“KORKMA! BİZ DE İNSANIZ!”

Saray Hocası Molla Şemseddîn  

Yavuz Sultan Selim Hân, bir gün hocası Halîmî Efendi’ye dedi ki: “Molla Şemseddîn bize Târih-i Vassâf yazsın.” Şemseddîn Efendi çok hızlı yazardı. On günde bir adet Mushâf-ı şerîfi yazıp bitirirdi...

Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Saray Hocası Şemseddîn Efendi’ye bildirdi. O da yirmi beş gün mühlet isteyip Halîmî Çelebi’nin evinde yazmaya başladı...

 “KORKMA! BİZ DE İNSANIZ!”

Halîmî Çelebî’yi ziyâret için gelen kimselerin, kendisini rahatsız etmemesi için, bulunduğu odanın kapısını kilitleyip sür’atle yazmaya başladı. Yazma işiyle meşgûl iken aniden yanında bir kimseyi oturur hâlde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp; “Korkma biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik” dedi. 

Molla Şemseddîn, o zata bazı sorular sordu ve enteresan cevaplar aldı:

-Arab diyârının tamamı fethedilip, Osmanlı topraklarına katılacak mı? 

-Yavuz Sultan Selim Hân bu vazîfe ile vazîfelendirildi. Mübârek beldelerin hizmeti ona ve nesline verildi. 

-Sultan Selim’in saltanatı uzun sürer mi?

-Üç yıl vakti vardır. 

-Konağında oturduğum Halîmî Efendi ne zaman vefât eder?

-Şam’dan öteye geçemez, orada kalır.

-Ya benim ölümüm ne zaman olur?

-Kişiye kendi ölüm zamanını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefis nerede öleceğini bilemez.

-Ricâl-i gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lütf edip de beni uyarınız!

-Allahü teâlâ bilir ama sen dahî Halîmî Çelebi ile bir günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze dahî zuhur eder. Selim Hân, üçünüzün de cenâzesinde hazır bulunur...

O zat, koynundan bir başlık çıkarıp Şemseddîn Efendi’ye; “Bu Selim Hân’a hediyemizdir. Ona iletin”, bir daha çıkarıp; “Bunu da Halîmî Çelebi’ye veresin” dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; “Bana bir hâtıranız olmaz mı?” dedi. “Sana da başımdakini vereyim” dedi. O zât Şemseddîn Efendi’ye başlığını verip hemen gözden kayboldu.

HEDİYE, PADİŞAHA ULAŞTI...

Şemseddîn Efendi, bu durumu Hasan Can’a anlatıp başlığı Selim Hân’a ulaştırması için verdi. Hasan Can da emaneti vermek üzere padişahın huzûruna vardı. Olanları anlatıp başlığı verdi. Selim Hân hediye başlığı eline alıp kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü...

Olaylar aynen vuku buldu ve Yavuz Sultan Selîm Han; Halîmî Çelebi, Molla Şemseddîn ve saraydan bir hoca efendinin cenâze namazında hazır bulundu.

Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli

 (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, beşinci aslında diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslimânları sevmek ve müslimânlara düşmanlık edenleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma emr-i ilâhîsinin meâl-i şerîfi, (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç fâidesi olmaz)dır. Her mü’min, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, islâmiyyete yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde belli etmelidir.

MAKBUL AMEL

Abdullah bin Mübarek Mekke’de hac vazifesini yaptıktan sonra, Harem’de uyuyakalır. Rüyasında semadan iki melek iner. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: 


“Bu sene 600 bin kişi hac etti. Fakat hiçbirinin haccı kabul edilmedi. Ancak Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine, Allah-ü Teâlâ hepsinin haccını kabul eyledi.”  


Abdullah bin Mübarek uyanınca, merak ve hayret içinde kalır. Ali bin Muvaffak’ı yakından tanımak için Şam’a gider ve onu bulup der ki: 


“Sen nasıl bir hac yaptın ki senin hürmetine Allah-ü Teâlâ hepsinin haccını kabul etti?” 

“Bir yanlışlık var. Hacca niyetlendim fakat gidemedim.” 

“Nasıl olur, bu durumu bize anlatır mısınız!” 

“Otuz senedir hacca gitmeyi arzu ediyordum. Bu zaman içinde ayakkabıcılıktan 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Yola çıkacağım güne yakın bir zamandı. Evimizi et kokusu sardı. O sıralar hamile olan eşim bana:” 


“Komşudan et kokusu geliyor; canım çekti bana bir parça et ister misin?” Dedi. 


Komşuma gittim. Durumu anlatınca komşum ağlamaya başladı:


“Bu pişen et, yolda ölü olarak bulduğum bir hayvana aittir. Bu etten kaç gündür aç olan çocuklarımın ölmeyecek kadar yemeleri helaldir, size ise haramdır. Helal bir gıda bulamadığım için, mecburen bunu yedireceğim.” Dedi.

 

Ali bin Muvaffak der ki: 


“Komşumun anlattıkları, içimden bir parça kopardı. Bin bir zorlukla biriktirdiğim 300 dirhemi ağlayarak ona verdim.” 


Kendi kendime:

“Yazıklar olsun bana ki, sen aç iken halinden haberdar değilim.”


Komşuma da:

“ Hakkını bana helal et dedim.”


Bunun üzerine Abdullah bin Mübarek:

 

“Rabbim bana rüyada işte bu hakikati gösterdi.” Dedi.

Hayal kuvveti

 Bir cisme bakınca, bu cisim, beyindeki ortak his merkezinde duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince, ortak his merkezi, onu hissedemez olur. Fakat, hayâle gelen etkisi uzun zaman kalır. Hayâl kuvveti olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. 

(Ali bin Emrullah hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

BU SOPAYI BABAN VERDİ

İkinci Murad Han’ın çok sevdiği ve saydığı Molla Yegan hacca gitmişti. Hac dönüşünde Kahire’ye uğradı ve orada tanışıp sohbet ettiği Molla Ahmed Şemseddin Gürani’yi yanına alarak Edirne’ye getirdi. Molla Yegan, İkinci Murad Han’ın huzuruna çıktığında padişah:-Bana gittiğin yerden ne armağan getirdin? Diye sorunca, Molla Yegan:-Hünkarım, size Mısır’dan Molla Gürani’yi getirdim, dedikten sonra onun ilminden ve faziletinden bahsetmesi üzerine İkinci Murad Han, dışarıda beklemekte olan Molla Gürani Hazret lerini huzura çağırıp, kendisiyle bir saat konuştuktan sonra, onun Hadis ve Fıkıh ilmindeki dehasına hayran kaldı ve onu Bursa’daki Bayezid medresesine müderris tayin etti.

Bu sırada oğlu Mehmed (Fatih) Manisa sancak beyliğinde bulunuyordu. Padişah, oğlunun idari işlerde tecrübe sahibi olmasını ve iyi bir tahsil görmesini arzu ediyordu. Birkaç hoca gönderdiği halde genç şehzadenin bazı dersleri okumadığını haber aldı. İlmi kadar, vakar ve ciddiyeti ile de tanınan Molla Gürani’yi huzuruna çağırıp, oğluna hoca tayin ettiğini ve onu yetiştirmesini söyledikten sonra, ona bir sopa verip:


-Eğer Mehmed ders öğrenmemekte inad ederse terbiyesini bu değnekle verirsiniz.. dedi.Molla Gürani Manisa’ya gidip ilk derse başladığında, padişahın verdiği değnek elindeydi. Şehzade Mehmed:-Hocam elindeki bu değnek nedir? Deyince, Molla Gürani:-Bu sopayı baban vermiştir, derslerine çalışacaksın...dedi.Bu sözler üzerine gülen Şehzade, daha ilk derste sopanın tadını alınca, bu hocanın şakaya gelir bir tarafı olmadığını anladı ve ciddi bir surette okuyarak başarıyla tahsilini tamamladı. Molla Gürani, vakur ve sert tutumuyla, şehzadenin hırçınlığını yatıştırdı. Hatta ders sırasında:“Darabtühû te’dîben”(terbiye etmek için onu dövdüm) mânâsındaki Arapça cümleyi nahiv bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında şehzade Mehmed derslere devam etti ve kısa zamanda Kur’ân-ı Kerimi hatmetti, ilim öğrendi. Padişah II. Murad Han, oğlunun Kur’ân-ı Kerimi hatmettiğini öğren ince çok sevinip hocası Molla Gürani’ye çok miktarda hediye gönderdi.

Dünyâ ne demektir?

 Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey dünyâ demektir. Seni O’ndan başka birşey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O’ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhıretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sahiblerinin yapacağı şey değildir

Abdullah i Ensari  Hazretleri

İşte imtihân budur

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyurdular ki:

İnsanın karşılaşdığı her hâdisede bir karar vermesi lâzım. Bu karar vermede de iki ihtimâl vardır. Biri îmân tarafı, yâni *Âhiret* tarafı, biri de *Dünyâ* tarafı. 

Eğer îmân tarafını tercîh ederse, âhireti düşünürse, yâni sevâp tarafını tercîh ederse, îmânının *Güçlü* olduğunu gösterir. 

Yok eğer dünyâ tarafını tercîh ederse, nefsine göre karar verirse, îmânının *Zayıf* olduğunu gösterir. İşte imtihân budur efendim, imtihân bu.

Bir Bayram Hatırası

Seyyid Hasan Medeni efendi Van müftüsü iken 1948 senesinde Medine-i Münevvere’ye yerleşmiş, 20 sene orada mücavir olarak kaldıktan sonra 1968 senesinde dar-ı beka’ya irtihal eylemiştir. Bu 20 sene zarfında bir defa olsun memleketine dönmemiş, Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi vesellem) Hazretleri’nin komşuluğundan bir lâhza bile ayrılmak istememiş, orada bulunmayı memleketinde ehl-u iyâl ve akârib arasında yaşamaya tercih etmiştir. Van’da izzet ve itibar ile yaşarken orada çok sade ve yalnız bir hayatı ihtiyar eylemiş, büyük bir tevazu içinde hayatını orada idâme ettirmiş her an ölümü düşünüp Cennet ül-Bâki’de defn edilmeyi arzulamıştır. O kadar büyük bir hassasiyet içindedir ki, bir bayram günü evlâd, birâder ve akraba hasreti galebe çalmış ve gayrı ihtiyari memlekete göndermek üzere farisi bir beyt yazmıştır.


_*Dilâ iydest herkesi dest-i yar-i hoyeş bused_*


_*Garib-u bi kesem men dest-i gem, gem dest-i men bused_*


_*Gönül, bayramdır… Herkes sevdiklerinin elini öpmekte,_*


_*Bense garip ve kimsesizim. Ben gamın elini, gam da benim elimi öpmektedir._*


Bu anlık bir hissiyat galebesidir. O sırada Türk ziyaretçiler oraya gider bakarlar ki, yalnız başına oturuyor. Oysa memleketinde olsa yüzlerce, binlerce insan belki bir lahza fasıla vermeden ziyaretine gidecekler. O bütün bunları bırakarak o mukaddes belde’de yalnızlığı ihtiyar etmiştir. Orada o beytin yazılı olduğu kâğıdı görürler ve bu postaya atılacaksa kendilerinin atmak istediklerini söylerler. Lâkin Seyyid Hasan Efendi der ki, ben onu bir anlık hissiyatla yazdım ama şimdi yırtacağım. Onu yollarsam Resulullah “sallallahü teâlâ aleyhi vesellem” bana demez mi, sen bunca sene Van’da garip değildin de benim Medine’mde mi garip oldun. İstiğfar ettiğini söyler ve onu yırtar atar. Bu derece hassasiyet içinde bereketli ömrünü orada tamamlar. Bir Berat gecesi, zahiren yalnız ve kimsesiz olarak 20 senedir özlemle beklediği vuslata kavuşur.

Ramazân-ı şerîfin son günü çok duâ edin

 _*Mühim Fasıl_*

Ramazân-ı şerifin  son günü, *ikindi namâzından akşam ezanına kadar,* Allahü teâlâ bütün Ramazâ-ı şerif boyunca ateşten berâat verip affettiği kadar kulunu bağışlar. *Son günü ikindi vaktinden  iftâra kadar icâbet saatidir.* Ya'nî duâların kabûl vaktidir. Hiç bir duânın boş dönmediği anlardır.


*Süleyman Efendi anlattılar* _rahmetulahi teâlâ aleyh”_

Ramazân-ı şerîfin *son günü, akşama yarım saat kala,*  hocamın seâdet-hânesinin kapısını çaldım. Kendileri kapıya geldiler ve bir müddet konuştuktan sonra şöyle buyurdular:

        *"Kardeşim, yukarıdaki odamda “Berekât” kitâbını okuyordum. Okurken büyük bir feyz yağmuruna uğradım. Çok hoş bir hâl zâhir oldu. Kendimi o büyüklerin feyiz yağmuru ve koruma şemsiyeleri altında buldum.* 

        *Ramazân-ı şerîfin son günüdür. Şimdi eve gidin, abdest alın, seccâdenizi serin, Allahü teâlâya çok duâ edin, yalvarın, Allahü teâlâ, Ramazân-ı şerîfin son gününde duâ eden kullarını afv eder. Ben de şimdi yukarı çıkıp, size söylediklerimi yapacağım"* dediler ve ayrıldık.


_Allahu teâlâ rahmeti ile derecelerini alî eylesin...

Hazret-i Dıhye

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kur’ân-ı kerimi, Peygamber aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâm getirir ve ekseriyâ insan şeklinde gelirdi. Sahâbe arasında, *Dıhye* isminde bir genç var idi. 


Gâyet zengin, yakışıklı, beyaz ve güzel idi. Cebrâil aleyhisselâm, çoğu kere Onun şeklinde gelirdi. Bu *Dıhye* ilk zamanlar îmâna gelmemişti. 


Sık sık *Şam*’a gider, orada ticâret yapar, çok *Para* kazanırdı. Döndüğünde, Peygamber aleyhisselâma hediyeler getirir, Efendimiz de onun hediyelerini kabûl ederdi. 


Ve kendisine; *Yâ Dıhye! Yakışıklısın, gençsin, güzelsin, zenginsin. Yazık değil mi? Öldükden sonra Cehenneme gideceksin!* derdi. 


Ve ardından; *Bir kerrecik Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah de, Cehennemden kurtul*, buyururdu. 


*Dıhye*, Efendimizi hakîkaten sever, Onu kırmak istemezdi ve *Bir düşüneyim, o da olur!* gibi, tatlı sözlerle idâre ederdi. Bir gün, yine Efendimizin yanına gelmiş ve yine bir çok *Hediye* ler getirmişti. 


O ara Efendimize dedi ki: Yâ Muhammed, yüzlerce defâ *Şam*’a gitdim, birçok papazlarla konuşdum. Dikkat etdim, papazların sözleri birbirini tutmuyor. Aynı adam, başka zamanlarda başka türlü konuşuyor. 


Ama senin hiçbir sözün, hiçbir sözünü bozmuyor. Hep *İyilik* den, hep *Fâideli* şeylerden bahsediyorsun. Ben anladım ki, sen Allahın Peygamberisin. Ben müslümân olmak istiyorum, dedi.


Ve *Kelime-i şehâdeti* getirip, müslümân oldu. 


Peygamberimiz, *Dıhye*’nin müslümân olmasına çok sevindi. Ve eshâbına; *Ey Eshâbım! Bu gece Dıhye’nin şerefine bizim evde ziyâfet var. Ziyâfete gelin!* dedi. 


Hattâ, kitaplar yazıyor ki: Peygamber aleyhisselâmın sofrasında, o gün üç türlü yemek vardı. Bir, *Et yemeği*, bir *Çorba*, bir de *Tatlı*. 


Eshâb-ı kirâmdan *Dıhye* radıyallahü anh *Şam*’dan geldiği zaman Şam şekerlerinden, hamur işi tatlılarından getirir, hazret-i *Hasana* ve hazret-i *Hüseyine* verirdi. 


Hazret-i Hasan *Dokuz* yaşında, hazret-i Hüseyin ise *Yedi* yaşında idi. Ne zaman *Dıhye* gelse, Hasan ve Hüseyin oyunu bırakıp, sevine sevine *Dıhye* ye koşarlardı. 


Bir gün Efendimiz, Eshâb-ı kirâmı ile câmide oturuyorlar, *Hasan* ve *Hüseyin* de câminin bir köşesinde, birbirleri ile güreşiyorlar, birbirlerini kovalıyorlar, oynayıp duruyorlardı. 


Efendimiz aleyhisselâm onları çok sevdiği için, hiç sesini çıkarmazdı. O sırada ansızın *Dıhye* geldi ve Peygamber aleyhisselâmın yanına oturdu. 


Hasan ile Hüseyn, uzakdan *Dıhye*’yi görünce, oyunu güreşi bırakıp, doğru *Dıhye*’nin kucağına geldiler. Biri boynuna sarılıyor, diğeri ceplerini karışdırıyor, *Acabâ bize ne getirdi?* diye. 


Hâlbuki o gelen, *Hazret-i Cebrâil* di. Ekseriyâ *Dıhye* şeklinde geliyordu. Efendimiz, torunlarının, bir meleğe karşı böyle ceplerini karışdırmasını, kucağına çıkmasını biraz *Ayıp* gördü. 


Ve dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâil, benim Eshâbımdan *Dıhye* isimli biri vardır. O, *Şam*’dan gelince ara-sıra bana uğrar, torunlarıma da bâzen *Hediye* ler getirir.


İşte bu torunlarım, yine *Dıhye* geldi zannetdiler. Seni *Dıhye* ye benzetdiler, onun için bu hâlde bulunuyorlar. Yoksa onlar terbiyesiz, görgüsüz değillerdir, dedi. 


Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince, üzüldü. Kendisi *Mahcup* oldu. Ve kendi kendine;


*Eyvâh, ben bu çocuklara hediye getirmedim, çocuklar benden bir şey bekliyorlar. Ben şimdi çocukların ikisine nasıl bir şey verebilirim?* diye düşündü. 


Ve elini uzatıp, Cennet bahçesinden bir salkım *Üzüm* kopardı, hazret-i *Hasana* verdi. Tekrar uzandı, Cennet bahçesinden bir *Nar* koparıp, hazret-i *Hüseyne* verdi. 


Çocuklar, üzümle narı alınca, tekrar oynadıkları yere gitdiler. O esnâda câmi kapısına biri geldi ve *Kaç gündür hastayım, açım, açlıkdan ölmek üzereyim, bana yiyecek birşey veren yok mu?* dedi. 


Çocuklar, o kişiyi görünce, derhal koşup, ellerindeki üzümü ve narı ona vereceklerdi ki, Cebrâil aleyhisselâm; *Durun! Sakın vermeyin!* diye seslendi. 


*Hâin şeytân, bu meyveleri Cennet’ten kopardığımı görünce, onları yemek için bu kılığa girdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Cennet ni’metlerini ona harâm etmişdir!* dedi. Şeytân da, o anda kayboldu.

Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin?

 Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. 

(İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)