın aynı olarak tasavvur değil, belki kendini ortadan kaldırmakdır. 4/232.


● Fenâ ve bekâ, sâhibinin vicdânına [rûhuna, kalbine] bağlıdır. Anlatmak ile olmaz [Doğru ifâde edilemez]. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Fenâ, ayn-el-yakîndir. [Görerek yakîndir, inanmakdır]. Bekâ, hakk-el-yakîndir [yaşayarak yakîndir]. 5/52.


● Nefsin fenâsı, sıfatlarının tecellîsinin netîcesidir. 4/165.


● Nefsin fenâsında sâlik, vücûdü ve onun kemâl sıfatdan olan tâbi’lerini, vâcibî üstünlüklerin zılleri bulur. Ve bu kemâlâtı asla teslîm edip, kendini ölü varlık görür. Sâlik kendini yok görüp, bağlı olan şeyleri de asldan bilmezse adem denir. 4/123.


● Nefsin fenâsı, on latîfenin fenâsını da ihtivâ etmekdedir. 4/133.


● Nefsin fenâsının kemâli, aslın sıfatına bağlandığı gibi [katıldığı gibi], yokluk dahî, mutlak yokluğa bağlanır [katılır]. 6/152.


● Latîfelerin fenâsı, o latîfenin kendi aslına kavuşmasına bağlıdır. 5/84.


● Rûhun fenâsı, sıfatların tecellîsinin ortaya çıkmasının netîcesidir. 6/4.


● Sırrın fenâsı, sıfat, şu’ûnât ve i’tibârâtın tecellîsi netîcesinde hâsıl olur. 6/4.


● Hafînin fenâsı, tenzîhî olan selbî sıfatların tecellîsi netîcesinde hâsıl olur. 6/4.


● Nefsin fenâsı, eserin ve aynın zevâline bağlıdır. 5/91.


● Fenâ hâsıl olmadıkca, bekâ bulunmaz. 6/244.


● Şeyhde fânî olmak, üveysîden gayriye [vefât eden velîden istifâde edenden başkasına] zarûrîdir ki, irâdeyi pîrin irâdesine tâbi’ kılmakdır. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Şeyhde fânî olmak, hakîkî fenânın başlangıcıdır. 5/153.


● Fenâ ve bekâda mu’teber olan, devâmlı olmakdır. 5/94.


● Fenâdan maksad, îmânın parlaması ve ahkâm-ı islâmiyyeye tam bağlanmakdır. 4/177. [Kıyâmet ve Âhıret: 284.]


● Kalbin fenâsı, hem cezbe, hem sülûke terettüb eder. [Hem sülûk, hem cezbeye âiddir]. Kalbin fenâsına kavuşan, seyr-i ilallahı temâm edip, kendi aslına kavuşup ve değişik hareketden istikrarlı harekete [telvinden temkine] kavuşmak hâsıl olduysa, ümîddir ki, dönüşünden emîn ola. 5/109.


● Fenâ ve bekâ, cezbe yönünden olup, sülûk yapılmamış ise, tekrâr beşerî varlığa dönebilir. 4/165.


● Fenâ ve bekâ, bâtın [rûh] hâllerindendir. Beşerî ihtiyâcların görülmesine muhtâcdır. Ondan kurtuluş mümkin değildir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Fenâ ve bekâ, rûh vasflarındandır. Fekat, sûrî eşyânın ortadan kalkması, rûhun mu’âmelelerine yardımcı olurlar. 4/83.


● Hakîkî fenâ sâhibi, şu’ûr sâhibidir, ayırd eder. Eşyânın hakîkatini bilmişdir. Zîrâ bu makâmda fenâ ve bekâ birbirlerinden ayrılırlar. Ve ayn-i fenâda bâkî ve ayn-i bekâda fânîdir. Zâtının yokluk ve kemâl sıfatların emânet olduğunu bilip, kendini sırf yokluğa ilhâk eder [katar]. 6/181.


● Nefsin fenâsına vâsıl olmıyan sâlike, gadab zemânında şeytân yol bulur. “Goncdüvânî” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Fenâ makâmında kalmak iyi değildir. Bekâya yükselmek lâzımdır. 4/38.


● Fenâ, kendi başına olgunluk ise de, istenen maksaddan değildir. Asl maksada kavuşmak için vâsıtadır. 4/156.


● Kalbin fânî olması, vilâyetde bir basamakdır. 6/169.


● Fenâ her uzva ulaşmadıkça kemâle ulaşılmaz. [Kemâl bulmaz.] 6/67.


● Her mertebenin fenâ ve bekâsı, onun dahâ üstüne çıkmağa basamak olur. 4/182. [Kıyâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]


● Nefsin fenâsına başlamak, küçük vilâyetdedir. Nefsin hakîkî fenâsı, büyük vilâyetdedir. 5/97.


● Fenâ ve bekâ, her ne kadar vilâyet-i sugrâda [küçük vilâyetde] da teşekkül ederlerse de, fenânın hakîkati, vilâyet-i kübrâdadır [büyük vilâyetdedir]. 5/97.


● Adem-i hâs’ın adem-i mutlaka [husûsî yokluğun mutlak yokluğa] katılması, bu vilâyetin husûsiyetlerindendir. 6/152.


● Nefsin fenâsının kemâlinden sonra bekâdır. Ve vilâyet-i kübrânın mu’âmeleleri ileridedir. 4/88.


● Kalbin fenâsından sonra, nefsin fenâsı, sonra nefsin itminânı, sonra, islâm-ı hakîkî. 5/5.


● Fenâ ve bekâ ilâhî sırlardandır. Ve zevk ve vicdan ile anlaşılır. İnsanlık [nefs] kayası [dağı] yerinde durdukca, hakîkî fenâ görünmez. Ortaya çıkmaz. Kulluk vazîfesi, kuldan hiçbir vakt sâkıt olmaz. 6/143.


● Fenâ ve bekâdan sonra, iş asla ve aslın aslına bağlanır. Ve cehl ve hayrete düşer. Bu cehl ve hayret, bilinen cehl ve hayret olmayıp, ilm ve ma’rifet üzerine binlerce meziyyeti vardır. [İlm ve ma’rifetden binlerce def’a üstün bir hâldir.] 4/122.


● Fenâ ve bekâ şühûdîdir [görünüşdedir]. Vücûdî [varlıkda] değildir. 4/152.


● Fânî olanın, fenâ hâlinde kendini mahv ve yok olmuş bulmasının sebebi budur ki, kötü sıfatların nefs latîfesinde tam yerleşmesi vardır. Meselâ, benlik ve emr dinlememek ve emr edilenlere itâ’at etmemek ve câhil olduğunu bilmemek gibi ki, emânet olan üstünlüğü kendinden bilip, kendini kâmil ve hayr olmak üzere bilir. Bu sıfatın yokluğu ile, nefsin yokluğu tasavvur edilebilir. 6/137.


● Sâlik fânî olduğunu biliyorsa, ona fenâ derler. Bu ilm dahî yok olup, yokluğu ortaya çıkarsa, fenânın fenâsı derler. 6/73.


● Fenâ ve Bekâ; Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” muktebes olunmuş [alınmış olup], fekat, bu ta’bîrleri Ebû Sa’îd-i Harrâz va’d etmişdir [koymuşdur]. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● Bir fenâ ki, yokluk dahî, varlık gibi ondan ayrılıp, asla katıla. Zâtın tecellîsindendir. 6/30.


● Cihâd için, “Allah yolunda bir sâ’at beklemek, Hacer-i esved yanında Kadr Gecesi nemâz kılarak ihyâ etmekden hayrlıdır.” Hadîs-i şerîf. 4/64.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-G

 – G –

● Bir gâzîye veyâ mücâhide veyâ mükâtibe yardım edeni, Cenâb-ı Hak mahşerde gölgelendirir. 4/64.


● Garîb olan ehl-i islâmın, dalâlete düşmemekden ümmîdleri [kurtuluş ümmidleri], Hayr-ul-beşerin ehl-i beytinin gemisidir. 5/11 [İslâm Ahlâkı: 564], 1/51. [Mektûbât Tercemesi: 86.]


● Gargara zemânı [ölüm ânı] gelmedikce, tevbe kapıları açıkdır. Îmânı berbat eylemiyeler. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Gazâ ve hâc sevâbına nâil olanlar, gizli Allah adamlarıdır ki, çocuk sâhibi ve nâmûslu ve dünyâ cihetinden az birşey ile kanâ’at ede. Ve âilesine güler yüzlü ola. “Hadîs-i şerîf.” 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Gadab sonunda yumuşaklık eden kimseye, Allahü teâlânın muhabbeti [sevgisi] vâcib oldu. “Hadîs-i şerîf”. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● Düşman galebe [istilâ] etdiği zemân, az bir çalışmanın büyük değeri vardır. Düşman kuvvetleri az olduğu zemân çalışmanın o kadar i’tibârı yokdur. 6/77.


● Gınâ-yı zâtî mevcûd iken [kendinin hiçbir ihtiyâcı yok iken], insanları kendi tarafına da’vet buyurmuşdur. Ve ihsânı sonsuz olduğu için, o yolu açmışdır. Da’vet ve yol gösterme var iken, Allahü teâlânın ebedî cemâlinden mahrûm kalmıyalım. [Böyle birşeyden mahrûm kalana yazıklar olsun.] 6/191.


● Zengin ve bolluk içinde olanların sohbeti, öldürücü zehrdir. 6/97.


● Gaybet ve huzûr ve cem’iyyet [Kazancı gayb etmek ve huzûra kavuşmak] hepsi yakınlıkdandır [müntesebâtdandır]. Yakınlıkdan boşalmıyan sâlike [bunları geçmiyen sâlike] zâtî yokluğun zuhûru mümkin değildir. 6/149.


● Mübtedînin gaybeti [kendinden geçmesi] onun rûhundan, zikr ve huzûrun örtünmesidir. 6/137.


● Müntehînin gaybeti [kendinden geçmesi], onun zâhiri, rûhun işlerinden örtünmesidir. Zîrâ onun rûhu için gaybet yokdur. Her ne ki hâsıl olmuş ise, aynı şeklde devâm eder. 6/137.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm- – A, İ, U, O, Ö –

 – A, İ, U, O, Ö –


● Ârifde, ilmi nisbetinde, yokluk ve kendinden geçmek artar. Yakınlığı nisbetinde dûr olur. [Uzakda görür]. 4/111.


● Ârifin kendini kusûrlu görmek büyük ni’metdir. 6/214.


● Âriflerin kalbleri, Hak teâlânın büyüklüğünün tecellîsinde kendinden geçmişdir. 4/125.


● Ârif, kendi yokluğuna âlim [kendi yokluğunu bilir] ve kemâl sıfatlarına âlim olunca [bilince], matlûbun kapısı açılır. 5/82.


● Ârif, aslına kavuşdukdan sonra, rücû’ ederse [geri dönerse] irşâd ile şereflenir. 4/219.


● Ârifin bâtını [kalbi, rûhu] zâhirinden ve bütün mahlûklardan uzakdır. Zâhirin gafleti, bâtına sirâyet eylemez. 5/5.


● Âşık-ı sâdık [sâdık olan âşık], Peygambere uymakda sağlam [azîmli] olandır. 5/99.


● Âşıkdaki kemâlât, Allahü teâlânın kemâlâtından bir nûrdur, şu’âdır. 6/71.


● Akllı odur ki, bu dünyâdaki sayılı nefesleri ile ebedî hayâtı ele geçire. 6/211.


● Âlem-i asgar [en küçük âlem] insanın kalbidir ki, zât ile münâsebeti diğerlerinden fazladır. 6/139.


● Âlem-i sagîr insandır ki, âlem-i halk ile âlem-i emrden meydâna gelmişdir. 6/139.


● Âlem-i kebîr, Arşın altında ve Arşın üstünde olanlara denir. 6/139.


● Âlem-i halkın yakınlığı asldır. Âlem-i emrin yakınlığı zıllidir. 5/1.


● Âlem-i emrin âlem-i halkdan çok bakımdan üstünlüğü var ise de, umûmî üstünlük âlem-i halkadır. 6/2.


● Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi mevcûdâtdandır. Vehm ve hayâlin dışında vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Âlem-i misâlde, akldan geçenlerin ve ma’nâların dahî bir sûreti vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● “Fesâd zemânında ibâdet etmek, bana hicret etmek gibidir.” Hadîs-i şerîf. 6/68, 1/85. [Mektûbât Tercemesi: 135.]


● İbâdetin en iyisi zikrdir. Ve zikrin üstünlüğü, Allahü teâlâda fânî olmakdır. 4/51. [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● İbâdetde lezzete bağlanmıyalar. İbâdet ederken lezzet hâsıl olur ise, ni’metdir. 4/92.


● İbâdetin kabûl olması, üstünlüğü, ma’rifete bağlıdır. 5/61. [Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● İbâdetin kabûle yakın olanı, kulun varlığı arada olmıyanıdır. 4/187.


● İbâdetden maksad, zahmet ve güçlük çekmekdir ki, nefs ile düşmanlıkdır. 4/92.


● İbâdın kulûbü, [kulların kalbleri], Hak teâlânın tasarrufundadır. Murâdına [isteğine] göre çevirir. 5/121.


● İbâreler ve işâretler, zıllere ve sıfatlara bağlıdır. Aslın zuhûrunda kalmazlar. [Asl zuhr edince, ibâre ve işâretler kalmaz.] 4/144.


● Abdülhâlık Goncdüvânî, silsile-i hâcegânın başıdır. Hızır aleyhisselâmdan ilm almışdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Abdülkâdir Geylânînin, “ayaklarım, Evliyânın hepsinin ensesi üzerindedir” [sözü], kendi zemânındaki evliyâya mahsûsdur. 6/24.


● Abdülkâdir Geylânî, emr-i ma’rûf ve nehyi anil münker eylemiş ve korku olunca da câiz buyurmuşdur. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Abdüllah ibni Mubârek, müstehabları yapmakda gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakda gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaşdırır. Farzlarda gevşek davranan da, ma’rifete kavuşamaz, buyurdu. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Abd [kul], irâdesini sarf etmekde muhtârdır. Allahü teâlâ, yaratmakda muhtârdır. 5/137.


● Abd-i makbûl [makbûl kul], birkaç günlük hayâtı tâ’at ile geçirip, gaflet ile geçirmez. Geçim ve ni’met ile meşgûl olmaz. [Dünyâ ni’metlerini keyfine göre kullanmaz.] Bunların netîcesi pişmânlıkdır. 4/209.


● Abdin [kulun] Rabbi ile arasındaki perde, nefsidir. Âlem değildir. Kulun murâdı nefsidir. 6/110.


● Ubûdiyyet [Allahü teâlânın emrinden râzı olmak], zâhirî ve bâtınî olup, bâtınîsi de muhtelifdir. En çabuk ulaştıranı Nakşibendiyyedir. 5/10.


● Ubûdiyyet, Hak teâlâya muhabbet ve bunun alâmeti, ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmekdir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ubûdiyyet, kendi irâdesinden kurtulup, Hak teâlânın murâdı ile olmakdır. 4/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● Ubûdiyyetin hakîkati, nefsin arzûları için olan tedbîrlerden geçip, Cenâb-ı Hakka tevekkül etmekdir. 4/79.


● Ubûdiyyetin bir kısmı beden ile tahsîl olunur. [Zâhirî a’zâ ile, maddî kuvvetler ile], diğer kısmı kalb ve rûha bağlıdır. 5/10.


● Ubûdiyyet, zillet [kendini hakîr bilmek] ve yokluk ve teslîm ve onun emrlerine bağlanmakdır. 5/4.


● Osmân “radıyallahü anh”, Enes “radıyallahü anh”ın yolda, bir bakışını [bir kadına bakışını] keşf etdi. 6/19.


● Adem, diğer ta’bîrle yoklukdur. Kadîm değildir. Ve kâinâtın aslıdır. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ademât-i mukayyede [kaydlı yokluklar], ilm-i ilâhîde mevcûddur. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ademin aslı ve menşe’i ilâhî kemâlâtdır ki, ilmde ortaya çıkmışdır. [Ma’rifet ile anlaşılabilir.] 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Adem-i mukayyedin [kaydlı (şartlı) ademin] mutlak ademe bağlanması, nefsin fenâsından sonradır. 4/152.


● Adem-i mutlak ki [mutlak adem ki] sırf şerdir. Allahü teâlânın varlığına karşılık olmağa mecâli yokdur. [Karşılık olamaz.] 4/148.


● Adem sûretinde sâlikin örtünmesi, fenâ sûretinde sönmesi vardır. Örtünmüş [gizlenmiş olan] ortaya çıkıp, geri döner. 4/12.


● Adem, ism-i ilâhînin varlığının gelişinden ibâretdir ki, ârifin mebde-i te’ayyünü [te’ayyününün başlangıcı]dır. 4/12.


● Ademin [yokluğun] tarîkatdaki ma’nâsı, kendini ve kendi vasflarını anlamamakdır [idrâk etmemekdir]. 4/165.


● Ademden hakîkî fenâya geçeler ki, zılden asla kavuşalar. 6/82.


● Adem [yokluk] ki, cezbe cihetinde fânî olmakdır. Sâhibinin geri dönüşü câizdir. Zîrâ henüz tarîkatdedir. Ve cezbesi, sülûke zam olmamışdır [bağlanmamışdır]. 5/109.


● Adem, cezbe ile peydâ olmuş bir fenâdır. Fenâ, maksad olan varlığın istîlâsıdır. Yoklukda ârifin vasflarının örtünmesi, fenâda bu vasfların yok edilmesi vardır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ademi [yokluğu] veyâ mecnûn olmağı istemek, münâsip değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Azâb-ı kabr [kabr azâbını, kabrde azâb] çekenlerin na’ra ve çığlıklarını, insandan ve cinden başka bütün mahlûkât işitir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Arşın üstü rûhlar âlemidir. Bu âlemde âlem-i emr latîfeleri vardır ki beşdir. 5/135.


● Arşa işâret eylemek, onun kayyumuna [varlıkda tutana] işâretin aynıdır. 4/5.


● Areftü Rabbî bi-cem’il izdâd. [Bütün zıdları cem’ etmesi ile Rabbimi bildim.] 6/181.


● Urûc [yükselmek], Hakka dönmeğe derler. Nüzûl [iniş], halka teveccühe [dönmeğe] derler. Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah, urûc ederken olur. Seyr-i anillahı billah ve seyri eşyâ billah, nüzûl yaparken olur. 6/137.


● Urûcda teveccüh Hak teâlâya olup, halk ile münâsebeti yokdur ki, uzlet ehli böyledir. 6/220.


● Uzlete ülfetden ziyâde râgıb olalar. [Uzlete, yalnızlığa, insanlara karışmakdan dahâ çok rağbet etmelidir.] Zâhir ilmlerden de uzak olmamalıdır. 6/50.


● Uzlet, yümünlü ve bereketlidir. Halkın hukûku ve Allah rızâsı için sohbet, uzlete mâni’ değildir. 5/29.


● Aşk-ı ilâhî, bâtının [rûhun] nasîbidir ki, bedende te’sîrleri gözükmez. 5/69.


● Aşkda merhamet yokdur. Katl eder ve diyet isterler [öldürürler, karşılığını isterler]. Ya’nî ibâdeti kaldırmazlar. 4/151.


● Aşk-ı ma’şûk [ma’şûkun aşkı, sevgisi] gizlidir. Âşığın aşkı [sevgisi] ise, açık olup, coşar ve gürler [gürültülüdür]. 4/54.


● Aşk ve derd, insana diğer mahlûkat içinde üstünlük sağlamışdır. 4/114.


● İkâb [cezâlandırma] ve âhıret azâbı, kulun kesbi karşılığındadır. 5/137.


● Akl-ı fe’âl ki, filozoflar dokuzuncu seyyare derler.


Ve günlük hâdiseleri ona isnâd ederler. Böyle birşey yokdur. 6/87.


● Akllarının esîri olanlar [akllarına uyanlar], bu muhabbetin kıymetini bilmezler. 6/173.


● Aklî delîller, kanâat hâsıl etmekden başka, birşey bildirmez. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Alâüddîn-i Attâr, zemânının kutb-ı irşâdı olmuşdur. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● İllet-i ma’nevî [ma’nevî hastalık], mâsivâya bağlanmakdan ibâretdir. 4/105.


● İllet-i ma’nevîye [ma’nevî hastalığa], çok zikr ederek, ilâc taleb edeler. 6/153. [Cevâb Veremedi: 362.]


● İlm için, rü’yet-i basar ve kalb [kalb gözü açık olması] şart değildir. 5/102.


● İlm, âlim ile berâberdir. 4/88.


● İlm ve bilmek mahalli sadrdır [göğüsdür]. 6/225.


● İlm-i husûlî sâhibi, zevk ve şevkdedir. Ve sohbeti zevk verir. 4/88.


● İlm-i zarûrînin mahalli kalbdir ki, te’alluk edeninin gayr-i cismânî olmasına mâni’ değildir. 6/62.


● İlm, hâl’in başlangıcıdır. İlm, havâs ve avâm içindir. Hâl, vecd ve kemâl ehlinin husûsiyetidir. 6/217.


● Ayn-el-yakîn [görerek bilmek], eser perdesi olmadan müessiri görmekdir. Ve görülende yok olmakdır. Ateşi müşâhede [görmek] gibi. 6/137.


● İlm ve amel ihlâssız makbûl değildir ki, rûhsuz beden gibidir. 6/189.


● İlm ve amel, islâm kitâblarında beyân edilmişdir. İhlâs, sofiyyeye hizmete bağlıdır. 6/189.


● Gaybdan haber vermek, kalbden geçenleri bilmek gibi hârik-ul’âde şeyler, ehl-i istidrâcda da bulunur. 4/182. [Kıyâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]


● Bir vâsıta ile birşeyi bilmek konusunda ukalâ [akl erbâbı] demişlerdir ki, ma’lûm olan vâsıtadır, şey’in kendi değildir. 4/183.


● İlm-i ilâhî mücerred bir inkişâfdır. Ma’lûmun [bilinenin] görülmeden anlaşılmasıdır. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● İlm sıfatı, ayrıca sıfatdır. Te’alluk etdiği mâsivâdır. [Mâsivâ ile alâkalıdır]. Zât mertebesine ulaşamaz. Ve ilm ki zâtın kemâlidir. Mâsivâya te’alluk etmekden üstün ve yüksekdir. 5/105.


● İlm-i ezelî, eşyâya varlıklarından önce te’alluk eden ilmdir. 6/17.


● İlm-i mümkin, ma’lûm olan şeylerin sûretinin, âlimin nefsinde hâsıl olması iledir ki, âlimin değişmesine sebebdir. 4/156.


● “Gâfil âlimlerden, yaltakcı hâfızlardan, câhil tesavvufculardan kaçınmak lâzımdır.” 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Eşyâ ilmi ki, aslında kâmil bir sıfatdır. Bağlanma olursa kötüdür. 4/156.


● Gayreti yüksek olan, devâmlı matlûbu arzû eder. Yok olacak olan şeye rağbet etmeğe değmez. 6/106.


● Tabî’at ve riyâzî ilmlerin incelikleri ile meşgûl olmak, en şerefli vakti zâyi’ ve mâlâya’nî ile meşgûl olmak ve belki akâidde gevşeklik meydâna getirir. Bu ilmlere bağlılık bir üstünlük olsa, onu, dîn-i islâmın sâhibi ihmâl eylemez ve selef-i sâlihîn yüz çevirmezlerdi. Onlar rağbet etmeyince, bunlarda kemâl dahî yokdur. 4/85.


● Ulviyyet ve süfliyyet [yüksek varlıklar ve aşağı varlıklar] ve cümle mahlûkât, nûr-i Muhammedîden “sallallahü aleyhi ve sellem” halk oldu. 4/113.


● Birkaç günlük ömr ki, ebedî mülk onun ile alınır. Çok kıymetlidir. Onu boşuna sarf eylemiyeler. 4/38.


● Birkaç günlük ömrü, en mühim işlere sarf edeler. Geceleri ihyâ etmeği, seherleri ağlamağı ganîmet bileler. 4/30.


● Ömr, her ân geçmekde, ecel-i müsemmâ yaklaşmakdadır. Bu kısa fırsatda, çok zikr ile meşgûl olmalıdır. 6/87.


● Ömer “radıyallahü anh”, hıristiyân kâtib kabûl etmedi. Câiz değildir, dedi. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Ömerin gadabından korkunuz. Çünki, Allahü teâlâ gadab eder. 5/152.


● İhlâssız amel, rûhsuz kalıb gibidir ki, kabûl olması mümkin değildir. 4/31.


● Amel vaktinde ecr taleb etmek, kendini ecrden mahrûm eylemekdir. 4/61.


● Her amel ki, Allah rızâsı için ise, zikre dâhildir. 4/160.


● Kötü işler hâtırıma geliyor korkusu ile hayr ameli terk etmek câiz değildir. Amel et, tevbe et. 5/29.


● Ameli terk eylemeyeler ve ondan istigfârı dahî terk eylemeyeler. 6/186.


● Umûma azâb vâki’ oldukda, sâlihler magfiret ve rıdvana mazhar olur, hadîsi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Anâsır-ı selâsenin [üç unsurun] nasîbi, vilâyet-i mele-i a’lâya kadardır. Unsur-ı hâk’in [toprak unsurunun] nasîbi, nübüvvet mertebesinin kemâlâtındandır. 4/205.


● Avâm, hakîkat ehlinden yüz çevirirler. Ve mahlûkâtın ahvâlini bilmiyen, dahâ yüksek olan işleri bilmez derler. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Avâmın bâtını zâhiri ile karışıkdır. Ve zâhirin gafleti bâtına sirâyet eder. 5/5.


● Avâmın ma’rifeti ile havâsın ma’rifeti bir değildir. 4/88.


● Avâmın ve ehassül-havâsın îmânı [başdakilerin ve sondakilerin îmânı] gaybî olup, ortadakiler şühûd lezzeti ile doymuşlardır. 4/124.


● Îsâ aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü kudret sıfatıdır. 4/88, 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Îsâ aleyhisselâm, bu ümmetin imâmına uyup, arkasında nemâz kılsa gerekdir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ayn [birşeyin esâsı], şey’in hakîkat ve mâhiyyetinden ibâretdir. 5/116.


● Ayn-ı sâbite ile tahakkuk, Evliyâlık kemâlâtındandır. 5/9.


● Ayn-ı sâbite, sâlikin mebde-i te’ayyünidir. Ve vilâyet ona kavuşmağa bağlıdır. 5/130.


● Ayn ve eserin yok olmasına başlamak, vilâyet-i kübrânın başlangıcındadır. Ve yok olmanın kemâli, onun sonundadır. Zîrâ zıllerden ve enfüsün bağlarından çıkmak, ayn ve eserin yok olmasını îcâb etdirir. Vilâyet-i kübrânın başlangıcındadır. 6/137.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm

 – Z –

● Zâlim zulmünü mazlûmdan kaldırmadıkça, özrü kabûl olmaz. “Hadîs-i şerîf” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zâlimin zulmünü kaldırmaya gücü yetmiyen, oradan hicret etmelidir. “Hadîs-i şerîf.” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zâlim sultân yanında adâleti söylemek, cihâdların en efdalidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Zâhir ve bâtın, iki nev’dirler. İnsanların bildiği zâhir, âlem-i halk, bâtın âlem-i emrdir. İkinci taksimdeki, bâtına nisbet ile on latîfe, zâhir hükmünde kalır. 4/154.


● Zâhirin bâtına nisbeti, âşıkın ma’şûka nisbeti gibidir. 4/215.


● Zâhirin ahkâm-ı islâmiyyeye uymasına ve bâtının ma’rifet nûrları ile zînetlenmesine gayret edeler. 6/75.


● Zâhirde [dış görünüş olarak] mübtedî ve müntehî müsâvîdir [eşitdir]. 4/179.


● Zâhirin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun yaşaması, bâtındaki yakınlığın te’sîridir. Bu te’sîr şart değildir. 4/109.


● Zâhirin [dışın, kalıbın] ta’mîri, bâtının tahrîbine sebebdir. Aksi de böyledir. 4/155.


● Zâhirin huzûru, bütün işlerde sâlih niyyet olması ve işlerinde Mevlânın rızâsı olmasındadır. Hattâ zâhiren gafletde görülen işlerde, bâtının huzûrunun devâmı lâzımdır. 4/160.


● Zâhir aslında, zulmet ve kötülükdür. Bâtın onunla karışarak münevver olur. 5/134.


● Zâhir isminde Allahü teâlânın zâtı düşünülemez. Bâtın isminde zât, ism perdesi arkasında düşünülebilir [idrâk edilir]. Meselâ ilmde seyr zâhir isminde seyrdir. Alîmde seyr bâtın ismindedir. 4/47.


● Zıl, asl ile aynı olamaz. [Bunun için, hoparlörde ve televizyonda işitilen sesler, insan sesi değildir.] 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Zılli bilmek, aslı bilmeği îcâb etdirir. 6/237.


● Zıl, asl ile kâimdir. [Asl olmazsa zıl olmaz.] Zıllıyyetin sâbit olması, vehm ve hayâl mertebesindedir. 4/74.


● Zılle tutulmak, mahlûkâta [mâsivâya] tutulmakdır. Asla bağlananlar için zıl, büyük bir dağdır [mâni’dir]. 4/7.


● Zıllin hayr ve kemâli asldan alınmışdır, [gelmekdedir]. Kendinden bilirse hâindir. 4/121.


● Zıllin kemâli aslına bağlıdır. [Asldan alınmışdır.] 5/116.


● Zıllin asla bağlanması, zıllin yok olmasını îcâb etdirmez. 6/2.


● Zıl dâiresi, imkân âlemine asl ve başlangıcdır. 6/105.


● Zıl dâiresi, enfüsün [nefsler âleminin] nihâyetine kadardır. 4/56.


● Zıl gibi aslı dahî geride bırakalar. Üstünlük, zıllerin ve aslların ötesindedir. 6/105.


● Zılden asla geleler. Aslı dahî terk ile görünenden görünmiyene teveccüh edeler. Asldan geçmek, kendi ademinde çalışmak olup, mümkin değildir. Lâkin muhabbeti, keyfiyetsiz berâberlik hâsıl eder. 4/166.


● Zulm, başkasının mülkünde izni olmadan tasarruf etmekdir. 4/11.


● Zulm-i hükkâm, şe’âmet-i a’mâlimizdendir. [İdârecilerin zulmü, amellerimizin kötülüğündendir.] 6/34. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-T-2

 – T –

● Tâife-i aliyyenin sevenleri, onlar ile berâberdir ve husûsî hâllerine mahrem ve ortaklardır. 4/198.


● Bir tâifenin gördüğü dünyâ [bakdığı dünyâ çöplükleridir] ve bir gürûhun tama’ etdiği [arzû etdiği] âhıret ni’metleridir ve bir fırkanın dahî himmeti, Allahü teâlâya teveccühdür. 4/8.


● Tâ’âtı, Hak teâlânın rahmetinin eseri ve Onun yardımı ile olduğu için bileler. 4/92.


● Tâ’âti güzel yapmak, fenâ hâsıl olmadan müyesser olmaz. 5/100.


● Tâ’ât ve zikr vazîfeleri ile meşgûl olalar. Ve muhâliflerin sohbetinden de uzak durup, kaçalar ve islâmiyyetin yasak etdiklerinden perhîz [kaçarak] ve Allahü teâlânın mekrinden korkup ve titreyip, kendi amelinden üzüntülü olalar ve ameli de terk eylemiyeler. Amel et, istigfâr et. Ve Hak teâlânın fadlına i’timâd ve Peygamberin sünneti üzere istikâmeti alışkanlık hâle getireler. 5/4.


● Tâlibe gerekdir ki, herşeyden geçip, bu büyüklerin sohbetini tercîh eyleye. Ve taleb vâsıtalarında cânını harcıya [can fedâ ede]. Kendine istirahât vermiye. Ve üzüntülü ve arzûlu ola. 5/46.


● Tâlibi [maksadı] Hak teâlâ olana, kâfirlerden uzaklaşmak ve onları düşman bilmek zarûrî lâzımdır. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Tâlibân, zâhiren ve bâtınan [Allahü teâlâyı taleb edenler, zâhiren ve bâtınan] Peygamberimize tâbi’ olmağa gayret edip ve bu devlete mâni’ olan herşeyden baş gözünü ve kalb gözünü yumalar, bileler ki, bir şahıs kerâmetler ve fazîletler sâhibi olsa, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakda gevşek olsa, onun muhabbeti öldürücü zehrdir. Kerâmetleri olmasa, fekat tâbi’ olmakda sağlam olanın sohbeti şifâ veren ilâcdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Tâlib-i ilâhîye [Allahü teâlâya tâlib olana] hicran içerisinde olmakdan ve devâmlı üzüntülü olmakdan başka çâre yokdur. 4/13.


● Tâlibe başlangıcda zikr lâzımdır. Çâre yokdur. [Mecbûrdur]. O şartla ki, kâmil ve mükemmil olan mürşidden bu zikr dersini almış ola. Eğer bu şart olmazsa, ebrârın zikri kâbilindendir ki, netîcesi sevâbdır. Yaklaşdırıcı değildir. 4/84.


● Tâlib-i sâdık [sâdık tâlib], şeyhine muhabbet ile bâtınından feyz alarak onun rengine girer. [Onun makâm ve derecelerinde ilerler]. 4/165.


● Tâlib-i sâdık [sâdık tâlib], mürşidin sohbetini ganîmet bilip, kendini onun rızâsına tâbi’ kılmalıdır. 6/121.


● Tâlib, ârifin sûretine nazar ederse [zâhirine, görünüşüne bakarsa], bereketinden mahrûm kalır. 4/203.


● Tâlibe, muhabbet, hizmet, âdâb ve şeyhe ittibâ’ lâzımdır. 4/165.


● Tâlibe lâzımdır ki, isteğini ve istek vâsıtalarını [talebin îcâblarını] şeyhe açıklıya. 5/89. [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Tâlib-i Hak olana [Hakka tâlib olana], Hak teâlâdan başka şeylerden yüz çevirmesi lâzımdır. 4/78.


● Tâlibin zikri ihlâs ile ola. Kendisinde nefsânî arzûlar ve kendine güvenme şübhesi olmıya. 4/170.


● Tâlib-i sâdık [sâdık olan tâlib], zikr ehli ile sohbet eder, gayriler ile zarûret olduğu kadar görüşür. 6/223.


● Tâlibe lâzımdır ki, kâbiliyyetinin artmasını niyâz eyleye [isteye]. 5/143.


● Tâlib-i âhırete, terk-i dünyâ lâzımdır. [Âhıreti taleb edene, dünyâyı terk lâzımdır.] 4/83.


● Tâlib olan, vâsıl olan [kavuşan] ve idrâk sâhibi olan dahî kalbdir. 5/52.


● Tâlib ile matlûb arasında en büyük perde, kendi nefsidir. 6/184.


● Tâlib, bağlandığı şeylerden boşalmadıkca [ayrılmadıkca] ve var olmak ve diğer üstün sıfatları, asla [Allahü teâlâya] âid olduğunu bilmedikce [kabûl etmedikce], bekâ bulamaz. 6/215.


● Tâlibin maksadı, nisbetin husûli olmalıdır. [Allahü teâlâya yaklaşmanın ele geçmesi olmalıdır.] Onu bilmesi şart değildir. Kolaylıkla ve çabuk ele geçen nisbet, o kadar kıymetli değildir. Zorlukla ve yavaş yavaş olan makbûldür. Eğer tâlib acele ederse, hevesine kapılmışdır. Büyükler bu talebde ömrler harcamışlardır. 4/122.


● Tâlib, kulluğu kadar ve kendini yok ve muhtâc bilmesi kadar kemâlâta kavuşur. 4/204.


● Tâlib-i izdiyâd olmak [artmasını istemek] mevcûda râzı olmamak değildir. [Mevcûda râzı olacak, dahâ da isteyecek.] 6/206.


● Turuk-ı vusûl, mahlûkatın nefesleri adedincedir. [Allahü teâlânın rızâsına, ma’rifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri adedincedir.] Çünki, her hayâli, aslına kavuşduran bir yol vardır. Her mahlûkun ayn-ı sâbitesi başkadır. Lâkin cümle yollar, islâmiyyet dâiresinde toplanmışdır. İslâmiyyetden ayrılan, yolda kalır. İslâmiyyet bir ağacın gövdesi, tarîkatler, bu gövdeden ayrılan dallardır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Turuk-ı diğer [diğer tarîkatler], bid’ate âid şeylerden hâlî değildir. [Ya’nî bid’at karışmışdır.] 5/15.


● Turuk-ı aliyyenin menşe’i [Bütün tarîkatlerin başlangıcı] Resûlullah aleyhisselâmdır. Ayrı tarîkatler olması, insanların isti’dâtlarındandır, kâbiliyyetlerindendir. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Tarîkler [tesavvuf yolları], ancak Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde bulunmakla ulaşdırır. [İnsanı se’âdet-i ebediyyeye ulaşdıran tek bir yol vardır. O da Resûlullahın izinde bulunmakdır.] “Cüneyd.” 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Tarîk-ı mûsıl [kavuşduran yol] ikidir. Biri nübüvvet yolu olup, tavassut, vâsıta yokdur. Aslın aslına kavuşdurur. Diğeri vilâyetdir ki, sülûk yoludur. Vâsıta lâzımdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Tarîk-ı vilâyetde [vilâyet yolunda] eşyânın ilminin unutulması şartdır. [Eşyâya olan bilgisinin unutulması lâzımdır.]. 4/35.


● Tarîk-ı vilâyeti [vilâyet yolunu] temâmlıyarak, nübüvvet yakınlığına ve nübüvvet kemâlâtına kavuşmak çok nâdirâtdandır. 4/35.


● Tarîkate sülûkden maksad perdelerden kurtulmak ve kalb gözündeki perdelerin kalkması ile vasl-ı üryânînin hâsıl olmasıdır. Yoksa, ankâ denilen kuşun avlanması gibi, idrâk olunamıyan şeyin ihâtası değildir [anlaması değildir]. 6/185.


● Tarîkate girmekden maksad, ihlâs elde etmek ve ibâdetleri kolay yapmakdır. 6/203.


● Tarîkat tâliminde icâzet iki nev’dir. Biri, bir kâmilin şeyhlik makâmına oturtulmasıdır. İkincisi, bir nâkısı icâzetle, irşâd etdikleri ile berâber fâidelendirmekdir. [Ya’nî yetişmemiş birine izn vererek, talebeleri ile berâber onun da yetişmesini sağlamakdır.]. “Mebde ve Me’âd risâlesi”. 4/61.


● Tarîkat tâlimine icâzet için, bid’at ihdâs etmemek, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ve şeyhlerini sevmek, şart koşulmuşdur. 5/55.


● Tarîkat icâzeti, rü’yâda rûhların verdim demesi ile olmaz. Uyanık iken mu’teberdir. 4/200.


● Tarîkat beyânında arabî ibâre ile mektûb. 5/114.


● Tarîkatde bid’at, yolun kapanmasına sebebdir. 6/34. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Tarîkatde feyz ve bereketin ele geçmesinin şartı, edeblere riâyetdir. 5/13.


● Turuk-ı îsâl [kavuşdurma yolları], zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah], zikr-i zât [Allah], teveccüh ve murâkabedir. Göğsün açılması ve yükselme hangisi ile olursa, onunla meşgûl olalar. Lâkin nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah] terk olunmaz. Onun fâideleri mutlakdır. Onsuz temâm olmaz. 5/52.


● Tarîkat uzlet değildir. Emr-i ma’rûf, nehy-i münker, cihâd ve sünnete uymakdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Tarîk-i Ahmedîde [Ahmedî yolunda], ismler ve sıfatlar kısaca geçilir, zâta kavuşulur, mertebeler biter. Seyr sâhibi, tafsîlatlı giderse, zâta kavuşamaz. 6/138.


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, sünnete uymak ve bid’atlerden kaçınmakdan ibâretdir. 6/121.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede birbirinden fânî olmak şartı ile sohbet, uzletden dahâ iyidir. Birkaç kimsenin, bir yerde meşgûl olması, yalnız meşgûl olmakdan efdaldir. Zîrâ ictimâ’da feyzler in’ikâs eder [birbirine eklenir.]. 6/241.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyeye silsile-i zeheb derler. 5/19.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilk şart, mâsivânın unutulması ve başka şeylerin ilminin yok edilmesidir. 4/168.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilk şart tevbedir. Tevbede derler ki, ilâhî, benden vâki’ olan, bildiğim ve bilmediğim her bir günâh ve suçdan tevbe eyledim, rücû eyledim. 6/9.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede yükselmek, yalnız şeyhin sohbeti ve muhabbeti ve edeblerine riâyet ve islâmiyyete uymak iledir. Ve tâlib, şeyhin sohbeti ile yavaş yavaş isti’dâdını tekmîl ve belki şeyhin kemâlâtına vâsıl olur. İsti’dâdına uygun yolu, şeyh onu irşâd eylemeğe muhtâç değildir. Zikr eylemek lâzım ise de, ta’lîmi tesellî etmek içindir. Kavuşmağa sebeb değildir. Kavuşmağa sebeb sohbetdir ki, sohbet sâhibinde fenâ şartiyle ki, başlangıcda böyle idi. Sahâbe ve tâbi’în, yalnız sohbet ile sonsuz kemâlâta vâsıl oldular. 5/78.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede tâlib, râbıta ve muhabbet ile sâat sâat şeyhin rengine girer. [Şeyhine benzer.] 5/82.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, alınmış olan zikrden, farzlardan ve sünnetden gayri ile meşgûl olunmaz. 5/101.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, evvelâ zâtın zikri [Allah ismi ile zikr] ve sonra zikr-i nef-yü isbât [lâ ilâhe illallah zikri] ta’lîm olunur. 5/78.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede pîrin ta’lîmi en mühimdir. Onsuz mümkin değildir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede sülûk ve nisbet te’sîsi [nisbetin te’sîs edilmesi] şeyhe ittibâ’ iledir. 4/165.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede mürşidin, mürîdlerin hâllerini bilmesi şart değildir. 6/132.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede tevhîd-i şühûdî lâzımdır. Tevhîd-i vücûdî lâzım değildir. [Bir görmek vardır, bir bilmek yokdur.] 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Bu tarîkde her zuhûr eden şey ile kana’at eylemiyeler. 5/65.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin sülûki vehm ve hayâl iledir. Ahvâl [hâller] ve vehm ile idrâk eder. 5/68. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyeye kayyûmiyyet cezbesi Abdülhâlık Goncdüvânî vâsıtası ile Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelmişdir. Ma’iyyet cezbesinin başlangıcı ise, Şâh-ı Nakşibendden başlamışdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye büyükleri azîmet ile hareket ederler [amel ederler], ruhsatdan kaçınmışlardır. Ve azîmetleri de, zarûret mikdârı yaparlar, buyurulmuşdur. 6/121.


● Ta’âm [yemek] ve menâm [uyku] az olmak beğenilir ise de, ibâdetde azlığa, tehîre sebeb olmamalıdır. Ve dimâgı hasta ve hayâlâtı ifsâd [aklı ve hayâli ifsâd] eylemeye. 5/51.


● Ta’âm [yemek], menâm [uyku] ve kelâmda [söylemekde] orta yola riâyet lâzımdır. 4/145.


● Ta’âma [yemeğe] başlamakda besmele, sünnet-i müekkededir. 5/51.


● Taleb ve şevkin sönmemesinin ilâcı, pîrin teveccühü iledir. 6/222.


● Taleb mevcûd olmasa dahî, nisbet verilir. Lâkin taleb mevcûd oldukda, nisbet-i mefkûdenin arzûsunu dahî, nisbet makâmında kabûl ederler. [Bu arzûyu dahî nisbet makâmında kabûl ederler.] 5/89. [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Ta’âmdan sonra, Elhamdülillâhillezî et a’menî hâzât-ta’âm ve razekanî min gayr-i havlin minnî velâ kuvvetin [Allahü teâlâya hamd olsun. Beni doyurdu. Beni rızklandırdı. Kuvvetsiz iken doyurdu] diyenin günâhları magfiret olunur; hadîsi. 5/51.


● Ta’âmda sedd-i ramak [ölmiyecek kadar yimek içmek] ve imsak-i [perhîz] kudret kadar birkaç lokma tenâvül eylemek [yimek] insanoğluna kâfîdir. Sabr mümkin olmazsa, mi’denin üçde birini yemek için, üçde birini sıvılar için ve üçde birini dahî, hava için ta’yîn etmelidir; Hadîs-i şerîfi. 5/51.


● Tulû’u cemâl-i ehadiyyet [Allahü teâlânın cemâlinin görünmesi] beşerî sıfatları yok eder. 5/136.


● Toprağa secde eylemek, Hak sübhânehuya çok mahbûbdur [sevgilidir]. 5/154.


● Tavr-ı aklın verâsı [aklın ötesi, akl sâhasının ötesi] öyle bir sâhadır ki, orada kalb yolu ile keşf ve müşâhede olunan ba’zı şeyler anlaşılır ki, akl onun idrâkinden âcizdir. Hislerin, aklın idrâk etdiği şeylerden âciz olması gibidir. “Mevlânâ Câmî”. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Tûfândan sonra gelen ulül’azm Peygamberlerin evveli İbrâhîm aleyhisselâmdır. 4/113.


● Tûfândan sonra, ilk biten ağaç zeytindir. 4/111.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-S

 – S –

● “Sâ’imin [oruclunun] ağzında, açlık sebebi ile hâsıl olan koku, Allahü teâlâ indinde, miskden dahâ güzel kokudur.” Hadîs-i şerîf. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Sâhib-i hakîkînin [hakîkî sâhibin] fermânına itâ’at ve boyun eğmek lezzetini, harâmlardaki lezzetden ziyâde bilmek gerekdir. Ni’metleri ihsân eden Allahü teâlânın bir kimseden ve onun işinden râzı olması ni’meti, diğer lezzetlerin tadı ile bir olmaz. 4/211.


● Sâlih-i vefâ [vefâ sâhibi sâlih], hayr ameli işler. Lâkin ma’siyyetden [kötülüklerden] kaçınmak sıddîkların işidir. 5/112.


● Sâlih kimsenin gördüğü rü’yâlar, müjdedir ve istidâdı haber verir. Çok vâki’ olur ki, o istidâdı gösteren rü’yâ zuhûra gelir. Ve ekseriyâ dahî zuhûra gelmez. Cân fedâ eylemek gerekdir ki, iş, sözden işe ve işitmekden ele-avuca gele. [Adını duymakla kalmıya, ele geçe.] 4/200.


● Sabâhat, hüsn-i tafsilidir ki, [yüz güzelliğinin açıklanmasıdır ki], onunla boy güzelliği, yüz güzelliği ve göz güzelliği ve kaş güzelliği diye ta’bîr olunur. Hâlbuki, melâhat, bir hüsndür ki [görülmiyen güzellik, bir güzellikdir ki], ma’nevî ve zevkîdir. Ve ta’bîr ölçüsünün dışında ve ötesindedir. [Ta’bîri mümkin değildir.] 4/113.


● “Sabâh ve akşam rızkı olup, dilenen, Cehennem ateşini çoğaltır.” Hadîs-i şerîf. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Muhammed Sıbgatullah, Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”un mahdûmzâdeleridir. 4/231.


● Sohbet, dünyâ için olup, âhiret düşünülmez ise, dünyâ için ve âhıret için hüsrândır. 4/31.


● Sâlihlerin sohbetini arayınız. 4/14.


● Sohbet-i fukarâ ve sulehâ [dervişlerin ve sâlihlerin sohbetine] ve ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olan şeylere rağbet edip, ahkâm-ı islâmiyyenin hilâfına [muhâlif] iş gördükleri mahalden kaçalar. 5/99.


● Sohbet-i pîr [pîrin sohbeti] müyesser olmazsa, kayıtsız [tam bir] muhabbet ile de [uzakdan] feyz alınır. Yalnız bu ikisinin arasında büyük fark vardır. 6/47.


● Sohbet-i ehlullah [ehlullahın sohbeti], kemâlin ele geçmesi ve sülûk konaklarının geçilmesi için mutlaka lâzımdır. 6/9.


● Sohbet-i ehlullahın fâideleri. [Evliyânın sohbetinin fâideleri.] 4/158.


● Sohbet-i îşânın [Onların sohbetinin] bir sâati, kırk günlük mücâhedelerden dahâ üstündür. 4/47.


● Sohbet lâzımdır. Çâre yokdur. Sûret ve râbıta ile iktifâ olunmak [kifâyet etmek] hatâdır. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sohbetin ve Onlara hizmetin mükâfâtı, Hak teâlâya kavuşmakdır. Diğer amellerin karşılığı, ona yakınlığa ulaşdıramaz. Bu işin hakîkatidir ki, nefs-i emmâreyi itmînâna getirir. Diğer amelleri de sûretden hakîkate getirir. 4/233.


● Sohbet edeceğin kimse ile Allahü teâlânın maıyyeti basar-i basîretine dûçâr olmalıdır. 4/125.


● Sohbet-i agniyâdan [Dünyâlık toplıyanın sohbetinden] kaçınmak lâzımdır. 4/125.


● Sohbet-i nâ cins [yabancılar ile sohbet]den, tefrîka ehli ile, bid’at ehlinin sohbetinden kaçınalar. 4/145.


● Sohbet-i ehli dünyâ [dünyâ ehlinin sohbeti] mevcûd iken, hakîkî matlûbun sevdâsının kalbde hâsıl olması, ne büyük ni’metdir. Dervişlerin muhabbeti onun eseri ve Onların niyâzı onun beyyine-i vâdıhıdır. [Onun açık delîlidir.] 4/143.


● Sadr [göğüs], ilm mahallidir, yeridir. Gayb âleminden gelen [ulaşan] her feyz, evvelâ sadra gelir. 5/97.


● Sadaka-i tetavvu’u [nâfile sadakayı] istemek, kazanmağa kudreti olmıyan muhtâc içindir. Muhtâc, nefsine mevt veyâ maraz isâbetinden havf eden câyı’ [ölmekden veyâ hasta olmakdan korkan aç] veyâ bedeni örtecek şeye kudreti olmıyan açık kimsedir. Böyle kimse, âciz olmayıp da, kesbine başka birşey mâni’ olursa, bir günlük yiyeceği istemesi câiz olur. [İstediği bir günlük ola].


Eğer kesbi terk etmeğe sebeb, nâfile nemâz ve oruc ile meşgûliyyet ise, zekât istemek câiz değil ve nâfile sadaka istemek mekrûhdur. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Sadakanın sevâbı, evvelâ Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve sonra meyyitin rûhuna hediyye edilmelidir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Sırât-ı müstekîme hidâyet demek [doğru yola kavuşmak demek], kulun rızâsını kazâ ve kadere tâbi’ etmek demekdir. 4/44.


● Sırât-ı müstekîm [doğru yol] ahkâm-ı islâmiyyedir. Bir düz çizgi gibidir. Bu hattı müstekîmden az bir ayrılık, şeytânların yoludur. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları], ehl-i sünnet indinde, zât-i ilâhî üzerine, nasıl olduğu bilinemez tarzda, hâricde mevcûdlardır. 5/105.


● Sıfat ve ef’âli [Allahü teâlânın sıfatları ve fi’lleri] zâtından ayrı değildir. Eğer ayrılık var ise zıllerdedir. 4/183.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] hâricde mevcûddur. Bununla berâber, sıfata her ne âid olur ise, zâta da âiddir. Ve sıfatlar zâtda i’tibâr edilmekdedir. Bu i’tibârât-ı zâtiyye, şü’ûn-i zâtiyye ıtlak olunur. 5/105.


● Sıfât-i ilâhî [Allahü teâlânın sıfatları] ve şu’ûnâtı [şu’ûnları], zât-i teâlâdan hiç ayrı olmayıp, ayrılması yokdur. Fekat, zâtın âşıkları için, muhabbet-i zâtiyye cihetinden zât-i teâlâ ile berâberlik hâsıl olur ki, o makâmda şân ve i’tibârdan hiç hâtıra gelmez. Bu muhabbet hâllerinin husûsiyyetlerinden ve şaşılacak şeylerindendir. 5/119.


● Sıfat, ef’âl ve zât-i ilâhînin hakîkatinden, mahlûkların, cehl ve hayretden gayri nasîbi yokdur. Gayba îmân eylemek lâzımdır. Her ne keşf ve şühûd hâsıl olursa, “Lâ” derken yok etmelidir. 6/66.


● Sıfât-i vâcibî [Allahü teâlânın sıfatları], yokluğun şâibesinden uzaklardır.


Zât-i teâlâya muhtâc olduklarından, imkân-ı zâtîden müberrâ [Allahü teâlânın zâtının imkânlarından uzak] değillerdir. [Zât ile vardırlar]. 4/221.


● Sıfât-i ilâhînin i’tibârâtı üzerine tefevvuku [Allahü teâlânın sıfatlarının, i’tibârâtı üzerine üstünlüğü] vardır. 4/183.


● Sıfat, hakîkatde zâtın gayrıdır. [Sıfat başka, zât başkadır.]. 4/85.


● Sıfât-ı ilm [ilm sıfatı], hayât sıfâtından başka, bütün ismlerin ve sıfatların üstüdür. Ve bütün sıfatların hepsini kendinde toplamışdır. 4/113.


● Samed [bir olmak, benzersizlik], birliğe işâretdir ki, sıfât-i ef’al ve sâir sıfât-i sübûtiyyeden ve şu’ûn ve i’tibârât-i zâtiyeden, bütün bunların vasfların mâlik olma mertebesidir. 4/76.


● Sûretden hakîkate ve sözden ma’nâya geçeler. 6/170.


● Sûret-i pîr [pîrin sûreti] hakîkatde pîrin aynı değildir. Ve pîre olan ihtiyâcı gidermez. Pîrde şeyler vardır ki, anın sûretinde yokdur. 5/50.


● Suver-i misâliye keşfi [Keşf edilen misâlî sûretler] ve bunlarla konuşma hoşdur ve ilmî müjdelerdir ammâ, hakîkî matlûb ile işleri yokdur. Ve çünki, bâtınî nisbeti bozmaz. Havf yokdur. 4/182.


● Sûrî âlâm [ortaya çıkan elemler] ma’nevî terakkîlere vesîledir. 6/68.


● Sofiyye-i kirâm, matlûbu insan kendisinde idrâk eder demişlerdir. Enfüsün dışında [nefslerin dışında] söz konuşmamışlardır. İdrâkın hakîkati ise, enfüsün dışındadır ki, enfüs o mu’âmeleye nisbetle âfâk hükmündedir. Âfâk ve enfüs vehmin cevelan etdiği yerdir. [Onun sahâsı içindedir.]. 5/103.


● Sôfî, sûretde halk ile berâber olup, hakîkatde halkdan uzak, ayrıdır. 6/119.


● Savm [oruc] benim içindir ve onun karşılığını ben veririm diye, Hak teâlâ buyurur. “Hadîs-i şerîf.” 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Sayd-ı hestî, bî dâm-ı nistî mutasavver ve sûret pezîr değildir. [Varlık avı, yokluk tuzağı olmadan tasavvur edilemez ve zuhûr etmez.] [İnsan kendini yok bilmedikçe, Allahü teâlâya kavuşamaz]. 6/120.


● Zarûretler, mahzûrları [harâmlığı] ortadan kaldırır, mubâh kılar. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Da yedeke alâ füâdike fe innel kalbe yeskünü lil halâli. [Elini kalbinin üzerine koy! Halâl için muhakkak kalb sâkin olur.] 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Dalâlet erdında [kâfir ülkesinde] bir kimseyi irşâd eylemek sadakadır. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-Ş

 – Ş –

● Şâh-ı Nakşibend, iftâr vaktinde yedi yerde hâzır olmuşdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Şâh-ı Nimetullah kâdiriyye gönderilmişdir: Bizim gibi bir köşeye çekilmiş olanlar ve bilinmiyen bir köşede olanlar, binlerce riyâzet çekseler ve bütün gücü ile çalışsalar ve gayret etseler, sultânların gönlünde eseri görülen [iz bırakan] bir hak kelime ile, belki ona yakın olamaz. 4/74.


● Şü’ûnât-ı ilâhî [ilâhî şü’ûnât] sıfatların aslı olup, zât-i ilâhîde kâinlerdir. [Vardırlar]. O yüce mertebede ayrılık görülmediğinden, bu şü’ûnât, zât-i akdesden ayrı değildir. Ve zâtın gayrı değildirler. Ve birbirlerinden ayrılmaları da yokdur. Ve birbirlerinin aynı da değildirler. Zât-i teâlâ, temâmiyle bu şü’ûndan herbirinin renginde zuhûr eder. 5/35.


● Şü’ûnâtın i’tibârât üzerine üstünlüğü vardır. 4/183.


● Şü’ûnât-i ilâhî, hakîkî sıfatların asllarıdır. 5/119.


● Şü’ûnât-i ilâhî, kemâlât-ı zâtiyyeyi mündemiçdir [içine alır]. 5/105.


● Şü’ûnât-i ilâhî, zât üzere zâid değildir. [Zât ile berâberdir.] 5/85.


● Şü’ûnât-i zâtiyyeden terakkî [yükselme] câiz ve vâkı’dır [olur, vukû’ bulur]. 5/119.


● Şü’ûnât-i ilâhî azze şânühüde mücerret i’tibârâtdır. 4/183.


● Attâr-ı Şiblî “rahimehullahü sübhânehu” kırk sene ağladı. Ve semâ yönüne [gökyüzüne] bakmadı. Ağlama sebebi sorulunca, kabrin korkusundan ve kıyâmetin heybetinden ağlarım, dedi. Gökyüzüne neden bakmadığı sorulunca, çok günâh işledim, meclislerde çok kahkaha ile güldüm. Ondan utanıp, yukarıya bakamam, dedi. 4/18.


● “Şedîd olan kimse [kuvvetli, şiddetli kahramân olan kimse], çarpışmada şedîd olması mu’teber değildir. Belki gadabı vaktinde [kızgınlığı ânında] nefsine mâlik olan kimseye şedîd demek [kahramân demek] lâyıkdır.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Şerâb-ı köhne-i mâ lezzeti diger dâred. Herçi li külli cedîdin lezze. [Bizim köhne şerâbımızın başka bir tadı vardır. Her ne kadar, her yeni şeyin bir yeni tadı olursa da!] 6/14.


● Şerh-i sadr [Göğsün açılması, ya’nî kalbin nûrlanması], nefsin itmînânına ve nûrun sînede [kalbde] zuhûruna bağlıdır ki, alâmeti, bu yalancı dünyâdan kaçıp ve âhırete hâzır olmakdır. 4/143.


● Şerh-i sadr [Göğsün açılması, ya’nî kalbin nûrlanması], vilâyet-i kübrâda lâzım olan şeylerdendir. 5/91.


● Şerh-i sadrın kemâli, şeytân göğüsden kovulmadıkça mümkin değildir. 4/190.


● İnsanın şerefi, üstünlüğü, îmân ve ma’rîfet iledir. Mal ve makâm ile değildir. 5/63.


● Şirkin inceliklerinden kurtulup, tevhîdin esâsına kavuşan, anka-i magrib [anka kuşunu ele geçirmek] hükmündedir. 6/230.


● Ahkâm-ı islâmiyyesiz kurtulmak mümkin değil ve hayâl etmek bâtıldır. 4/73.


● Ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olunmadıkça, uyulmadıkca, hiçbir vaktde ma’rifet-i ilâhî ele geçmez. 4/77.


● İslâmiyyete ve sünnete tâbi’ olunursa ve bid’atden kaçınılırsa [ne kadar çok bu iş yapılırsa] bâtındaki nûr çok olur. 6/51.


● Ahkâm-ı islâmiyyeye muhâlif ve gevşek yapışıp, islâmiyyete uyuyorum diyenler, bâdemin kabuğu ile vakt geçirirler [boşa vakt geçirirler]. 4/101.


● Ahkâm-ı islâmiyye ile süslü [donanmış] ve sünnet-i seniyye ile donanmış olmıyanların meclislerine girmemelidir. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● İslâmiyyet, nâkıs-ı akl olanlar [aklsızlar] içindir demek küfrdür. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Şerefül-insan bil-îmân vel-ma’rife lâ bil-mâl vel-menzile. 5/67


● Ahkâm-ı islâmiyyeye ittibâ’ [uymak] ve şeyhi muktedâya muhabbetde [bağlı olduğu şeyhine muhabbetde] doğruluk ve sağlamlık var ise, ahvâl ve mevâcidin olmaması, gam değildir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● İslâmiyyet üç kısmdır. İlm ve amel ve ihlâs. İlm ve ameli ülemâ-i zâhir bildirir, öğretir. İhlâsın hakîkati, bâtın âlimlerine hizmete bağlıdır. 5/23.


● Ahkâm-ı islâmiyyeye riâyet etmek [uymak] zikrdir. Ancak nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah] ve ismi zâtın [Allah isminin] tekrâriyle olan zikr, serî’ olarak te’sîr edip, şerî’atin hudûduna riâyet ile olan zikre vesîledirler. 6/46.


● Ahkâm-ı islâmiyye, hanefî ve şâfi’î mezheblerinden hâric değildir. Eğer hanefîden bir mes’ele bildirilmedi ise, şâfi’î mezhebinde bildirilmişdir. Ve şâfi’îden dışarı çıkmamışdır. Hakkın üçde iki veyâ dörtde üç hissesi İmâm-ı a’zama âiddir. Ve üçde veyâ dörtde biri Şâfi’î iledir.[1] Ahkâm-ı islâmiyyeye ve sünnete tâbi’ olmağa ve bid’atden kaçmağa ne kadar gayret gösterilirse, bâtının nûru da, o kadar çok olur. 6/51.


[1] Hindistânda yalnız hanefî ve şâfi’î mezhebleri olduğu için, bu iki mezheb birbiri ile mukâyese edilmişdir.


● Şi’r ve emsâli şeyler her ne kadar, yüksek derecelere ulaşsa da, sûretdeki fazîletlere dâhildir ki, ma’nâ ehli indinde, hayrlı iş kabûl edilmekden uzakdır. 4/51. [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● [Kıyâmet günü] Şefâ’at, evvelâ Enbiyâdan, ikinci olarak sâlihlerden, mü’minlerin günâhkârları için, Hakkın izni ile olacakdır. 4/148.


● Şükr, ahkâm-ı islâmiyyeyi kabûl edip ve îcâbiyle de amel etmekden ibâretdir. 4/40.


● Şükr şudur ki, kula ni’met olarak verilen bütün a’zâlar ve zâhirî ve bâtınî kuvvetler, ne için halk olundu ise, onu yerinde kullanmakdır. 6/100.


● Şükr, Allahü teâlâya yapılıp ve rahmetinin artmasını ümmîd edeler ve kendi iş ve amelinden ümmîdsiz olup, sâdece Allahü teâlânın rahmetinden ümmîdli olalar. Onun kabûlü, bizim ihlâsımıza bağlıdır. 6/131.


● Şevk, halâvet [zevkler, hâller], nisbet, nîstî [kendini yok bilmek] bunların hepsi, yolun ortasında vardır. Nihâyetde şevk yokdur. 4/84.


● Şevk, muhabbet ve arzû sebebiyle, senelerce yapılan işler, senelerin kazancı, az bir sâatde [kısa bir zemânda] ele geçer. 6/173.


● Şevk ve muhabbet büyük bir ni’metdir. İşin aslı, şevk ve muhabbet üzeredir. Ve ilerlemek ve yaklaşmak ona bağlıdır. 6/119.


● Şühedânın ervâhı [şehîdlerin rûhları] yeşil kuşların içindedir, hadîs-i şerîfinin tefsîri. 6/5.


● Şühedânın [şehîdlerin] Enbiyâ üzerine birkaç husûsda üstünlükleri var ise de, her bakımdan üstünlük, Enbiyâya mahsûsdur. 6/24.


● Şühûd-ı âlem [âlemi görmek] mübtedî ve müntehîlerin nasîbidir. [Yolun başında ve sonunda olanların nasîbidir.] Yolun ortasında olanlar, sekr hâlindedir ve kendinden geçme erbâbıdır. 5/52.


● Şühûd, ilm ve söz etmek, bunların hepsi zıl mertebelerindedir. Evsâf ve ef’âl [vasf ve işler] mertebelerinde ve zât mertebesinde hayret ve cehlden gayri nesne yokdur. 5/87.


● Şühûd ve vüsûlün [görmek ve kavuşmanın] hakîkati âhıretde va’d edilmişdir. Dünyâda sizden ve bizden kulluk yapmamız istenmekdedir. 5/10.


● Şühûd, sâliklere, yâ âfâk aynasında veyâ enfüs aynasında zuhûr eder. Âfâkî şühûda, Ehlullah indinde mekân i’tibâr edilmez. Ve onun seyrine bu’d der bu’d [çok uzak] demişlerdir ki, vehmin dolaşdığı yerdir. İstenilen şeye kavuşmak, enfüse âiddir ki bu seyre kurb der kurb [yakının yakını] demişlerdir. Matlûbu bulmak âfâk ve enfüsün ötesidir. Ve bu ötelik [uzaklık], son derece yakınlık, i’tibâriyle olup, akl onu tasavvurdan âciz ve hayrândır. Ve hayâlin ve vehmin ulaşdığı yerden dahâ yüksekdir. 6/74.


● Şey’iyyet, sübûtî veyâ vücûdî olur. Vücûdî, şey’in merâtibinden bir mertebede avâlimden bir âlemde zuhûrîdir. Sübûtî, şey’in ilmde sübûtudir. Hâricde değildir. [Şey olmak iki dürlüdür. Sâbit olan şey, mevcûd olan şey. Mevcûd olan şey, hâricde bulunan şeydir. Sâbit olan şey ise, ilmde bulunan, hâricde bulunmıyan şeydir.] 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Şey’in, diğer bir şey ile ittihâdı [Birşeyin başka bir şey ile birleşmesi,] birinci şeyin, ikinci şeyin hakîkati olmasını gerekdirmez. 4/88.


● Şey’in bir sıfatını bilmek, ilm, ol sıfat, vechedir, ol şeye değildir. [Şey’in bir sıfatını bilmek, şey’in kendisini bilmek değildir.] 5/1.


● Şeyh Halîlullah, Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”un mahdûmzâdeleridir [oğludur]. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]


● Şeyh Ebûl-Kâsım, Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”un mahdûmzâdeleridir. 5/129.


● Şeyh ile münâsebet hâsıl eden şeyler, şeyhe muhabbet ve hizmet, zâhiren ve bâtınan onun âdâbına riâyetdir. 4/78.


● Şeyh Abdülkuddüs, Hind [Çeştiyye] meşâyihinin büyüklerinden idi. Ve Hâce Ahrâr zemânına yakın idi. [İmâm-ı Rabbânînin babası Abdül-ehad hazretlerinin üstâdıdır.] 6/231. [Se’âdet-i Ebediyye: 1064.]


● Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül hayr buyurmuşdur ki, su üzerinde yürümek kolaydır. Kurbağa ve sığırcık da, suda yürürler. Çaylak ve sinek de havada uçarlar. Şeytân da, bir nefesde, doğudan batıya ulaşır. Bunun gibi şeylerin kıymeti yokdur. Murâd odur ki, insanlar arasında bulunup ve halk arasında haşr-neşr olup, Allahü teâlâdan bir ân gâfil olmamalıdır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]


● Şeytân kuvvetli düşmandır. Yolun sonuna varmış olanlar dahî, kendilerinden emîn değildir. Yolun başında ve ortasında olanlar, buna kıyâs oluna. 4/87.


● Şeytân, insanın dışındaki bir düşmandır. İnsanın içinde taşıdığı şeytân olan nefs, iç düşmandır. İçdeki düşman [nefs] yardım etmedikçe, dışdaki düşman hükmünü icrâ edemez. 6/171.


● Şeytân ve hevâya uymak sebebi ile Rahmâna kavuşmağı unutmıya ve sıhhat elde iken ve emniyyetde iken, Allahü teâlâyı çok zikr edip, Kur’ân-ı kerîm tilâveti için dahî zemân ta’yîn oluna. Ma’lûm ola ki, nefs-i emmâre ve alçak dünyâ, aldatıcıdır ve aldatıcı bir sevgili ve ragbet edilendir ve âhıreti ve Cennet ni’metlerini unutdurur. Ve şeytân, dünyâya teşvik etmekdedir. Fakîrlik ve yoksulluk ile korkutur. Ma’lûm değilmidir ki, dünyâ ve onun metâ’ı geçer gider [elde kalmaz]. Ve fânî ve acele gider. Âhıret metâ’ı elden gitmez. Ve bâkî ve ele geçecekdir. Senin için arkadaş ve dost, yâ la’în şeytân, yâhud hûr-i ayn [hûriler]dir. Meşgûl olduğun işe yazıklar olsun. Üç fâideli şeyi, üç şeye tercîh eyledin.


Ya’nî nefsin yorgunluğunu, kalbin meşgûliyyetini ve ağır hesâbı nefsin râhatlığına, kalbin sâkin olmasına ve hesâbın hafîf olması üzerine tercîh eyledin. Bedenin şeklini süsleyip ve cânî nefsi doyurarak himâye eyledin. Allahü teâlâyı unutdun. Ve kalbini fânî lezzetleri düşünmekle doldurdun. Âhıretin ehemmiyyeti [maksadı] sana hâsıl olmadı. Akllı olan kimse, dünyâdaki âcil olarak ele geçenlere, nasıl olur da ihtimâm ve ehemmiyyet üzere olup, âhiret işlerini geriye bırakır. Bilmez mi ki, dünyâ işlerinde tedbîr, tedbîriterkdir. Âhıret işlerinde tedbir, çalışmak ve kusûru terkdir. Duymadın mı ki, istenilen şey, dünyevî ihtiyâcları istemeği temâmen terk ile, yaratılış maksadı olan işe çok gayret etmekdir. Şu hâlde, yazıklar ve esefler olsun şol kimselere ki, dünyâ ile mutmain olup, onda sevinç ile gururlanırlar. Ve kıyâmet gününün şiddetini ve kabrin yalnızlığını unutarak, gücünü bâtıla sarf edip, Allahın kitâbından yüz çevirerek uzak olup, boş şeylere, oyun ve eğlenceye çok gayret gösterir ve beyt-i ma’mûra rağbet göstermezler.” İnsan bilmez mi, şol vakti ki, kabrlerdeki mevtâ dirile. Ve sudurda [göğüsde] olan hayr ve şer temyiz ve ibrâz ola. [Ortaya çıka]. Rabbi teâlâ onların gizli ve âşikâr hâllerine âlimdir [bilir]. Yevm-i kıyâmetde ona göre her kimseye cezâsını verir. Âdiyât sûresi (son âyetler). 4/207.


● “Şeytâna seb’ eylemeyin [söğmeyiniz]. Şerrinden isti’âze edin [şerrinden Allahü teâlâya sığınınız].” Hadîs-i şerîf. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Şî’îler, üç halîfeye ve Mu’âviyeye “radıyallahü teâlâ anhüm” ve diğer sahâbîlere söğerler. Ve birkaç kimseden gayri, bütün sahâbî sonradan mürted oldular, dediler. Ehl-i sünnet vel cemâ’at ise, hiçbir sahâbîye kötü söylemez, kötü bilmez. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-S

 – S –

● Sâlike iki şey lâzımdır. Muhabbet-i şeyh ve devâm-ı zikr. [Hocasını sevmek ve devâmlı zikr etmek.] 4/198.


● Sâlikin, murâdını taleb eylemesi [kendi murâdını istemesi] Hakkın murâdını red etmesi demekdir. 6/67.


● Sâlik, istek ve arzûlarından kurtulup, Hakkın irâdesiyle hareket edince [teslim olunca], meşîhat makâmına yakışır. Bu hâl ise, vilâyetin birinci (ilk) kemâlidir. 4/?


● Sâlik [tesavvuf yolcusu] evvelâ kendi kulluğunu izhâr edip ve nefsine kulluk etmekden ve hevâsına tapmakdan ve hayâlindeki putları Mevlâya ortak koşmakdan [kendi başına hareket etmekden] halâs bulmak zarûrî olarak lâzımdır. 5/26.


● Sâlik kendi isteklerinden kurtulmadıkça ve kalbinde Hak sübhânehüden gayri hiçbir maksûdu kalmayıp, eşyâya te’alluk eden [bağlanan] ilmi ve sevgisi kopmadıkça, yükseklere [Allahü teâlâya, o yüce makâma] yol bulamaz. 6/67.


● Sâlik-i müsteide [istidâd sâhibi bir sâlike] dahâ tarîkati ilk öğrendiği günde, kalbin fenâsından nişân ayân oldu. [Fenâ makâmından işâret görünür.] 4/235.


● Sâlik-i reşîd [doğru yolu tutan sâlik] zikr ve fikre devâm edip, ikbâl ve teveccühün devâmına [mesûd, se’âdetli olmanın ve doğru yolda bulunmanın devâmlı olmasına], zıd olanlardan yüz çevirip ve ezelî inâyet tâlibin hâline şâmil oldukda, tedrîcen onun kalbini sultân-ı zikr istilâ eder. Bir hâl üzere ki kalbin zikri devâmlı olur. [Devâm eder]. Zâhirin gafleti kalbe sirâyet eylemez. Zâhir [dış, beden] ne ile meşgûl olursa, gerek gâib olsun, gerek hâzır olsun ve gerek uyanık olsun ve uykuda olsun, bâtın dâimâ zikr ve huzûrda olur. 4/23. [Hak Sözün Vesîkaları: 325.]


● Sâlik-i bî çâre [bîçâre tesavvuf yolcusu], çünki süflî âleme tutulmuşdur. Ulvî âlem ile münâsebeti yokdur. İki taraflı bir tavassut ediciye [aracıya] muhtâcdır ki, sâlikin o aracı olan şeyh ile münâsebeti ne kadar çok olursa, onun kalbinden o kadar çok feyz alır. 4/78.


● Sâlike her nereden bir nisbet [feyz, hâl] erişirse [gelirse], kendi pîrinden bile. Kıble-i teveccüh perâkende ve perîşân olmaya. 6/42.


● Sâlik, beşerî kirlerden bâtın aynasını temizleyip ve mâ-sivâdan yüz çevirdikde fenâ hâsıl olur. Ve ilâhî ismler kendisinde tecellî etmekle, her bir ism ile bekâya ve hakîkata kavuşur. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sâlik, her ne kadar yükselirse de ve yakınlık elde etse ve fenâ ve bekâ ile müşerref olsa, zât ve sıfât-ı ilâhîde ortaklık hâsıl olmaz. Çünki, kulluk gücünün dışına çıkamaz. 4/76.


● Sâlik kendini yok bilir. Ve kavuşulanları asldan bilmeyip, asla sipâriş eylemezse, adem denir ki, fenâ-yı cezbedir. Ve ondan rücû mümkindir. Lâkin fenâ-yı hakîkî ona muhâlifdir ki, dönüşden emîndir. 4/122.


● Sâlikin işi, taş gibi katı ve gücsüz olmak, kabz [darlık] vâsıtasiyle yâhud zelle, [hatâ] işlemekle ve beşerî sıfatların galebesi cihetiyle bâtına zulmet hâsıl olmasıyledir. Böyle vaktde tevbe ve istigfâr lâzımdır. 6/121.


● Sâlikin yükselmekden mahrûm kalması, yâ sudûr-ı zelle [zellenin hâsıl olması] veyâ irtikâb-ı me’âsîdir ki [günâh işlemesi sebebi iledir ki], ilâcı tevbe ve inâbet ve pîrin teveccühü ile olur. Veyâhud şevk ve talebin azalmasıdır. Onun ilâcı dahî, pîrin teveccühüdür ki, Onun bereketiyle hem şevk ve taleb ve hem yükselme meydâna gelir. Veyâ yüksek isti’dâdının olmayışıdır. Onun dahî ilâcı, yüksek isti’dâtdan hissedâr olan pîr ile sohbet ve Ona tam muhabbet ve pîrin teveccühü ve muhabbeti iledir.


Onun bereketi ile kendi isti’dâdından yüksekliğe terakkî edip ve muhabbet cezbesiyle pîrin gizli hâllerini [üstünlüklerini] cezb eder ki, bu seyr geçicidir. Tabî’î değildir. Veyâhud i’tikâdda bozukluk vardır ki, ilâcı yokdur [ilâc kabûl etmez]. İ’tikâddaki gevşeklik, öyle bir geçid vermez engeldir ki, onun yolunu kesmişdir. İ’tikâd tâm ve şeyhde fânî olmadıkca terakkî mümkin değildir. Ve dâimâ sıkıntıda kalmaya mahkûmdur. 6/222.


● Sâliklerin isti’dâdları çeşidli olup, tasarruf sâhibi pîr, bir sâliki, isti’dâdından yukarı mertebelere ulaşdırmağa kâdirdir. Ammâ, sâlikin isti’dâdına münâsib olan yüksek mertebelere ulaşdırmağa kâdirdir. Yoksa isti’dâdına zıd olan mertebelere yükseltmeğe kâdir değildir. 5/120.


● Sâlik, Muhammed-ül-meşreb olmadığı takdîrde, Muhammed-ül-meşreb olan şeyhinin, sohbetinin câzibesi ve teveccühü sebebi ile, vilâyet-i Muhammediyyenin kemâlâtına ulaşır. O vilâyetin ona mahsûs olan hâlleri ile şereflenir. Lâkin, ona Muhammed-ül-meşreb demek veyâhud vilâyet-i Muhammedî sâhibi demek mümkin değildir. Zîrâ bu kemâl onda yokdur ve uzakdır. Zâtî ve tabî’î değildir. Onun vilâyeti, ayağı altında bulunduğu Nebînin vilâyetidir. 6/140.


● Sâlikin aslıl üsûlü (asıl aslı), i’tibârât-ı ilâhîdir. [Allahü teâlânın ihsânı iledir.] 4/1.


● Sâlik yolun başında iken zevkler ve değişik hâller ve çeşidli sırlar ve ma’rifetlerin beyânı kâindir. [Bunlar hâsıl olur. Bunların merkezidir.] Yolun temâmlanmasından sonra, yüksek derecelere ulaşdıkda, cehl ve acz ve dilin tutulması hâsıl olur. 4/88.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü olan ism, sâlikin idrâkini istilâ edip, sâlik kendi varlığını onun yanında örtülü olarak ve kendini yok bulur. O ismde fânî olup, vücûdu ve kemâlât-ı vücûdu ondan bilip ve ona tâbi’ oldukda, mutlak fenâya ulaşır. 5/120.


● Sâlik, esmâ [ismler] ve sıfat ve kendi mebde-i te’ayyününde seyr eyledikde, aslda ve aslın aslında seyr sâhibidir. Ve mu’âmelesi ondan yükseklere terakkî eyledikde, bu ismle tesmiye olunmaz. [Bu isme bağlı değildir.] Aslları dahî zıller [gölgeler] gibi yolda [yolculukda] geçer. Bil cümle esmâ ve i’tibârât [esmâ ve i’tibârâtın temâmı] bu makâmdan hâricdir. Ve kelâm-ı mecîd [Allahü teâlânın kelâmı] bu yüksek makâmda dâhil olduğu için, çâresiz bu hâl tilâvet ile kuvvetlenir. [Kur’ân-ı kerîm okumakla kuvvetlenir.] 4/224.


● Sâlik, kendi sıfat ve kemâlâtını Hak teâlânın sıfat ve kemâlâtı görmek, tecellî-i sıfatdandır. Kemâl-i tecellî oldur ki, bu zıllerin kendi aslına ve ademin dahî adem-i mutlaka [yokluğun dahî mutlak yokluğa] döndüğünü anlayıp, kendini sıfatdan ayrı [uzak] bula ve kendini yokluk sahrâsına atmış ola. 5/58.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü olan isme erişmesi ve onda fenânın ele geçmesi, insanın kemâl mertebesi değildir. Nitekim, vilâyet bu fenâya bağlıdır. Lâkin bu kavuşmada çok mertebeler vardır. Ve bu ismin o kadar zılleri vardır ki, sâlik her bir zılle vâsıl olduğu zemânda, o zıl sâlike asl unvânı [ismi] ile görünüp, sâliki o noktaya kavuşdurur. Hangi sâhib-i devletdir ki, asla vâsıl ola. [Asla vâsıl olan, devlet sâhibidir.] Bu makâm, sâliklerin muradlarına nâil olamadıkları ve ayaklarının kaydığı makâmdır. 5/60.


● Sâlikin mebde-i te’ayyünü şu’ûn mertebesinden ise, ayn-ı sâbiteye kavuşma ve onda fenâdan sonra, ayn ve eser zevâl bulur. Zîrâ şu’ûnun âlem ile hiç münâsebeti yokdur. Zîrâ, âlem zıll-ı sıfatdır. Zıll-ı şu’ûn değildir. [Sıfatın zıllıdir, şu’ûnun zıllı değildir.] Şimdi bir şânda fenâ, onun mutlak fenâsını müstelzim [lâzım gelen] ve ayn ve eserini izâle eder. [Ortadan kaldırır.] Eğer ayn-ı sâbite-i sâlik, makâm-ı sıfatdan ise, ona fenânın erişmesi, vücûd-i sâliki umumî olarak mahv edici olmaz. Ve eserini ortadan kaldırmaz. 5/84.


● Sâlikde kemâl husûlü [kemâlin hâsıl olması] dört derece üzeredir. Birinci derece, imkân derecelerini kat’ edip, kendi mebde-i te’ayyünü olan isme kavuşmakdır ki, fenânın hâsıl olması buna bağlıdır.


İkinci derece, o ismde seyr edip, kemâlâti ile mütehakkîk olmakdır ki [kemâlâtı ile tahakkuk etmekdir ki], bekâyı tahsil eder. Üçüncü derece, ismin sonuna ulaşıp, ism ile bekâ bulmakdır. Bu üç derece, seyr-i ilallah ve fillaha bağlıdır ki, kemâlât-ı urûcdur. [Yükselişin kemâlidir.]. Dördüncü derece, inişe bağlıdır ki, seyr-i anillahi billahdır. Ve seyr-i-fil-eşyâdır. 5/130.


● Sâlik, mahviyyet ve istihlâk zemânında [gark olma, kendini gayb etme zemânında] kendi te’ayyün-i imkânîsini vücûd-i hakkânî ile açığa çıkarıp ve ahlâkı, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanma olur. 6/8.


● Sâlikin terakkî ve urûcu asâlet ve zıllıyet alâkası olan makâmlardadır. Bu alâka temâm oldukda [kesildikde], terakkî düşünülemez. Mebde-i zâtdan sâlikin nasîbi olmaz. Mümkinde zâtdan bakîye yokdur ki, zâtdan hissedâr ola. 6/58.


● Sâlik, terakkî zemânında mebde-i te’ayyün olan ismin zıllerinden bir zıl ile, hakîkatlenir. [Mütehakkık olur.] Dahâ yukarıya başlayınca, dahâ üst zıl ile ki, evvelkinin aslıdır. Mütahakkık olur. [Hakîkatlenir.] Ve kezâ, ikinci asldan üçüncü asla ve üçüncü asldan dördüncüye, Allahü teâlânın dilediği kadar bekâ bulur. Hangi devlet sâhibidir ki, zıller mertebesinin temâmından geçip, ismin aslına kavuşur. 4/47.


● Sâlikin mu’âmelesi [fe’âliyeti], zıller mertebesinden ve asl mertebesinden dahâ yukarı ilerleyince, aslı dahî zıl gibi geçip, yüksek dereceleri ve ayırd edememe sebebi ile o işin netîcesi acze ve cehâlete ulaşıp, kelime-i tayyibeye bağlı olan fe’âliyet sonuna gelmiş olur. Ve bu kelime-i mubârekenin tekrârı, o makâmda netîce vermez. Ve o makâmda terakkî [yükselme] derece-derece, Kur’ân-ı kerîm okumak ve nemâz ile olur. 5/119.


● Sâlik ma’rifetini temâmlayıp, urûc ve nüzûl [yükselme ve iniş] makâmlarını mufassal bir şeklde kat’etdikden sonra, sırf yokluk makâmına inerek, orada Allahü teâlânın zâtınının aynası olur. İsmlerin kemâlâtının hepsi, onda zuhûr bulur.


İlm mertebesinde her ne kadar anlatılanlar zuhûr bulmuş ise de, hâric mertebesinde, âyine ol ârifdir ki, hâricde bütün kemâlât müşâhede olunur. 4/148.


● Sâlik, emâneti ehline sipâriş eder [ısmarlar]. Ya’nî, âriyeti [emâneti] olan kemâlâtı, sâhib-i kemâlâta [kemâlât sâhibine] havâle edip, o kemâlâtın aynası olan [göründüğü olan] adem-i mukayyedi, adem-i mutlaka [hiçbir bağlılığı olmıyan yokluğu mutlak yokluğa] sipâriş ederse, onu cenâb-ı akdese [Allahü teâlâya] yol bulmağa lâyık hâle getirip, bekâ-billâh ile ve ikinci derecede olan tecellî-i zât ile müşerref ederler. Mâdem ki, yokluk lekesi ile lekelidir. O hazretin yakınlığına lâyık değildir. Bu aks yolu ile müşâhede ve emânet dahî vehmdeki bir i’tibârdır ve ilmdeki değişiklikdir ki, hakîkaten hiçbir vakt kemâl o hazretden ayrılmamış ve yokluk dahî hakîkatde, mutlak yoklukdan ayrılmamışdır. 4/232.


● Sâlikin mu’âmelesi [işi] üsûlden bâlâya [asllardan yukarıya] revâne olup [ilerleyip] ve anlama kalmayınca, terakkî [yükselme] o makâmda Kur’ân-ı kerîm okumak ve nemâz iledir. (Ehl-ül-Kur’ân Ehlullah) hadîsinden murâd, bu cemâ’at olmak mümkindir ki, bunlar, hakîkat-i fenâ ve bekâya mazhar olmuşdur [kavuşmuşdur]. Bu dereceden evvel vâki’ olan tilâvet, ebrârın amelidir. Ve o makâmda kelime-i tayyibenin tekrârı fâidelidir ve terakkî sağlar. Çünki, bu kelime-i mubârekenin bereketi ile bâtının temizlenmesi hâsıl olmuşdur ve Kur’ân-ı kerîm okumakda mahâret kazandıkda, [Kur’ân-ı kerîmi temizler tutar] bu ma’nâya işâretdir. 5/67 [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]


● Sâlikin cezbesi, sülûkundan önce ise, sülûk onun cezbesi esnâsında hâsıl olur. Seyr-i enfüsînin esnâsında [zımnında] seyr-i âfâkî hâsıl olur. Zîrâ, cezbe seyr-i enfüsîden, sülûk seyr-i âfâkîden ibâretdir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sâlikin kâbiliyyeti mikdârınca, hangi Nebîye münâsib olursa, Onun vilâyetini bulur [alır]. 5/120.


● Sâlikde olan muhabbet, onun muhabbetinden bir kıvılcım ve eğer şevk ise, onun şevkından bir kıvılcımdır. Teferru’âtda olan zuhûrat, asldan alınmışdır. Hiç birşey kendi müstekıl değildir. 6/60.


● Sü’âl [dilenmek] harâm ve kötüdür. Lâkin zarûret ve acz zemânında mubâh olur. Eğer iş ölümle alâkalı ise, dilenmek halâl, belki azîmet, belki vâcib olur. Ölü eti ve hınzır eti gibidir. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Sü’âl [dilenmek] ölüme düşen için veyâ avret mahallini örtecek gücü olmıyana ve çalışma gücü olmıyana mubâhdır. Ölü eti şartları gibidir. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Sü’âl [dilenmek] bir ejderin [yılanın] ağzına elini sokup, bir şey almak ve çıkarmakdır, “hadîsi”. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Seherlerde ağlamağı ve istigfârı ganîmet bilip, en mühim iş kabûl edeler. [İşlerin büyüklerinden kabûl edeler.] 6/13.


● Seherde uyanıklığı mümkin olduğu kadar elden bırakmayınız. Ve o vaktde nemâzı, istigfârı ve hüngür-hüngür ağlamağı ganîmet biliniz. 4/14.


● Ser çeşme birdir. [Kaynak birdir.] 6/215.


● Se’âdet-i ebedîye [ebedî se’âdet] ve sonsuz kurtuluş, Enbiyâya uymağa bağlıdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Sefer der vatan, seyr-i enfüsîdir ki, ona cezbe de derler. Bu büyüklerin başlangıcda mu’âmeleleri, bu seyrdedir. [Bu yolculukdan başlarlar]. 4/165.


● Sekrin çokluğu ve muhabbetin aşırılığı, sâlikin basîreti gözünden temyîzi ref’ edip [hakîkati ayırıp] mümkini vâcibi teâlâ gibi gösterir. Fekat bu iş sâlikin şühûdundadır. Ve hakîkatde böyle değildir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Sekrden sahva [serhoşlukdan ayıklığa] ve cem’den fark-ı ba’del-cem’a [bir görmekden, ayrı görmeğe] ve küfrden îmâna geleler ki, kemâl budur. 4/39.


● Sekr, fenâ hâli ve şu’ûrsuzluk hâlidir. Hub ve sencidedir. [Güzel ve ölçülüdür]. Lâkin o hâlde kalmak, beğenilmiş değildir. 4/26.


● Sekr ve sâlikin kendinden geçmesi, her ne kadar muhabbet yolu ise de, nemâzı bozulur. 5/120.


● Sekr sâhibi ma’zûrdur. Fekat, sekr bilgilerini [hâllerini] taklîd etmek iyi değildir. 4/39.


● Sekr ehli, olgunluğu [kemâli] şühûd ve müşâhedeye bağlı bilip, tecellîler ile kanâ’at etmiş ve lezzet bulmuş, tevhîd ve ittihâda kapılmışlardır. Bu cemâ’at her ne kadar imkân perdesinden ve zulmânî perdelerden uzaklaşmışlarsa da, lâkin nûrânî perdelerde ve vücûbî perdelerde kalmışlardır. Ve ondan kurtulamamışlardır. Ve onun görünmesini Hak teâlânın görünmesi ve tecellîsi bilmişlerdir. Ve tecellî-i zât berkî’dir. [Bir an tecellîdir]. Ya’nî berk-ı hâtıf gibidir. [Şimşek gibi göz kamaşdırır.] Ve tekrâr mestûr olur [örtülür] derler. Hâlbuki, bundan ötedeki mertebelere ulaşan büyükler, tevhîd [birlik] ve ittihâdı, pesmânde-i râh kılıp [birleşmeyi geride bırakmış olup], tecellîlerden ve zuhûrlardan çok yükseklere ulaşmışlar, şühûd ve müşâhedeye iltifât etmeyip, perdelerden temâmen kurtulmuşlar ve yakînen bilmişlerdir ki, bu şühûd, Hak sübhânehunun şühûdu değil ve bu tecellî, Hak teâlânın zâtının tecellîsi değildir. Belki sıfatlarından bir sıfatın ve kemâlâtından bir kemâlin zuhûrudur ki, bunlar zât-i teâlâya hicâbdır [perdedir] ve Allahü teâlânın zâtını taleb eden, sıfat ve kemâlâtın şühûdi ile kanâ’at etmez ve kâfî bulmaz, râhatlamaz. 6/122.


● Selâmet-i kalb ki [kalbin selâmeti ki] bu yolun ilk şartıdır. O vaktde mâsivânın sevgisi ve unutulması [kalbden atılması] gerçekleşir. 4/105.


● Selâmı, insanlara güleryüz ile vermek, sadakadan addedilmişdir, hadîsi. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● Silsile-i îcâd [yaratılış zenciri] Resûlullaha bağlı ve Rubûbiyyetin açığa çıkması, Ona bağlıdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Silsiletüz-zeheb kitâbında Mevlânâ Abdürrahmân Câmî, vahdet-i vücûdu zem ediyor. Kendisi ise, vahdet-i vücûd muhakkıklerindendir [ehlindendir]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Sultân-ı vakte [vaktin sultânına] nasîhatlar ve ni’metin şükrünü edâ etmek hakkında mektûb. 6/6 [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]


● Sultân rûh gibidir. Diğer insanlar, cesed gibidir. Sultânın ıslâhına çalışmak lâzımdır ki, zemânın durumuna göre, islâmiyyeti yaymalı, anlatmalıdır. Mübâlega ve zorlama da hoşdur. Ammâ, ziyâde mübâlega olunmıya [haddi aşmaya]. 4/74.


● Sultân-ı vakte [vaktin sultânına], fenâ-yı kalb ve fenâ-yı nefsî ve ba’zı fâideler ve ma’rifetler beyân eden mektûblar. 6/237.


● Sultân-ı vaktin [vaktin sultânının] dindâr oldukları beyân olunmuş, bu hâle şükr edilmişdir. Sultânlar arasında bu nev’ini bulmak anka kuşu hükmündedir. Ümmiddir ki, ya-kında [kısa zemânda] kalbin fenâsı ile şerefleneler ki, vilâyet derecelerinin ilkidir. Bu ma’nâyı onların hakkında karîb-ül husûl (onların bu dereceye ulaşacağını yakın) buluyorum. 6/242.


● Sülûk, cânib-i tâlibdendir. [Sülûku tâlib yapar]. Ya’nî yola gitmekdir. Lâkin, cezbe, cânib-i matlûbdandır. [Çekilmek, Allahü teâlâdandır]. Ya’nî yola götürmek olur. Gitmek ile götürülmek arasında büyük fark vardır. 6/121, 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Sofiyyenin yolunda sülûk lâzımdır ki, Allahü teâlâyı tanımak müyesser hâsıl ola. [Ele geçe.] Ve nefsin hevâsından kurtulmak hâsıl ola. Her kime bu ma’rifet hâsıl ise, “Ona müjdeler olsun, onun için ne mutlu” kendi yaratılışından maksad ne ise onu yerine getirmiş, insânî kemâlâta ulaşmışdır. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● Sofiyyenin yolunda sülûk ve muhabbet-i zâtiyyeye kavuşmak, Habîb-i Rabbil âlemîne tâbi’ olmadan, hâsıl olmaz. 4/22. [Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● Sülûk ve diğer bir ta’bîrle seyr-i ilallah, son noktaya ulaşıp, mâsivâdan kurtulunca, fenâ hâsıl olup, seyr-i fillaha başlamak olur ki, buna cezbe derler. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]


● Sülûk, ismlerin ve sıfatların tafsîlinde terakkî [yükselmek] ise, merâtib-i vüsûl nihâyet pezîr değildir. [Vüsûl mertebelerinin nihâyeti yokdur.] Eğer kat’-ı merâtib-i esmâ ve sıfat icmâlen vâki’ ise, menâzil-i vüsûl inkitâ’ pezirdir. [Eğer ismler ve sıfatlar mertebelerini geçmek, kısaca vâki’ ise, vüsûl menzillerinin nihâyeti vardır.]. 6/217.


● Sülûk ve riyâzetden, tâ’at ve ibâdetden maksad, sâlik, kendinin, aslının adem olduğunu bilmekdir. 5/91.


● Bir sünneti ihyâ, yüz şehîd sevâbıdır, hadîs-i şerîfi. 4/228. [Eshâb-ı Kirâm: 273.]


● Sünnete uymak elbette kurtulmağa sebebdir. Ve netîceye ulaşdırır. Ve dereceleri yükseltir. Sünnetin dışında kalanlar ise tehlükedir. 6/51.


● Sûre-i ihlâsın tefsîri. 4/76.


● Seyr ve sülûkdan maksâd, ma’rifetullahdır. Ma’rifeti elde etmek zarûrîdir ki, vilâyet-i hâssasız ele geçmez. 6/2.


● Seyr ve sülûkdan maksad, perdeleri kaldırmakdır. Yoksa (kayd altına alınamıyan) ankayı ele geçirmek değildir. 6/122.


● Seyr ve sülûkdan maksad, sûretleri ve gaybî nûrları temâşâ [müşâhede] etmek değil, nefsin başı-boşluğunu gidermek ve kulluğu tahsîldir [ele geçirmekdir]. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Seyr ve sülûkdan maksad, fenâ ve kendini yok bilmekdir. Ve hakîkî matlûbdan başkasına tutulmakdan kurtulmakdır. 4/104.


● Seyr ve sülûkun hülâsası [özü], matlûbun huzûru müyesser olup, ârifin nefsinin aradan çıkmasıdır. 4/216.


● Seyr-i âfâkî, matlûbu kendi dışında aramakdır. 4/165.


● Seyr-i ilallah derecesini geçmek, ellibin senelik yoldur. 4/122.


● Seyr-i ilallah, beş latîfenin asllarına yükselmekle imkân dâiresinin seyridir ki, sülûkden ibâretdir. 5/60.


● Seyr-i ilallah, Allahü teâlânın ismlerinden sâlikin mebde’i te’ayyünü olan isme kadardır ki, ismin zıllıdir. Bunda imkân dâiresini geçmek vardır ki, vücûb mertebelerinden olan isme ulaşır. 6/207.


● Seyr-i fillah-ı sâlik, mebde’i te’ayyünü olan ve zıl dâiresinde bulunan ismden i’tibâren olan seyrdir ki, Allahü teâlânın ism ve sıfatları dâiresinde seyr ma’nâsınadır. 6/207.


● Seyr-i enfüsî, kendine gelip, kendi kalbinin etrâfını devr etmekdir. 4/165.


● Seyr-i âfâkî, uzakda uzaklaşmadır. Seyr-i enfüsî yakında yaklaşmadır. Lâkin bu kurb da zıllîdir. 4/88.


● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsîde meydâna gelen her tecellîyi, eğer tecellî-i zâti bilirlerse de, cümlesi fi’llerin ve sıfatların zılleri ile alâkalıdır. Fi’llerin ve sıfatların kendileri ile alâkalı değildir. 5/58.


● Muhammed Seyfeddîn “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Muhammed Ma’sûmun “kuddise sirrûh” mahdûm zâdeleridir [oğludur]. 4/235.


● Sermâye-i vakti [vakt sermâyesini], fânî lezzetlerden istifâde için telef etmiyelim. Ve harâb edilmesi ile me’mur olduğumuz şeyin ta’mîrinde olmıyalım. Allahü teâlâya yakınlık lezzeti ve kavuşma lezzeti, na’îm-i Cennetin lezzetinden ziyâde [çok] olduğu gibi, uzaklık ve mahrûmluk azâbı da Cehennem azâbından dahâ kötüdür. Ah, yazık, Allahü teâlâdan yüz çevirene. Ve hasretler [üzülmeler] olsun ki, Allahü teâlânın indinde haddi aşana.


Tekrâr dünyâya gelmek yokdur. Ve bu acımasız kahbeye zâhiren tutulup ve nefîs cevherleri bırakarak saksı parçası kadar az bir şeye tenezzül ederler. Cemâl-i mutlak tâbân [parlak] ve seyr ve sülûk yolu da açık ve seçikdir. [Gizli değildir.] Bizim gibi yaratılışı aşağı olanlar, o cemâlden perdelenmiş ve uzak ve o yüce makâmdan kovulmuşlardır. Kemâl-i hicâlet ve infi’âldir ki, hazret-i kerîm-i zünnevâl, ol izzü celâl ile, bu zerre misâle bir nazar-ı bî misâl eylemekle sır-u alâniyyesinden agâh eyleyip, o ise nihâyetsiz cehâletinden dolayı, kalbi ile başkasına bakar. Ve başkasına naz ederek gider. 4/175.


● “Sultân-ı sâhib-i cevr [zâlim sultân] yanında, adâletden bahs etmek ve tavsiye etmek, cihâdın efdalidir.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]