Bu dünyada lezzet namına ne kaldı?

 "Bu dünyada lezzet namına ne kaldı? sorusuna 

Muhammed b. Münkedir

 (ö. 131/748)  şöyle cevap vermiş:


- Dostların ihtiyaçlarını gidermek


- İnsanların kalplerine sevinç yerleştirmek


- Mahzun birinin gamını gidermek


(Tarih-u Medinet-i Dımaşk

İbn Asakir )

Aşçı Yahya Baba Hazretleri

“Vücudunu gıdayla besleyen, şeklen pehlivan olur. Ruhunu Allahü Teâlâ’nın aşkı ile dolduran, gönülden evliya olur. Helal lokma ibadet ettirir, haram lokma kötü yola sevk ettirir. Sizin karnınız toksa, hüner başka açları görmektir.” buyururdu Aşçı Yahya Baba

Aşçı Yahya Baba, Edirne evliyâsındandır. II. Bâyezîd Hân zamanında, Bâyezid Külliyesi’nin aşçılarındandı... Bu mübârek zat, pilavıyla meşhurdur... Besmeleyle başlar ve pirinçleri salevat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir, suyunu Fatihalarla salardı. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allah’tan bereket arzulardı...


Onun pilavı herkese yeter de artardı. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tunca Nehrine atardı. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırdı...


Kilerci, bakar ki pilav artıyor; pirinci kendisine az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile “Bu pirinç yeter mi?” demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pişen pilavın miktarında hiç azalmaz olmaz... Yine herkes doyar, Tunca’nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: “Bu bir keramet!” Evet, evet bu bir keramettir...


Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar ve;


-Bu Yahya Baba boş adam değil Sultanım, der.


Bâyezîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Baba’ya çok az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi’nden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tunca’nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar ve;


-Ne oluyor bre! Yoksa devlet malını israf mı edersin? der...


Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar su üstünden yukarılara sıçrayıp, anlaşılır bir dille şöyle seslenirler:


-Ey koca Sultan! Osmanlı gibi bir devletin Padişahısın! Şuncağız artığı bize çok mu görüyorsun?


Yahya Baba öylesine mahçup olur ki, anlatılamaz. O anda secdeye kapanır, Allah’a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama nafile!.. Çünkü sırrı ifşa olduğundan, mübarek çoktan rûhunu teslim etmiştir...


Evet, onun büyüklüğünü anlayamayanlar, yaptıklarına çok pişmân olurlar. Cenâze namazını kılıp, Bâyezid Külliyesi’nin bahçesine defnederler mübareği..

Büyükler kusurları affederler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Eshâb-ı kirâm*’ın, çok üstünlükleri var. Çok *Meziyet*’leri var, çok *Kıymetli* insanlar. Allahü teâlâ onları, Kur’ân-ı kerimde, *Sûre-i Feth*’in son âyetinde methediyor: 


Ve Kur’ân-ı kerîmde; *Onlar, kâfirlere karşı çok sertdiler, ama birbirlerini çok seviyorlardı!* buyuruyor. 


*Ruhamâü beynehüm!* Yâni onlar, birbirlerine karşı çok merhametliydiler. Birbirlerini çok seviyorlardı. 


Demek ki; bizim de, Peygamberimizin *Ümmeti* olarak, en birinci *Vasf*’ımız, birbirimizi çok *Sevmemiz* olmalıdır. Neden? 


Çünkü *Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, *Sık sık* birbirlerinin evine *Ziyâret*’e gider ve; 


*Gel kardeşim, biraz Peygamber Efendimiz’den bahsedelim de îmân’ımız tâzelensin!* derlermiş. 


Bunlar, yâni *Eshâb-ı kirâm*, müctehidlerin *İlk*’leri, evliyâların *Şâh*’ı, âlimlerin *Âlâ*’sı, yâni her bakımdan *Kemâl*’de olan insanlardır. Birbirlerine diyorlardı ki: 


Hazret-i Peygamberin *Vefât*’ından sonra *Kalp*’lerimiz kararabilir. Gel biraz oturalım, Ondan bahsedelim, bir iki *Salevât-ı şerîfe* okuyalım, Onun hayâtından konuşalım da *Îmân*’ımız *Tâze*’lensin.


*Eshâb-ı kirâm* böyle derse, bizim gibi *Zavallı*’lara ne demek düşer? Cenâb-ı Hak, hepimizi, o *Büyük*’lerin şefâatine kavuşdursun kardeşim. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri; Kendini, değil ki bir *Müslümân*’dan, frenk *Kâfiri*’nden, hattâ uyuz *Köpek*’den üstün gören, Allahü teâlâya *Yol* bulamaz! buyuruyor. 


Ancak *Şeytan*, kendini başkalarından *Üstün* görür. *Ben daha iyi bilirim!* der. Onun için, hakîkî bir talebenin husûsiyeti, *Mütevâzı* ve *Edeb*’li olmasıdır. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, onun için; Bu yolun başı *Edeb*, ortası *Edeb*, sonu yine *Edeb*’dir! buyurmuşlar. Hepimiz, bu hususta *Kusur*’luyuz kardeşim. 


Ama *Büyük*’ler affederler, kimsenin yüzüne *Vurmaz*’lar. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretleri, kusûrları hiç *Görmez*’di, hemen affederdi. *Büyük*’ler böyledir. 


Eğer affetmeseler, yanlarında *Kimse* kalmaz efendim. Onlar, *Allah* için hep yutkunurlar, *Sabr*’ederler, *Hoş* görürler. Yoksa, insanlar o *Büyük*’lerden uzaklaşır Allah korusun.

Balığın sorusu

 Hezz-ül-Kuhuf Kitabında Nâkledilen Çok Acayip Bir Hâdiseyi Burada Zikretmek Münâsip Olur; Evliyâdan Bir Zât Gemi Yolculuğu Yaparken, Şiddetli Bir Fırtına Çıkar. Gemi Batmak Üzere iken O Zât:


▬ “Ey Rüzgâr Dur! Ey Deniz Sen de Sakin Ol! Zirâ Senin Üzerinde Senin Gibi Deniz Var!”


(Yani Kendisini Kastederek, İlim Denizi Demek İster.) Bunun Üzerine, Allah’ın İzniyle Rüzgâr Kesilir, Deniz Sakinleşir. Denizden Büyük Bir Balık Çıkar ve O Zâta Der ki:


▬ “Sen Kendinin Bir İlim ve Mârifet Denizi Olduğunu Zannediyorsun. Ben Sana Bir Mesele Sorayım da, Bakalım Cevap Verebilecek misin?”


O da Sormasını Söyler. Balık da Fesih Bir Lisânla:


▬ “Bir Adam Mesh Olunduğunda (Yani İnsan Şeklinden Çıkarılıp Başka Bir Varlık Hâline Getirildiğinde ki Bu, Geçmiş Ümmetlerde Günâhlarına Ceza Olarak Meydana Geliyordu.) Hanımı Nasıl İddet Bekler? Kocası Hayatta Olup Boşanmış Kadın Gibi mi Yoksa Kocası Ölmüş Kadın Gibi mi? (Kocası Ölen Kadının İddeti Dört Ay On Gün. Boşanmış Olanınki ise Üç Âdet Hâli veyâ Üç Aydır. Fıkh ve Tefsir Kitaplarında Geniş Bilgi Vardır.)”


O Velî Zât Şaşırıp Kaldı, Cevap Veremedi. Balık:


▬ “Hani Nerede Senin Deryâ Gibi İlmin?”


Âlim:


▬ “Ben Söylediklerimden, Allahû Teâlâ’ya İstiğfâr Ediyorum. Sen Doğru Cevabı Bana Öğret.”


Dedi. Balık:


▬ “Şâyet Adam Cansız Bir Varlık Şekline Dönüştürülmüş ise Kadın, Kocası Ölmüş Gibi İddet Bekler. Eğer Bir Hayvan Suretine Dönüştürülmüş ise O Zaman Boşanmış Gibi İddet Bekler.”


Deyip, Denizde Kaybolup Gitti. O Velî Zât da Bu Sözlerinden Tevbe Etti. Kâdir ve Âlim Olan Allahû Teâlâ, Noksan Sıfatlardan Münezzehtir.


[Tefcîru’t-Tesnîm Fî Kalbin Selim]

Namaz ve küfür

 (Namaz, ibadetlerin en kıymetlisidir)

Sual: “İnsan ile küfür arasındaki fark, namazı terk etmektir” buyruluyor. Bunu nasıl anlamalıyız?

Cevap: (Kitâb-ül-fıkh-alel-mezâhib-il-erbe’a)da, namazı anlatmağa başlarken diyor ki, (Namaz, İslâm dininin direklerinden en ehemmiyetlisidir. Allahü teâlâ, kullarının yalnız kendisine ibadet etmeleri için, namazı farz etti. Nisâ sûresinin yüzüçüncü âyeti, namaz müminler üzerine, vakitleri belirli bir farz oldu demektir. Hadîs-i şerifte, (Allahü teâlâ, her gün beş vakit namaz kılmağı farz etti. Kıymet vererek ve şartlarına uyarak, her gün beş vakit namaz kılanı Cennete sokacağını, Allahü teâlâ söz verdi) buyuruldu. Namaz, ibadetlerin en kıymetlisidir. Hadîs-i şerifte, (Namaz kılmayanın, İslâmdan nasibi yoktur!) buyuruldu. (Mişkât)da ve (Künûz-üd-dekâık)da ve (Sahîhayn)de ve (Halebî)de bildirilen hadîs-i şerifte de, (İnsan ile küfür arasındaki fark, namazı terk etmektir!) buyuruldu. Bunun manası, (İnsan ile küfür, ayrı ayrı iki varlıktır. İkisini birleştiren yol, namaz kılmamaktır. Aralarından, namaz kılmamak kalkınca, yani bir insan namaz kılarsa, bu insan ile küfür arasında yol kalmaz. İkisi birbiri ile birleşmez.) Bunun manası, (Küfür bir özelliktir. Kendi kendine bulunmaz. Bazı insanda bulunur. Küfür bulunan insanda namaz kılmamak vardır. Küfür bulunmayan insanda namaz kılmamak yoktur. Küfür bulunan insan ile küfür bulunmayan insan arasındaki fark, namaz kılıp kılmamaktır) demektir. Bu hadîs-i şerif, (İnsan ile ölüm arasındaki fark, nefes almamaktır) sözüne benzemektedir. Ölüm bulunan insan nefes almaz. Ölüm bulunmayan insanda nefes almamak yoktur. Nefes almamak bulunan insanın ölü olduğu anlaşılır. Bu hadîs-i şerif, namaz kılmakta tembellik edenleri şiddetle korkutmaktadır.

(Tam İlmihal s. 212)

Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talepleri ayak uzatılarak dinlenmez

 ßirqün hasta yatağında bayqın ve sararmış bir vaziyette yatarken Sultan Abdülazîz’e:

“Medîne-i Münevvere mücâvîrlerinden bir dilekçe var!” denildiğinde yâverlerine:

“–Derhâl beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den qelen talebeleri ayakta dinleyeyim! 

Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talepleri, böyle ayak uzatılarak edebe muqâyir bir şekilde dinlenmez!..” diyerek Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhû Aleyhi Ve Sellem'e olan muhabbetini qüzel bir sûrette izhâr etmiştir.

Her Medîne-i Münevvere postası qeldiğinde abdest tâzeler, mektupları: «–ßunlarda Medîne-i Münevvere’nin tozu var!» diye öpüp alnına qötürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve: «–Aç, oku!» derdi...

Bu Büyükler ankâ kuşu gibidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda *Cihâd* etdikleri için. Dîn-i islâmı *Yaymak* için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda *Cihâd* için yürüdüler ve *Şehîd* oldular. 


Bizim *Âbiler* de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah *Yolu*’nda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç *Acı* çekmezler. Daha doğrusu öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu *İbâdet*’dir. *Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz zâten *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? 


Abdülhakim Efendi hazretleri buyururdu ki: Bu *Büyük*'ler ankâ kuşu gibidir. *Ankâ* kuşunun nerde olduğu belli değil. *İsmi* var, *Kendi*’si yok. İşte *Büyük*'ler, böyledir kardeşim. 


Çok *Az*’dırlar, ama çok *Kıymetli*’dirler. Onları, ancak *Nasîb*’i olanlar görebilir. Bu *Büyük*’lere kavuşmak, büyük *Ni’met*. O Büyüklere kavuşamıyan, *Talebe*’lerine kavuşursa, yine büyük *Ni’met*’dir. 


Hele *Kitap*’larına kavuşursa, çok büyük *Ni’met*’dir. Yalnız isimlerine kavuşsa, gene ni’metdir. O Büyüklerin *İsim*’leri söylendiği zaman, Allahü teâlâ *Hâtır*’lanır kardeşim. 


Çünkü onların, *Dünyâ* ile hiç alâkaları yok. *İlgi*’leri yok. Kalplerinde hiç dünyâ *Sevgi*’si yok. Bunun için o *Büyük*’ler anıldığı zaman, *Allah* hâtıra gelir. 


*Allahü teâlâ*’nın hâtırlandığı yere de *Rahmet* yağar. Rahmet yağar ne demek? Yâni orada bulunanların hepsi *Afv*’edilir. Bir mü’minin, dünyâda kavuşacağı en büyük makâm da, *Afv*’a uğramakdır zâten.

Ne yaptın ki Allah kabul etsin diyorsun!

 Namazdan sonra Tekabbelallah demeyin! Ne yaptın ki Allah kabul etsin diyorsun! Bunun yerine Bârekellah yani Allahu Teala mübarek etsin deyin. 

(Seyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruhu")

Ahlâk bulaşıcıdır

 “İyi huylu olmak için, iyi huylu kişilerle arkadaşlık etmelidir. Çünkü insanın ahlâkı, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk, hastalık gibi sârîdir, yâni bulaşıcıdır”

(Abdullah bin Mübârek hazretleri)

İHLÂS VE RİYÂ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Şimdi de sana riyâ nedir, ihlâs nedir, onları anlatayım ki, amellerini riyâdan sakınabilesin. Zira, riyâ şirktir.  

Fudayl İbn-i İyaz rahmetullahi aleyh, müritlerine nasihat ederek buyurdu ki:  

— Ne yapın yapın, birbirinizi ihlâsa götürün.  

Müritleri sordular:  

— Yâ Şeyhî Bize riyânın ve ihlâsın ne olduğunu lütfen bildir.  

Hazret-i Şeyh cevap verdi:  

— Kişi, kendisini halkın izzetinden, hürmetinden ve şöhretinden vaz geçirip horluğa ve alçak gönüllülüğe bırakmayınca, ihlâsı elde edemez. Yoksa, bu halk ile karışıp kaynaşmak, halktan izzet ve hürmet beklemek kişiye riyâ getirir. Sizler, kendinizi ve amellerinizi halktan gizlemeğe bakınız. Hak teâlâ sizin iradeniz olmadan sizi aşikâre ederse, ondan size bir ziyan gelmez.  

Bilmiş ol ki, bu hak yolunun eşkıyaları vardır, din ve imân yağma ederler. Bu yolun hırsızları da sıdk ve ihlâsı çalarlar. Kişiyi, dünyadan âhirete imânsız gönderirler. Bu gibiler pek çoktur, fakat hepsinden büyük ve hayırsız olanı RÎYÂ'dır, diğerleri tamamen buna tâbidir. Nitekim, dünya sevgisinin de bütün şerlerin başı olduğunu evvelce anlatmış ve açıklamıştık. 

Evet, kişinin bütün amellerini hiç edip, ahirette zarara uğramışlardan olarak gönderen de riyâdır ama riyâya da sebep yine dünyadır ve dünya sevgisidir, kibirdir, dünyanın izzetini, hürmetini, şöhretini sevmektir. Bunların hepsinden birden kişinin nefsini kurtarması gerektir, ki insan ihlâsa ulaşabilsin.  

İhlâs ona derler ki, işlenen her amelin cidden ve hakikaten Hak için işlenmesidir. Böyle yapılırsa, amel o vakit sırf hak için olur ve hiçbir amelinden ne dünyevî ne de uhrevî hiçbir şey ummazsın. Şu hâlde, günahlarını halktan sakladığın gibi, amellerini de gizlemeli, yani ibadet ve tâatini, bütün iyi amellerini saklamalısın. Hatta, o kadar ki günahlarını gizlememeli, fakat amellerini gizlemelisin. Seni, yaramaz ve hayırsız tanısalar bile, aldırış etmeyerek amelini gizlemeli ve tâatini kimseye bildirmemelisin. 

Hak teâlâ, ortak kabul etmez. Nitekim, buyurur: “Bana şerik yoktur. Şerik edinmekten müstağniyim.” Her kim, herhangi bir amel işler ve o amelinin yarısını bağışlarsa yani o ameli işlemesinde benden gayrı bir maksudu bulunursa, ben ondan da müstağniyim ve o gibi kimselerden rahatsızım. Zira, o müşrik olmuştur ve ben onu cehenneme atarım, demektir. Nitekim, Kur'an-ı kerimde buyurur: “Rabbinin İbadetine kimseyi şerik etmesin.” (Kehf sûresi: 110)

Riyâ, herkese gelebilir ama bazıları çabuk def ederler. Nitekim, ihlâs ile mümtaz olanlar, bunu başarmışlardır. Fakat, riyâ öyle gizli bir şeydir ki, değme kişiler dahi ondan gafil olurlar. Bunun içindir ki, aleyhissalâtü vesselam efendimiz: “Riyâ gayet gizlidir. Karanlık gecede, kara bir karıncanın kara bir bez üzerinde yürümesi gibi belirsizdir, buyurmuşlardır.” 

Şu hâlde, ihlâs ile amel etmek isteyenler, bir gizli yerde, temiz ve hâlis bir niyetle oturup ibadet ve tâ’atle meşgul olmalı, hiç kimse görmemeli, hiç kimseye söylememeli, yani: (Ben şöyle ibadet ederim, böyle oruç tutarım,) dememelidir.  

Eğer, bütün amelleri mi, yoksa yalnız farz olan amelleri mi gizlemek gerektir, diye soracak olursan, hemen cevap vereyim: Farz olan amelleri açıklamak gerekir. Beş vakit namazı cemaatle kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, halk ile bayram etmek, hac ve zekât farz olunca hacca gitmek ve zekât vermek, bu ve bunun gibi amelleri açıktan yapmak gerekir. 

Eğer, bunlar açıklanmaz ve halktan gizlenirse, dedikodulara, kötü zanlara sebep olabilir, insanın arkasından. (Bu namaz kılmaz, oruç tutmaz, zengin olduğu halde zekâtını vermez, hacca da gitmez.) gibi sözler ederler, günaha girerler. Müslümanları bu şekilde günaha sokmak caiz değildir. Onun için, bu gibi amelleri açıklamak daha hayırlıdır. Fakat, bunda da aşırılığa gidip herkesi huzursuz etmemelidir. Herhangi bir mescitte, beş vakit namazı cemaatle kılmak, zekât verdiği kimseye, bunun zekât olduğunu söylemek kifayet eder. 


Bir de bu farz olan amellere riyâ karıştırmamaya çok dikkat etmelidir. Bunları kendisine: (Bu adam, beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, hacca gidip geldi, zekâtını da muntazaman verir, çok iyi ve çok salih kişidir) denmesi için yaparsa, riyadır. 


Yani, borcu ödenir farz kendisinden sâkıt olur ama sevap hâsıl olmaz. Gerçi, bazıları farzların edasında riyâ olmayacağını ileri sürmüşlerse de bu söz zayıftır. Şunu muhakkak bilmelisin ki, farz amellerde bu neviden riyâ karışması, Hak teâlâ katında hâsıl olacak ecir ve sevaba mânidir. 


Diğer taraftan, nafile namazların, nafile oruçların, nafile hacların, sadakaların ve benzeri hayır ve hasenatın, mutlaka gizli yapılması gerektir, ki riyâ olmasın. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Sadakalarınızı öyle gizli veriniz ki, sağ elinizle verdiğinizi, sol eliniz duymasın.” buyurmuşlardır.  


Hak teâlâ hazretleri de sadaka verilen kişinin asla incitilmemesini irade buyurmaktadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Ey imân edenler Allâha ve ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızın ecrini başa kakarak ve gönül kırmak suretiyle iptal etmeyiniz.”  (Bakara sûresi: 264)


Sözün kısası, farz olan amellerden gayrı bütün amelleri, Allahu teâlâdan başka hiç kimsenin bilmemesi hayırlıdır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

Helal lokmanın faydaları

 Helal lokma o vücuda Hakkın muhabbetinin meyvelerini zuhur ettirir.Temiz kalbden zuhur eden bu huccet semeresini vücudun uzuvlarında, sinirlerinde gösterir.İbadet ve taat de bu meyvelerdir.Karanlık bir kalbden dahi vücûdun uzuvlarına ve sinirlerine zulmet yayılarak inâd ve Allahu Teala’nın emirlerine karşı gelmek ve çeşit çeşit habislikler zuhur eder.


Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu

İnsan aklı ve vesvese

İnsanın aklına özellikle imanı ile ilgili yersiz, saçma sapan fikirler, düşünceler gelmektedir. Bu da insanda dinden çıktığı gibi korkuya, endişeye sebep vermektedir. Seyyid Ahmet Arvasi aşağıda yer alan makalesinde bu düşüncelerin kaynağını ve bundan nasıl kurtulabileceğimizi açıklıyor.


“Hatarat”Arapça bir kelimedir.Sözlük manası itibari ile hem tehlikeler hem de akla gelen fikirler,vesveseler ve suizanlar demektir.Psikologlar, insan aklının, sürekli olarak zıtlar arasında yalpaladığını görmüşlerdir.İnsanın aklına ak deyince kara da gelir.Yani iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin,hürriyet ile esaret,adalet ile zülüm, tevhid ile kesret birbirini tedai ettirir.Bu, insan aklının bir özelliğidir psikologlar bunu tedai (çağrışım) kanunları olarak adlandırılırlar.Böyle olduğu içindir ki akıl, iman konularını incelerken farkında olsun olmasın küfrün saldırılarına uğrar.Siz, imanınızın hazzını ve heyecanını yaşamak isterken, aklınız, nefsi emmarenin sinsi ve şeytani oklarına hedef olur;zihniniz çeşitli vesvese ve suizanlar ile bulanır.Bir çok okuyucumun mektup ve telefonlarından öğrendiğime göre, onların büyük bir çoğunluğu bu ruh halini yaşamakta ve bundan tedirgin olmaktadır.Kimisi imanından şüphe etmekte kimisi yaptığı ibadetlerin işe yaramaz duruma geldiğine inanmaktadır. Hemen hepsi bundan kurtulmanın bir çaresi yok mudur diye sormaktadır.

Okuyucularımın bilmesi gerekir ki;kalpte Allah ve Resulü‘ne karşı derin bir sevgi ve aşk taşıyan mü'minlerin, aklına gelen vesvese ve zanların hiçbir tehlikesi yoktur.Bunlar küfür değil, nefsi emmareye bağlı zihni cilvelerdir.Bu karanlık çizgiler ve noktalar, gönlümüzde taşıdığımız imanın nuru karşısında kaybolup giderler. Küfre yenik düşmemek için akıl kalemiz gibi, gönül sarayımızı da iyi donatmamız gerekir.Çünkü sevgi ile şüphe bir arada barınamaz;sevgi şüpheleri izale eder.


Seyyid Ahmet Arvasi

Din konusunda kendi aklına, kendi görüşüne uyan, mâzallah imanını kaybeder

 Din konusunda kendi aklına, kendi görüşüne uyan, mâzallah imanını kaybeder. Tövbe etmezse Cehennemde sonsuz yanar.Kardeşlerim, dinimiz nakil dinidir, akıl dini değil. Yani İslamiyet bize nasıl geldiyse öyle yapacağız. Aklımıza göre yaparsak, yanlış olur.

(Muhammed Hacı Efdal hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Ehl-i bid’atın yüzüne gülme

 Ehl-i bid’atın yüzüne gülenin dini yıkılır.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Farz borcu varken nafile ile meşgul olmak ahmaklıktır

 Farz borcu varken nafile ile meşgul olmak ahmaklıktır. Çünkü farz borcu olanın nafile ibadetine sevap verilmez.

 Peygamber efendimiz aleyhisselam da; “Üzerinde farz namaz borcu olan kimse, bunu kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur” buyuruyor. Şimdi anladın mı evladım?

(Ahmet Kuseyri hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Kazası olanların farzlardan başka hiçbir ibadetlerine hiç sevab verilmez

 Kazası olanların, farzlardan başka hiçbir ibadetlerine, hiç sevab verilmez.Farz ibadetin yanında nafile ibadetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytan insanları aldatarak, kazaları kıldırtmıyor, nafile kılmayı, nafile hacca ve ömreye gitmeyi güzel gösteriyor.Ve zekat verdirmeyip, nafile hayırları, göze güzel gösteriyor.Sünnet ve nafilelerin, söz verilen büyük sevapları, farz borcu olmayanlar, kazalarını ödeyenler içindir.

(Kâdî Muhammed Zâhid “kuddise sirruh” hazretleri)

Zekat vermeyip sadaka verenler

 Zekat vermeyip sadaka verenler,İblisin en sevdiği kimselerdir.

(Şemseddin Sivasi hazretleri "rahmetullahi aleyh")