Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne güzel *Günler*’di o günler. Buradan, yâni *Sarıyer*’den, her gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri ile, o vakitler oturduğumuz *Yer*’lere bakıyorum, o güzel *Gün*’leri hâtırlıyorum. 


O *Büyük*’lerin basdığı topraklara *Bakmak* bile, o Büyüklerden *İstifâde* etmeğe, *Feyz* almağa sebep olur kardeşim. Efendi hazretlerinin rûhâniyeti orada vardır. 


*Velîler*’in bulunduğu yerlerde, kıyâmete kadar *Rûhları*’nın irtibâtı vardır. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri vefât edeli şimdi *Elli Sene*’yi geçdi. Altmış sene evvel, orada oturuyorlardı. 


*Basdığı* yerlerde, hattâ *Bakdığı* yerlerde, gözlerinin *Nûr*’u vardır şimdi onların. Kim *Severek* bakarsa, oradan *Feyz* alır efendim. 


Onların basdığı yerde *Feyz* vardır. *Söz*’lerinden olduğu gibi, *Hareket*’lerinden de *İstifâde* edilir o Büyüklerin. 


 Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, o zaman, yâni *Elli Sene* önce, *Sütlüce*’de, deniz kenarında otururken, görmüşlerdir bizim şu anda *Burada* oturacağımızı. 


Nasıl olur bu? Çünkü *Ruh*’lar için zaman yok ki. Rûh, *Zaman*’sızdır. Zaman, bu dünyâda var. Rûh âleminde zaman *Yok*’dur. 


Meselâ Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde  hazret-i *Osmân*’ın koşa koşa *Cennet*’e girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân kaç *Bin* sene sonra Cennete gidecek. 


Ama Efendimiz, *Mîrâc*’da gördü Onun *Cennet*’e girdiğini. Onlar için zaman yok. Onun için efendim onlar, tâ o *Zaman*’dan, buraları görmüşlerdir. 


Eskiden dedelerimiz, her gün birkaç sâat *Mektûbât* okurlarmış. Büyüklerin *Sohbet*’i kalbi temizler. Eğer *Büyük*’lerin sohbeti ele geçmezse, o vakit *Rûh*’larından istifâde edilmeye çalışılır. 


Peki ne yapılır? Rûhlarından istifâde etmek için *Râbıta* yapılır. Ama râbıta *Zor*’dur, herkes yapamaz. Râbıta yapmayı beceremiyorsa, o zâtın *Kitap*’larını okur. 


Bu yolla, o *Zât*’ın rûhundan *İstifâde* eder. Yâni rûhâniyetinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir. Böylece kalbi nurlanır, temizlenir ve parlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


İster Dünyâ’da olsun, isterse Âhiret’de olsun, o Büyük’lere karşı Kusûr işliyenler, Feyz alamazlar kardeşim. 


Bilmemek İki türlüdür. Bir şeyin kendisinin Harâm olup olmadığını bilmemek, bir de, bir şeyin içinde Harâm bir şey olup olmadığını bilmemek. 


Alkollü İçki’nin harâm olup olmadığını bilmemek, Özür değildir, affedilmez. Ama bir şeyin aslı Helâl olup da, içine Harâm bir şey karışmış olduğunu bilmemek Afv’edilir.


Namaz kılabilmek, İbâdet yapabilmek, Helâl lokma yemeye bağlıdır. Lokması Helâl olmıyan, ibâdet edemez, Sıkıntı basar. 


Harâm’la beslenen vücut, câmiye girmek istemez. 

Girse bile Kaçmak için fırsat arar. Maya’sı bozuk dedikleri gibi, Gıdâ’sı bozukdur o kimsenin. 


Allahü teâlâ her bir Zevk’i ve her bir Tad’ı, hem Helâl’de, hem de Harâm’da yaratmış. Yâni helâl-den yaratılmamış hiçbir zevk Yok’dur. 

● ● ● 

Peygamber aleyhisselâmın birçok Mûcize’leri vardı. Her bir mûcizesini çok Kişi’ler naklediyor,  bâzılarını ise bir Ordu haber veriyordu. 


Meselâ; parmakları arasından Su akması mûcizesi böyledir. Eshâb-ı kirâmın Suları bitmiş, hava da çok Sıcak. Efendimiz aleyhisselâm, Eshab’dan bir kap Su istiyor. 


Derhâl getiriyorlar. Efendimiz, o kapdaki Su’yun içine mübârek Eli’ni sokuyorlar. Eli Su’ya girince, kapdaki Su taşmağa başlıyor. 


Kab’ın dört bir yanından Dere gibi Su akıyor. Bütün ordu, kana kana İçiyor’lar ve kaplarını dolduruyorlar. Efendimiz; Yeter mi? buyuruyor. 


Eshâb-ı kirâm; Yeter yâ Resûlallah! diyorlar. Efendimiz elini Su’dan çıkarınca, su akması duru-yor. Eğer elini suya sokmasaydı, İp gibi çok Az su akacakdı. 


Su’yun içinde tutduğu için, Kab’ın her tarafından bol bol sular Akdı. O su nereden geldi? Mübârek Parmak’larının  arasından çıkıp akdı.

Kelime-i tevhid ve istiğfarın önemi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


Cenâb-ı Hak, bu *Sonsuz* olan *Ateş*’i söndürecek bir *Şey* yaratmış. Yâni bunun bir *İlâc*’ı var. Sonsuz ateşi söndüren bu ilâç nedir? 


*Lâ ilâhe İllallah Muhammedün resûlullah* kelâmıdır. Bu kelâmı, inanarak *Bir* defâ söyliyen için, o sonsuz *Ateş*, sonsuz olarak *Söner* efendim. 


Kalpdeki *Kir*’leri temizlemek için de ilâç; *Estağfirullah min külli mâ kerihallah* kelâmıdır. 


Bunları, hem *Kalb*’en, yâni inanarak, hem de *Fiil*’en, yâni ağızla söylemek lâzım kardeşim. 


Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanlar için iki *İlâç* yaratmış. Biri, *Kelime-i tevhîd*, diğeri de *İstiğfâr*. Bunlara, baha biçilmez efendim. 

● ● ●

Hedefi, maksadı *Allah*’ın rızâsı olmıyan kimse, Cehennem ve kabir *Azâb*’ından kurtulamaz. *Bid'at* çıkartan kimse de *Cehennem*’de yanacakdır. 


*Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Kim bu duâyı okursa, yerde ve gökde, ona aslâ bir *Zarar* gelmez. 


*Bismillâhillezî*, bu, öyle bir Besmeledir ki, *Lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Gökde ve yerde, hiçbir şey o kula zarar veremez. 

● ● ● 

Bizim *Kitap*’larımızı alıp da okuyana, Allahü teâlâ *Îmân* nasîb eder. Hattâ *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının evlerde bulunması bile, *Feyz* almaya sebep olur efendim. 


Yâni bizim *Kitap*’lar, birer *Mücevher* kardeşim. Çünkü kendimden bir şey yazmadım. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* bildiriyor, diye yazdım. 


Velhâsıl bizim *Kitap*’lar, hep *İslâm Âlim*’lerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgi*’lerdir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyük*’lerin yazıları olduğu için, bütün dünyâ *Hayrân* kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin *Bereket*’i.


Onun *Himmet*’i kardeşim. Bizimle alâkası yok. *Abdülhakîm* Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi*’ni bile işitmezdik, değil basdırmak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim birinci *Vasfı*’mız, birbirimizi çok *Sevme*’miz olmalıdır kardeşim. Neden? Çünkü Allahü teâlâ, *Eshâb-ı kirâm*’ı, bu vasıflarıyla *Övüyor*. Onların, bundan başka çok *Üstün* hâlleri de vardı. 


Ama onların *İlim*’lerinden, *İbâdet*’lerinden, *Cihâd*’larından bahsetmiyor Cenâb-ı Hak. Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, *Eshâb-ı kirâm*'ı, yalnız bir *Vasıf*’ları ile methediyor. 


O da, *Ruhamâü beynehüm!* Yâni, *Onlar birbirlerini çok seviyorlardı* diye övüyor Cenâb-ı Hak. 


Bir Allahın kuluna, dînimize âit bir *Mesele* öğreten, yâhut öğrenmesine *Vesîle* olan, *Cihat* sevâbı kazanır.


Meselâ birine, bizim *Kitap*’lardan bir tâne veren kimseye, Allahü teâlâ, *Bin* nâfile *Hac* sevâbı verir, *Bin* nâfile hac *Sevâbı*. O kadar kıymetli bu iş. Neden? 


*Emr-i mâruf* çünkü. Emr-i mâruf, bizim dînimizde çok *Kıymetli* kardeşim. Birine bir şey öğretmek. Bunun da en *Uygun* yolu, bu zamanda, *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazmış olduğu kitaplardan bir *Kitap* vermekdir. 


Bir insan *Âsî* olabilir, *Günâhkâr* olabilir. Ona, *Allah senden râzı olsun!* denebilir. Yâni Allah seni, *Râzı* olduğu şekle soksun, demekdir bu. En güzel *Duâ*’dır. 


Allahü teâlâ, bir kulundan *Râzı* olsa, o daha ne *İster* efendim. Hepimizin gâyesi bu değil mi? Rabbimizin *Rızâ*’sını kazanmak. Ama bir *Kâfir*’e, bir *Mürted*’e böyle denmez. 


Çünkü Allahü teâlâ, onlara *İnsan* demiyor. İnsan diye, müslümâna denir. Allahı *İnkâr* eden, Peygamberimizi *İnkâr* eden birine, nasıl *Duâ* edebilirsin? Bu, *Mümkün* değil efendim. 


Çok kâbiliyetli bir doktor düşünün. Buna, *Doktorluğu iyi* denebilir. Ama namaz kılmıyorsa, ona *İyi insan* denmez. Çünkü iyi insan, Allahın *Sevgili* kuludur.


Allaha *İtâat* eden kuldur. Ama *Namaz* kılmıyorsa, *Oruç* tutmuyorsa, buna, *İyi doktor* da denmez efendim. 


Öyle denmez. En fazla, doktorluğu *İyi* denebilir. Kendisi için *İyi* denirse, Allah korusun insan *Küfr*’e girebilir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda *Cihâd* etdikleri için. Dîn-i islâmı *Yaymak* için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda *Cihâd* için yürüdüler ve *Şehîd* oldular. 


Bizim *Arkadaşlar* da hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah *Yolu*’nda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç *Acı* çekmezler. Daha doğrusu öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu *İbâdet*’dir. *Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz zâten *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? 


Abdülhakim Efendi hazretleri buyururdu ki: Bu *Büyük*'ler ankâ kuşu gibidir. *Ankâ* kuşunun nerde olduğu belli değil. *İsmi* var, *Kendi*’si yok. İşte *Büyük*'ler, böyledir kardeşim. 


Çok *Az*’dırlar, ama çok *Kıymetli*’dirler. Onları, ancak *Nasîb*’i olanlar görebilir. Bu *Büyük*’lere kavuşmak, büyük *Ni’met*. O Büyüklere kavuşamıyan, *Talebe*’lerine kavuşursa, yine büyük *Ni’met*’dir. 


Hele *Kitap*’larına kavuşursa, çok büyük *Ni’met*’dir. Yalnız isimlerine kavuşsa, gene ni’metdir. O Büyüklerin *İsim*’leri söylendiği zaman, Allahü teâlâ *Hâtır*’lanır kardeşim. 


Çünkü onların, *Dünyâ* ile hiç alâkaları yok. *İlgi*’leri yok. Kalplerinde hiç dünyâ *Sevgi*’si yok. Bunun için o *Büyük*’ler anıldığı zaman, *Allah* hâtıra gelir. 


*Allahü teâlâ*’nın hâtırlandığı yere de *Rahmet* yağar. Rahmet yağar ne demek? Yâni orada bulunanların hepsi *Afv*’edilir. Bir mü’minin, dünyâda kavuşacağı en büyük makâm da, *Afv*’a uğramakdır zâten.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıyâmet* kopmuş, *Terâzi* kurulmuş, herkesin hesâbı görülüyor. Melekler, bir Müslümânın amellerini *Tartıyor*’lar. 


Görüyorlar ki, günahları ile sevapları *Aynı*. Aralarında gram *Fark* yok. Şaşırıp; *Yâ Rabbî, buna ne yapalım?* diyorlar. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: 


Gitsin, *Anne*’sinden, *Baba*’sından, *Akrabâ*’ların-dan bir iki *Sevap* istesin, onları *Terâzi*’ye koyun da *Cennet*’e gitsin. 


Adam *Mahşer*’e dönüyor ve bunların her *Biri*’nden ayrı ayrı *Ricâ* ediyor, yâni biraz *Sevap* istiyor, yalvarıyor.


Fakat hiçbiri, *Sevâb*’ından ona vermiyorlar. *Me’yûs* hâlde, eli boş dönüyor. Melekler; *Yâ Rabbî, eli boş döndü!* diyorlar. 


Cenâb-ı Hak, meleklere; *Dünyâ*’da iken onun samîmî *Arkadaş*’ları vardı, bir de *Onlar*’dan istesin, buyuruyor. O da bir *Arkadaş*’ına gidip vaziyeti anlatıyor. 


O arkadaşı, hiç düşünmeden; *Hayhay* kardeşim, bütün *Sevap*’larım senin olsun. Benim *Günâh*’ım pek çok, ne olacağım *Belli* değil, hiç değilse sen *Kurtul*, diyor. 


Melekler *Terâzi*’ye koyuyorlar, *Sevap*’ları *Ağır*basıyor tabii, adam seviniyor. Ama öbürünün *Hâli* ne olacak? Cenâb-ı Hak, meleklere; 


O *Kulum*, benden daha mı *Cömert*’dir? İkisine de *Hesap* sormayın, kol kola *Cennet*’ime girsinler, buyuruyor. İşte, din *Kardeş*’i budur efendim. 


Bizim birinci *İmtihân*’ımız, ölürken *Allah* demekdir. İkinci imtihânımız, *Kabir* suâli kardeşim. Kabir *Suâl*’i *Hak*’dır. Yâni, *Kabir* de var, *Hesap* da var. 


Üçüncüsü *Mahşer*. Güneş, bir *Mızrak* boyu aşağı inecek, ama mü’minler *Arş-ı âlâ* altında gölgelenecekler. 


Ayrıca, *Mîzân* var, *Terâzî* var. Velhâsıl her şey ortaya konacak. *Defter*’ler uçarak sâhibine gelecek. Kimse kimseyi kayıramıyacak. 


Çünkü bütün *Konuşma*’larımız, bütün *Hareket*’lerimiz, orada *Cisim* olarak önümüze gelecek. Onun için *Tövbe*’ye ve *İstiğfâr*’a devâm edeceğiz kardeşim. *İyilik* yapmaya devâm edeceğiz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Efendimiz*’in güzelliği, *Yûsuf* aleyhisselâmın güzelliğinden daha *Fazla*’dır. Nitekim *Âişe* vâlidemiz, Peygamber Efendimize buyurmuş ya: 


*Yûsuf* Peygamberi gören kadınlar, *Seni* görmüş olsalardı, *Parmak*’larını değil, *Kalp*’lerini doğrarlardı da yine hiç *Acı* duymazlardı. Böyle buyurmuş efendim 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretleri buyurdu ki: Dînimizin bütün *Emir* ve *Yasak*’larını bilen ve hepsini *Yerine* getiren bir kimsenin, âhiretde azabdan *Kurtulma* ihtimâli vardır. Yâni kurtulabilir. 


Ama, bu yolun *Büyük*’lerine muhabbeti olanın, *Kurtulmamak* ihtimâli yokdur. Neden? Çünkü bu *Büyük*’ler, aldıkları emânete *Sâhip* çıkarlar. 


Ona herşeyi öğretirler, yetişdirirler ve âhiretde elinden tutup, tâ *Cennet*’in içine kadar götürür, hattâ *Köşk*’ünü bile ona gösterip; *İşte, senin köşkün şu!* derler. 


Efendim her *Yol*’un, kendine has bir husûsiyeti vardır. Bu Büyüklerin *Yolu*, aldıklarını *Cennet*’in içine kadar götürürler. 


Ötekiler, nihâyet otobana çıkarırlar ve derler ki: *Bak kardeşim, işte Cennete giden yol, budur. Sağa sola sapmadan gidersen, netîcede Cennete varırsın*. 


Onlar *Bu* kadar yaparlar. Bundan sonrası o *Kimse*’ye kalmış. 


Bu yolun *Büyük*’leri ise o *Kimse*’nin elinden tutarlar, tâ ki *Cennet*’in kapısına kadar götürürler, hattâ *Birlikde* içeri girerler, hattâ makâmını, *Köşkünü* bile gösterir, sonra bırakırlar.


Dünyânın en tâlihsiz, en bedbaht, en şanssız insanı, bu *Büyük*’leri tanımıyandır kardeşim. Çünkü bu Büyükleri *Tanıyan*’lar ve *Seven*’ler, yarın âhiretde kurtulacak. 


*Tanımıyan* ve *Sevmiyen*’ler, kurtulamıyacak. Bir de tanıdığı hâlde *İstifâde* etmiyen insanlar var. Peki, tanıdığı hâlde istifâde etdi mi, etmedi mi? 


Bu nasıl anlaşılır? Eğer o kimse, *Âhiret* menfaatini, *Dünyâ* menfaatinin üstünde tutuyorsa, *İstifâde* ediyor demekdir. Yok, bunun *Tersi* ise, hiçbir şey alamamışdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Beş vakit *Namâz*’ını, özenerek, şartlarına uygun olarak *Güzel* kılanlar, aslâ *Zelîl* olmazlar ve *Zillet* içinde ölmezler. Zillet içinde ölenler, *Namaz* kılmadıkları içindir. Namaz kılsa da, *Îmân*’ı bozukdur. 


Allahü teâlâ, *Îmân*’ı ve *Namâz*’ı, azîz kılmışdır. Bu iki *Cevher* kimde varsa, Allah onu *Zâyi* etmez. Namâzını düzgün kılan, *Azîz* olur. Çünkü bu, *İzzet*’dir. Allahü teâlâ cevheri *Çöplüğe* koymaz kardeşim. 


Biz *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden *Ben* kelimesini duymadık, hep *Biz* derlerdi. Ama bir defâsında *Ben* dedi, biz de duyduk, o zaman işin *Dehşet*’ini, ve *Vehâmet*’ini anladık. 


Nitekim, Efendi bir gün; *Bu memleket neydiii, ne oldu, onu ancak (Ben) bilirim!* buyurdu. İbrâhîm aleyhisselâm, nasıl ki *Ateş*’in içinde *Râhat* etdiyse, biz de *İbrâhîm* aleyhisselâm gibi, ateşin içinde çok râhat ediyoruz kardeşim. 


Onun için bu *Büyük*’lerden ayrılan, bu *Ehl-i sünnet*’den ayrılan, *Ateş*’e gider, Allah korusun. Ne kadar *Bahtiyâr*’ız kardeşim, bütün gün ona *Hamd*’ediyoruz. 


Bu *Büyük*’leri görmeseydik, hâlimiz ne olurdu? Allahü teâlâ bizleri *Seçdi*, yoksa biz aramadık. Aramadan önümüze *Çıkdı*. Sahâbe-i kirâmın ömürleri, hep *Savaş*’larda geçdi. Neden? İnsanlar *Îmân* etsin diye. 


Ama îmân etmek *Zor*’dur. O günlerden sonra 1500 *Sene* geçdi. Biz, bu ni’mete *Bedava* kavuşduk. Bu gün, *Ehl-i sünnet* îtikâdında olmak, Peygamber aleyhisselâmın zamânında olmak gibi *Kıymet*’lidir. 


Her müslümân *Vefât* ederken Sevgili Peygamberimizi *Görecek* efendim. Allahü teâlâ gösterecek. Onu görünce, Onun o akıl almaz *Güzelliği* karşı-sında *Rûh*’unu nasıl teslîm etdiğinin farkına varmıyacak. 


Yâni *Öldü* mü, *Ölmedi* mi? Anlamıyacak. *Yûsuf* aleyhisselâmı gören kadınların,*Turunç* yerine parmaklarını doğradıkları gibi. O güzellik karşısında hiç *Acı* hissetmiyecekler.

GÜRBÜZ TANRISEVDİ

Ankara İlahiyat fakültesinde talebe iken 1973 yılı başlarında hiç tanımadığım halde Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerini rüyamda gördüm. Mübarek yüzleri bana dönük olarak mihrapta sarıklı cübbeli şekilde dizüstü oturuyordu. Ben yaklaşınca tepeden tırnağa nur haline dönüştü. Bu rüyamı ilk olarak hocam Orhan Karmış Bey'e anlattım. Çok sevindi, boynuma sarılıp " Ne güzel rüya görmüşsün, Allahü teâlâ mübarek etsin" deyince rüyanın kıymetini anladım. Sonradan Efendi hazretlerinin resmini görünce, yakînim arttı. 1977 yılında Orhan Karmış hocamı evinde ziyaret ettiğimde bana Arapça ve Farsça karışık Mektubat kitabı ile Türkçe tercümesini hediye etti. Kitabın mütercimi olan Hüseyn Hilmi Işık Efendiyi sorduğumda, "ilmine ve büyüklerimize, bilhassa Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine bağlılığına güvendiğimiz bir büyüğümüzdür" dedi.

1979 senesinde Diyanet İşleri Başkanlığınca açılan müftülük imtihanını kazanarak Bilecik Pazaryeri'ne tayinim çıktı. Orhan Karmış hocam, orada çok tanıdıklarının olduğunu söyledi ve beraber gittik. Oradaki tanıdıklarından Merkez camii imamı Zülfü Ak hocanın babası Şerefeddin Ak Hoca efendiyi ziyarete evine gittik. Sohbet esnasında Şerefeddin Hoca, Hilmi Bey'in evinde 1 hafta 10 gün kadar misafir ile kaldığından bahsetti ve bazı hatıralarını anlattı. Subay iken kendilerini götürecek arabanın geliş saatinden 3-5 dakika önce hazır olurlar; şoförü bekletip kul hakkı geçmesin diye önceden inip beklerlermiş. Bir gün beraber durakta beklerken, tekrar koşarak eve dönmüşler. "Efendim evin elektriğini kapamayı unutmuşum. Eve vardığımda hâlâ yanıyordu. Fuzuli yanması israftır. İsraf ise haramdır. Sizi bekletmemek için de koşarak gidip geldim" buyurmuşlar.

Pazaryeri'nde hemen her gün beraber gezen 5 genç vardı. Bunlar, aralarında hangi ilmihal isabetli ise ona uyalım diye konuşmuşlar. Bunlardan birisi annesinden, uzun seneler namaz kılmayanların kaza namazlarını nasıl kılacağını ve nasıl bitireceğini müftüye sormasını istemiş. O da bizim ev sahibi hanım'a söylemiş. Yaşlı bir hanımdı; gelip bana sordu. Ben de kütüphaneye gittim. Elime Hüseyn Hilmi Işık'ın Tam ilmihal kitabı geçti. Kaza namazları bahsini okuduğum zaman, Abdülhakim Arvasi hazretlerinden hürmet ve övgü ile bahsettiklerini görünce, kendilerine sevgi ve hürmetim çok arttı. Akabinde kendileri ile nasıl tanışırım, nasıl konuşurum, nasıl irtibat kurabilirim, diye düşünmeye başladım. Zülfü hocaya Hüseyn Hilmi efendiyi tanıyıp tanımadığını sordum. Tanıdığını söyledi. Beni de tanıştırmasını istedim. Kabul etti.

Ertesi günü Zülfü Hoca ile birlikte İstanbul'a gittik. Cağaloğlu'nda Türkiye gazetesinde Enver abi ile tanıştık. Ziyaret talebimizi ilettik. Telefonla randevu için konuştular. "Efendim hocamızın selamları var; hoş gelmişler. Memleketlerine dönsünler. İnşallah en kısa zamanda görüşeceğiz, buyurdular" dedi. Bunun üzerine ısrar ettik. Bir daha gelme fırsatı bulamayacağımızı arz ettik. Enver abi tekrar telefonla evi aradı. Aynı şeyi söylediler. Yatsıyı kıldık. Şiddetli bir yağmur başladı. Elektrikler kesildi. Boynumuz bükük otobüsle dönüyoruz. Boğaz köprüsü'nden geçerken gökyüzü açılmıştı; ay ve yıldızların denize aksi çok güzel bir manzara teşkil ediyordu. Cam kenarında mahzun denizi seyrederken gözümün önüne Abdülhakim Arvasi hazretlerini getirerek Hilmi bey hocamızdan sitem etmeye başladım. " Efendim sizin talebiniz olduğunu ve sizi çok sevdiğini söylüyorlar. Bir kerecik görüşseydik, konuşsa idik, ne kaybederlerdi?" diyordum.

Aradan yaklaşık 15 gün geçti. Bir Perşembe günü öğle yemeği için eve gelmiş idim. Tam o sırada yola bakan dış çatal kapı çalınmaya başladı. Koşarak kapıyı açtım. Karşımda önceden tanıştığımız Türkiye gazetesi Bursa müdürü Saim Şensöz abi duruyordu. " Haydi ceketini giy, gidiyoruz" dedi. Ara sokaklardan Zülfü hocanın evine giderken, hocamız ve Enver abinin geldiğini, bizi beklediklerini söyledi. Evden içeri girince selam verdim. Hocamız ve Enver abi, Zülfü Hoca ve onları Bursa'dan Pazaryeri'ne getiren havlucu [Nihad] abi ayağa kalktılar. Yaşlı olduğu için Şerefeddin Hoca kalkmadı. Hocamızı normal kıyafette görünce şaşırdım. İlahiyatta okuduğum devrede duyduğum tarikat şeyhlerini sakallı, cübbeli, sarıklı, ellerinde 99'luk tesbihle hayal ederdim. Böyle birisi yerine, emniyet ve itimat telkin eden, hürmet ve tevazu içinde bir zat gördüm. " Hoş geldiniz efendim" sesini işitmemle, muhterem Enver abinin arkadan işareti ile görüştüğüm kişinin Hilmi bey hocamız olduğunu anladım. Ellerini öpmeye uzandım; ellerini çektiler. " El öpmek yok. Musafaha ederek sarılalım" buyurdular. Sonra "Biz sadece sizi ziyaret için geldik. Aslında ziyaret için sizin evinize gelecektik. Fakat gören olur da müftünün evine gelmiş diye dedikodu yapmalarını, fitne çıkarıp sizi üzmelerini istemedik. Onun için sizin buraya gelmenizi arzu ettik. Kusurumuza kalmayın efendim" buyurdular. Ben de "Gönlünüz rahat olsun. Sizleri görmek bizlere yeter efendim" dedim. Ardından hafif bir sesle, " Biz öyle bir gelişle geldik ki sormayın efendim. Emir üzerine geldik. Ama bundan sonra bize dair şikayetlerinizi Efendi hazretlerine değil de, bize bildirirseniz çok memnun oluruz" buyurdular.

Sonra oturduk. Yanlarına beni oturttular. Ben hayretler içindeydim. Çünkü o geceki halimi kimseye anlatmamıştım. Günler sonra bir ziyaret sırasında Saim abi anlattı: "Hocamız Enver abi ile Bursa'ya gelmişti. Öğleden önce havlucu Nihad abinin arabası ile Bursa'yı dolaşıyorduk. Öyle bir yol ağzına gelindi ki hocamız "Bu yol nereye gider?" diye sordular. Ben de Bilecik'in Pazaryeri'ne gider"dedim. "Arabayı o cihete çevirin, Pazaryeri'ne gidiyoruz" buyurdular. "Emredersiniz efendim" dedik. Ama bir şey anlamadık. Sonra "biz oraya bir şikayet üzerine gidiyoruz" buyurdular. O zaman anlamadığımız ve sebebini sormadığımız meseleyi şimdi sizden öğrendik" dedi.

Sohbet edildi. Öğle namazı kılındı. Yemek yendi. İkindi namazı kılındı. Akşama bir saat kalana kadar takriben 6,5 saat sohbet ettiler. Bu esnada sanki konuşulmadık hiçbir mevzu kalmadı. İmandan, itikattan, kıyamet hallerinden, ibadetlerden, alimlerden, evliyadan, din ve devlet hainlerinden, ilm-i siyasetten ihtiyaç duyulan her şey konuşuldu. Ankara ilahiyat fakültesinden Orhan Karmış hocanın talebesi olduğumu duyunca, "Orhan bey, çok zeki, akıllı ve uyanık birisidir. Onun hizmetleri dalga dalga gidecektir. O, hizmetlerde kimi seçeceğini, kiminle konuşacağını çok iyi bilir. Biz kendisini çok seviyoruz; kendisinden ve hizmetlerinden de razıyız. İnşallah, Allah da razı olur" buyurdular. Bunu sonradan Orhan abiye ilettim, çok sevindi.

Soyadımın Tanrısevdi olduğunu duyunca, "Efendim Tanrı kelimesi hiçbir zaman Allah lafzının yerine geçmez. Tarihte insanların yeryüzünde bir sürü tanrılar ve tanrıçalar edindiklerini biliyorsunuz. Mısır tanrıları, Yunan tanrıları gibi. Onun için siz mümkünse, Tanrısevdi soyadınızı Allahsevdi diye çeviriniz" buyurdular.

Kayserili olduğumu söyleyince "Kayseri'de İmamı Rabbani hazretlerinin Şarki Türkistan'dan göç yoluyla gelen muhacir torunları vardır. Halilhan hazretleri ve kardeşleri çok kıymetli insanlardır. Halilhan hazretleri, hem İmâm-ı rabbani hazretleri'ne vücut olarak çok benzer; hem de Allahu Teala indinde duası çok makbul bir zattır. Kayseri'ye gittiğinizde onu hem ziyaret edin, selamlarımı kendilerine bildirin; hem de duasını alın" buyurdular. Ben de yedek subay olarak askerlik yaparken, izne ayrıldığım bir zamanda bir arkadaşımla ziyaretlerine gittim. Yanlış hatırlamıyorsam damatları Abdülaziz abinin evlerinde kalıyorlardı. Dışarıda kendilerine Halilhan amcayı ziyaret etmek ve dualarını almak istediğimizi söyleyince kabul ederek evlerine çıkardı. Halilhan amca hasta olarak yatakta yatıyorlardı. Ellerini öpüp yatağının yanına oturduk. Onlar damadından başının altına ve sırtına yastık koyarak kendilerini doğrultmalarını istediler. Mübarek elleri dua alemine açık, iki gözü iki çeşme ağlaya ağlaya çok uzun dua ettiler. Konuşmalarını damatları bize izah ediyordu. Sonra bize dönerek " İçinizde Hüseyn Hilmi Bey hocaefendiyi tanıyanınız var mı?" diye sordu. "Efendim ben Hüseyn Hilmi Bey Hoca efendi'yi tanıyorum. Size çok çok selamları var. Bizim sizi ziyaret etmemizi ve müstecap dualarınızı almamızı emir buyurdular" dedim. Bunun üzerine Halilhan hazretleri buyurdu ki "Hayır efendim, iş öyle değil. Ben çok yalnızım ve halim çok perişan. Beni yalnız bırakmasınlar, elimi boşlamasınlar, beni dualarından eksik etmesinler, kendilerine selamlarımı söyleyin" buyurdular. Sonra biz de Halilhan hazretlerinin ellerini öperek ve konuştuklarını da bize tercüme ederek söyleyen damatlarından da izin isteyerek yanlarından ayrıldık.

Zülfü hocanın evindeki sohbette buyurdular ki: "ilahiyat fakültelerindeki profesörlerin bazıları büyük imamlarımıza dil uzatırlar. Mesela İmam-ı Gazali hazretleri için "Fazla bir şey bilmiyordu. Zaten kendisi de bir şey bilmediğini ve bildiklerinin bilmediklerinin yanında bir hiç olduğunu söylüyordu" diyerek küçümsemeye ve onun tevazuundan dolayı söylemiş olduğu sözlerini nefisleri ve kibirleri için senet kabul ediyorlar. Yazdıkları eserlerini bütün İslam alimleri sözbirliği ile doğru ve sıhhatli bilmiştir. Yazdıkları eserlerin sahifelerini ömrüne bölmüşler; her gününe 18 sahife düşmüş. Ona bir şey bilmiyordu, yani cahildi demek, kendi cehlini ortaya koymaktır. Bu sözü bilmeden, tanımadan söylüyorsa ahmaktır; eğer bilerek söylüyor ise haindir. İmâm-ı Gazali hazretleri aklı o kadar açtılar ve akıl çemberini o kadar büyüttüler ki tıpkı bir havuza, bir göle bir taş attığımız zaman hemen düşen noktanın çevresinde bir su çemberi ile teşekkül eden su dalgaları gibi. O halkanın içini insanın bildiklerini kabul edin. Dairenin dışını da bilmedikleri kabul edin. İlk dalgada teşekkül eden o küçük dairede, bildiklerinin yanında bilmediklerini küçük görürler. Ama dalgaların sayısı artıp da daire büyüyünce, bilmediklerinin daha fazla olduğunu anlarlar. İşte İmam-ı Gazali hazretleri O daireyi o kadar büyütmüştü ki, bilmediklerinin yanında bildiklerinin bir hiç olduğunu anladı ve böyle söyledi. Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdular ki, İmam-ı Gazali hazretlerinin bütün eserleri çok kıymetlidir. Bütün alimlerin sözbirliği ile hepsi doğru ve yüksektir. Sadece İhya kitabının sahifelerini bir gayrimüslim severek çevirse, Müslüman olmakla şereflenir."  Bunları dinleyince, kendisini alim zanneden bazı profesörlerin cahilliklerini, ahmaklıklarını ve hainliklerini anladım.

Orada buyurdular ki, Adnan Menderes, en büyük ve şiddetli zulümlere uğradı. Asılarak şehid edildi. Tek bir suçu vardı, O da Müslüman olmaktı" buyurdular ve gözyaşlarına hakim olamadılar.

Güneş batmadan önce yenen akşam yemeğinde beni yanlarına; Enver abiyi de karşıya oturttular. Yemek sırasında elma ve armutları soydular, böldüler; bir kısmını bana uzattılar. "Buyurunuz, yiyiniz efendim" buyurdular. Ben o günlerde " Emir, edepten üstündür" ölçüsünü bilmediğim için, "Estağfirullah, özür dilerim, ah keşke ben soysaydım, şimdi siz buyurun efendim" deyince, tekrar "Efendim buyurun. Abdülhakim Arvasi hazretleri sofrada bize böyle yedirirlerdi" buyurunca, ikinci bir hataya düşmeyeyim diye Enver abi yememi işaret ettiler. O zaman uzattıklarını aldım ve yedim.

Mevlana Halid Hazretleri'nin büyüklüğünü anlattılar. İtikadname kitabını tercüme edip İman ve İslam adıyla bastırdıklarını anlattılar. Seâdet-i Ebediyye kitabı ilk basıldığında bir nüshada Mahmud Efendi'ye götürdüklerini, çünki Farsça bilmediğini; fakat "bildiğim şeyler, bir gence verin de istifade etsin" diyerek kabul etmediğini anlattılar. Bir müddet sonra Mahmud efendinin hocası Dursun efendi ile karşılaştıklarında, ona takdim ettiklerini; onun da "Abdülhakim Arvasi hazretlerini biz çok severiz. Hediyenizi kabul ediyorum. Ama kitabınızı okuyamam. Çünkü Latin harfleri ile okumayı bilmiyorum. Ama bereketlenmek için hediyenizi kabul ederim" dediğini ve teşekkür ettiğini anlattılar. 

Pazaryeri'nde imamın ya da müezzinin vakit ezanlarını çıplak sesi ile yüksekten ya da minareden okudukları cami olup olmadığını sordular. " Evet efendim. Hoparlörü bozulduğu için tepedeki camide vakit ezanları minareye çıkarak okunuyor" dedim. "Elhamdülillah bu memlekette sünnete uygun ezanı okunan bir caminiz var. Mümkün ise bu caminin hoparlörünü yaptırmayın" buyurdular.

Orada anlattılar: "Peygamberimiz Aleyhisselam buyurdular ki; "Ey eshabım, sizler ibadetin onda dokuzunu yapıp birini yapmazsanız helak olursunuz. Ahir zamandaki ümmetim onda birini yapıp dokuzunu yapamasalar kurtulurlar" buyurdu. Burada kastedilen cehennem değildir. Cennet'te tenzil-i rütbe demektir. Bu tenzil-i rütbe, Eshab-ı kirama o kadar ağır gelecektir ki, Cehenneme gitmekten daha acı olacaktır. Yoksa Eshab-ı kiramın biiznillah Cennetliktir. Zira Hadis-i şerifte buyuruldu ki; benim eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız uyun doğru yolda olursunuz."

Buyurdular ki, "Tesbihlerde adedi, Peygamberimiz Aleyhisselam tarafından nasıl bildirilmişse o kadar okumalıdır. Noksan veya fazla söylemek, tabir yerinde ise telefon numarasını noksan veya fazla bir rakam ile aramak gibidir. O takdirde görüşmek mümkün olmaz. Veya bir para kasasının anahtarındaki diş sayısı bir fazla yahut bir eksik olması halinde kasa açılamadığı gibi. Bunun gibi tesbihler de hedefine ulaşamaz."

Orada anlattılar: "Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdular ki, "Osmanlı'yı sevmek imanın şartından değildir, ama Osmanlı'yı sevmeyenin imanından şüphe edilir". Tek parti zamanında Osmanlı arşivleri Bulgaristan ve Romanya'ya kamyonlarla kullanılmış kağıt olarak gönderilmişti. O kamyonlardan dökülen birkaç tanesini de hatıra olarak saklamak için ben almıştım."

Yine anlattılar: "Diyanet İşleri, Seâdet-i Ebediyye kitabımızda güya kendi akıllarınca noksanlar veya hatalar olduğunu rapor ettiler. Oradaki raportörleri tanıyan kardeşlerimiz, heyette sarhoşların olduğunu da söylediler. Biz de halka diyaneti kötülememek için, bu raporu belli kişilerin kasıtlı olarak verdiğini ifade etmek üzere, buna cevap olarak yazdığımız kitapçığın adını Yüz karası koydum. Onlar "Anlaşılan Hilmi bey bunu bizim için yazmış' diyorlarmış."

Sohbet bitip ayrılma zamanı gelince "Efendim biz bu güzel sohbetten sonra müsadelerinizi isteyelim" buyurdular. "Hay hay efendim" dedim ve sarılarak musafaha ettik. Alt kata inip çıkış kapısına yaklaşınca, "Siz dışarı çıkmayın efendim, gören olur. Biz gittikten sonra fitne fesatla sizleri üzerler" buyurunca, "Efendim hiç mühim değil. Hiçbir kimse benim umurumda değil" dedim. "Efendim siz yine de içeride kalın" buyurunca, yanımdaki Zülfü Hoca sessizce kulağıma eğilerek "Hocam yeter artık, emirlerine uy" dedi. Kapıdan dışarı çıkmadım. Eşikten içeride arabalarına bininceye kadar arkalarından bakmaya başladım. Sanki yüreğimden bir şeyler koptu. "Ya Rabbi, bu dayanacak bir ayrılık değil. Ah keşke bir kere daha sarılabilseydik" diye geçirdim. Kapıdan en az 10 metre mesafedeki arabanın arka koltuğuna oturmak için sol ayaklarını içeri atmışlardı ki, vazgeçip süratlice kapıya doğru geldiler. " Efendim kalplerimizi kalplerimizin üzerine koyup sarılarak bir daha musafaha edelim" buyurdular. O zaman dünyalar benim oldu. Ne kadar uzak olsak da onların murakabesi altında olduğumuzu anladım.

Memleketim olan Çukur'da [Özvatan] sevdiğim bir arkadaşın babasını görmüştüm. Sohbet esnasında, "Almanya'da bir cami imamı bana, Seâdet-i Ebediyye'nin ilk baskısını getirdi. Bu kitap Hüseyn Hilmi Işık'ın kitabı değilmiş. O kitabı başkası yazmış. Kendisinin matbaası olduğu için, o adamın ismini sildirerek kendi ismiyle basmış, diye anlattı" dedi. Ben bu mevzuyu her ne kadar tam olarak bilmesem de, "kendileri subay olduğu için müstear isim kullanmıştır; sen o ismi görerek eseri başkasının zannetme" dedim. Bunu ve başka mevzuları görüşmek üzere Enver abiyi ziyarete İstanbul'a gelmiştim. Enver abinin Bursa'ya gittiğini duyunca vapurla Bursa'ya geçtim. Burada önceden tanıştığım Pazaryerili arkadaşlarla karşılaştım. Birlikte yolda yürürken karşımızda yaşlı ve yorgun vaziyetteki zatın Seyyid Zeynelabidin Işık olduğunu söylediler. Karşı karşıya gelip de selamlaşınca ellerinden öptüm. "Akşam falan yerde Enver abinin sohbeti olacak; siz de gelin" buyurdu. Oraya gittik. Çok kalabalıktı. Enver abi sonradan gelenlere yer gösteriyor; onlar biz burada rahatız, diyerek yerlerinden kıpırdamıyordu. Bir ara Enver abi, "Bir dakika abiler" diyerek sohbeti kesti ve "Zeynelabidin abi!" deyince, "Buyur Enver abi!" dediler. "Zeynelabidin abi dizime otur desem oturur musun?" diye sordu. "Hemen otururum efendim" buyurdu. "Omuzuma otur desem oturur musun?" diye sordu. "Hemen otururum" dedi. "Niçin oturursunuz?" deyince, "Emir edepten üstündür efendim" buyurdu. "Duydunuz mu arkadaşlar" diyerek sohbete başladılar. Sohbet bittikten sonra çoğu arkadaşlar vedalaştı. Enver abi ayakta etrafında da on, on beş arkadaş kalmıştı. Seyyid Zeynelabidin abi ve diğer yaşlı arkadaşlar mutfak balkonu tarafına çıkmıştı. Zeynelabidin abi dışarıdan "Evladım bana bakar mısın?" deyince, üç dört arkadaş "Ben mi efendim?" diye sordu. Hepsine hayır dedikten sonra sıra bana gelince, "Evet, Sen buraya gel evladım" buyurdu.  Yanlarına vardım, ellerini öptüm. "Ben kimim, beni tanıyor musunuz?" diye sordu. Ben de önceden duyduğum için "Esseyyid Zeynelabidin Işık abisiniz" dedim; sonra da abi dediğime utanarak "amcasınız" dedim. "Evet evladım, ben oyum. Size bir hatıramı anlatayım. Hocamız Seâdet-i Ebediyye kitabını yazıp da bastırma zamanı gelince bizim evimize geldiler. Efendim biz Seâdet-i Ebediyye kitabını sizin isminizle bastırmak istiyoruz" dediler. Ben de dedim ki "Efendim nasıl olur, içinde benim bir cümlem, bir kelimem, bir harfim dahi yok. Ben nasıl olur da sahiplenebilirim, insanların yüzüne nasıl bakarım, soranlara ne derim" deyince, " Üzülmeyin; sizin isminizle bastıralım" buyurdular. Emir edepten üstündür mucibince peki dedim. Bu şekilde bize şeref verdiler" buyurdu ve Enver abinin kendisine takılmasının hikmetini izah etti. Böylece 15 gün önceki o konuşmanın cevabını birinci ağızdan almış oldum.

1982 veya 1983 senesiydi, Ankara'da Seyyid Garbi Bey amcayı Keçiören'deki evinde ziyarete gitmiştim. Bana silsile-i aliyye tablosu hediye etti. "Seyyid Fehim hazretlerinin halifesi kim? " diye sordum. "Elbette Abdülhakim Arvasi hazretleri" dedi. "Burada niye yazılmadı?" deyince "Fitne çıkmasın diye yazılmadı" dedi. "Peki onun vekili kimdi?" diye sorunca, "Hüseyn Hilmi Bey hocamız" dedi. Sonra da ilave etti: "İslamiyet'e ve Ehl-i sünnete hizmette yeryüzünde İhlâs'tan bir ikincisini bulamazsınız."

1984 veya 1985 senesiydi. Bir akşam hocamızın evine gittik. Üst katta oturduk. Orada 5 arkadaş vardı. Kendileri çay getirdiler. Limonlu çay içtiler. "Ben çayları limonlu içerim; sıhhate daha faydalı" buyurdular. Karşımdakilerden biri de bir tarihçi abi idi. Hocamız uzun uzun tarihi malumat anlattılar. Sultan Vahideddin'den ve İstanbul'un işgalinden bahsettiler. "Bunları unutmayın, ileride size lazım olur" buyurdular. Konuşurken gözlerini açmazlardı. Ben öteden beri yüzlerine doya doya bakmak isterdim. "Buyurun" deyince ben karşılarına oturdum. "Sizin buraya yanıma oturmanızı istiyordum ama siz oraya oturdunuz" buyurdular. "Geleyim efendim" dedim. "Olsun orası da güzel oturun" buyurdular. "Dünya sultanları, Cumhurreisleri gönül sultanlarının ayaklarına gelir. Kenan Evren de yarın Enver bey'i ziyaret edecekmiş" buyurdular. "Çoğunuz gidecek, yolcusunuz, işleriniz var. Fazla uykusuz kalmayın" buyurdular. Hatta o tarihçi abi "Güzel şeyler öğreniyoruz; uykusuzluk bizim için mühim değil" deyince biraz daha konuştular.

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild, sf: 539-545)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Din* ilmi ve *Ehl-i sünnet* bilgileri, *Mürşid-i kâmil*’den öğrenilir kardeşim, *Kitap*’dan öğrenilmez. Niye kitapdan öğrenilmez? 


Çünkü kitaplarda, *Hak* ve *Bâtıl* karışıkdır, çeşitli *Rivâyet*’ler vardır. Hangisi doğru? Herkes bunu anlıyamaz. Bunu ancak *Mürşid-i kâmil*’ler anlar. Yâni *Din*, mürşid-i kâmilden öğrenilir.


Kendisi yoksa, *Kitap*’larından öğrenilir. *Rastgele* kimselerden din öğrenilmez. Çünkü hadîs-i şerîf var. Meâlen; *İslâmiyeti, büyük âlimlerin ağızlarından alınız!* buyuruluyor. 


Yâni onların *Sohbet*’lerinden veyâ *Kitap*’larından öğreniniz. 


*Küfr* çok çabuk yayılır kardeşim. Hele bu zamanda küfr, *Sel* gibi akıyor. *Câhil* müslümân ise, o sele kapılmış bir saman *Çöpü* gibi. Nasıl kurtulacak? Bir yere sığınması lâzım. 


Bir *Kaya* kovuğuna, bir *Ağaç* oyuğuna girerse, yâhut da bir *Kütüğe* yapışırsa, kurtulabilir. İşte bu kaya kovuğu, bu ağaç oyuğu, bu kütük, bizim *Arkadaş*’lardır. Yâhut da bizim *Kitap*’lardır. 


Yâni o saman *Çöpü*, bizim *arkadaşlar*’dan birine rastlarsa veyâ bizim *Kitap*’lardan birini okursa, kurtulur efendim. Yoksa mümkün değil, *Sel* alır götürür. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir *Cep* saati vardı. Namaz vakti yaklaşınca o *Saat*’i çıkarırdı. Bir de *Ziyâ* beyin verdiği namaz vakitlerini bildiren küçücük bir *Bloknot* vardı. 


Her bir *Yaprak*, bir günün namaz *Vakit*’lerini bildiriyor, *İslâm* harfleriyle yazılmış. *Efendi* hazretlerinin bir elinde o *Bloknot*, diğer elinde cep *Saati*. 


Arada bir bakıyorlar, namâza *Beş* dakîka var, biraz sonra *İki* dakîka kaldı, sonra *Bir* dakîka kaldı, en sonunda, *Tamaam, vakit oldu*, der ve namâza kalkardı Mübârek.

Bu zehirli kitâbları okumamalız

*Seyyid Kutub*, son zamânlarında yazdığı *(Fî-zılâl-il Kur’ân)* kitâbında, *Abduh masonunu* övüyor. 


*Üstâdım dediği o sapık kimsenin* yolunda olduğunu, *tefsîrine* onun yazılarını, *fikrlerini* koyduğunu bildiriyor. 


Önceleri bir *felsefeci*, bir *sosyalist* iken, son zamânlarında *islâm dînini değişdirmeye* kendi *hulyâ ve sapık görüşlerini* din bilgisi olarak yazmağa başlıyan *bu adamın,* *mezhebsiz bir dinde reformcu* olduğu, son yazdığı kitâplarında, açıkca görülmektedir. 


*Muhammed Alî Sâbûnî* ismindeki bir kimse de, 1971'de Mekke-i mükerremede hâzırladığı *(Revâi’ul-beyân)* kitâbını, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazıları ile doldurmuş ve aralarına *Muhammed Sıddîk Hasen hân Bühüpâlî, Mahmûd Âlûsî, Seyyid Kutb ve İbni Kesîrin vehhâbîliği değerli kalan* fikrlerini de karıştırmıştır. 


Bu *zehirli kitâbları okumamalız, çocuklarımıza da okutmamalıyız*. 


Bunları *piyasaya sürenlerin yaldızlı reklâmlarına aldanmamalıyız*.

Tam İlmihal Saadet-i Ebediyye

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri*’ne ilk gitdiğim sıralarda, henüz odada *Kimse* yokken, beni alırdı yanına. Kendisi *Sandalye*’ye oturur, beni de yanındaki *Sandalye*’ye oturturdu. 


Sonra elini bana uzatıp, *Tut elimi*, derdi. Tutardım. Sonra *Sık* derdi. Elini sıkardım, sıkardım, *Daha sık, daha sık* derdi. Artık yorulurdum efendim. 


Bakardım ki gözlerini kapamış, *Uyudu* zanneder, elimi *Gevşetir*’dim, çünkü yorulurdum. Tam elimi gevşetirken gözlerini açar ve *Sık* derdi. 


Bu şekilde, bir *Sene* müddetle hep elini *Sıkdırdı* bana. Kim bilir? Onların bütün hücreleri *Zikr* edermiş efendim. Evliyânın bütün *Zerre*’leri *Zikr* edermiş. Mektûbât’da var bu. 


*Bütün zerreleri zikr eder*, diye yazılı. Biz bunu sonradan öğrendik ve *Seâdet-i Ebediyye*’ye de yazdık bunu. Mübârek, elini bana sıkdırıyor ki, o *Zikr* benim *Hücre*’lerime ve *Kalb*’ime de sirâyet etsin. 


*Cihâd* demek, tek başımıza *Harb*’etmek demek değildir. Harb etmeyi *Devlet* yapar, *Hükümet* yapar. Bugün cihâd yapılamıyor. Hükümet, devlet bize emir verirse, onun emrine uyarak *Cihâd* yapılır. 


Yoksa kendi kendimize *Cihâd* yapamayız. Kendi kendimize cihâd, *Emr-i mâruf*’dur, yâni Allahın dînini Onun kullarına bildirmek, yaymak, *Cihad*’dır. İşte biz bunu yapıyoruz. 


O hâlde Allahın dînini *Yayacağız*. Allahın dînini yayanlar, silâh ile, beden ile cihâd edenlerden daha *Kıymetli’* dir kardeşim. 


Bir hadîs-i şerîfde de buyuruluyor ki: *Fitne fesâd zamânında, benim sünnetime sarılan kimseye, yüz şehîd sevâbı verilir*. 


Resûlullah Efendimizin sünneti demek, *Ehl-i sünnet vel cemâat* mezhebi demekdir. Ehl-i sünnet vel cemâat, bizim yolumuzdur işte, elhamdülillah. 


Buna sarılana, yüz *Şehîd* sevâbı var. Ya neşredene? Yâni herkese *Yayana?* Artık hesâbı belli değil. O kadar çok *Sevap* var.