Bir Bayram Hatırası

Seyyid Hasan Medeni efendi Van müftüsü iken 1948 senesinde Medine-i Münevvere’ye yerleşmiş, 20 sene orada mücavir olarak kaldıktan sonra 1968 senesinde dar-ı beka’ya irtihal eylemiştir. Bu 20 sene zarfında bir defa olsun memleketine dönmemiş, Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi vesellem) Hazretleri’nin komşuluğundan bir lâhza bile ayrılmak istememiş, orada bulunmayı memleketinde ehl-u iyâl ve akârib arasında yaşamaya tercih etmiştir. Van’da izzet ve itibar ile yaşarken orada çok sade ve yalnız bir hayatı ihtiyar eylemiş, büyük bir tevazu içinde hayatını orada idâme ettirmiş her an ölümü düşünüp Cennet ül-Bâki’de defn edilmeyi arzulamıştır. O kadar büyük bir hassasiyet içindedir ki, bir bayram günü evlâd, birâder ve akraba hasreti galebe çalmış ve gayrı ihtiyari memlekete göndermek üzere farisi bir beyt yazmıştır.


_*Dilâ iydest herkesi dest-i yar-i hoyeş bused_*


_*Garib-u bi kesem men dest-i gem, gem dest-i men bused_*


_*Gönül, bayramdır… Herkes sevdiklerinin elini öpmekte,_*


_*Bense garip ve kimsesizim. Ben gamın elini, gam da benim elimi öpmektedir._*


Bu anlık bir hissiyat galebesidir. O sırada Türk ziyaretçiler oraya gider bakarlar ki, yalnız başına oturuyor. Oysa memleketinde olsa yüzlerce, binlerce insan belki bir lahza fasıla vermeden ziyaretine gidecekler. O bütün bunları bırakarak o mukaddes belde’de yalnızlığı ihtiyar etmiştir. Orada o beytin yazılı olduğu kâğıdı görürler ve bu postaya atılacaksa kendilerinin atmak istediklerini söylerler. Lâkin Seyyid Hasan Efendi der ki, ben onu bir anlık hissiyatla yazdım ama şimdi yırtacağım. Onu yollarsam Resulullah “sallallahü teâlâ aleyhi vesellem” bana demez mi, sen bunca sene Van’da garip değildin de benim Medine’mde mi garip oldun. İstiğfar ettiğini söyler ve onu yırtar atar. Bu derece hassasiyet içinde bereketli ömrünü orada tamamlar. Bir Berat gecesi, zahiren yalnız ve kimsesiz olarak 20 senedir özlemle beklediği vuslata kavuşur.

Ramazân-ı şerîfin son günü çok duâ edin

 _*Mühim Fasıl_*

Ramazân-ı şerifin  son günü, *ikindi namâzından akşam ezanına kadar,* Allahü teâlâ bütün Ramazâ-ı şerif boyunca ateşten berâat verip affettiği kadar kulunu bağışlar. *Son günü ikindi vaktinden  iftâra kadar icâbet saatidir.* Ya'nî duâların kabûl vaktidir. Hiç bir duânın boş dönmediği anlardır.


*Süleyman Efendi anlattılar* _rahmetulahi teâlâ aleyh”_

Ramazân-ı şerîfin *son günü, akşama yarım saat kala,*  hocamın seâdet-hânesinin kapısını çaldım. Kendileri kapıya geldiler ve bir müddet konuştuktan sonra şöyle buyurdular:

        *"Kardeşim, yukarıdaki odamda “Berekât” kitâbını okuyordum. Okurken büyük bir feyz yağmuruna uğradım. Çok hoş bir hâl zâhir oldu. Kendimi o büyüklerin feyiz yağmuru ve koruma şemsiyeleri altında buldum.* 

        *Ramazân-ı şerîfin son günüdür. Şimdi eve gidin, abdest alın, seccâdenizi serin, Allahü teâlâya çok duâ edin, yalvarın, Allahü teâlâ, Ramazân-ı şerîfin son gününde duâ eden kullarını afv eder. Ben de şimdi yukarı çıkıp, size söylediklerimi yapacağım"* dediler ve ayrıldık.


_Allahu teâlâ rahmeti ile derecelerini alî eylesin...

Hazret-i Dıhye

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kur’ân-ı kerimi, Peygamber aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâm getirir ve ekseriyâ insan şeklinde gelirdi. Sahâbe arasında, *Dıhye* isminde bir genç var idi. 


Gâyet zengin, yakışıklı, beyaz ve güzel idi. Cebrâil aleyhisselâm, çoğu kere Onun şeklinde gelirdi. Bu *Dıhye* ilk zamanlar îmâna gelmemişti. 


Sık sık *Şam*’a gider, orada ticâret yapar, çok *Para* kazanırdı. Döndüğünde, Peygamber aleyhisselâma hediyeler getirir, Efendimiz de onun hediyelerini kabûl ederdi. 


Ve kendisine; *Yâ Dıhye! Yakışıklısın, gençsin, güzelsin, zenginsin. Yazık değil mi? Öldükden sonra Cehenneme gideceksin!* derdi. 


Ve ardından; *Bir kerrecik Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah de, Cehennemden kurtul*, buyururdu. 


*Dıhye*, Efendimizi hakîkaten sever, Onu kırmak istemezdi ve *Bir düşüneyim, o da olur!* gibi, tatlı sözlerle idâre ederdi. Bir gün, yine Efendimizin yanına gelmiş ve yine bir çok *Hediye* ler getirmişti. 


O ara Efendimize dedi ki: Yâ Muhammed, yüzlerce defâ *Şam*’a gitdim, birçok papazlarla konuşdum. Dikkat etdim, papazların sözleri birbirini tutmuyor. Aynı adam, başka zamanlarda başka türlü konuşuyor. 


Ama senin hiçbir sözün, hiçbir sözünü bozmuyor. Hep *İyilik* den, hep *Fâideli* şeylerden bahsediyorsun. Ben anladım ki, sen Allahın Peygamberisin. Ben müslümân olmak istiyorum, dedi.


Ve *Kelime-i şehâdeti* getirip, müslümân oldu. 


Peygamberimiz, *Dıhye*’nin müslümân olmasına çok sevindi. Ve eshâbına; *Ey Eshâbım! Bu gece Dıhye’nin şerefine bizim evde ziyâfet var. Ziyâfete gelin!* dedi. 


Hattâ, kitaplar yazıyor ki: Peygamber aleyhisselâmın sofrasında, o gün üç türlü yemek vardı. Bir, *Et yemeği*, bir *Çorba*, bir de *Tatlı*. 


Eshâb-ı kirâmdan *Dıhye* radıyallahü anh *Şam*’dan geldiği zaman Şam şekerlerinden, hamur işi tatlılarından getirir, hazret-i *Hasana* ve hazret-i *Hüseyine* verirdi. 


Hazret-i Hasan *Dokuz* yaşında, hazret-i Hüseyin ise *Yedi* yaşında idi. Ne zaman *Dıhye* gelse, Hasan ve Hüseyin oyunu bırakıp, sevine sevine *Dıhye* ye koşarlardı. 


Bir gün Efendimiz, Eshâb-ı kirâmı ile câmide oturuyorlar, *Hasan* ve *Hüseyin* de câminin bir köşesinde, birbirleri ile güreşiyorlar, birbirlerini kovalıyorlar, oynayıp duruyorlardı. 


Efendimiz aleyhisselâm onları çok sevdiği için, hiç sesini çıkarmazdı. O sırada ansızın *Dıhye* geldi ve Peygamber aleyhisselâmın yanına oturdu. 


Hasan ile Hüseyn, uzakdan *Dıhye*’yi görünce, oyunu güreşi bırakıp, doğru *Dıhye*’nin kucağına geldiler. Biri boynuna sarılıyor, diğeri ceplerini karışdırıyor, *Acabâ bize ne getirdi?* diye. 


Hâlbuki o gelen, *Hazret-i Cebrâil* di. Ekseriyâ *Dıhye* şeklinde geliyordu. Efendimiz, torunlarının, bir meleğe karşı böyle ceplerini karışdırmasını, kucağına çıkmasını biraz *Ayıp* gördü. 


Ve dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâil, benim Eshâbımdan *Dıhye* isimli biri vardır. O, *Şam*’dan gelince ara-sıra bana uğrar, torunlarıma da bâzen *Hediye* ler getirir.


İşte bu torunlarım, yine *Dıhye* geldi zannetdiler. Seni *Dıhye* ye benzetdiler, onun için bu hâlde bulunuyorlar. Yoksa onlar terbiyesiz, görgüsüz değillerdir, dedi. 


Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince, üzüldü. Kendisi *Mahcup* oldu. Ve kendi kendine;


*Eyvâh, ben bu çocuklara hediye getirmedim, çocuklar benden bir şey bekliyorlar. Ben şimdi çocukların ikisine nasıl bir şey verebilirim?* diye düşündü. 


Ve elini uzatıp, Cennet bahçesinden bir salkım *Üzüm* kopardı, hazret-i *Hasana* verdi. Tekrar uzandı, Cennet bahçesinden bir *Nar* koparıp, hazret-i *Hüseyne* verdi. 


Çocuklar, üzümle narı alınca, tekrar oynadıkları yere gitdiler. O esnâda câmi kapısına biri geldi ve *Kaç gündür hastayım, açım, açlıkdan ölmek üzereyim, bana yiyecek birşey veren yok mu?* dedi. 


Çocuklar, o kişiyi görünce, derhal koşup, ellerindeki üzümü ve narı ona vereceklerdi ki, Cebrâil aleyhisselâm; *Durun! Sakın vermeyin!* diye seslendi. 


*Hâin şeytân, bu meyveleri Cennet’ten kopardığımı görünce, onları yemek için bu kılığa girdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Cennet ni’metlerini ona harâm etmişdir!* dedi. Şeytân da, o anda kayboldu.

Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin?

 Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. 

(İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)

Dinini bilmemek suçdur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplarımızdan başka kitap okumayın kardeşim. Bu kitaplar size yeter. Bunları okuyan, *Âlim* olur. İçindekilerini yapan da, *Evliyâ* olur. Hem okuyun, hem de dağıtın kardeşim. Niçin böyle söylüyorum? 


Eğer dağıtmazsak *Mes’ul* oluruz. Ecdâdımız, kanla, canla, malla, islâmiyetin bize kadar gelmesi için büyük fedâkârlık gösterdiler. Eğer onlar bu fedâkârlığı göstermeselerdi, biz belki *Müslümân* olamazdık. 


Eğer biz çalışmazsak, islâmiyeti yaymazsak, bizden sonraki nesil, bizden dâvâcı olur efendim. Size kadar gelen bu emâneti, niçin bize ulaştırmadınız? diye bizden dâvâcı olurlar. 


********


Diyelim ki, bir kimse harâm işliyor, ama onun harâm olduğunu bilmiyor. Bilmeyince, bu kimse özürlü mü olur? Hayır, *Suçlu* olur. 


Bilmemek *Suç* dur. Çünkü Allahü teâlâ, kullarına; *Bilenlerden sorun, öğrenin!* buyuruyor. O ise sormuyor, öğrenmiyor. Allahü teâlânın emrini yapmıyor, onun için *Suçlu* olur. 


Bir kız yâhut bir oğlan çocuğu, anasına babasına tâbi olarak *Müslümân* dır. Ama âkıl bâliğ olunca, anaya babaya tâbi olmaklık kalmıyor. 


Dînini, kendisi öğrenecek. İbn-i Âbidîn öyle buyuruyor. Öğrenmezse ne olur? Öğrenmemek *Suç* dur. Peki, öğrenmek istiyor, ama kitap bulamıyor. 


İşte bizim *Kitaplar* var ya! Onları okuyup öğrenecek. Öğretecek adam da var, kitap da var. Çok mühim bu. Bilmiyenin *Îmânı gider* bu zamanda. 


Ne için? Çünkü Allahü teâlâ; *İslâmiyeti öğrenin!* diye emrediyor. O ise öğrenmiyor, söz dinlemiyor. Çok tehlikeli.


********


Düşman ne kadar *Kuvvetli* olursa, cihâdın *Sevâbı* da o kadar çok olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bunu tekrar tekrar buyuruyor. Düşman *Kavî* olursa, cihâdın sevâbı kat kat *Fazla* olur. 


Arkadaşlar birbirlerine, kendi hanımından, çocuklarından ve anne ve babasından daha *Kıymetli* olmalıdır. Arkadaşlar birbirlerini gördüklerinde, büyükleri görmüş gibi olmalı. 


Böyle olmıyan, büyükleri tanıyamaz. Arkadaşları şikâyet eden, bizimle muhâtap olmasın. Âbilerin hepsi, çok *Kıymetli*, hepsi birer *Pırlanta*. Hepiniz pırlantasınız, hepiniz. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine sormuşlar: Efendim, bu zamanda evliyâ var mı? diye. Ne buyurmuş? 


*Bu gün, harâmlardan sakınan, beş vakit namâzını kılan, zamânımızın evliyâsıdır* buyurmuş. 


Öyleyse, bütün arkadaşlar *Evliyâ* dır kardeşim. Abdülhakim Efendi hazretleri, *Şaka* söz söylemez. Onlar, dâimâ *Vesîkalı* konuşurlar.

Kâfirlerle müdârâ

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini bir sâat görebilmek için, her hafta sonu *Ankara* dan gelirdim. Bir defâsında yine bir *Kış günü*, Ankara dan gelirken asker sevkiyâtı vardı. 


Trende yer bulamadım. Yine iki vagonun arasında, demirlerin üzerinde *Ayakta* geldim. Hattâ parmaklarım *Donup* körüğe yapışmışdı. *Buzdan* kurtaramadım. 


İnsan, sevdiğinin her *Şeyini* sever. Sevdiği için, her *Şeyine* katlanır


Peygamber Efendimiz, bâzı sahâbîlerle bir evde otururken, birden sıkıntı basmış ve; *Sıkılıyorum yâ Ömer* buyurmuş. 


Hazret-i Ömer hemen; *Emret yâ Resûlallah. Ne isterseniz yapalım!* demiş. 


Efendimiz; *Şimdi bir Allah düşmanı gelecek, onu görmek, onunla konuşmak beni sıkıyor. O gelecek diye sıkılıyorum* buyurmuş. 


Biraz sonra kapı çalınıyor, bir kabîle reîsi geliyor. Peygamber Efendimiz ayağa kalkıyor, onu *Güzelce* karşılıyor, yanında *Yer* açıyor, oturtuyor, *Tatlı tatlı* konuşuyor. 


Biraz sonra, o adam kalkıp gidiyor. Peygamber Efendimiz, onu *Güler yüzle* selâmetliyor. Hazret-i Ömer soruyor: *Yâ Resûlallah, Allahın düşmanı dediğiniz, bu kişi miydi?* 


Efendimiz buyuruyor ki: *Evet, o idi*. Hazret-i Ömer merak ediyor tabii. Ve soruyor hemen:


Yâ Resûlallah, siz ona dost muâmelesi yapdınız, yer verdiniz, tatlı tatlı, neş’eli konuşdunuz ve güler yüzle selâmetlediniz, biz bunun hikmetini anlıyamadık, diyor. 


Peygamber Efendimiz şöyle îzâh ediyorlar: Bu, bir *Kabîle* reîsidir. Eğer ben onunla iyi geçinirsem, *Dost* muâmelesi yaparsam, o da bana dost muâmelesi yapar.


Müslümânlara da *Dost* muâmelesi yapar. Eğer ben ona sert söyleseydim, yer vermeseydim, kapının dibine oturtsaydım, o zaman bana *Düşman* olurdu. Bana bir şey yapamazdı. 


Ama Müslümân lardan *İntikam* alırdı. Kabîle reîsi çünkü, zengin, îtibârlı biri. Müslümânlara *Eziyet* ederdi. Müslümânlara eziyyet etmesin diye onun kalbini okşadım, buyuruyor. 


Buna, *Müdârâ* denir kardeşim. Kâfirlerle müdârâ yapacağız, çok mühim bu. *Gülerek* ve *Tatlı dille* görüşeceğiz.

Sırrı, hikmeti nedir?

 REŞHA-362: Beşerî kayıtlardan şikâyet hususunda buyurdular: 

Şeyh Ebû Bekr-i Kaffâl Şâşî hazretlerinin türbesinin kapısında gördüm. Şöyle yazmışlardı. Kıt'a:


Sırrı, hikmeti nedir, bir oğul babasına,

Hep iyilik görse de, yine de minnet etmez.

Ya'nî demek ister ki, bu sıkıntılı yere,

Beni sen düşürmüşsün, ne iyilik etsen yetmez.


[Reşahât, sf: 413]

Müellif: Alî Bin Hüseyn

Terceme: Süleyman Kuku 

İmam-ı Azam Ebû Hanîfe hazretleri

_*Ebû Hanîfe hazretleri bir zengine tevazu etmişdi_*.

_Onun yanında kendini aşağı görmüşdü. Fakat bu tevazu da, o kimsenin imânlı olması sebebiyle idi._ 

Bununla beraber: 

_*«Bu hareketimin keffâreti için bin kere Kur'ân-ı kerîmi hatmetdim»_* buyurdu.

Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfde beş şey ihsân eder

Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfde beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir Peygambere vermemişdir:


1-Ramazânın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü'minlere rahmet eder. Rahmet ile bakdığı kuluna hiç azâb etmez.

2-İftâr zamânında, oruclunun ağzı kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan dahâ güzel gelir.

3-Melekler, Ramazânın her gece ve gündüzünde, oruc tutanların afv olması için düâ eder.

4-Allahü teâlâ, oruc tutanlara, âhıretde vermek için, Ramazân-ı şerîfde Cennetde yer ta'yîn eder.

5-Ramazân-ı şerîfin son günü, oruc tutan mü'minlerin hepsini afv eder)


Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye

İnsanların nasıl olduklarını araştırmayın

 Siz, insanların nasıl olduklarını araştırmayın. Siz sadece, kimlerle beraber, ne yazıyor, ne okuyor, ona bakın.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Mü’min rahatsız olursa

 Mü’min rahatsız olursa, hasta olursa, bir din kardeşinin evine gitsin. Onunla biraz sohbet etsin, kitap okusun, mutlaka iyileşir.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)