HZ. EYYÛB ALEYHİSSELAMIN SABRI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Belâya sabredenlerden birisi de Eyüp aleyhisselâm dır. Onun sabrı, âlemde meşhurdur. Eyüp aleyhisselâm, ne zaman namaza dursa, hiçbir şey onun gönlünü haktan ayırmazdı. Yani, onun gönlüne haktan gayrı bir şey gelmez ve girmezdi, İbadet ve tâat içinde, onun sabrı o kadar idi ki, Hak teâlâ onu meleklerine överdi. Sabrı ile yer ve gök doldu. Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail aleyhümüsselâm ile arşı taşıyan melekler, Hak teâlâ hazretlerinden Eyüp aleyhisselâmı ziyaret edebilmek için izin istediler. Daha sonra, yerde ve gökte ne kadar melek varsa, hepsi saf saf ziyaretine geldiler.  


Şeytan aleyh-ü-lâ'ne, bu şevket ve azameti görünce kandı ve Hak teâlâya niyazda bulundu: “Yâ Rab! Bu kuluna ne izzet ve ululuk vermişsin ki, bütün melekler azametle gelir ve onu ziyaret ederler.” 

Hak teâlâ buyurdu:  

— Eyüp, benim sabırlı kulumdur. Sabırlı kullarıma bu yapılanlar dahi azdır.  

Şeytan, tekrar niyazda bulundu:  

— Yâ Rab! Benim de senden bir dileğim var, müsaade buyur ben de gideyim ve o kulunu deneyeyim. Eğer, benim tecrübem de doğru çıkarsa senin o kulunun gerçekten sabırlı olup olmadığı belli olur, dedi.  

Hak teâlâ, ferman buyurdu:  

— Yâ mel'un, bir de sen tecrübe et.  


Şeytan, Eyüp aleyhisselâmın bulunduğu yere geldi ve evvelâ onun malına kast etti. (Bundan anlaşılıyor ki, şeytan müminleri yoldan çıkarmak istediği zaman, önce mallarına el atarmış, sonra evlatlarına el atarmış ve nihayet bedeninden tutarmış. Nitekim, Resûl aleyhisselâm da böyle buyurmuşlardır.)  


O yüzü ve bahtı kara şeytan, önce Eyüp aleyhisselâmın malına kast etti ki, malı ile onu yoldan çıkarabileceğini sandı. Eyüp aleyhisselâm ise, başını secdeye koymuş, Mevlâsına münâcat ediyordu. Melekler hisar gibi etrafını sarmışlardı, ta göklere kadar çevresi meleklerle dolmuştu. Bunun için, ona yaklaşıp nükteli söz söylemeye imkân bulamadı.  


Fakat, şeytan mağlûbiyeti kolay kolay kabul eder mi? Bir dağ başına çıktı ve gördü ki, Eyüp aleyhisselâmın davarları orada otluyorlar. Şeytan-ı lâin, bu dağın üzerinden öyle bir haykırdı ve ayağı ile dağı öyle bir sarstı ki, korkudan ovada bulunan hayvanların hepsi helâk oldu, bir tek canlı kalmadı. 


Şeytan, tekrar Eyüp aleyhisselâmın yanına döndü ve gördü ki, yine secdede bulunuyor ve etrafında da melekler oldukları gibi duruyorlar. Uzaktan seslendi: “Yâ Eyüp! Başını secdeye koymuş yatıyorsun ama senin ibadet ve tâatinden Hak Teâlâ vazgeçti. Sana kızdı ve dağdaki bütün davarlarını kırıp geçirdi. Bir tane bile bırakmadı. Burada, başın secdede daha ne kadar yatacaksın?  


Eyüp aleyhisselâm, şeytanın bu sözlerine aldırış bile etmedi. Namazını bitirdi, selâm verdi, hakka hamd-ü senâ eyledi ve sonra şeytana şunları söyledi: “Davarların hepsi helâk oldu diyorsun. Onlarla benim ne ilgim var? Onlar benim neyimdir? Ben, âciz ve zayıf bir kulum, kulun nesi varsa efendisinindir. Efendi, davarlarını kırmış, bana ne? Ben kulum ve kulluğumu bilirim” dedi ve tekrar secdeye vardı.  


Mel'un şeytan mahcup ve perişan baka kaldı ve malını telef etmekle zafere ulaşamayacağını anlayarak; bu defa da çocuklarına kastetti. Kişinin oğlu ve kızı, gönlünün meyvesidir. Gitti, gece vaktine kadar bir tarafa sindi ve hava kararınca, tekrar Eyüp aleyhisselamın evine geldi. Eyüp aleyhisselâmın karısı ile kışlarının bir döşekte yattıklarını gördü. Eyüp aleyhisselâmın dokuz kızı vardı. Şeytan, o masum kızların üzerlerine elini koydu ve öyle bir haykırış haykırdı ki, yavrucukların hepsi korkularından helak oldular. 


Hemen Eyüp aleyhisselâmın yanına koştu ve gördü ki, yine namaza durmuş ve etrafını çepçevre melekler kuşatmışlar. Meleklerin, onun etrafında böyle saf saf durmaları sana acayip gelmesin. Herhangi bir mümin, kalp huzuru ile el bağlayarak Hak teâlâ huzurunda durursa, bu ibadeti sırasında yerde ve gökte bulunan bütün melekler, ona hizmet etmeğe can atarlar. Zira, Allahu teâlâya ibadet edene hizmet etmek, Allâhu teâlâya hizmet etmek gibidir.


Şeytan, bu defa da meleklerden Eyüp aleyhisselâma yaklaşmaya imkân bulamadı ve yine uzaktan seslendi:  

— Yâ Eyüp! Bu senin yaptığın bütün ibadetler, Hak katında bir sinek kanadı kadar değersizdir. Allahu teâlâ, sana kızdı ve bütün kızlarını helâk etti. İnanmazsan git bak, 

hepsi bir döşek içinde cansız yatıyorlar, dedi.  

Eyüp aleyhisselâm yine aldırmadı:  

— Benimle ne ilgisi var? öldülerse. Hüküm, tek ve kahhar olan Allâhu Teâlâ’nındır. Yaratan ve can veren o idi, öldüren de yine odur, dilerse öldürür ve dilerse diriltir, bana ne? dedi ve yine secdeye vardı. 


Şeytan, çok üzüldü ve Eyüp aleyhisselâmı baştan çıkaramadığına çok canı sıkıldı, vardı ve yine Hak teâlâ hazretlerine niyazda bulundu:  

— Yâ Rab! dedi. O Eyüp kuluna ne yüce bir sabır vermişsin. Malını tamamıyla helâk ettim, gönlünü senden ayırmadı, evlâtlarını helâk ettim yine senden gönlünü ayırmadı. Müsaade buyur, gideyim onun bedeninden de tutayım, dedi.  

Hak teâlâ:  

— O kulum ki, kendisini bana ısmarladı ve benim tâatim de önde oldu. Sen, onu kandırmazsın. Şu gönül ki, benim kudretim elindedir, ona girmeye nasıl zafer bulabilirsin? Git, nasıl bilirsen öyle yap, buyurdu. Nitekim, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurur: “Her kim, Allah ile olsa; Allah da onunla olur.” 


Şeytan, döndü baktı ki Eyüp aleyhisselâm Rabi’sine niyaz ve Münâcatta bulunuyor ve melekler de kendisini zevkle dinliyorlar. (Aziz: Bir kul, Rabbine münâcat ve niyazda bulunursa, melekler onu dinlerler ve duası arasında ' ÂMİN derler.) Şeytan, yine azmetti, fakat Eyüp aleyhisselâma yaklaşmaya imkân bulamadı. Zira, melekler göklere kadar etrafını çepeçevre hisar gibi sarmışlardı. Yılmadı, bu defa aşağıya indi, yerin dibine kadar daldı ve yine meleklerin her tarafı sarmış bulunduklarını anladı. Âciz kaldı, bir türlü ona yaklaşamadı.


Nihayet, o habis burnunu yere vurdu ve domuz yeri kazar gibi kazarak içine girdi ve Eyüp aleyhisselâmın secde ettiği yere kadar sokulmaya muvaffak oldu. Eyüp aleyhisselâmın yüzüne bir kere ÜF deyiverdi, Hazreti Eyüp öyle sandı ki bütün gövdesi eridi, doğruldu ve canının acısından başını tekrar secdeye koydu, âdeta kendinden geçmiş gibi yatarken bütün vücudu zehirli yılan sokmuşçasına şişti, yarıldı ve çatladı. Yaralarından irinler ve sarı sular aktı, zamanla kurt üşüştü. Hâsılı, o hale geldi ki, yaralarındaki her kurt bir hıyar kadar büyüdü. Fakat, Eyüp aleyhisselâm bir kere dahi inleyip, sızlanmadı.  


Ey tâlib-i din kardeşim:  

Gör ki, Hak teâlâ dostlarını nice sınar ve onların üzerlerine düşmanlarını nice havale eder. Bütün bunlara rağmen, Eyüp aleyhisselâm bu zahmetlerden incinerek bir gün olsun şikâyet etmedi. Şeytan da onu hiç boş bırakmaz, hekim gibi yanına gelir giderdi. Fakat, Eyüp aleyhisselâm asla tedavi istemez ve yaralarına bakılmasına ve ilâç vurulmasına izin vermezdi.  


Bu zahmet ve mihnetler içinde aradan yedi yıl geçti. Eyüp aleyhisselâmın gövdesinde bir dirhem et kalmadı. Zira, Hak teâlâ kurtlara etini ve yağını yemelerini emretmişti. Yalnız, damarlarını ve sinirlerini yemekten sakınırlardı. Teni âdeta kalbura dönmüştü, güneş ışıkları üstüne vurduğu zaman, bir yanından bir yanına geçerdi. Kokusundan kimse yanına varamazdı. Fakat, tıpkı sağlığında ve sağlamlığında olduğu gibi daima ibadet ve tâ’atle meşgul olur, hiç tembellik ve gevşeklik etmezdi. Bütün bu zahmet ve mihnetlere, metanetle sabrederdi.  


Eğer, Eyüp aleyhisselâmın ne dediğini merak edersen, onu da söyleyeyim O, daima: “Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiyâ sûresi: 83) derdi, belâlara sabreder ve asla incinmez, sızlanmazdı. “MESSENNÎD-DURRU” demesi, gerçi incinmek demek olur. Bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, müfessirler ve meşâyih başka başka mâna vermişlerdir.


Bir mânası da budur: Eyüp aleyhisselâm, bir gün güneşe karşı oturmuş, gövdesine üşüşen kurtları seyrediyordu. Kimi büyük, kimi küçük, kimi sarı, kimi ak, kiminin başı kara, hâsılı vücudunda beş bin türlü kurt vardı. İşte, bu kurtların girmesini, yemesini, çıkmasını ve çokluğunu seyrederken, kurtlardan birisi sıçradı ve yere düştü. Eyüp aleyhisselâmın, onun düşmesine gönlü razı olmadı ve onu alıp tekrar düştüğü yere koydu. O kurt, öyle sıkı tutundu ki, tenini kuvvetle ısırdı. O zamana kadar kurtlardan bu kadar acı duymamıştı. 


İşte bu sırada, Eyüp aleyhisselâm niyazda bulundu:  

— İlâhi! Bu kurt yere düştü ve ben onu tekrar elimle düştüğü yere koydum. Halbuki, o beni şiddetle ısırdı ve çok canımı acıttı.  

Hak teâlâ hazretleri buyurdu:  

— Yâ Eyüp! Böyle acıması nedendir bilir misin?  

— İlâhi! Ancak sen bilirsin.  

— Şimdiye kadar böyle bir acı duymamanın sebebi, kurtların senin vücudunu yemeleri belâsı benim emrimle idi. Onun için acısını duymuyordun. Oysa, şimdi kurdu kendi elinle ve kendi dileğinle yaranın üstüne koydun, bu sebeple daha çok canın acıdı. İnsanların kendi dilekleriyle olan şeylerin sonu böyle pişmanlık ve acı olur.  


Ey tâlip kardeş:  

Bunda sır ve mecaz çoktur. Eğer, biraz kafanı yorarsan anlarsın. Eyüp aleyhisselâm, kendi dileği ile, kendiliğinden iş işlediğini bildi ve kendi böyle bir belâyı seçmesinden incinerek MESSENİD-DURRU (Bana hastalık ve zarar İsabet etti) dedi. Yoksa, belâdan ve zahmetten incinip, sabır etmeyerek böyle söylemedi. MESSENNİD-DURRU tefsirinde Şeyh Mâ'ruf-u Kerhi rahmetullahi aleyh, şöyle buyurmaktadır: Hak teâlâ hazretlerine niyazda bulundum: 


— Yâ Rab! Kur'an-ı azim-ül-bürhanda: “Biz, Eyyüb'ü gerçekten (Nefsine, ehline ve malına erişen musibetlere) sabırlı bulduk. O, ne güzel kul idi. Daima Allâhu teâlâya döner, ona sığınırdı.” (Sa'd sûresi) Buyurdun. Şu hâlde Eyyub'un MESSENNİD-DURRU demesi ne idi? Hâtıftan bir nida geldi:  


— Yâ Mâ'ruf! Mihnetlere uğramış ve tenini kurtlar yerken, biz ona her sabah in'am ederdik. Tecelli kılar ve: (Es selâmü aleyk ey benim sabırlı kolum, nice sorayım seni.) derdik. Bu tecelli ve soruşumuz dolayısı ile, Eyyube mihnetleri rahat görünürdü, öyle ki, Eyüp hoşluğa döndü ve hoş olmak alâmetleri belirdi. O tecelli ve hatır soruşların kesilebileceği kaygısına düştü ve bu ayrılık korkusu ile inleyerek İNNÎY MESSENNÎD DURRU dedi.  


Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh de bu ayetin tefsirinde buyurmuşlardır ki: “Ben, Eyüp aleyhisselâmın: Enbiya sûresi: 83. ayetinde inleyip bana hastalık isabet etti demesine hayret ettim. Hazreti Eyüp aleyhisselamın ruhuna teveccüh edip secde ettim. “Yâ Eyüp! Sen ki, övülmüş peygambersin. Allahu teâlânın verdiği belâdan niçin inlersin?” dedim, secdeye vardım, teveccüh ettim ve hemen o demde Eyüp aleyhisselâmın ruhu ile buluştum. Kendisine selâm vermek ve bu inlemesinin sebebini sormak üzere ileriye vardım, 


Eyüp aleyhisselâm önüme geçti ve bana selâm verdi ve dedi ki: “Yâ Bayezid’i O Hazret, öyle bir Hazrettir ki, kişi neye güvenip dayanırsa, itimat ettiği şey Allâh ile arasında perde ve hicap olur. Kişinin kendisine değil, Allahu teâlânın fazlına dayanması gerektiğini anladım. Oğuldan, kızdan, hısımdan, kavimden, maldan, rızıktan, sağlıktan hiçbir fayda olmadığını da anladım. Yani, sabırdan başka dayanacak bir şeyim olmadığını da sezdim. Ancak bu sabrında, benimle Mevlâm arasında bir perde olduğunu, ulu bir dağ gibi dostumla aramı ayırdığını fark edince, hiçbir şeye sahip olmadan Allah’a varabilmek için bir kere ah ederek o sabır dağını da kül gibi savurup, hiç eyledim. O Hazrete, işte böyle bir hiçlikle vardım. 


Hazret, bana: (Sen kimsin?) buyurdu. Cevap verdim: (İlâhi! ben bir hiçim, bende kimlik kalmadı ki, bir haber verebileyim) Kulluk makamında hiç olduğum için, benim iflâsımı ve yokluğumu kabul ettiler ve beni zâtından ve efalinden sual olunmayan ol padişahın yanma ilettiler. Şimdi, biz onun, oda bizimdir Yâ Beyâzid. Secdede bunları öğrenince bir nara atıp kendisine geldi ve: Peygamberim Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, şeyhim Eyüp aleyhisselamdır, dedi.  


Bazı müfessirler de Eyüp aleyhisselâmın inlemesini duyan şeytanın fevkalâde sevindiğini ve: “Hah, Eyyub'u aldattım. Şimdi, bilinmişlik ten unutulmuşluğa çıkardım. Mevla’sından şikâyet ettirdim” diyerek memnuniyetini açıkladı. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretlerinin, Eyüp aleyhisselâmı gayrete getirmek maksadı ile: “Ben, şikâyet ehli miyim ki, benden şikâyet edersin? İzzetim hakkı için, bir daha ah edersen, muhabbetimin tadını senden alırım ve artık seni yakınıma bırakmam” buyurduğu için değil Eyüp aleyhisselâm yukarıda açıklanan sebep nedeni ile inleyip ah etmişti. 


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.


Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tram-vayla *Fâtih*’e. 


Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrı-lamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim. 


Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm. 


*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. 


Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim. 


Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik. 


Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. 


Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben oku-lun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

Nefîse-i Sîret, Hasene-i sûret, rü’yet-i aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm, bahtiyârdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hanım anne* küçük çocukken kabakulak olmuşdu. Andülhakim Arvasi Efendi hazretleri, haftada üç gün vaazdan çıkıyor, Ziyâ beyin evine geliyor, hanım annenin baş ucunda oturuyordu. 


O ise ateşler içinde yanıyorken, Ona okuyor, okuyor ve *Nasıl?* diye gözlerinin içine bakıyordu. Sonra hanımanne kendine gelince; *Nasılsın Sîret, bugün daha mı iyisin?* diye soruyordu. 


Arkada babası Ziyâ bey; *İyiyim de, iyiyim de*, diye işâret ediyordu. Hanımanne ateşler içinde, her tarafı dökülüyor. Fakat babası orada ya; *İyiyim efendim, iyiyim*, diyordu. 


Rahmetli *Tâhâ Efendi*, Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin torunlarındandır. Çok uzun seneler evvel, Hanımanne için; *Zevcet-is Sultân, binti Sultân, ümmü Sultân* demişdi. 


Ne demek bu? Yâni, Sultânın *Hanımı*, Sultânın *Kızı* ve Sultânın *Annesi.* 


Hanımanne ve biz, Abdülhakim Efendi hazretleriyle birlikde *Çamlıca*’daydık. Hanımanne beş-altı yaşlarındaydı, oynuyordu. *Ehibbâ*’nın hepsi orada idi. 


Abdülhakim Efendi hazretleri bir sandalyede oturmuş, en çok Ona bakıyordu. Bakdıı, bakdııı, en sonunda cebinden küçük bir defter çıkardı, oraya bir *Beyt* yazdı. 


Sonra hanımanneyi çağırıp; *Al Sîret, bunu sakla!* buyurdu. O da götürdü, babasına verdi. Ziyâ bey deftere bakdı, o beyti okudu ve *Mâşallah!* dedi.


Sonra da hanım anneye; *Amân kızım, bu çok kıymetli, bunu iyi sakla. Şimdi ben saklıyayım, sonra sen saklarsın*, dedi. Hâlâ saklı, duruyor. Allah şefâatlerine nâil eylesin. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri kuddise sirruh oraya şöyle yazmış: *Nefîse-i Sîret, Hasene-i sûret, rü’yet-i aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm, bahtiyârdır*. 


Yâni, kim onun mübârek yüzünü görürse, o, sıradan insan değildir. O, *Zevât-ı kirâm*’dır, büyük insandır ve bahtiyârdır. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri gene birgün buyurdular ki: 


Ey Sîret, ben sana *İnsan* diyemem, ben sana *Hûri* diyemem, ben sana *Melek* diyemem, ben sana *Peri* diyemem. Çünkü sen, hem *İnsan’sın*, hem *Hûri’sin*, hem *Peri’sin*, hem de *Melek’sin*. Sen nesin ey Sîret!

Işık soyadını bize Abdülhakim Arvâsî efendi hazretleri koydu

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Işık* soyadını, bize Abdülhakim Efendi hazretleri koydu. Şöyle ki, yeni soyadı kânunu çıkdı, ondan evvel soyadı yokdu. Namazdan sonra oturduk, konuşuyorduk. 


Sen ne koyacaksın, sen ne koyacaksın? diye konuşuyorlardı. Abdülhakim Efendi hazretleri; *Işık koymalı, Işık soyadı hoş olur*, buyurdu. Ben hemen sessizce oradan çıkdım.


Kimse farkına varmadan, dooğru nüfus müdürlüğüne gitdim. Soyadımı *Işık* koydurdum ve döndüm. Abdülhakim Efendi hazretleri beni görünce, *Sen ne koydun soyadını?* buyurdular. 


Ben de, *Işık* koydum efendim, dedim. Efendi; *Öyle miii, çok güzel olmuş, çok iyi, çok iyi*, buyurdu. İltifât buyurdular. Efendi’den *Işık* ismini işitenler, doğru nüfus müdürlüğüne gidiyorlar. 


O gün, ertesi gün, Eyüp Sultân’da nüfus memuru; *Bu Işık soyadını bir subay geldi aldı*, diyor. Hepsi üzülüyor tabii. 


Bunun üzerine, kayınpederim Ziyâ bey, *Akışık* koydu soyadını. Kimisi *İki ışık* koydu, Abdülhakim Efendi hazretlerinin de soyadı *Üçışık* oldu. Hikmet-i ilahî, biz bilmeyiz. 


Bu büyükler, *Kalb câsusu*’durlar. Câsus ne yapar? İnsanlar arasında haber araşdırır, memleketine bildirir. Bu büyükler de insanların kalblerini tek tek araşdırırlar. 


Bir *Cevher*, bir *İstîdâd* görünce, onu *Cezb* ederler. Yâni karşısına ya bir *talebesini* veyâ bir *kitap* veyâ bir sebep çıkararak, kendilerine çekerler.



Bir *İdris hoca* vardı Abdülhakim Efendi hazretlerinin zamânında. Sultânahmet Câminin baş imâmı. Bir gün Efendi hazretlerine gitdim. Beni görünce; *Hilmi, ne oldu biliyor musun?* buyurdular. 


*Bilmiyorum efendim*, dedim. Merak etdim efendim, acabâ ne oldu diye. 


Buyurdular ki: *İdris hoca, bu gün, iki kızını Sultânahmet câmiinde, o kadar cemâatin önünde, hatim cemiyetine çıkarmış. O iki kız, câmide hatim duâsı yapmışlar*. 


14-15 yaşlarında iki kızına, erkeklerin önünde hatim duâsı yapdırmış. Eğer o kızları, çırılçıplak soyup, Beyoğlunda yürütseydi, bu kadar günâha girmezdi. 


Çünkü bu günâh, *İbâdet* diye yapılıyor, *Din* adına yapılıyor ki, *Küfr*’e kadar gider. Günah günahdır, ama ibâdet diye işlenirse, sevap diye yapılırsa, *Felâket*’dir. 


Din adamlarının işlediği suç, Beyoğlunda işlenen suçlardan *Bin kat* daha büyükdür kardeşim. Çünkü *Emsâl* teşkîl eder, böyle yapmanın *Câiz* olacağına *Fetvâ* vermiş gibi olur, Allah korusun efendim. 


Bir hizmet ne kadar *Kıymetli* ise, onu yaparken o kadar çok *Sıkıntılar* olur efendim. Yâni bir hizmetde hiç sıkıntı yoksa, o iş, gerçek hizmet değildir. Veyâhut cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun değildir. 


Çünkü cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun olan bir hizmetde mutlaka *Çile* olur, *Sıkıntı* olur, *Üzüntü* olur, bu böyledir. 


Hayrlı bir hizmetde mutlaka sıkıntı olur. Çünkü bu, bir sünnetdir. Peygamberimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? 


*Benim çekdiğim sıkıntıyı, ne benden evvelkiler, ne de benden sonrakilerin hiçbiri çekmemişdir*, buyuruyor. Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâm, Allahın sevgilisidir. Habîbidir. 


Bütün Peygamberler Onunla iftihâr etmişlerdir. Efendimiz; *Ben de İmâm-ı âzam ile iftihâr ederim*, buyuruyor. 


Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa İlmihâl okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Oğlum Abdülhakîme hitâben bir yazı yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek farz. Okumayınca nasıl öğrenilecek? 

Zenginlik ve makam arttıkça namaz kılanlar azalır

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:

Bakın parti başkanlarına, makamlara nasıl sarılıyorlar. Sanki kendi haklarıymış, haklarını alıyorlarmış gibi. Bu makamlar bir imtihandır. Zenginlik arttıkça namaz kılanlar azalır. İnsanların mevkileri makamları yükseldikçe yine azalır.

Kibir küfürden sonra en büyük harâmdır

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:Şimdi cuma namazından çıkanlara bir anket yapsanız hoca hutbede ne anlattı diye sorsanız, çok güzel konuştu derler. Fakat ne anlattı deseniz, kimse birşey hatırlamıyoruz derler. Çünkü ihlâsları yoktur. Kendinden konuşmuşlardır. Kur'ân-ı kerîmde kendilerine göre mana veriyorlar. Hiçbiri İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” hazretlerinden, Abdülkadir-i Geylânî “rahmetullahi aleyh” hazretlerinden, İbni Abidin “rahmetullahi aleyh” hazretlerinden şöyle buyuruyor diye nakletmiyor. Çünkü nefs nakletmeyi sevmez. Kendiliğinden konuşur. Kendinden konuşan doğru söylese de yanlıştır. Yanlış söylese de yanlıştır. Çünkü bir insan dağda seccadeyi serse namazını kılsa, kıbleyi tam denk getirse bile olmaz. Çünkü araştırmadan kılmıştır. Halbuki araştırsa sorsa, yanlış istikamete kılsa bile kabûl olur. Çünkü araştırmıştır. Allahü teâlâ araştırmayı emrediyor. Zira nefs sormayı istemez. Sormamak kibirdendir. Kibir küfürden sonra en büyük harâmdır. Zaten islâmiyet nefsi kırmak için gönderilmiştir.

Babam kalbinde ne varsa hepsini Hilmi’ye verdi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 


Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.


*Enver âbi* bir rüyâ görmüş efendim, bana anlatdı. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini görmüş. Oğlu *Mekkî Efendi* de varmış. Mekkî Efendi, babasına;


*Babacığım, Seâdet-i Ebediyye kitâbını yazmak hakkını niye Hilmi beye verdin?* diye sormuş. Yâni ben burdayım, bana niye vermedin? der gibi sormuş. Abdülhakim Efendi hazretleri de; 


*Çünkü Efendi’yi anlıyan bir Efendi çıkdı. Otuz sene İstanbul halkına ne anlattıysam, hepsi o kitâbın içinde var*, buyurmuşlar. Enver âbi bunu bana anlatdı, çok sevindim. 


Bugün yer yüzünde böyle bir *topluluk* yok kardeşim. Böyle bir *hizmet* de yok. Neden? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin bereketi. Mekkî Efendi şâhit. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin vefâtlarına yakın ziyârete gitdiğimde, beni yatağının içine alır ve elini uzatıp, *Hilmi, elimi sık!* derdi. Ben de sıkardım, biraz gevşetsem, *Devam et, sık!* derdi. 


Mekkî Efendi de bunu görürdü. Nitekim kendisi, bu hâdiseyi aynen *Enver âbiye* anlatmış efendim. Orada başka arkadaşlar da varmış. 


Hattâ Mekkî Efendi; *Öyle zannediyorum ki, o günlerde babam, kalbinde ne varsa, hepsini Hilmi’ye verdi, hepsini onun kalbine akıtdı*, demiş.

SABIR VE SABRIN ÇEŞİTLERİ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Ders: 296  – Bölüm: 49

Bir sâliha kadın vardı. (Allah ondan razı olsun.) Bir gün, ekmek pişirmek için tandır yaktı. Tandır, yanıp kızgın hale geldiğinde, öğle namazı vakti oldu. O kadıncağızın, henüz emzikte bir çocuğu vardı. Yavrusunu bir kenara koydu, gitti abdest aldı ve namaza durdu. Kadın, namaz kılarken, oğlan sürtüne sürtüne tandırın kenarına vardı. Kadın, gözünün ucuyla çocuğunun tandırın kenarına kadar geldiğini fark etti amma, namazda olduğu için ilgilenmedi, namazını bozarak yavrusunun yardımına koşmadı. 


Namazı kılıp bitirdiği zaman gördü ki, yavrusu tandıra düşmüş ve o kızgın tandırda ateşin tam orta yerinde kendi kendine oynayıp duruyor, bir kılına bile zarar gelmemiş. Aldı, bağrına bastı, ağladı ve Allah'a şükrederek evinin işleriyle uğraşmaya devam etti.  Gördün mü aziz? O kadıncağızın sabrı ve tevekkülü bereketiyle Hak teâlâ yavrusunu nasıl esirgedi ve ateşte yakmadı. Şu hâlde, sen de Allah kazasına sabret ki, rızasına ve nimetine erişebilesin. 


Zira, sabır kişiyi ferahlığa kavuşturan çok ulu bir sermayedir. Eğer, çocuk o tandırdaki ateşte yanmış olsaydı, o kadın şöyle derdi “şüphesiz biz Allah’a aidiz ve şüphesiz ona döneceğiz.” Ey aziz: Ne zaman bir müminin çocuğu ölse, Hak Teâlâ bu çocuğun ruhunu alan meleklere şöyle buyurur; 

— O kulumun gönlünün meyvesini aldınız mı?  

— Yâ Rab! Buyurduğun gibi kabz ettik.  

— O kulum ne dedi?  

— Sana şükür etti ve başka bir şey söylemedi, gönlünü mahzun etmedi. Elhamdülillah, kendi verdi yine kendi aldı, dedi.  

— O kulum için cennette bir ev yapın ve o eve DÂR-ÜL- HAMD adı verin. Melekler, bu emr-i ilâhi üzerine o kul için cennette öyle bir saray yaparlar ki, o sarayın büyüklüğü bu dünyanın birkaç misli olur.  İşte, bu keramet o belâya ve musibete sabredenlerindir.  

Ben bu kitaplara ömrümü verdim

 Hüseyin Hilmi bin Saîd 

Mübarek Hocamız 

Rahmetullâhi aleyh kuddise sirruh buyurmuşlar ki: 

Ben bu kitaplara, ömrümü verdim.Niçin? İnsanlar okusun,istifâde etsin diye, Rafda dursun diye değil. Hem bu kitaplar,benim değil ki. 

*Büyükler* in sözleri. *Efendi* hazretlerinden öğrendiğim bilgiler.Her cümlesi *Pırlanta* gibi bunların,okuyana müjdeler olsun.Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:*Benden sonra din adamları yetmiş üçe ayrılacak,bunların bir tânesi Cennete gidecek,geri kalan yetmiş ikisi Cehenneme gidecek*. 

Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor.Eshâb-ı kirâm;Yâ Resûlallah,o bir fırka kimlerdir? Cennete gidecek olan din adamları nasıl olur? diye sordular. 

Peygamber Efendimiz; *Onlar,benim ve eshâbımın yolunda olanlardır*, buyurdu.Arabîsi şöyle: *Hüm alâ mâ ene aleyhi ve eshâbî.* Peygamber aleyhisselâmın cevâbı bu. 

Onlara,ehl-i sünnet vel-cemâat denir.*Ehl-i sünnet* demek,Peygamber aleyhisselâmın yolu demek. *Vel-cemâat* demek, Eshâb-ı kirâmın yolu demek. 

*Ehl-i sünnet vel-cemâat*, Peygamber aleyhisselâmın yolu ve O’nun eshâbının yolu.İşte bunlar Cennete gidecekler. 

Geri kalan 72 si,bu yoldan sapıtmış,İslâm âlimi geçiniyor.*Bunlar islâm âlimi değildir*,diyor Peygamber Efendimiz.Peki nedir bunlar? 

Bunlar,*Lüsûs-u din* dir. Yâni din hırsızlarıdır,îmân hırsızlarıdır.*Bunlar, ümmetimin dînini, îmânlarını çalacaklar!* buyuruyor.Onun için esas yol,ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur.Yâni bizim *Kitaplar* dır.Bizim kitaplar çok kıymetlidir.Neden kıymetlidir? Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarıdır.Bizim,bir *Satır* bile yazımız yok,onun için kıymetlidir.Bir gün gelecek ki uyanacağız.Ne vakit uyanacağız? Kabre girince. 

*En-nâsü niyâmün.Feizâ mâtû intebehû*.Yâni insanlar uykudadır,ölünce uyanırlar.Gaflet uykusundan uyanırlar.*En-nâsü niyâmün*.Yâni insanlar uykudadır,gaflettedir.*Hayr* dan  *Şer* den haberleri yok. Ama,*Feizâ mâtû*;ölünce, kabre girince,*İntebehû* uyanacaklar,silkinecekler. 

O zaman;*Eyvâh,böyle değilmiş,bizim zannetdiğimiz gibi değilmiş, meğer aldanmışız!* diyecekler,gafletten uyanacaklar.Ama o uyanmanın hiç faydası olmıyacak.

Son sözün kelime-i tevhid olması şart değildir

 Son sözün kelime-i tevhid olması şart değildir. İmanlı ölen herkes er geç cennete girecektir. (Son sözü La ilahe illallah olan cennete girer) hadis-i şerifinden murat; cehenneme uğramadan cennete gireceğinin müjdesidir. Yoksa her Müslüman, velev ki fâsık olsun, günahlarının cezasını çektikten sonra da cennete girecektir.

 (İbni Abidin)

Başkasında bulunan bir hatayı defetmek istersen nefsinle yapma

 Başkasında bulunan bir hatayı defetmek istersen nefsinle yapma,

imanınla yap. Kötülükleri ancak İMAN yıkar. Eğer bir kötülüğü nefsin için,

halkın seni tanıması için ortadan kaldırmaya niyet edersen rezil olursun. Her işte Allahü tealanın rızası aranmalıdır.*Ey evlad, önce nefsine öğüt ver, onu yola getir, sonra da başkalarını... Senin henüz ıslaha muhtaç hallerin var, bunu sen de biliyorsun. Bunu bildiğin halde başkalarının islâhı ile uğraşma yolunda nasıl başarılı olabilirsin Gözlerin bir adım öteyi görmüyorken körleri neyle yola getirme sevdasındasın..

(Seyyid Abdulkadir-i Geylani Hazretleri "kuddise sirruh")