İMAM-I NABLÜSÎ

İMAM-I NABLÜSÎ (Abdülganî bin İsmâil) Vefatı , 5 mart 1731

Osmanlılar devrinde yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve kerâmetler sahibi bir velî. İsmi, Abdülganî bin İsmâil bin Abdülganî bin İsmâil bin Ahmed bin İbrâhim en-Nablüsî ed-Dımeşkî’dir. 1050 (m. 1640) senesi Zilhicce ayının beşinde Şam’da dünyâya geldi. Oniki yaşında iken babası vefât etti. Yetim olarak büyüdü. Zamanının en büyük âlimlerinden ilim tahsil etti. Edebiyat, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta çok derin âiim olarak yetişti. Kadirî ve Nakşibendî yollarına intisâb etti, bağlandı. Yirmi yaşında ders okutmaya ve kitap yazmaya başladı. İstanbul, Mısır ve Hicaz’da ders verdi. Çeşitli ilimlerde ikiyüzden fazla değerli kitap yazdı. İmâm-ı Birgivî’nin “Tarîkat-ı Muhammediyye” kitabının şerhi olan, “Hadîkat-ün-Nediyye” kitabı çok kıymetli olup, meşhûrdur. Şam matbaasında ilk basılan eser onun “Evrâd” kitabıdır. “Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr” kitabında, evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını ve rûhlarından istifâde edileceğini çok güzel anlatmaktadır. “Hülâsat-üt-tahkîk” kitabı, mezheblerin birleştirilemeyeceğini isbât etmektedir. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini gayet dikkatle okumuştur. Zamanındaki ba’zı velîler ile görüşerek, zâhir ve bâtınını nûrlandırmıştı. 1143 (m. 1731) senesi, Şa’bân ayının yirmidördüncü günü Şam’da vefât edip, oraya defnedildi.

Abdülganî Nablüsî’nin annesi hâmile iken, babası İsmâil bin Abdülganî İstanbul’a gitmişti. O zaman, Şam’da bulunan evliyâdan Şeyh Mahmûd adında bir zât, İsmâil bin Abdülganî’nin hanımına bir dirhem gümüş hediye gönderip, bir erkek çocuğu olacağını müjdeledi ve; “Bu çocuğun ismini Abdülganî koysun. Çünkü o Allahü teâlânın ihsânına ve iltifâtına kavuşacaktır” diye haber verdi.

Şeyh Mahmûd, bu çocuğun doğumundan günlerce önce vefât etti. Doğduktan sonra, ona bu zâtın söylediği isim kondu. Babası, küçük yaşta iken ona Kur’ân-ı kerîmi okutup öğretti. 1062 (m. 1652) senesinde babası vefât etmesine rağmen, ilim tahsiline ara vermedi. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini; Hanefî âlimi Şeyh Ahmed-i Ka’î’den, nahiv, me’ânî, beyân ve sarf ilimlerini; Şam’da oturan Şeyh Mahmûd-i Kürdî’den, hadîs ve ona âit ıstılâhları; Hanbelî mezhebi âlimlerinden Abdülbâkî’den tesfsîr ve nahvi; Şeyh Mahmûd-ı Mehâsinî’den okudu. Bütün bu hocaları, ona icâzet (diploma) verdiler. Ayrıca Necmüddîn-i Gazzî’nin dersine de devam edip, ondan da icâzet aldı. Bunlardan başka; Şeyh Muhammed bin Ahmed el-Üstüvânî, Şeyh İbrâlüm bin Mensûr el-Fettâl, Şeyh Abdülkâdir bin Mustafa es-Safûrî, Şam’da Nakib-ül-eşrâf Seyyid Muhammed bin Kemâleddîn el-Hüseynî el-Hasenî bin Hamza, Şeyh Muhammed el-Aysâvi, Hüseyn bin İskender er-Rûmî, “Şerh-ut-Tenvîr” kitabının müellifi Şeyh Kemâleddîn-i Aradî ve Muhammed bin Berekât el-Kevâfî gibi pekçok âlimden ders alıp, ilim tahsil etti. Mısır’da, Şeyh Ali Şebrâmelisî de ona icâzet vermişti. Tasavvufta, Kâdiriyye yolunu Seyyid Abdürrezzâk el-Hamevî el-Geylânî’den, Nakşibendiyye yolunu da, Şeyh Saîd el-Belhî’den ta’lîm eyledi. Bu iki yolun feyz ve ma’rifetlerine kavuştu. Evliyâlıkta yüksek derecelere erişti.

Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) medheden, öven çok güzel bir şiir yazdığında, ba’zıları bu şiirin kendisine âit olmadığını iddia edip, ona şerh yazmasını teklif ettiler. O da bu teklifi kabûl edip, bir ay içinde bu şiirine bir cild hâlinde çok güzel şerh yazdı. Bundan başka bir şiir daha yazdı. Böyle olan meşgûliyeti bir müddet devam etti.

Abdülganî Nablüsî hazretleri sabahleyin erkenden Câmi-i Emevî’ye gidip, çeşitli dersler okutur ve ikindiden sonra da, Câmi-i Sagîr’de devam ederdi. Sonra da, İmâm-ı Nevevî’nin, Hadîs-i Erba’în, Ezkâr-in-Neveviyye ve başka eserleri okuturdu. Sonradan bu hâlini terk ederek yedi sene müddetle, Şam’daki Emeviyye Câmii yakınında bulunan evinden dışarı çıkmadı. Evinde, Muhyiddîn-i Arabî’nin ve Afîfüddîn-i Tilmsânî’nin tasavvufla ilgili eserlerini tetkik ve mütâlâa etti. Bu yüksek zâtların feyz ve bereketlerine kavuştu. Devamlı ibâdet ve istiğfar ile meşgûl olunca, kendisini yüksek hâller kapladı. Şaşılacak hâller içinde kaldı. Ledünnî ma’rifetlere erişti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseldi. Rabbinin ihsânları, yağmur gibi üzerine yağdırıldı. Kalb gözü açıldı. Şamlılardan onun bu hâlini çekemeyenler, aleyhinde uygunsuz sözler söylemeye başlayınca, tekrar ortaya çıkıp, kendisine müracaat edenlere kapısını açtı. Yeniden ilim öğretmeye, va’z ve nasîhata, insanlara doğru olanı anlatmaya başladı. İkbâli ve şöhreti o kadar yükseldi ki, onun kapısı, feyz ve bereketlerine kavuşmak isteyenlerle dolup taştı. Uzaktan ve yakından, bölük bölük insanlar ona geldiler. Herkes ondan ilim öğrenmeye ve makbûl olan duâsından istifâde etmeye çalışıyordu. İlim talebeleri ve tasavvuf yolcuları, onun evini sığınak yapmışlardı.

Abdülganî Nablüsî, 1075 (m. 1664) senesinde İstanbul’a gelip, bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. 25 yaşlarında iken Bağdat’a gittiği ve orada da kaldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Daha bu yaşlarında, tasavvufta yüksek derecelere kavuşması, onu çok meşhûr etti. Gerek zamanının meşhûr evliyâsını tanımak ve sohbetlerinde bulunmak, gerekse önceki evliyânın kabirlerini ve mukaddes makamları bulup ziyâret etmek maksadı ile, birçok yerlere gidip, bilhassa kendi memleketi dâhilinde çok seyahatler yapmışmıştır. 1100 (m. 1688) senesinde Bikâ’ya, bir sene sonra Lübnan’a, Kudüs’e ve Halîlurrahmân’a, 1105 (m. 1693) senesinde Mısır’a, 1108 (m. 1696) senesinde Hicaz ve 1112 (m. 1700) senesinde Trablus’a gitti. 1114 (m. 1702) senesinde yeniden Şam’a gelerek, eski yeri olan Sâlihıyye’ye yerleşti. Bu ziyâretlerini ve seyahatlerini kitap hâlinde yazdı.

Nablüsî, 1119 (m. 1707) senesinde, Şam’daki Selîmiyye Câmi-i şerîfinde, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin mezarı yanında, Beydâvî tefsîrini okutmaya başlamıştı. O, kendisini güzel ahlâk, beğenilen sıfatlar ve huylar ile süslemişti. Herkese iyilik etmek için elinden geleni yapardı. Torunlarından Kemâlüddîn Muhammed el-Gazzî el-Âmirî, tercüme-i hâlini anlatan müstakil bir kitap yazmıştır.

Yûsuf-i Nebhânî, “Câmi’u kerâmât-il-evliyâ” adındaki eserinde diyor ki: “Abdülganî hazretleri, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden, ma’rifet sahibi evliyânın meşhûrlarındandır. Çok hârika ve kerâmetler sahibidir. En büyük kerâmeti, sayılamayacak kadar çok kitap yazmasıdır. Eserlerinin hepsi de güzeldir. Hayatında ve vefâtından sonra çok kerâmetleri görülmüştür. O, zamanının kutb-ı aktâbı idi.”

110 adet yazdığı kitaplarının isimleri ve çok uzun hayatı vardı bu kadarını paylaştık. 

ŞAFİİ MEZHEBİNDE NAMAZIN FARZ VE SÜNNETLERİ

KIYAM  ( FARZ )


1- Niyet edip İftitah Tekbiri getrmeki, niyeti iftitah tekbiri ile bitişik yapmak (FARZ)

2- Elleri kulak hizasına kaldırmak (SÜNNET)

3- El ayasını kıbleye çevirmek (SÜNNET)

4- Tekbirin bitmesiyle el bağlamak (SÜNNET)

5- Elleri göbek üstünde bağlamak (SÜNNET)

6- Sağ eli sol el üzerine koyup bilekten kavramak (SÜNNET)

7- Kıyamda iken secde yerine bakmak (SÜNNET)

8- İlk rekatta Fatihadan önce “Veccehtu Vechiyellezi…“ duasını okumak (SÜNNET)

9- Kunutu kıyamda iken okumak(SÜNNET)

10- Kunuttan sonra kıyamda iken Peygamber efendimize, al-i beytine ve ahabına selatu selam okumak(SÜNNET)

11- Kıraetten evvel Euzu okmak (SÜNNET)

12- Fatihadan evvel Besmele okumak (FARZ)

13- Her rekatta kıratte FATİHA okumak (FARZ)

14- Farzların ve sünnetlerin ilk iki rekatında kısa bir sure veya üç kısa ayet veyahut üç kısa ayet uzunluğunda bir ayet okumak (SÜNNET)

15- Zammı sureden önce besmele okumak (SÜNNET)

16- Rükua giderken ALLAHÜ EKBER demek (SÜNNET)

17- Fatihadan sonra Amiin demek (SÜNNET)

18- Kıraatin Sesli okunması geren yerde sesli sessiz okunması gereken yerde sessiz okumak(SÜNNET)… (Sesli okumak: sabah, akşam, yatsı, Cuma, bayram  ve teravih namazı cematle kılınınca sadece imam tarfından sesli okunur. Cemaat ise her zaman sessiz okur.

19- İftitah tekbiri alırken, rükua varırken,rükudan ve teşehüdden kalkarken elleri çık olarak ve başparmağı omuzun hizasına gelecek şekilde kaldırmak (SÜNNET)

20- Her rekatın başında ve ve iftitah duasından sonra her kırat için euzu okumak (SÜNNET)                                     


RÜKU (FARZ)​


1- Rükua Allahu Ekber diğerek eğilmek ve rükuda elleri dizleri üzerinde parmakları açık olarak koymak (SÜNNET)

2- Rükuda ayak parmaklarına bakmak (SÜNNET)

3- Rükudan kalkarken tam doğrulmak (FARZ)

4- Rükuda üç defa sübhane rabbiyelazim demek (SÜNNET)

5- Rükudan kalkınca semiallahü limen hamideh demek (SÜNNET)

6- Rükudan kalkınca Semiellahu limen hamideh demek (SÜNNET)

7- Rükdan kalkarkek Rebbena velekelhamd demek (SÜNNET)

8- Rükudan kalkıktan sonra kıyamda tam doğrularak en az bir defa sübhanellah diyecek kadar beklemek (FARZ)

9- Sabah namazının farzının ikinci rakatında  rükudan kalkıktan sonra ititalda iken iki el ayasını semaya kaldırarak “ Allahümmehdini fimen hedeyt…“ diye başlayan kunut duasını okumak (SÜNNET- i MÜEKKED) Terki halinde sehiv secdesi gerekir

10- Kıyamda ve rükuda ayakların arasında bir karış kadar açıklık bulunması (SÜNNET)

11- Secdeye varırken Allahüekber demek (SÜNNET)

                           

 SECDE (FARZ)


1-Secdeye inerken sırasıyla önce sağ diz, sol diz,  sağ el, sol el , burun alını yere koymak (SÜNNET)

2- Burnu ve alnı yere koymak (FARZ)

3- Secdede avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere değdirilmesi (FARZ)

4- Secdede şu yedi uzuv : Alın, burun, iki diz, iki avucun içi, ve iki ayağın parmaklarının içten iç        

    kısmları yere tam olarak temas etmesi (FARZ )

5- İki secdeyi birbiri ardınca yapmak (FARZ)

6- Secdeden kalkarken Allahü Ekber demek (SÜNNET)

7- Secdede üç kere “Sübhane rebbiye-l a‘la“ demek (SÜNNET)

8- Secdededen kalkarken ALLAHÜEKBER demek (SÜNNET)

9- İki secde arasında elleri dizler üzerine koymak (SÜNNET)

10-Secde ve tahiyattan (Ka’de) kalkarken eli yere dayıyarak kalkmak.(SÜNNET)

12- Üç ve dört rekatlı namazların ikinci rekatından sonra birinci tahiyata oturmak (SÜNNET-İ MÜEKKEDE) Terki halinde sehiv secdesi gerekir.

 

KA’DE-İ AHİRE (SON TAHİYYAT)


1-Üç ve dört rekatlı namazların ikinci rekatlerinde tahiyyatı okuyacak kadar oturmak  

   (SÜNNET-İ MÜEKKEDE)

2-Son rekatta tahiyyatı ve Peygamberimiz ve aline selatu selam okuyacak kadar oturmak        

   (FARZ)

3-Tahiyata otururken elleri dizler üzerine koymak (SÜNNET)

4-Son teşehütte tahiyattan sonra Peygamber efendimiz ve aline salatü selam getirmek  

  (FARZ)

5-Otururken dizlerin üzerine bakmak (SÜNNET)

5-Tahiyattan sonra sağa selam vermek (FARZ)

6-Sola selam vermek (SÜNNET)

7-Namazın rükünleri (içindeki farzlar) arasında tertibe uymak (FARZ)


(HAZIRLAYAN: EMEKLİ MÜFTÜ SAİD EMİN ARVAS)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum, münâkaşa *Yasak*. Nasıl olur da bir mü’minin kalbi incitilir efendim. Muhammed Mâsum hazretleri, *Mektûbât*’ında bunun zararlı olduğunu bildiriyor ve *Münâkaşa etmeyiniz!* diyor. 


Bir mü’minin, bir mücâhid kardeşinin kalbini incitmenin, *Kâbe*’yi, yedi kerre yıkmakdan daha büyük günâh olduğunu, dînimiz bildiriyor. Onun için, buna çok dikkat edeceğiz kardeşim. 


Birbirimizin kusûrunu affedeceğiz ve sabredeceğiz. *Sabredenin gideceği yer neresidir?* Peygamber Efendimiz bunu bildiriyor. Hadîs-i şerîfde; *Sabredenin gideceği yer, Cennetdir*, buyuruyor. 


Onun için birbirimizi incitmiyeceğiz. Birimiz, birimizi incitirsek dahî, karşıdakinin buna *Sabr*’etmesi lâzım. Hattâ ona *Duâ* etmesi lâzım. Dînimiz böyle emrediyor. Müslümânlık budur, kardeşlik budur. 


Her zaman söylüyorum. *Kimseyle münâkaşa etmeyin!* diyorum. Münâkaşa *Zararlı*'dır. Dostun muhabbetini azaltır, düşmanın da düşmanlığını artdırır. 


Bir vazîfe ile *Burgaz* mağaralarına keşfe gitmişdim. O akşam da Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine iftâra dâvetliydim. Vakt geç oldu, dönecek vâsıta yok. Durakda beklerken, bir *Taksi* gelip yanımda durdu.


Onlar da İstanbula gidiyorlarmış. Beni de aldılar. Edirnekapıda indiğimde, akşam ezânı yeni okunmağa başladı. Koşarak dergâha gitdim. 


Abdülhakim Efendi hazretleri beni görünce; *Hilmi, önce namâzını kıl, biz seni bekleriz*, buyurdular. İftârdan sonra Burgaz’da neler gördüğümü sordular. 


Ben de anlattım ve *Orada çok mağara var*, dedim. 


Bunun üzerine; *O mağaralar nasıl meydana geldi biliyor musun?* diye sordular. Bilmiyorum efendim, dedim. 


*İstanbul’un surları ne ile yapıldı? Surlar yapılırken Bizanslılar oralardan kireç çıkardılar. Bunları keşif raporuna yaz*, buyurdular. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; *İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım. Üfledim, ateş söndü*, buyurmuş. 


Bunun gibi, *Abdülhakim Efendi hazretleri* de, o surlar yapılırken orada olabilir. Birden cevâplaması bunu gösteriyor kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


Askerî okulda, lisede okurken, ben namâzımı kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. İlmihâl’de de yazdım ya; Bir kadir gecesi uyuyamadım, yatağımdan fırlayıp kalkdım ve duâ etdim.


O gece rüyâda, Allahü teâlâ bana Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri’ni gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında Nûr şeklinde idi. Daha sonra, bir gün dersden çıkınca, Bâyezid câmiine namaz kılmağa girdim.


Bir de bakdım, câminin Bâyezid meydanına bakan kapısının yanındaki demir parmaklıklı bölmede, bir Hoca Efendi va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâat de, Onu dinliyordu. 


Câminin ortasına kadar cemâat dolu idi. Oraya doğru yürüdüm. Parmaklıkların arkasında, nûr yüzlü, sevimli bir Hoca Efendi, bir kitâbdan birşeyler anlatıyordu. 


Hoca Efendinin karşısından gidersem Edebsiz’lik olur diye düşündüm ve Hoca Efendinin karşısından yürüyüp gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. 


Onun için arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca Efendi, demir parmaklıklara arkası dönük vaziyette oturuyordu. 


Parmaklıkdan atlayıp, tam Onun arkasında oturdum. Kucağını, arkadan seyrediyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, çok merak etdiğim Konu’ları anlatıyordu. Biraz sonra ezân okundu. 


Hoca Efendi; Dersimiz burada kalsın, deyip, kitâbı kapatdı. Bakdım, pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden o kitâbı alıp, arkaya, yâni bana uzatdı ve; Bu kitap, küçük efendiye benim hediyem olsun, dedi. 


Çok şaşırdım, hayret ettim. Çünkü hiç arkasına bakmamışdı, beni görmemişdi. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra hep berâber namâza kalkıldı. 


Ben, biraz sonra derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım ve ayrıldım. Fakat kendi kendime; Bu zât kimdir, nerde bulunur? dedim. Merak etdim, araşdırdım, cemaate sordum. 


Bana cevâben; Cum’a günleri Eyüp Sultân câmiinde va’z eder, dediler. Sevindim ve Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. Cum’a namâzına Eyüp sultâna gitdim. Maksadım, o Hoca Efendi’yi görmekdi. 


Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim. 


Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; Abdülhakîm Efendi nerdedir? dedim. 


O da bana; O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim. 


Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum. 


Dedi ki: O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir, dedi. 


Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. Çıkıp, dışarda bekliyeyim, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş. 


Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir Bank vardı. 


Kitapcı, kaba bir şekilde; Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya! dedi. O da, Peki, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen. 


Bir dakîka efendim, oturmayın! dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve Şimdi oturun efendim, dedim. 


Ama Abdülhakim Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; Al onu oradan! dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; Onu üzerime ört, buyurdular. 


Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Abdülhakim Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.


Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik. Ben, en önde, Abdülhakim Efendi hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle Efendi’nin anlatdıklarını dinliyordum. 


Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir Kitap’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki Defîne bulmuş bir Fakîr gibiydim.


Yâhut Serin Su’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm Efendi’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.


Söylediği, her biri Pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.


Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Efendi hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri dediğinde, ben içimden; İmâm-ı Rabbânî kim acabâ? diye düşündüm.


Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; Rabbânî dediğine göre, Allahü teâlâ ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu İsmi yazdım. Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu. 


Biraz sonra da; Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu. 


Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; Bu zât kim acabâ? dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. Mevlânâ dediğine göre bu da Allahü teâlâ ile ilgili olabilir, dedim. 


İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, Hâlid bin Zeyd diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm. 


Hemen Mevlânâ Hâlid ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.


Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, Kim sevilir, kim sevilmez? Bunu öğrendim Ondan. 


Bir sâat geçmiş, ama bana bir an gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. 


Askerî postallarımın iplerini bağlamaya uğraşıyodum ki, arkamdan birinin bana bir şey dediğini işittim. Çok tatlı bir ses tonu ile; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Ara sıra bizim eve gel, sohbet ederiz, diyordu. 


Bir de dönüp bakdım ki, böyle söyliyen, biraz önce va’zını zevkle dinlediğim Hoca efendi bu. Beni, evine dâvet ediyordu. Çok sevindim. Bu, benim için çok büyük Ni’met idi. 


Tabii o zaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle, Allahü teâlâ istiyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, istedim de kavuşdum elhamdülillah. 


Dışarıda yağmur yağıyor. Bizim İlmihâl’de, Bir üniversiteliye Cevap bahsinde yazdık bunu. Gökden rahmet, yağmurla iner. Yağmura da bereket, Şimşek’deki elektrikden gelir. 


Fakat şimşekden de bereket geliyor. Dışarıya maddî rahmet yağıyor, içeriye ise görünmiyen mânevî rahmet yağıyor. 


Mânevî rahmet yağdığını nereden biliyoruz? Silsile-i aliyye’nin son satırı neydi? Sâlihlerin ismi söylenince yağar rahmet-i ilâhî. Biz de sâlihlerin isminden bahs etdik. 


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, Abdülhakîm Efendi hazretlerinden, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinden, Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinden bahs etdik.


Yine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden "kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz" bahsetdik. Bu büyüklerin ismini andık. Onun için şimdi buraya da Mânevî Rahmet yağdı kardeşim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni daha ilk görüşte; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde, yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz, buyurup, beni evine dâvet etdi. 


Ben de dâvet etmesinden cesâret alıp, evine gitdim. Dâvet etmeseydi gidemezdim kardeşim, çekinirdim. O zaman Cum’a günleri tâtil idi. Bir sonraki Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. 


Cum’a günü olunca, heyecanla evine gitdim. Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim.


Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı. İdris köşkü diyorlardı oraya, III. Selîm Hân yapdırmış. Kapıdan girince hemen karşıdaydı. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim. Efendi hazretleri köşeye, sedirin üstüne oturmuşdu, önünde de bir Rahle vardı. 


Kayınpederim Ziyâ Bey de hemen önünde diz çöküp oturmuşdu. Ve rahledeki kitapdan okuyor, Abdülhakim Efendi hazretleri de, Ziyâ beyin okuduklarını açıklıyor ve anlatıyordu. 


O zaman Ziyâ beyi tanımıyordum tabii. Oturacak yer yokdu, salon mahşer gibi kalabalıkdı, her yer dolu idi. Zâten Edeb’imden içeriye giremedim, utandım. 


Kapının dış tarafına, Sofa’ya oturup dinlemeye başladım. Daha bir dakîka geçmeden, Efendi hazretleri başını kaldırıp beni gördü ve Küçük efendi, sen buraya gel! diye beni yanına çağırdı. 


Hemen kalkıp gitdim. Ayaklarının dibinde bir kişilik boş yer vardı. Beni oraya oturtdu Mübârek. Edeb’imden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak bakardım. 


Velhâsıl biz bütün kazandıklarımızı, Edeb’imiz sâyesinde kazandık kardeşim. O gün Efendi’nin sohbetine gitmeğe başladım ve artık hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, Onsekiz yaşında bir gençdim. 


Elhamdülillah, daha ilk görüşde teveccüh etdi bana. Teveccüh demek, Sevmek demekdir. Yâni ilk görüşde sevdi beni.


İnde zikris sâlihîn tenzîl-ür rahme. Ne demek bu? Yâni Evliyânın ismi anıldığı yere rahmet yağar. Bütün arkadaşlar müsâit oldukları zamanlarda toplanıp, Kitap okusunlar. 


Kitap okumak şartdır. Öğreneceğiz kardeşim. İslâmiyetin en büyük düşmanı Cehâlet’dir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? Beşikden mezara kadar ilm öğreniniz! buyuruyor. 


İlm öğrenmek Farz’dır. İlimden maksat da, İslâmiyet'dir. Farzları öğrenmek farz, vâcibleri öğrenmek vâcib, sünnetleri öğrenmek sünnet, harâmları öğrenmek de farzdır. 


Öğreneceğiz ki, sakınacağız kardeşim. Farzı ve sünneti de öğreneceğiz ki, amel edeceğiz. Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin. 


Ne demek bu? Yâni, erkek olsun, kadın olsun, bütün müslümânların ilm öğrenmesi, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmesi Farz’dır, diyor Peygamber Efendimiz.

Dârülharbde bir hırsızlık yapılırsa

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Dârülharbde bir hırsızlık yapılsa, o yer sonradan dârülislâm olsa, hırsızlık yapan kişiye ceza verilmez.Had suçları, dârülislâmda işlenirse cezalandırılır. Diğer Hanefî dışındaki üç mezhebde, dârülislâm vatandaşı bir müslümanın, dârülharbde işlediği hırsızlık, zina, şarap içme gibi had suçuna, dârülislâmda ceza verilir.

 *Cennette yaşlı-genç herkesin 30, 33 veya 35 yaşında olacağı hakkında hadis-i şerifler vardır.

Mürtedin Nikâhı

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Erkek mürted olursa, nikâh bozulur. Tekrar tevbe ederse, yeniden nikâh gerekir. Şâfiî’de ise, iddet içinde tevbe ederse, nikâh gerekmeden zevcesine dönebilir. Kadın mürted olursa mezhebin esas prensibine göre nikâh bozulur ise de, sonra gelen mezheb ulemâsı, nikâhın bozulmayacağı, kadının tevbeye zorlanacağı, tevbesi hâlinde zevciyet münasebetinin devam edeceği istikametinde fetvâ vermiştir. İrtidad sebebiyle nikâhın feshinde, talâk sayısı azalmaz.

Kurşun dökmek ilaç kullanmak gibidir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kurşun dökmek ilaç kullanmak gibidir. Câizdir. 

*Âyet-i kerimede, sarhoşun, ne söylediğini bilecek hâle gelinceye kadar namaz kılmaması emrolunuyor. Yürürken sallanacak vaziyette olan sarhoşun abdesti de bozulur. Devamlı bu halde ise namaz kılamaz. Ayıldıktan sonra tevbe ve kaza etmesi gerekir.

*Namazda imam efendi kahkaha ile gülerse ;İmamın abdesti ve namazı bozulur. Cemaatin yalnızca namazı bozulur; yeniden kılar. (İbni Abidin, Namazın Adabı bahsi)

*Erkeğin, zevcesine, dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek, "Sana yaklaşmayacağım" diye yemin etmesine îlâ denir. Dört ay içinde zevcesine yaklaşıp yemin kefareti verir. Aksi halde, bir talâk-ı bâin ile boşanmış olurlar.

Kocası karısına hakkım sana haram olsun derse ne olur ?

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Mızraklı İlmihal’de yazan bir hadis-i şerife göre insana fakirlik getiren şeylerden biri de fakirden ekmek almaktır. 

Bunun sebebi; Fakir ekmeği satarsa, ihtiyacı olduğu halde satmış demektir. Muhtaç kimseden, ihtiyacı olan şeyi almak uygun değildir. Bu ekmekten hayır gelmez. Ekmeğini almadan, yardım etmek lazımdır.

*Koca karısına hakkım sana haram olsun derse, kadın kocasının getirdiği yemeği yer, verdiği parayı kullanır.

Çünkü; Bu söz mecazdır. Yemesi caizdir, zira nafaka kadının evlilikten doğan hakkıdır. Koca bunu haram edemez.

Saç uzatmak

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kadınların erkekler gibi kısa saç kestirmesi ve erkeklerin de kadınların uzattığı gibi saç uzatması caiz değildir. Hazret-i Peygamber efendimiz aleyhisselam o devirde erkeklerin uzatması âdet olduğu mikdarda, yani arkadan boynuna, yandan kulakları üzerine düşecek kadar uzatmıştır. Her devrin ve yerin âdetine uymak icab eder. Erkeğin saç uzatması hoş karşılanmayan yerde, sünnet mikdarı bile saç uzatmak doğru değildir. Zira âdette sünnettir. Şöhrete, parmakla gösterilmeye sebep olur.

Bir başkasına ait şifresiz wireless bağlantısına bağlanmak caizdir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Huşu sebebiyle veya ahenkli okumak için Kur’an-ı kerim okurken sallanmak mahzurlu değildir. Namazda kasden ileri geri veya öne arkaya sallanmak, Yahudilere benzemek olduğundan mekruh görülmüştür.

*Şu kadar para verirsen, sana bir haber vereceğim” demek; Rüşvet değil, mükâfat sayılır. Helâldir. Ama hakkı olan bir şeyi söylemek için para isterse, rüşvet olur. Meselâ bir kimse, bir başkasına git felancaya şunu söyle dese, o da gitse ve para istese câiz olmaz. Zira vazifesidir. Talebe işlerindeki memur, para verirsen, notlarını söylerim dese, yine böyledir. 

*Bir başkasına ait şifresiz wireless bağlantısına bağlanmak caizdir. Şifre koymamışsa, başkalarının kullanmasına izin verdiği anlaşılır. Etrafı çevrilmemiş tarladan geçmek gibidir. Ama sürati azalttığı ve başka mahzurlara yol açtığı için kullanmamak iyi olur.

Cihad fetih için yapılmaz

Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Cihad fetih için yapılmaz. Ama meşru cihaddan sonra fetih olabilir. Düşmanın menkul ve gayrımenkul malları, İslâm devletine ganimet olur. Hatta İbni Âbidin gibi fıkıh kitaplarında, “Cihada çıkmadan düşmana Müslüman olması teklif edilir. Olursa muharebe biter. Müslüman olmazsa, zimmî olarak İslâm devleti hâkimiyetinde yaşaması teklif edilir. Bunu kabul etmezse savaşılır. Bu teklifi yapmak şarttır. Böylece Müslümanların maksadının toprak fethetmek olmadığı anlaşılır” diyor.