En büyük günah

 En büyük günah; Günahın, günah olduğunu bilmemektir. Ondan büyük günah ise;

Günahı, ibadet olarak yapmaktır. "Bidat işlemek" böyledir işte.

(Emir Hayali Çelebi hazretleri "rahmetullahi aleyh")

Bu yemeklerin yiyene faydası olmaz

 Bir gün,(Seyyid Ahmet Mekki Efendi hazretleri “rahmetullahi aleyh“ Kadıköy çarşısının içinde yürüyodu.Lokantaların vitrinlerinde çeşit çeşit yemekler sergilenmişti.Talebesine;Bak evladım, bu yemeklerin, yiyene faydası olmaz, buyurdu.Çünkü fakir fukara bunları görüyor, ama yiyemiyorlar. Onların gözlerinden çıkan şua, bu yemeklerin faydasını yok ediyor, buyurdu.

Bizi seven imansız gitmez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân* çok hassasdır kardeşim. Bir kelimeyle *Gelir*, bir kelimeyle *Gider*. İslâmiyetin bir emrini hafife almak ve *Küfr*’e sebep olan bir kelimeyi söylemek, *Îmân*’ı götürür. Bir *Tövbe* etmekle de *Geri* gelir. 


Öyleyse *Mü’min*, rastgele yaşıyamaz. Mü’minin en büyük korkusu, *Îmân*’ını çaldırmak olmalıdır, Bizi seven, *Îmân*’sız gitmez kardeşim. Çünkü bizi seven, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini sever. 


*Efendi*’yi seven de *Seyyid Fehîm* hazretlerini sever, bu böyle Resûlullaha kadar gider. Bu yol, *Ehl-i sünnet* yoludur efendim. Ne demek ehl-i sünnet? 


Yâni Resûlullahın ve Onun eshâbının *Yolu*’nda giden demekdir, Tek kurtuluş *Fırkası* da budur. Diğer yetmiş iki *Fırka*, Cehenneme gidecek, *Îtikad* bozukluğu kadar yandıkdan sonra, çıkıp Cennete gidecekler. 


Bu büyükleri *Tanımak*, sonra *Sevmek* sonra da onlara *Tâbi* olmak lâzımdır. Bu, Allahü teâlânın bir kuluna vereceği en büyük *Ni’met*’dir efendim. En büyük *Şeref*’dir. 


Hattâ bu *Büyükler*’i tanıyıp, bu büyüklere *Muhabbet* besleyip de, başka yerlerde, başka *Şeref*’ler aramaya kalkan, açıkçası *bedbahttır*’dir. Çünkü en büyük şeref, budur. 


*Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Eshâb-ı kirâm olduktan sonra hiçbir şeye *Kıymet* vermediler. Çünkü en büyük *Şeref*’e kavuşmuşlardı. 


Kardeşim, yalnız *Çanakkale*’de, 250 bin üniversiteli *Genç*, tıbbiye’den, mühendislik’den, bütün bu gençleri topladılar, Çanakkale’de hepsi *Şehîd* oldu. 


Neden? *Küffâr içeri girmesin* diye. Bu vatan toprağına, *Kâfir ayağı* değmesin diye. 


Ecdâdımız, dedelerimiz, hep bu *Îmân-Küfr* mücâdelesinde *Şehîd* düştüler. Velhâsıl, biz *Hazıra* konduk kardeşim. 


Ama bunun kıymetini bilmezsek, *Hesâb*’ı sorulur yârın âhiretde. O hesap da *Ağır* olur, cevâbı verilemez. Bunun da tek *Çâresi* var. Mâdem ki bu *Bayrak* bizim elimize kadar gelmişdir. 


1400 seneden beri, *Kan*’la, *Mal*’la, *Can*’la gelmişdir. Eğer bu bayrak, bizden sonraki nesle aktarılmazsa, çok *Kötü* olur.


Bizden sonraki gençlik, bizim *Evlâtlar*’ımız, *Torunlar*’ımız, İslâmiyetden *Habersiz* olurlarsa, daha doğrusu islâmiyeti doğru olarak öğrenemezlerse, *Âhiret*’te, cevâbını veremeyiz kardeşim.

Aklın tefsîri

 "Akl"ın tefsîri: Akl, derk etmek, anlamak kuvvetidir. Hakkı bâtıldan fark ve temyîz etmek için yaratılmıştır. Hakkı bâtıla iltibas etmek, karıştırmak isti 'dâdında bulunan insânda, cinnde, meleklerde bu kuvvet yaratılmıştır. Allâhü Teâlânın zâtında ve zâtına aid bilgilerde hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde akl tek başına huccet, sened olamaz. Mahlûkâta âid bilgilerde, mahlûkâtın hakkı bâtıl ile karıştırmaları mümkin olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Rubûbiyyet, Rabblik mutlak vahdet olduğundan, mahlûk olan aklın bu makâmda işi yoktur; haddi değildir. Bir de akl, kıyâs âleti olup Allâhü Teâlâ'nın ma'rifetinde, Allâhü Teâlâya âid bilgilerde kıyâs, aklın ölçüsü merdûddur, câ'iz değildir. Kıyas, Allâhü Teâlâ'nın mahlûkâtı hakkında câ'iz ve cârîdir. Savâb, doğru kıyas etti ise, sevâb kazanır; hatâ etti ise, ma'zûr olur. Hakk Sübhanehû ve Teâlâ ile alakalı mes'elelerde kıyâs olsa, şâhid ile gâ'ib olana istidlál etmek lazım gelir ki, şâhidden gâ'ibe istidlâl, ittifakla fâsiddir. Yalnız, Allâhü Teâlâ'nın vücudunu, varlığını isbât etmekte aklın bir çeşît medhali vardır. Bu mes'elenin idrak edilmesi, gâyet gâmızdır; zordur. Evvelâ aklın müşekkik olmasının ve mütevâtî olmasının ne demek olduğunu anlayalım: "Mütevâtî", "bir cins içinde bulunan ferdlerin herbirinde müsâvî mikdârda mevcûd sıfať" demektir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları böyledir. "İnsanlık" sıfatı en yüce bir insan ile en aşağı bir insânda müsâvîdir, birdir. Meselâ bir peygamberde ve bir Freng kâfirinde insanlık, müsâvîdir. Birisi peygamber olmakla ve kâfir olan da kâfir olmak i'tibârıyla dahâ çok, dahâ kuvvetli, dahâ sâbit değildir. Bir peygamberin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında bir fark yoktur. Cem-şîd gibi büyük bir pâdişâh ile âlemin en ücrâ bir köyündeki bir çobânın insanlığı müsavidir. Ya'ni Cem-Şid'deki insanlık, çobândaki insanlıktan üstün değildir, insanlık i'tibarıyla her ikisi de eşittir.


"Müşekkik"in ta'rifi: "Bir cinsin ferdleri arasında müsavi mikdarda olmayan bir ma'na, bir sıfat"dır. İlm gibi.. İlm, âlimlerin ba'zısında çok, ba'zı ferdlerinde azdır. Yüksek fenn ilmleri sâhibi büyük bir âlimin ilmi ve idrâki, köylü bir âlimin ilminden ve idrâkinden elbette daha çoktur, daha parlaktır. Hâl böyle olunca ilmî meselelerin inkişafında hangi alimin ilmine tâm i'timâd olunur? Elbette en büyük, ilmi çok fennler sahibi alimin ilmine daha fazla i'timâd edilir. O âlimin üstünde bir âlim zuhür ederse, derhal onun ilmine i'timâd çok olur.


Efendim; şimdi "akl" denen cevher, insanlık gibi mütevâti mi oldu veyâhûd ilm gibi müşekkik mi oldu? Elbette müşekkiktir. Bundan ötürü kendi nev'inin ferdleri arasında müsavî olmadı. Müsavi olmadığından, en yükseği ile en düşüğü arasında binlerce derece vardır. Şu halde "Aklın kabûl edebileceği cümlesi nasıl doğru olabilir? Hem, hangi akl? Ya'nî kimin aklı? En ziyade akılı olan kimsenin aklı mı, yoksa akllı denilen kimsenin aklı mı? Akl, kendi nev'i içinde "akl-ı selim" ve "akl-ı sakîm" olmak üzere iki kısmdır. Bunların her ikisi de akldır. Tâm selîm akl hiç hatâ etmez, hiç yanılmaz. Pişmanlığı icab ettirecek hiçbir hareketde bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru, isabetli ve akıbeti iyi işler yapar. Doğru düşünür, her doğru yolu bulur; hiçbir suretle pişmanlığı îcâb ettirici hareketde bulunmaz. İşlediği hep savabdır. isabetlidir. Bu çeşît akl, ancak peygamberlerde "aleyhimüssalâtü vesselâm" bulunur. Tâm selîm akl sahibi peygamberler, teşebbüs buyurdukları her işte muvaffak olmuşlardır. Pişmanlığı ve hüsrânı îcâb ettiren hiçbir şeyde bulunmamışlardır. Derece olarak bu akllara yakin akl Ashab-i Kirâm'ın, Tâbi'în'in, Teba-i Tâbi'în'in ve mertebelerine göre din imâmlarının "rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecme'în" akllarıdır. Bunların aklları, İlâhi hükmlere yakın akllardır. Onun için bunların zemânında İslâm âlemi genişliyordu ve müslimânların sayısı artıyordu. Âlemin hâllerine vakıf olanlar, bunu ziyâdesiyle tasdik etmeye mecbûr olurlar.


"Asl-ı sakîm'in tefsîri: Sakîm ya'ni kısa, devamı yanılan akllardır. Düşündükleri şeylerde, yaptıkları işlerde ekseriyyetle yanlış düşünürler ve yanlış yaparlar. Melâleti, melâmeti, hasâreti ve nedâmeti mücib olurlar. Te'essüfleri, telehhüfleri ya'nî eseflenmeleri ve üzülmeleri artar. Akl-ı selim ile akl-ı sakîm arasında muhtelif birçok mertebe vardır. Bunu da ifade etmek lazım gelir ki, mü'minin dînî aklı ve dünyevi aklı olduğu gibi, kâfirin dahî dînî aklı ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyevî aklı, dini aklından kamil olduğu gibi, mü'minin dînî aklı, dünyevi aklından kâmildir, üstündür. Bu dahi dâ'imi ve müstemirr değildir. En çok lazım olan, dînî akldır. Zira, din sabitdir, karar etmiştir ve dâ'imîdir. Dünya ise herhalde fanidir ve muvakkatdir. Elbette fani islerdeki akl, sabit ve devamlı olan islerdeki akla tercih edilemez. Bu tafsilata dikkat nazarıyla nazar ve te'emmül edilirse, aklın, islerde ve bilhassa din işlerinde esas delîl, huccet ve yegâne kıyas olamayacağı tebeyyün etmiş, apaçık ortaya çıkmış olur. Din ümûrunda, işlerinde akla istinad edilemez. Zirâ akl, bir karârda değildir. Akllar birbirinin zıddı ve aksi olduğu gibi, bir adamın aklı dahî gâh savâb, doğru, isabetli ve gâh hatâlı olur. Ekseriyyetle de hatâ olur. En akllı farz edilen zât, değil dîn işlerinde, ihtisas sahibi olduğu, mütahassısı bulunduğu dünyâ işlerinde bile çok hatalar eder. Büyük kısmı hatalı olan akllara nasıl i'timâd olunur?! Sâbit ve dâ'im olan dîn işleri nasıl olur da ona havâle olunur? İnsanların hilkatlerinin ve ahlâklarının başka başka olması gibi, aklları, tabî'atleri ve işleri dahî başka başkadır. Birisinin aklına, tabî'atine muvâfık ve mutâbık olan, diğerinin aklına, tabî'atine göre hîç de muvafık ve mutâbık olmayabilir. Bundan ötürü akl, dîn işlerinde tâm huccet olamaz. Ancak, akl ile beraber Şer'-i Şerîf kâmil, tâm huccet olur. Onun için "Dînini ve îmânını beşerî fikrlerin neticelerine ve aklın bakışlarının semerelerine bağlamaktan çok sakın, çok hazer et!" buyurmuşlardır. Akl, huccetdir; fakat "hucceť" olmasından murâd, "akl-ı selîm"dir; her akl değildir. Elhâsıl, selîm akllardan başka akllar müstekîm olmadıklarından, onların bir şey'i kabûl edip etmemelerinde bir be's, kâle alınır bir tarafları yoktur. Selîm akllar, peygamberlerin akllarıdır. Dîn hükmlerinin hepsi o akllar için delîllerin en açıkları, en parlaklarıdır. Bu akllar için delîle hâcet olmadığı gibi, beyyineye, huccete dahî hâcet yoktur.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh)

Beni rüyâda gören gerçekten beni görmüştür

Amr bin Abdullah Sebîî hazretleri Tabiînin büyüklerindendir. 33 (m. 653) senesinde Kûfe’de doğup, 127 (m. 744) yılında orada vefât etti. Zamanında Kûfe’nin en büyük âlimi idi. Hazreti Ali’nin (radıyallahü anh) zamanına yetişti. O’nu hutbe okurken gördü ve dinledi. Arkasında cuma namazı kıldı. Gördüğünde Hazreti Ali’nin saçı ve sakalı beyazdı. Yetmiş veya seksen Sahâbe’den (radıyallahü anhüm) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Rivâyet ettiği bazı hadîs-i şerîfler:

 

Amr bin Haris el-Huzâî’den rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefât ettiği zaman, dinar, dirhem, davar, deve, vasiyet edilecek bir malı olmadığı için, hiçbir şeyi vasiyette bulunmamıştır. Ondan sonra, sadece, beyaz katırı, silâhı ve sadaka olarak bıraktığı bir arazi kaldı.”

 

Habeşî bin Cenâde’den (radıyallahü anh) rivâyet etti: Peygamber Efendimiz Hazreti Ali’ye (radıyallahü anh) “Sen benim yanımda, Musa’ya göre, Hârûn’un mevkîindesin. Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir.”

 

Enes bin Mâlik’ten (radıyallahü anh) rivâyet etti: “Kimin yanında ismim söylenirse, bana salat okusun. Çünkü bana salat okuyana Allahü teâlâ on salat (rahmet) eder.”

 

Ebû Ahves’ten (radıyallahü anh) rivâyet etti: “Beni rüyâda gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü, şeytan benim sûretime giremez.”

 

Şakik bin Seleme’den (radıyallahü anh) rivâyet etti. Peygamberimize bir kadın geldi. Yanında iki çocuk vardı. Peygamber efendimizden bir şey istedi. Resûlullah efendimiz ona üç hurma verdi. Kadın çocuklarına birer tane verdi. Çocuklar, bunları yiyip, bitirince annelerine baktılar. Kadın kalan bir hurmayı da ikiye bölüp yarısını birine, yarısını diğerine verdi. Bu manzarayı gören Peygamber efendimiz: “Allahü teâlâ, çocuklarına merhameti sebebiyle, o kadına merhamet etsin” buyurdular.


Hazreti İkrime’den rivâyet etti. “Ebû Bekir (radıyallahü anh) Resûlullaha “Yâ Resûlallah! Sizi ihtiyârlamış görüyorum” deyince, Peygamber efendimiz “Evet, beni; Hûd, Vâkıa, Mürselât, Amme ve İze-ş-Şems’ü Küvvirat (et-Tekvîr) sûreleri ihtiyârlattı” buyurdular.

Berâ bin Azîb’den (radıyallahü anh) rivâyet etti: Peygamber Efendimiz yumuşak bir elbise giymişlerdi. Eshâb-ı kiram, bu elbisenin yumuşaklığını çok beğenmişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz “Bu elbisenin yumuşaklığı çok mu hoşunuza gitti? Fakat Sa’d bin Muaz’ın cennetteki mendilleri, bundan daha iyi ve daha yumuşaktır” buyurdular.

Nefsini terketmeden rabbini arzûlarsın

 Nefsini terketmeden rabbini arzûlarsın, hayvânı sen geçmeden, Insanı arzûlarsını


(Men arefe nefsehü, fekad arefe rabbeh), kendini sen bilmeden, Sübhânı arzûlarsın!


Sen bu evin kapısın, henüz bulup açmadan, ma'şûka kavuşacak, zemânı arzûlarsın!


Dışarı üfürmekle, yakılır mı bu ocak? gönlün Hakka vermeden, ihsânı arzûlarsın!


Dağlar gibi kuşatmış, tenbellik, kardeş seni, günahını bilmeden, gufrânı arzûlarsın!


Konuk İçin evin yok, hiç hâzırlığın da yok, ıssız dağın başında, mihmânı arzûlarsın!


Bostânı, bağı gezdim; meyvesin bulamadım, sen söğüt ağacından, rummânı arzûlarsın!


Gece sayıklar gibi, anlaşılmaz söz ile, sen de mi ey Niyazi, irfânı arzûlarsın?


Camı temizlemeden, aynayı arzûlarsın, zünnârını kesmeden, îmânı arzûlarsın!


Küçük çocuklar gibi, binersin ağaç ata, tecriben yok, topun yok, meydânı arzûlarsın!


Karıncalar gibi sen, ufak ufak yürürsün, meleklerden ileri, seyrânı arzûlarsın!


Topuğuna çıkmadan, suyu deniz sanırsın, sen dereyi geçmeden, ummânı arzûlarsın!


Haydi Niyâzî yürü, atma okun İleri, derdiyle kul olmadan sultânı arzûlarsın!

Hüseyn Hilmi Işık Efendi'nin İslâm Harfleri ile Kaleme Aldığı Vasıyetnâmesi

Vasıyyetnâmemdir.


Eüzü billahi mineşşeytânir-racîm. Bismillahirrahmanirrahim.


Elhamdülillahi rabbilalemin. Ve's-salātü ve's-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" ve alâ alihi ve sahbihi есmа'în.


Bugün 1410 senesi Rebi'ül-evvel ayının 24'ncü salı günüdür. Teş-rinievvel [Ekim] 1989 ayının da 24 ncü günüdür. Bu vasıyyetnámeyi arka odada ba'de's-salāti'z-zuhr [öğle namazından sonra) yazıyorum. Enver, Yemen'dedir. Hanımlar, [Dr. Suad Selçuk'un hanımı) Emel Ha-nım'ı ıyâdeye [hasta ziyaretine] gittiler. Evde yalnızım. Ömür, ahire geldi. Sefer alametleri zuhûr ediyor. Hiç kimseye kırgın ve dargın de-ğilim. Bir düşmanım var. Onun da hilesinden emin değilim. O da kendi nefsimdir. Kimseden alacağım ve kimseye borcum yokdur. Hiç malım, mülküm yokdur. Cenaze ve devr ve ıskat masrafları için kitab dolabının altında ve sol tarafdaki kitab arasında para vardır. Bütün hizmetlerim Enver Bey'in riyasetinde yapılsın. Tevellüdüm 1911 'dir.


Eczanedeki ecza ve emvâlin hepsi İbrahim Bey'indir. Vergiler ve borçlar benim ismimedir. Bunların hepsini İbrahim Bey'in ödemesi lazımdır. Bu mühim işi, tasfiye işini [eczanenin muhasebecisi] Subhi [Birpınar] Bey'den rica ederim. Bütün arkadaşlarımın Enver Bey'e tabi' olmalarını rica ederim. Vekilim Enver Bey'dir. İttifakda bereket ve muvaffakiyyet vardır. Tefrikada azab ve perişanlık vardır: [İhlas'ın bünyesinde çalışıp da] Enver Bey'e itaatten ayrılmak hiyánet alâme-tidir. Başka din kitabı basdırılmasın. Mevcud sekiz kitab ve Seâdet-i Ebediyye kâfidir. Muhterem zevcem Siret ve melek kızım Dilvin ve mü-barek Muazzez hanımdan çok râzıyım. Bunların kıymetlerini biliniz ve hizmetlerini yapınız. Abdülhakim bu kitabları devamlı okusun. Ve Mücahid ve Ferruh da okusun. Arkadaşların hepsi güler yüzlü, tatlı dilli olsun. Birbirlerinizi aslá üzmeyiniz.


Her hafta bir gün yatsıyı müteakib biriniz (Ehl-i sünnet i'tikâdı) kasîdesini okusun. Herkes dinlesin. Vefatımı gazeteye hiç yazmayın. Kâğıdlara ingilizce [Latin harfleri ile] ve arabi yazıb kitaba basınız.


Yine her biriniz bana ve îşâna dua etmenizi ricâ ediyorum. Herkese hakkım helâl olsun. İnşaallah havz-ı kevserde buluşuruz. Vesselâmü aleyküm.


Manzûr-ı nazar-ı seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî 

Hüseyn Hilmi bin Sa'id ubeyd-i âsí


Vefatımı gazetede neşr etmeyiniz. Çok kalabalık olmasın. Fitne zuhûrundan her zaman tevakkí ediniz.


[Değişen şartlar sebebiyle ajanslara ve internete haber olarak ulaşan vefatlarının, gazetede yazılmaması mümkün olmamıştır. Ek: 42]

[Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf: 219]

Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin Vefatı

Hilmi Işık Efendi, 9 Şaban 1422 ve 25 Ekim 2001 Perşembe gününü 26 Ekim Cuma gününe bağlayan gece saat 23 sularında fenalaştı. Aile doktoru Suad Selçuk çağırıldı. Bir yandan da Enver Bey'e haber verildi. Doktor Sabahaddin Gül ve Nezih Berksoy da gelerek, oksijen ve serum taktılar. Enver Bey geldikten sonra, yatağa oturup ellerini tutmaya, bir yandan da omuzlarını okşamaya başladı. Hallerinde bir iyileşme müşähede edildi. Ilk olarak "Elhamdülillah" dediler. Tan-siyon ve nabız normalleşti. Gözlerini açtılar. Bunun üzerine boyunlarındaki serum çıkarıldı. 23.50'den 01.20'ye kadar yaklaşık 1,5 saat boyunca hep "Allah, Allah", bazen "Estağfirullah" ve bazen de "Elhamdülillah" dediler. O sı-rada Hüseyn Yener, 17 aded Yâsîn-i Şerif ve bir ara sesli olarak Silsile-i Aliy-yeyi okudu. Ağızlarına Enver Bey tara-findan zemzem akıtıldı. Bir ara "Efendi Hazretleri!" diyerek avuçları yukarı doğru açık olmak üzere ellerini uzattılar. Enver Bey ile beraber Felâk ve Näs sû-relerini okudular. Salevat-ı şerîfe ve kelîme-i tevhidi tekrar ettiler. İstiğfar söylediler.


Gece saat 1 civarında ayaklarında bir soğuma hâsıl oldu. Enver Bey, "Allah büyük!" dedi ve kelime-i tevhid ile ardından kelime-i şehadeti telkîn etti. Hilmi Işık Efendi, "Yaa, Allah büyük kardeşim" diyerek tasdikde bulundu. Saat bir buçuğu beş geçiyordu. Gözleriyle herkesi süzdüler. Sonra gözleri kapının üzerindeki kelime-i tevhid yazısına takıldı. O esnāda uykuya dalar gibi gözlerini yumdular ve birkaç dakika içinde vefat ettiler. Yüzlerinde huzurlu bir ifade belirdi. Dr. Suad Selçuk, ellerini ağızlarının önüne yaklaştırıp gerçekten nefes alıp almadıklarını kontrol etti. Sonra dönerek başını iki yana salladı. Bunun üzerine Enver Bey, "İşte he-pimizin akıbeti bu! Şa'bân-ı şerîf ayı, Cuma gecesi! Cennet-i a'la mü-barek olsun!" dedi. Sonra içerideki odaya geçip bir müddet sonra döndü. Gözyaşları içinde, cenazenin o gün (9 Şaban 1422 ve 26 Ekim 2001 Cuma günü) ikindi namazından sonra Eyüb Sultan Camii'nden kalkacağını, gelen arkadaşların yüzlerini görüp, alınlarından õpebileceğini söyledi. Sonra aileye haber vermek için evlerine hareket etti.

[Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, Sf: 217-218]

O namâzı hemen iâde et!

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Süleymâniye câmiinin imâmı *Şevket Efendi* vardı. Bâyezid câmiinde, Pazartesi, Çarşamba günleri *Vaaz* ederdi. Talebeliğimde, sabah namâzına bâzen Süleymâniye’ye giderdim. 


Bir sabah namâzında, Şevket Efendi bir rekâtda, *Kâfirûne* yerine, *Kâfirîne* okudu. Selâm verince, cemâatden bâzıları; *Namâzı tekrar kılalım, yanlış oldu*, dediler. 


Şevket Efendi, onlara cevaben; *İkisi de kâfirler demekdir. Mânâ değişmez, iâdeye lüzûm yok!* dedi. Birkaç gün sonra Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine geldiğimde, bunu kendilerine anlatdım.


Mübârek; *O namâzı hemen iâde et!* buyurdu. *Namaz olmadı, mânâ tersine döndü!* buyurdu. Ve şöyle îzâh etti: 


Evet, ikisi de *Kâfirler* demekdir, ama biri *Fâil*, diğeri *Mef’ûl* dür. Yâni biri *Etken*, diğeri *Edilgen* dir. 


Biri, *Kâfirler yapar!* diğeri, *Kâfirlere yapılır!* demekdir. Mânâ değişir, namaz bozulur, buyurdu.

● ● ● 

Bir kalp *Zikr* etse, o beden *Hasta* olmaz kardeşim. Kalp, kanı pompalarken; *Allah.. Allah..* diye atarsa, bütün hücreler de *Allah* der ve *Zikr* eder. Böyle olan kişi, hiç günâh işliyemez. 


İnsanlar dörde ayrılır: Birinciler, kendisine ni’met gelince *Sevinir*, dert belâ gelince *İsyân* eder. 


İkincisi, ni’met gelince *Sevinir*, dert belâ gelince *İsyân* etmez, *Sabr* eder, ama o *Belâ* nın da gitmesini ister. 


Üçüncüsü, dert belâ gelince *Sevinir*, *Râzı* olur. 


Dördüncüsü ise, dert belâ gelince ni’metlere sevinmesinden daha çok *Sevinir*, daha çok *Zevk* alır ve gitmesini de *İstemez*. 


Tatlı gelen şeyin gitmesi istenir mi? Bu, vehhâbîlere *Cevâb* dır işte. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ikiyüz sene önceden *Vehhâbî* lere cevap vermiş. Vehhâbîler diyor ki: 


Hazret-i Ömer, Hazret-i Osmân, Hazret-i Alî radıyallahü anhüm *Şehîd* oldular. Hazret-i Hüseyn’in, *Kerbelâ* da başına neler geldi. Bunların hiçbiri, Peygamber Efendimizden *Yardım* istemedi. 


Çünkü O, *Duymaz*, onun için *Yardım* edemez. Ehl-i sünnet olanlar, kabrlerde *Duâ* ediyorlar, *Ölü* den yardım istiyorlar, onun için *Müşrik* oluyorlar. Vehhâbîler böyle diyor.


Hâlbuki, o *Büyük* ler, bu hâllerinden *Râzı* idiler kardeşim. Ayrıca bunlardan büyük *Zevk* alıyorlardı. Hattâ *Ni’met* den alınan zevkden daha çok *Zevk* alıyorlardı. Onun için yardım istemediler kardeşim.

İlim sahibi olmaksızın tefsir okuyanların imanı gider

Mamak'ta Kızılay'ın Maske Fabrikası'nda Cemal isminde genç bir işçi vardı. Babası Diyanet İşleri Reisliği'nde Heyet-i Müşavere Azâsı Konyalı Eyüb Necati Perhiz idi. Oğlu yaramazmış; okumamış; maske fabrikasına işçi vermişti. Alâkadar oldum. Çocuk düzelme gösterdi. Hâlindeki değişikliği gören babası bunun hikmetini sormuş. O da "Bizim bir kumandanımız var. Çok kibar birisidir. Efendimsiz konuşmaya alışırım da, ona da öyle konuşurum diye korkuyorum" demiş. Babası şaşırmış. "Ben onu ziyaret edeyim" demiş. Cemal geldi, bana söyledi. "Babam sizi ziyaret etmek istiyor" dedi. Ben de "Babanız kimdir?" diye sordum. Kim olduğunu söyledi. Ben, "Ba-banız yaşlıdır. Buraya gelmesi de uygun değildir. Ben ona gideyim" dedim.


O zamanlar Sıhhiye semtindeki Diyanet İşleri Reisliği'ne gittim. Buradaki heyet-i müşâvere âzâlığı, zamanında çok yüksek bir vazife idi. Efendi Hazretleri'nin biraderi Tâhâ Efendi vaktiyle burada âzâ idi. Gittiğimde, o zamanki Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi'yi de gördüm. Hükümetin adamı idi. Bir odadan çıktı, diğer odaya girerken önümden geçti. Gördüm, tokalaştık. Başında sarık, ufak tefek, çocuk gibi bir adamdı. Benim için hademeye ten-bihde bulundu. Hademe beni bir odaya aldı. Odada beş-altı kişi vardı. Beni görünce hepsi ayağa kalktılar. Ben o zaman yüzbaşıydım. Cemal, beni babasına "İşte efendim, benim beraber çalıştığım yüzbaşı" diye takdim etti. O bana iltifatlarda bulundu. "Sizi tebrik ederim. Benim oğlumu adam ediyorsunuz. Size bir hediye vereceğim" dedi. Oda-daki bir dolabı açtı. Hademeyi çağırdı. Hademe gelip, Elmalılı Hamdi Efendi'nin 9 cilt tefsirini çıkardı. Baktım ki bunları taşımaya imkân yok. Bir hamala verdim, istasyona kadar taşıdı. İstasyondan trenle Mamak'a götürdüm. Ma-mak'ta trenden indikten sonra da yine bir hamala verdim, eve getirdim. "Anne, bak bunlar Kur'an-ı kerim tefsiridir. Sakın abdestsiz ellemeyin" dedim. Birkaç gün sonra İstanbul'a gelmiştim. Bu hadiseyi, Efendi Hazretleri'ne anlattım. Buyurdu ki, "Sakın o tefsiri okuma; hatta eve gidince, hepsini yak! İlim sahibi olmaksızın, tefsir okuyanların imanı gider" buyurdu. Ben de hocamın sözüne ittiba ettim.


Bu Cemal'i sonradan arattım. Bandırma'da vefat ettiğini; oğlunun subay çıktığını öğrendim.


Tabiat Bilgisi Kitabı


Kızılay'ın Mamak'taki Maske Fabrikası, gaz maskesi yapar; Genel Kurmay da bunları satın alırdı. Biz de beş altı kişi satın alma komisyonunda idik. Komisyonun reisi paşa idi; ama onun bir işe karıştığı yoktu. İşi görenler, hep yüzbaşılardı. Birgün bütün komisyon âzâları, Cemal adında bir yüzbaşının odasında oturuyorduk. Bu Cemal, dine muhalif idi. Maske fabrikasının da Necati Bey isminde bize bağlı bir ticaret müdürü vardı. Ticaret mektebi mezunu bir gençti. Onun da üç dört tane kâtibi vardı. Böylece odada sekiz on kişi oturduk, sohbet ediyorduk. Necati Bey, "Ben annemden babamdan görmüştüm; Cuma geceleri ölmüşlerimize Yasin okurdum. Sonradan anladım ki, Yasin, orta mekteplerde okutulan tarih, coğrafya, tabiat bilgisi kitabı gibi bir şeymiş. İsâ Peygamber nasıl kaçmış; Yahudiler nasıl kovalamış; o zaman Müslümanlar, Yahudilerle nasıl harb etmişler, yerden otlar nasıl çıkar, dünya nasıl döner, böyle şeyleri anlatıyor. Bunların ölüye ne faydası olur? Binaenaleyh, ben onu okumaktan vazgeçtim" dedi. Bu söyledikleri, Yüzbaşı Cemal'in hoşuna gidiyor, kah kah gülüyordu.


Ben dayanamayıp, "Sen Yasin-i şerîf sûresinin, tarih, coğrafya, tabiat bilgisi kitabı gibi olduğunu nereden anladın?" diye sordum. "Tefsirde okudum" dedi. "Hangi tefsirde okudun?" diye sordum. "Elmalılı tefsirinde" dedi. Öyle deyince Abdülhakîm Efendi Hazretleri'nin sözü hâtırıma geldi. "Bu tefsiri okuyan câhillerin imanı gider” buyurmuştu. İşte bu da öyle câhildi. O tefsiri okuduğu için, ana yuvasından almış olduğu ve senelerce titizlikle sakladığı kıymetli imanını kaybetti. Câhil olduğu için, okuduğu tefsir, irtidadına sebep olan şüpheleri meydana getirdi. Kur'an-ı Kerîme hakaret etti. Allah kelâmını, insanların kitabına benzetti. Halbuki Yasin-i şerîf sûresi Kur'an-ı Kerîmin kalbidir. Efendi Hazretleri, böyle söylerdi. Görülüyor ki, uydurma, anlamadan yazılan tefsîrleri ve tercemeleri bir yana bırakalım, meşhur tefsîrler bile, ehlinden başkasına zararlı olmaktadır.


Dipnot:

Bununla beraber Hilmi Işık Efendi, kitaplarında zaman zaman Elmalılı Hamdi Efendi'nin tefsirine referans vermiş; Seâdet-i Ebediyye'nin hâl tercemeleri kısmında da kendisini şöyle tasvir etmiştir: "ELMALILI HAMDÎ rahmetullahi teâlâ aleyh: Muhammed Hamdi bin Nu'mân, Antalyanın Elmalı kazâsında [1294] de tevellüd, 1361 [m. 1942] de, İs-tanbulda vefât etdi. Erenköydedir. Sultân ikinci Abdülhamîd hân zemânında yetişen din adamıdır. Zemânının âlimi idi. Tefsîri meşhûrdur." Şu halde, Seyyid Abdülhakîm Efendi'nin bahsi geçen ikazı, kitaba bir hakaret değil; dinî ilimler bakımından henüz yetişme devresinde olan kimselerin, yanlış tesir ve telkine uğraması endişesiyledir.

[Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf: 114-115-116]

Bir şartla kabul ederim

 Bu sırada Abdülhakîm Efendi Hazretleri bizim hanımın bulunduğu odaya gelip iki eliyle kapının iki yanına dayanarak fikrini sormuş. Bizim hanım, annesinin arkasına saklanmış. Sonra annesinin arkasından çıkıp Efendi Hazretleri'ne, "Efen-dim, bir şartla kabul ederim" demiş. Efendi Hazretleri, "Ne bu şart?" buyurmuşlar. "Bana şefaat edeceğinize söz verirseniz kabul ederim" demiş. Efendi Hazretleri de söz vermişler. Bizim hanım bu sefer sened istemiş. Efendi Hazretleri, bir kâğıda "Sîret'e ve Sîret'i sevenlere inşallah âhirette şefaat edeceğim" diye yazıp vermişler. Bu kâğıdı bizim hanım sandığında hâlâ saklar. Efendi Hazretleri'nin bizim hanıma, annesinden bile daha çok teveccühleri vardı. Öyle ki yazdığı tebrik ve mektuplarda bizim hanıma iltifatlar ederdi. O da bunları titizlikle saklardı.


Küçükken bir defasında Çamlıca Tepesi'ne gezmeye gidilmişti. Burada Efendi Hazretleri ona, "Melek misin, hûri misin? Ne meleksin, ne hûrisin; hem meleksin, hem hûrisin" meâlinde Farsça bir beyit ile hitab ettiler. Efendi Hazretleri, dergâh-daki hanımlara, "Bugün Ziya Bey gelecek. Siz işinizi gücünüzü bırakın Sîret ile alâkadar olun" derdi. O ise, Efendi Hazretleri'nin peşinden ayrılmaz; hatta Efendi Hazretleri'nin karyolası altına salıncak gererek bebekleri ile oynardı. Efendi Haz-retleri, onun için "Nefise-i Sîret, hasene-i sûretin cemal-i mübârekesini gören zevât, bahtiyardır" diye iltifat buyururdu.

(Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf: 119-120)