En büyük nimet müslüman olmak nimetidir

 En büyük nimet,“Müslüman olmak” nimetidir. Bundan büyük nimet yoktur. Nimetin bize gelmesine vesile olan kimseye teşekkür etmeliyiz önce.Eğer teşekkür etmezsek, o zaman Allahü teâlâ şükrümüzü kabul etmez. Çünkü insanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olamaz.

(Emir Gilan-ı Vaşi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Bilmeden Müslümanlık olmaz

 ***"İman" ve "ibadet" bilgilerini öğrenmeden önce, roman, hikaye ve benzeri kitapları okumak lüzumsuz ve çok zararlıdır.Emri yapmakta gecikmek, inatçılık ve edepsizlik olur.İslamiyet’i öğren evladım. Bilmeden Müslümanlık olmaz çünkü.Ehl-i sünnet alimlerinin yazdığı "ilmihal kitapları”nı okursan öğrenirsin oğlum.Din, ancak hakiki İslam alimlerinin kitaplarından öğrenilir. Olur olmaz kimselerin, para kazanmak için yazdığı kitapları okursan, zehirlenirsin. Onun için din kitabı alırken, yalnız kitabın ismine değil, kitabı yazanın ismine de bakmayı ihmal etme!

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi hazretleri ”rahmetullahi aleyh“)

Din hırsızlarına aldanmayalım

 Ehl-i sünnet denilen icazetli o büyük alimlerin,bildirdiği imandan, kıl kadar ayrılanın,azaptan kurtulması, asla mümkün değildir.Zira Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde böyle buyruluyor.Ve din büyüklerimiz böyle haber verdiler.Bunun böyle olduğu, pek kati ve bellidir.Yani ehl-i sünnetten biraz ayrılanların,maksatları din değil, dünyalık olanların;Sözleri, kitapları, zehir gibidir.Onlara aldananlar, imanını yitirir.Dünya makamı için, dini alet ederek;kendine, din adamı edasını vererek,her aklına geleni söyleyip yazanların,Hepsi din hırsızıdır, onlara aldanmayın. Bunlar, yazdıkları kitap ve dergiler ile,okuyan kimselerin, imanını çalarlar.Bu bozuk kitaplara aldanan nice insanlar vardır ki, kendisini Müslüman sanır.Oruç tutar ve beş vakit namazını kılar.Bilmez ki,dinini, imanını çaldırmıştır.Yaptığı ibadetler, indallah kabul görmez.Hiçbir iyiliğine, sevap, ecir verilmez.İmansız kimselere faideleri olmaz.O ise, imanını çaldırmış, haberi yok ki.O halde her Müslüman, uyanık olmalıdır.

Bu kabil kitapları, hiç okumamalıdır.Bir kitabı alırken,sırf kapağına değil , bilhassa (kim yazmış?) olduğuna bakmalıdır.(İcazetli) Ehl-i sünnet bir âlim yazmışsa, almalıdır.Çünkü o âlimlerden, insana fayda vardır.Dinde reformcu veya bid’at ehli bir insan yazmışsa,o kitabın yanından kaçmalıdır .Çünkü bugün ancak, iki cihanda saadete kavuşmak,Ehl-i sünnet olmaya bağlıdır.Bu da, Hak teâlânın resulü, sevgilisi,dünya ve ahiretin iyisi, efendisi olan Resulullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymakla olur mümkün.Bu da, ehl-i sünnetin yoludur ancak.Mühim olan, doğru bir iman ve itikattır.Sonra, ibadetleri öğrenmek ve yapmaktır...

(Ebu Ali Rodbari hazretleri “rahmetullahi aleyh” ;Abdurrahman-ı Tahi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Ho-parlörle Ezân Okumak

 ***(İbni Âbidîn)de, imâmın, yüksek sesle okuması vâcib olan yerde, başkalarını râhatsız edecek kadar bağırması günâh olduğu yazılıdır. Ho-parlörle okuyanlar, bu bakımdan da günâha giriyorlar.Ezânın, insan sesinden fazla sesle okunması lâzım olsaydı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunun çâresini emr ederdi. Çünki, dinde lâzım olan herşeyi bildirmesi, yapdırması vazîfesi idi. Nemâz vaktlerinin geldiğini, hıristiyanlar gibi çan çalarak veyâ yehûdîler gibi boru ötdürerek uzaklara duyuralım diyenler oldu. Kabûl etmedi. (Biz böyle yapmayız. Yüksek yere çıkıp ezân okuyunuz!) buyurdu.Böylece,insan sesinin varamıyacağı yerlere tek bir ezân sesinin ulaşdırılmasına lüzûm olmadığı anlaşıldı. Ho-parlörle uzaklara duyurmağa lüzûm yokdur. Şimdi, ezânı ho-parlör ile okuyorlar. Ho-parlör sesleri birbirine karışarak, ezân oyuncak hâlini alır. Görülüyor ki, ho-parlörle okumak, lüzûmsuz ve zararlı olmakdadır. İslâmiyyetin emrine uyarak her müezzin minâreye çıkıp, sünnete uygun ezân okuyunca, herkes kendine yakın ezânı çok iyi işitir. Uzaklardan ho-parlör sesini duymağa lüzûm olmaz. Ezânı ho-parlörle okuyarak, sesin uzaklardan işitilmesini istemek,ezânın bir yerde okunmasını,her câmi’de okunmamasını istemek demekdir. Zemânımızda,minâresine çıkılıp sünnete uygun ezân okunan bir câmi’ görünmez oldu. Minârede okumamak şehrlere de, köylere de yayıldı.teypden ve radyodan okunan ezân sahîh olmaz. Minâreye çıkıp ho-parlörle okumak da, sünnete uygun değildir.Kur’ân-ı kerîm okumak sünnetdir. Harâma, hattâ mekrûha sebeb olan sünneti terk etmek lâzım olduğu, fıkhda, temel bilgilerden biridir.Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın okudukları gibi okumak ve dinlemek ibâdet olur. Başka dürlü okumak ve bunu dinlemek, ibâdeti değişdirmek olur, bid’at olur. Bid’at ise, günâhların en büyüğüdür.......

(Se’âdet-i Ebediyye)

İbadetlerin makbul olması için

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:İbadetlerin makbul olması için sahih olması, şartlarına uygun olması lâzım. Binaenaleyh, şartlarını öğenmek lâzım, ibadetlerin. Şartlarını. Onlara uygun yapmak lâzım. Bir de ihlas ile yapmak lâzım. Niyet, halis niyet ve ihlas. Allahü teâlâ için, Allahü teâlâ emrettiği için, hem şartlarına uygun yapacağız, ibadet sahih olsun diye... Hem de Allah için yapacağız, makbul olsun diye, makbul. Sahih olur ama makbul olmaz, niyet bozuk.

Talha bin Ubeydullah (Radıyallahü anh)

Talha bin Ubeydullah hazretleri, İlk îmâna gelenlerden ve aşere-i mübeşşeredendir. "Talha, ile Zübeyr, Cennette komşularımdır" hadîs-i şerîfi ile medhedildi... Bu mübarek sahabî, son derece sevimli idi. Orta boylu, geniş göğüslü, yakışıklı bir zattı. İsraf ve aşırılığa kaçmadan iyi giyinirdi. Onun ahlâkının güzelliğine bir misâl olarak şu hadise anlatılır: Ümmi Ebân'la evlendi Eshâb-ı kirâmdan birçok zât güzelliği dillere destan olan Ümmi Ebân hatunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat O hiçbirisini kabul etmedi. Talha bin Ubeydullah teklifte bulununca kabul etti. Sebebi sorulduğu zaman: -Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim olarak çıkar. Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusur görünce affeder, diye cevap vermiş ve Hz. Talha ile evlenmişti. Hz. Talha çok büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen gayet az yer, son derece sade giyinirdi. İsraf etmez ve israf edenleri sevmezdi. Bazen de çok güzel elbiseler giyerdi. Hz. Talha, ahlâk, edep ve fazilet bakımından çok yüksek idi. Kalbi Allahü teâlânın korkusuyla ve Resûlünün muhabbetiyle doluydu. Bu muhabbeti aşk derecesinden de çok ötelerde idi. O bu aşkının en güzel isbâtını Uhud ve diğer gazâlarda göstermiştir. Hz. Talha bin Ubeydullah, Uhud Savaşında üstün gayretler, kahmanlıklar göstermişti. Savaş anını kendisi şöyle anlatır: "Gördüm ki, Eshâb-ı kirâm dağıldı. Müşrikler hücûm ettiler ve Resûlullahı her taraftan kuşattılar. Resûlullahın önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı gelen taarruzlara karşı duracağımı bilemiyordum. Bir önden gelenlere bir arkadan gelenlere koştum onları uzaklaştırdım. Nihayet dağıldılar..." 

Uhud Savaşında aldığı ağır yaralar sebebiyle komaya girdi, Resulullahın duasıyla iyileşip, birlikte Medine'ye döndü. Resulullahın vefatından sonra da çok üzülüp tenha bir köşeye çekildi. Yıllar sonra "Cemel Vakası"nda şehid oldu. Hz. Ali harp meydanını gezerken Hz. Talha'yı ölenler arasında görünce çok üzüldü, pek çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve "Ey Talha semânın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serilmiş olarak görmek bana pek ağır geldi, beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce ölseydim" buyurdu. Hz. Ali, bizzat namazını kendi kıldırdı...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İçimizde en günâhkâr olan kim, biliyor musunuz? *Benim, Been!* En günahkâr benim. Niçin? En yaşlınız benim de onun için. 


Çünkü insanın, Allahü teâlâyı unutarak, gafletle aldığı, verdiği her nefes, *Günâh* yazılır kardeşim. Hepimiz gaflet içindeyiz. 


Gafletle alınan ve verilen nefesler, hep *Günâh* yazılır. İçinizde, en fazla nefes alıp veren benim, öyleyse içinizde en *Günahkâr* olan da benim. 

*******

Büyüklerden feyz alabilmek için bir yol var efendim. Nedir o? Kendini acındırmak. 


*Feyz* almak istiyorsan, kendini büyüklere acındıracaksın. Niçin? Çünkü onlar, acırlarsa verirler. Acıdıklarına lütfederler, ihsânda bulunurlar. 


Acımadıklarına vermezler. Onların acıyarak bir şefkatli nazarı, kalbleri temizler. Her şeyin bir yolu vardır ya, büyüklerden *Feyz* almanın yolu da budur işte. 


Bu gün, atom bombasının yapmadığını, *Güler yüz* ve *Tatlı dil* hâllediyor efendim. Yâni herkesle iyi olmak, iyi geçinmek. Buna diplomasi diyorlar. Bu haslet kimde varsa, o başarılı olur. 


Onun için Enver âbi hep başarılı oluyor. Çünkü o, güler yüzlü, tatlı sözlüdür. Zâten bu, mü’min olmanın alâmetidir. *Mü’min*, güleryüzlü olur, tatlı dilli olur. *Münâfık* ise, somurtkan ve asık suratlı olur. 

*******

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın, bir kuluna vereceği en büyük ni’met, sevdiği bir *Dost*’unu ona tanıtmasıdır. Aynen Eshâb-ı kirâma Peygamber Efendimizi tanıtdığı gibi. 


Onun için bu gün, o büyükleri tanıyanlar, Peygamberimizin zamânında dünyâya gelselerdi, hepsi *Eshâb-ı kirâm* olurlardı. Ve bu gün, o büyükleri inkâr edenler, o zaman dünyâya gelselerdi, *Ebû Cehil*’den beter olurlardı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, Onu tanımasaydık, ne biz olurduk, ne de bu hizmetler olurdu. Çünkü cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde öyle diyor. 


Yâni, *Ey habîbim, eğer bu din gelmeseydi, siz evvelce olduğu gibi, kabîleler arasında kavga ederdiniz, birbirinizi öldürürdünüz*, buyuruyor.

O KİTABI BANA GÖSTERİN

Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri, Tebe-i tâbiînden olup, Basra’da yaşamıştır. 805 (H. 189) senesinde vefât etmiştir. Kıymetli nasihatleri vardır... 

Abdülvâhid bin Zeyd, yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatır: 

Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım. “Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!” dedim.

“Siz kime taparsınız?” diye sorunca; “Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya ibâdet ederiz” dedim. “Bunu size kim bildirdi?” dedi,

“Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi” dedim. 

“O peygamber nerededir?” dedi, “Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuştu” dedim.

“Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?” dedi, “Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır” dedim. Aramızda geçen bu konuşmadan sonra:

*“O kitâbı bana gösterin” deyince Kur’ân-ı kerîmi ona gösterdim. “Ben bunu okumasını bilmiyorum” dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı. Sûreyi bitirince; “Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!” diyerek hemen Müslüman oldu...* 

Ona Kur’ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrettik.

O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime; “Bu yeni Müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin” dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; “Bu nedir?” dedi. “Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin” dedim. *“La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O’nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?”* dedi...


Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. “Bir isteğin var mıdır?” dedim. *Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı”* dedi.

Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Yanında da bir hûri vardı. Meâlen; “... *Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!” (Ra’d sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyordu...*

SULTAN AHMED VE MEHMED EMİN TOKADİ HAZRETLERİ

 Hattat Mehmed Râsim Efendi anlatır;

"Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır." dedi. Cehennem'e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem'den kurtuluyordu. Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyor du. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed'dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; "Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazret leri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur." buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum."

Bu gazete benim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, şimdi burda kendi kendime düşündüm, dedim ki: Ben şimdi ölsem, ne yapacaklar beni? Önce *teneşir* tahtasına koyacaklar, yıkayacaklar, sonra da kefenleyip *kabre* koyacaklar. 


Diyelim ki, kabre girdim, oradaki böcekler, yılanlar, akrepler üzerime üşüşdüler. Kimi ısırıyor, kimi kanımı emiyor. Acıdan kıvranıyorum. 



Ben böyle düşünürken bir hadîs-i şerîf hâtırıma geldi. *Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdün Cenneti*. 

Yâni, *mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. O vakit râhatladım efendim. 


Çünkü Cennetde olan, o haşerelerin eziyetini hissetmez ki. Ben yemîn etsem ve dünyâda iken, *ben Cennete girdim ve çıkdım* desem, bana günâh olmaz efendim. Niçin? 


Çünkü Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini, kabr-i şerîfine ben koydum. Efendimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? *Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. 


Ben o kabre girdim. Öyleyse ben, Cennet bahçesine girdim. Bu aklıma geldi ve râhatladım efendim. 

*****

Bir gün âilece Bursa’ya gitmişdik. *Sâim Şensöz* kardeşimizin evinde misâfir olduk. Bir akşam oturuyorduk, çay içiyorduk. 1980 senesiydi gâliba. Gazetemiz yeniydi.


Tirajımız azdı. Zannedersem 1500 kadardı. Postayla adreslere gönderiliyordu. *Enver bey* de gençti henüz, şimdiki gibi çok tanınmış değildi. Bir gece rüyâ görmüş efendim. 


Cağaloğlunda, Çatalçeşme sokakta, ikinci kattalarmış. Bir ara kapı açılmış ve *Abdülhakim Efendi hazretleri*, bildiğimiz şekliyle, mübârek sakalı, mübârek sarığı, mübârek pardesüsü ile.


Elinde baston, içeri girmiş efendim. Enver âbi; *Yerimden bir fırladım, elini öptüm*, diyor. Mübârek, tak, tak, tak, gidip, Enver âbi’nin yerine oturmuşlar ve Enver âbi’ye dönüp; 


*Bu gazete benim, bugün burada gazete sâhipleri toplanacak, bu toplantıya ben başkanlık yapacağım. Benden sonra da sen devam edersin*, buyurmuşlar. 


Sonra kalkmışlar. Yine tak, tak, tak, yürüyüp, kapıdan çıkıp gitmişler. Ben Enver âbiye sordum, *Bu gün en meşhur gazeteci kim?* diye. Bir isim söyledi. 


Ben de kendisine; *Hepsinin saltanatı bitecek, bir gün en meşhur gazeteci, Enver Ören olacak ve Enver âbiyi şu Türkiye’de tanımayan kimse kalmıyacak*, dedim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 🥀 💐💕☘🌺🌺☘💕💐🥀

           Hüseyin Hilmi bin Saîd 

              Mübarek Hocamız 

             Rahmetullâhi aleyh

              buyurmuşlar ki: 


İNSANLARDA KUSÛR ARAYANIN DOSTU OLMAZ. KUSÛRU KENDİNDE ARAYANIN HERKES DOSTUDUR. EĞER BİRİSİ GELİR DE SİZE, BİR DÎN KARDEŞİNİZİ KÖTÜLERSE, ALLAHDAN KORK, SUS DERSENİZ, YÜZ ŞEHÎD SEVÂBI ALIRSINIZ. ZA’ÎF KALBLER, ZA’ÎF RÛHLU İNSANLAR, BU ZAAFLARINI GİDERMEK İÇİN, GÜÇLÜ İNSANLARIN ARASINI AÇMAK İSTERLER, BİRİNDEN DİĞERİNE

LAF TAŞIRLAR. SİZ ONLARA KIYMET VERMEYİN VE ONLARI DİNLEMEYİN. 


İslâm âlimleri, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel emrlerini bildirmek

ve torunlarının dînlerini, îmânlarını korumak için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere

yâdigâr bırakmışdır. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve Şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mübârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mübârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz. 


HÂİNLERİN KALEMLERİNDEN ÇIKAN, SÜSLÜ KELİMELERLE ÖRTÜLMÜŞ, ZEHRLİ PROPAGANDALARI OKUYARAK, AZÎZ VE SEVGİLİ ÎMÂNIMIZI KAPDIRMAMAĞA, ALDANMAMAĞA ÇOK DİKKAT ETMELİYİZ!.

İyilik yapmak mecburiyetinde değiliz. İstersen yaparsın, istersen yapmazsın. Ama kötülük yapmamaya mecburuz. İyilik yaparsan iyi; ama yapmazsan kimse bunu niye yapmadın diye sormaz. Nasîbin yokmuş der; ama bir kötülük yaparsan, neden bunu yapdın diye sorarlar. Allah’ü teâlâyı incitmemek için, Onun komşularını incitmememiz lazımdır. 


-İKİ KİŞİ KARŞILAŞINCA MUHAKKAK BİRBİRLERİNE AZ DA OLSA FEYZ GEÇER. MÜRŞİD-İ KÂMİLİN FEYZİ İSE HER YERE GİDER. FEYZİ MÜRŞİD-İ KÂMİLDEN İSTEYECEĞİZ. O, ALLAH’Ü TEALANIN FEYZİNİ VERİR. 


-Mürşid-i kâmili tanıyan, seven, Ondan feyz alır. Tanımıyorsa, itiraz da etmiyorsa, gene ondan feyz alır.

Tanıyor ama sevmiyorsa, o zeman feyz alamaz. 


SİLSİLE-İ ALİYYEYİ OKUYAN, MUHAKKAK FEYZ ALIR ONLARDAN. KALBTEN KALBE YOL VARDIR. “MİNEL KALBİ İLEL KALBİ SEBİLA.” PEYGAMBER EFENDİMİZİN MÜBAREK KALBİNDEN, TÂ SEYYİD ABDÜLHAKÎM EFENDİ HAZRETLERİNİN MÜBAREK KALBİNE KADAR FEYZ YOLU VARDIR. BU FEYZLER, BU NURLAR, BU YOLDAN BİZE KADAR GELİYOR. BİZ DE ONLARI SEVERSEK, SEVDİĞİMİZ KADAR BİZE DE GELİR. SİLSİLE-İ ALİYYEYİ BİR İNSAN SEVEREK OKURSA, KALBİNİN KAPILARI AÇILIR. 


-Rabıtadan maksat, irtibat kurmaktır. İrtibat kurduğun zâttan, sen bilsen de, bilmesen de, anlasan da, anlamasan da, feyz gelir.

-Kitap okuyan o yazarları düşüneceği için, o yazarların kelamı olduğu için, tercüme edenin varlığı orada bulunduğu için, hep rabıta halinde olur. Onların ruhu, anıldığı yerde hâzır olur. Eğer her zaman hazırdır derse, küfre gider. O Allaha mahsustur.

BİRKAÇ MEKTUP BİLE OLSA, ANLASA DA, ANLAMASA DA, MEKTÛBÂT OKUYAN FEYZ ALIR. MANASINI BİLMESE DE FEYZ ALIR.

BİZİM KİTAPLAR, OKUYANA FEYZ VERİYOR. DAĞITANA DAHA ÇOK FEYZ VERİR.

BU BÜYÜKLERİN NAZARLARI, KELAMLARI, RÛHANİYYETLERİ, KALPTE NE KADAR KİR, PAS, GÜNAH VARSA, HEPSİNİ TEMİZLER. 


Kitabevinde oturanlar, kitaplarda isimleri geçen, hâl tercemeleri geçen o büyük zâtların ışınlarının altında tedavi görüyor. Dolayısıyla, mutlaka kitaplarımızın olduğu yerde olmağa çalışın.

-Müslimânın oturduğu evden feyz yayılır. Bu, sokağa te'sîr eder.

-Bir müslimânın evinde okunan Kur'ân-ı kerîmden, kılınan nemazdan hâsıl olan feyz-i ilâhî, pencere aralarından, kapıların altından, mahalleye akar. Böylece dolaşır, neresi müsaitse, oradan içeriye girer. Müsait olmayan yere girmez.

-Büyüklere mensub olan cimâdât (cansız eşya) bile kıymetlidir. Ya kendi elleri... Onlara temas eden

cimâdâta dokunan feyz alır. Mesela hırkalarına, başlıklarına, gömleklerine dokunan feyz alır. Ya kendi

mübarek ellerine dokunan; alır da alır... Biz bilmeyiz; alanla veren bilir onu.