Allahü teâlânın gazabı, günâhlar içinde saklıdır. Nice kimselerden, bir günâh sebebi ile intikâm almıştır.
O hâlde, her mü’minin günâh işlemekten çok korkması, ufak bir günâh işlediğinde tövbe, istigfâr etmesi lâzımdır."
İmâm-ı Gazâli Hazretleri
Allahü teâlânın gazabı, günâhlar içinde saklıdır. Nice kimselerden, bir günâh sebebi ile intikâm almıştır.
O hâlde, her mü’minin günâh işlemekten çok korkması, ufak bir günâh işlediğinde tövbe, istigfâr etmesi lâzımdır."
İmâm-ı Gazâli Hazretleri
Türkistan’da yetişen büyük velilerden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultân, Hâce Ahmed, Kul Hâce Ahmed diye tanınır. Babası Hâce İbrâhim’in nesebi Hazreti Ali’nin oğlu Muhammed bin Hânefiyye’ye ulaşır. Soyu, Hazreti Fâtıma vâlidemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Mûsâ isimli bir zâtın kerîmesi olup, sâliha, mütteki ve afif bir hâtun idi. Ahmed Yesevî hazretleri daha yedi yaşında iken babası vefât etti. Yetim olarak büyüdü. Doğum târihi kesin olarak bilinememektedir. 562 (m. 1166) senesinde Yesi’de vefât etti. Kabri oradadır. Timur Hân, onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
Ahmed Yesevî hazretleri , daha çocuk iken kendisinde garîb hâller, yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler meydana geliyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyordu. Çok küçükken annesinin, yedi yaşında iken de babasının vefâtı ile, Gevher Şehnaz adındaki ablasının yanında yetişti.
Bu sırada meydana gelen bir hâdise, Hâce Ahmed’in şöhretinin bütün Türkistan’a yayılmasına vesile olur. Menkıbeye göre, o sırada Türkistan’da Yesevî adında bir hükümdâr hüküm sürmekte idi. İdâresi altındaki topraklarda yaşayan bütün velîleri toplatıp, onların duâlarının bereketi ile önemli bir mes’eleyi halletmeyi düşünmüş. Toplanan velilerin duâ ve niyazları neticesiz kalınca, acaba katılmayan veli var mı, diye tahkîk ettirmiş. Tahkîk neticesinde Hâce İbrâhim’in oğlu Ahmed’in, henüz çocuk denecek yaşta olduğu için çağırılmadığı anlaşılmış. Bunun üzerine, haberci gönderilip gelmesi istenmiş. Çocuk bu durumu ablasına danışınca ablası, “Babamızın vasıyyeti var, senin tanınma zamanının gelip gelmediğini, babamızın türbesi içinde bulunan ekmek sofrası ta’yin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamanın geldi demektir, var git!” demiş. Türbeye giden Hâce Ahmed, sofrayı bulup açmış, oradan hükümdârın istediği yere gelmiş. Veliler kendisini orada hazır beklemekte imişler. Hâce Ahmed sofrada bulunan bir parça ekmeği, duâ etmeleri için gösterince, veliler Fâtiha okumuşlar. O da ekmeği hazır bulunanlara taksim etmiş, hepsine kâfi gelmiş. O toplantıda velilerden, maiyet ve ordu erkânından dokuz bin kişi bulunmakta imiş. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmed’in büyüklüğünü ve mertebesinin yüksekliğini anlamışlar. Hâce Ahmed ise, sırtındaki babasından kalma hırkaya bürünerek, duâsının neticesini beklemekte imiş. Birdenbire gök yüzünden seller boşanarak, her yer suya garkolmuş, velîlerin seccadeleri su üstünde yüzmeye başlamış. Ahmed hırkasından başını çıkarınca, seller durmuş, güneş çıkmış. Hazır bulunanlar baktıklarında, Karaçuk dağının ortadan kalktığını görmüşler. Bu kerâmete şâhid olan hükümdâr, Hâce Ahmed’den, kendi adının kıyâmete kadar bakî kalması için niyazda bulunmasını dilemiş. Hâce Ahmed hazretleri de, “Âlemde her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin” demiş. Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte, “Ahmed Yesevî” şeklinde anılır olmuş.
Hâce Ahmed, Yesi’li olduğundan, Yesevî diye meşhûr olduğu kabûl edilmektedir.
Ahmed Yesevî hazretleri , Baba Arslan hazretlerinin talebesidir. Onun kalblere hayat ve huzûr veren sohbetlerine ve teveccühlerine kavuşmakla, kısa zamanda çok yüksek makam ve derecelere kavuştu. Baba Arslan hazretlerinin vefâtından sonra, onun ma’nevî işâreti ile, Buhârâ’ya gitti. Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî’den ma’nevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet (diploma) aldı. O büyük zâtın halifelerinden oldu. Onun vefâtından sonra bir miktar Buhârâ’da kaldı. Talebeleri yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra bu talebelerin terbiye ve yetiştirilmesini, Yüsuf-i Hemedânî’nin en büyük talebesi olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine havale edip, kendisi tekrar Yesi’ye döndü. Burada talebe yetiştirmeğe başladı. Talebeleri her geçen gün çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamanda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm’e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlıyan evliyâlık hâlleri ve dereceleri her geçen gün artıyordu. Zamanında bulunan âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve batınî bütün ilimlerde derin âlim idi. Yüksek babası ve diğer velîler gibi, o da devamlı olarak Hızır aleyhisselâm ile görüşür, sohbet ederdi. Büyüklüğü ve kerâmetleri herkes tarafından bilinirdi. Dîvân-ı hikmet isimli eserinde, yedi yaşından elli yaşına kadar geçen zaman içinde kavuştuğu ilâhi tecelliler ve çok yüksek dereceleri gayet edib bir lisân ile çok güzel anlatmıştır.
Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerinin bir çoğunu Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmekle, talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretmekle geçirirdi. Çok kısa bir zaman ayırarak, kaşık ve kepçe yapardı. Bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyardı. Bu öküz pazara çıkar, istiyenler kaşık veya kepçe alırlar, ücretlerini yine heybeye koyarlardı. Ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Aldığı şeyin ücretini heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Öküz, akşam olunca Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hâce hazretleri heybedeki paraları talebelerinin ihtiyâçları için sarfederdi.
Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler, Allahü teâlânın evliyâsına düşman olanlar, bu zâta iftira edip, sohbet meclislerinde örtüsüz kadınlar da geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar dediler ve bunu kendilerine ma’rifet sayarak etrâfa yaydılar. Bu şâyi’ayı duyan makam sahipleri, ba’zı müfettişler vazîfelendirerek bu durumu araştırmalarını emrettiler. Bu müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclise gelip, gizlice araştırmalar yaptılar. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir şeyin bulunmadığını gördüler. Söylenilenlerin tamamen asılsız olduğunu, bu zâta iftira etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Hâce Ahmed Yesevî hazretleri , kendisine iftira edenlere bir ders vermek istedi. Bunların bulunduğu bir meclise geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Orada bulunanlara hitaben: “Baliğ olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî zât istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim” buyurdu. Hiç kimse çıkamadı. O sırada, Ahmed Yesevî’nin hazretleri talebelerinden, Hâce Atâ isimli zât oraya geldi. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu bu talebeye verip, bu kutuyu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti.
Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftira edenler geldiler. Herkes, bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde bir miktar ateş ve bir miktar da pamuk vardı. Ateş kıpkırmızı olarak duruyor, pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldılar. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muarız olanlar da hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hazreti Hâceye hediyeler gönderip kendisinden özür dilediler. Bunların çoğu Hâce hazretlerinin talebesi oldular.
Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerinin bir çoğunu Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmekle, talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretmekle geçirirdi. Çok kısa bir zaman ayırarak, kaşık ve kepçe yapardı. Bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyardı. Bu öküz pazara çıkar, istiyenler kaşık veya kepçe alırlar, ücretlerini yine heybeye koyarlardı. Ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Aldığı şeyin ücretini heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Öküz, akşam olunca Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hâce hazretleri heybedeki paraları talebelerinin ihtiyâçları için sarfederdi.
Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler, Allahü teâlânın evliyâsına düşman olanlar, bu zâta iftira edip, sohbet meclislerinde örtüsüz kadınlar da geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar dediler ve bunu kendilerine ma’rifet sayarak etrâfa yaydılar. Bu şâyi’ayı duyan makam sahipleri, ba’zı müfettişler vazîfelendirerek bu durumu araştırmalarını emrettiler. Bu müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclise gelip, gizlice araştırmalar yaptılar. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir şeyin bulunmadığını gördüler. Söylenilenlerin tamamen asılsız olduğunu, bu zâta iftira etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Hâce Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ), kendisine iftira edenlere bir ders vermek istedi. Bunların bulunduğu bir meclise geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Orada bulunanlara hitaben: “Baliğ olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî zât istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim” buyurdu. Hiç kimse çıkamadı. O sırada, Ahmed Yesevî’nin ( radıyallahü anh ) talebelerinden, Hâce Atâ isimli zât oraya geldi. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu bu talebeye verip, bu kutuyu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti.
Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftira edenler geldiler. Herkes, bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde bir miktar ateş ve bir miktar da pamuk vardı. Ateş kıpkırmızı olarak duruyor, pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldılar. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muarız olanlar da hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hazreti Hâceye hediyeler gönderip kendisinden özür dilediler. Bunların çoğu Hâce hazretlerinin talebesi oldular.
Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi ki, Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini (güya) imtihan etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, ma’iyyetine dörtyüz müşavir ve kırk tane de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. “Ben üçbin mes’ele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim” diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânekâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend’e “Bakar mısın, bize kimler geliyor?” buyurdu. Mervezî’nin ma’iyyetiyle birlikte hafızasında üç bin mes’ele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üçbin mes’eleden binini, Mervezî’nin hafızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ’ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hafızasında sâdece bin mes’ele kalmış olarak Yesi’ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, “Allahın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?” dedi. Hazreti Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. “Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz” buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ’ya tekrar emredip, o bin mes’eleyi Mervezî’nin hafızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ da öyle yaptı. Mervezî, kürsü üstünde birşeyler konuşmak istedi. Fakat hafızasında hiçbir mes’elenin bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silinmiş olduğunu gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusurunu anlayıp hemen orada tövbe etti. Bütün ma’iyyetiyle beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ) bunu, yanında beş kişi ile beraber, insanlara Allahü teâlânın dinini doğru olarak anlatmak vazîfesiyle Horasan’a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa’deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd ettiler (r.aleyhim).
Horasan’da bulunan evliyâ, Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildikleri ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertîb ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya da’vet etmek için, evliyâdan birini Yesi’ye gönderdiler. Allahü teâlâ, evliyâsını çok sevdiği için, onlara diğer insanların yapmaktan âciz oldukları birçok şeyleri kolay kılmıştır. Meselâ, bir anda bir yerde, biraz sonra oraya çok uzak olan başka bir yerde bulunabilirler. Veya aynı anda başka başka yerlerde görülebilirler. Bu, Allahü teâlânın bir ihsânıdır, işte, Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya da’vet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni ile turna misâli uçarak Yesi’ye doğru geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden ba’zılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccâr, nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya gitti. Bu tüccâr, su içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezretti (adadı). Hâce Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ), Allahü teâlânın izni ile tüccârın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere olan tüccârı çekip sahile çıkardı. Sonra turna şeklinden, normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden tüccâr, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti ve malının yarısını bu zâta verdi.
Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman oradakilerle sohbet edip, sonra memleketine döndü. Nehirden kurtardığı tüccârın verdiği parayı da, talebelerinin ihtiyâçlarına sarfetti.
Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ), daha çocukluğundan itibâren, Resûlullah efendimizin sünnetine tam tâbi olmakta hiç gevşeklik göstermemişti. 63 yaşına geldiği zaman, Resûlullah efendimiz o sene âhırete teşrîf ettiklerinden, 63 yaşından sonra yeryüzünde bulunmayı kendisine münâsip görmeyip yer altında kendisine mahsûs bir hücre yaptırdı. Oraya merdiven ile inilirdi. Mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı sûrette, ibâdet ve tâat ile ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye de orada devam etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû’ ile ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından, vefât ettiği 125 veya 133 yaşlarına kadar, orada ibâdet etti.
Zamanın hükümdârı Kazan Hân, Ahmed Yesevî hazretlerinin Cum’a namazını nerede kıldığını merak edip, Hâce’nin talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend’i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cum’a namazı için ezan okuyorlardı. Talebe, Hâce’nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, “Gel elimden tut! Cum’a namazına, bugün seninle beraber gidelim” buyurdu. Talebe “Peki efendim” deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar aradıysa da bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona “Ey derviş! Burası Mısır’dır ve bu câmi Câmi-i Ezher’dir. Senin hocan, nice zamandır Cum’a namazlarını burada kılar” dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cum’a namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi’ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hân’a anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hân’ın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Halbuki Kazan Hân’ın kendisini Hâce hazretlerine gönderdiği sırada başlıyan ezan, henüz bitmemişti. Kazan Hân ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında birşey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahalisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayılan her geçen gün arttıkça, Sabranlılar daha çok rahatsız oluyorlar Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.
Birgün Hazreti Hâce’ye iftira etmek istediler. Bir yere toplandılar, içlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalındığını, mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan izlerini ta’kib ettiklerini, öküzlerinin Ahmed Yesevî’nin ( radıyallahü anh ) tekkesine girdiğini anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce’nin tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerini bildirmesi üzerine, gelip durumu bildirdiler. Hazreti Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftiracıların hazırladıkları çirkin tertîbi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi. İftiracılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı ki, Hâce hazretlerinin kerâmeti tecelli edip, iftiracıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücum edip hemen bitirdiler. Böylece esas halleri anlamış oldu.
Yine birgün aralarında anlaşıp, Hâce’yi hırsızlıkla itham etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece gizlice Hâce’nin hânekâhının bir yerine bıraktılar. Hazreti Hâceden başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmediler. Ertesi gün bu sığırı aramak behânesi ile, o kasaba halkından bir çok kimse tekkenin önünde toplandılar. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri çok müteessir olup, bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü ve “Girin köpekler! Girin itler!” diye söyledi. Gelenler, hep birden içeri girdiler. Hâce hazretlerini üzmenin dünyâdaki çok ufak bir cezası olarak, hepsi birer köpek şekline girip, parçalanmış sığır etine hücum ettiler. O eti yiyip bitirdiler. Bu hâle düştüklerine çok üzülüp, mahcûb ve pişman olduklarını bildirdiler. Hâce hazretleri merhamet edip, bunları eski hâline çevirdi. Fakat bu hainliklerine bir alâmet olmak üzere, vücûdlarında bir belirti kaldı. Hattâ bu belirti hâli, onlardan çocuklarına dahi intikâl etti.
Emîr Timur Hân, Buhârâ’ya gitmek üzere yola çıktığında Türkistan’a uğradı. Hızır aleyhisselâm da beraberlerinde idi. Timur Hân, orada rü’yâsında Ahmed Yesevî’yi ( radıyallahü anh ) gördü. Kendisine; “Ey yiğit’ Buhârâ’ya çabuk git! İnşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oradaki insanlar da senin gelmeni bekliyorlar” buyurdu. Timur Hân uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para verip, Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ) türbesi üzerine çok mükemmel bir türbe yaptırması için emir verdi. O da, hakîkaten çok güzel bir türbe yaptırdı. Bugün hâlâ bu türbe bütün haşmetiyle durmaktadır.
İngiliz müsteşriki Dr. Eugene Schuyler’in yazdığı Türkistan seyahatnamesi isimli eserinde, Hâce Ahmed Yesevî’nin ( radıyallahü anh ) câmii ve Timur Hân tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında özetle diyor ki: “Bu büyük câminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescid daha ilâve edilmiş durumda olup, câminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapının yanında penceresiz olarak, üstü çentikli olarak yükselen iki tane yuvarlak kule yükseliyor. Kapının, büyük bir san’at eseri olarak işlenmiş iki katlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kufi yazılarla süslenmiş olan kubbe, binayı daha da güzelleştirmektedir. Zelzeleler ve sâir sebeblerle çoğu yerlerinin dökülmüş, harabe hâline gelmiş olduğu bu muazzam bina, ilk hâlinde kimbilir ne kadar daha güzeldi?
Câminin avlusunda çok güzel bir medrese var. Arka kısmında bir kubbe, içinde Arslan Babâ’nın, Ahmed Yesevî’nin ve hanım efendisinin bulunduğu türbe var. Burada başka kimselerin bulunduğu da söylenilmektedir.”
Türkistan’ın her tarafından akın akın gelerek Hâce hazretlerinin türbesi ziyâret edilmekte, Câmi-i hazret isimli bu câmide namaz kılınmaktadır.
Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ) halifelerinden Seyyid Mensûr Atâ ( radıyallahü anh ), Hâce hazretlerinin yer altında bulunan ve “Çilehâne” denilen hücresini görünce ilk defa çok üzüldü. Bu dar yerde, çok sıkıntılı bir hâldedir herhalde diye düşündü. Böyle düşünce içinde iken birdenbire gördü ki, o daracık zannettiği yerin bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine dedi ki; “Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir ni’mettir. Bu saadet sahibleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu mübârek veli kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Ma’nevî bakımdan Öyle lezzetler, tadlar ihsân eder ki, zâhir olarak çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve neş’eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam...”
Hâce Ahmed Yesevî’nin ( radıyallahü anh ) yetiştirdiği talebelerin her biri bir memlekete giderek, İslâmiyeti doğru olarak öğretip yayıyorlardı. Hâce hazretlerinin talebelerinden bu şekilde olanlar ve Moğolların katliâmından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadoluya gelenler çok olmuş, onun yolu Anadolu’da da tanınmış ve yayılmıştır.
Hâce hazretleri, herkese iyilik eder, kendisinden hiç kimseye rahatsızlık gelmezdi. Bütün insanların saadeti, rahatları için gayret ederdi. Dergahı fakir ve yoksullar, yetim ve çaresizler için sığınak yeriydi.
Anadolu’nun, Türklere yurt olması için büyük gayretler gösterdi. Telkinleri ile, adetâ Alparslan’ın Malazgirt zaferini, Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olmasını daha önceden hazırlamış oldu.
Tasavvuf yolunda Ahmed Yesevî hazretlerine bağlananların ba’zı bariz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir müridin, riâyet etmeleri mecbûrî lâzım olan belli başlı edebler şunlardır: 1. Kendisinden dinini öğrendiği üstadının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda hergün çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak, geceleri nafile namaz kılmaktan ve gündüzleri nafile oruç tutmaktan farksız hattâ daha fâidelidir. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet var. İkincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2. Mürîd gayet uyanık, zekî ve dikkatli olmalı ki, hocasının sözlerinden, rumuzlarından ve işâretlerinden hemen anlıyabilsin. 3. Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itaatkâr olmalıdır. 4. Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken gayet atîk, dikkatli, ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5. Sözünde sağlam, güvenilir ve va’dinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrana sebeb olur. 6. Ahde vefa ve hocasına olan tâbiiyyet ve teslimiyyetinde çok sağlam olmalıdır. 7. Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere feda etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüt hâli bulunmamalıdır. 8. Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşa etmekten çok sakınmalıdır. 9. Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasihatlerini dikkatle ta’kib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmalkâr davranmanın zararlarını düşünmelidir. 10. Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesile, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığı yapmağa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalıdır. Onu sevmeyenlere, onun sevmediklerine ve istemedikleri şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Ahmed Yesevî hazretlerinin en mühim eseri, “Dîvân-ı hikmet”tir. Bu eserde, o zamanda kullanılan ve herkesin anlıyabileceği sâde bir lisan ile söylenmiş manzûmeler vardır. Bu manzûmelerin konuları umûmiyetle şunlardır: insanları müslüman olmaya teşvik edici, Muhammed aleyhisselâmı öven, O’na tâbi olmakla çok yüksek derecelere kavuşmuş olan velilerin hâllerinin anlatıldığı kısımlardır. Eserde, Muhammed aleyhisselâma ümmet olmanın büyük se’âdet olduğu, insanı se’âdet-i ebediyyeye kavuşturan İslâmiyet yolunda bulunmanın kıymeti, Allahü teâlâyı ve O’nun dostlarını herşeyden çok sevmenin lüzumu, âhırete, Cennet ve Cehenneme inanmanın ve onlara hazırlanmanın ehemmiyeti, dünyânın geçici olduğu, buradaki lezzetlere, zevklere, mal, mevki, görünüş ve gösterişlere aldananların zavallılıkları çok güzel dile getirilmiştir. Herkes tarafından anlaşılması gayet kolay olan bu şiirler çok rağbet görmüş, kısa zamanda çok uzaklara kadar yayılmıştı. Ahmed Yesevî hazretleri, bu şiirleri ile İslâmiyete çok hizmet etmiş, binlerce insanın müslüman olup saadete kavuşmasına vesile olmuştur.
Ahmed Yesevî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki:
“Ey Dostlar! Sakın ola ki, câhil olanlarla dostluk kurmayınız.”
“Akıllı ve uyanık kimse isen, dünyâya hiçbir zaman gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya meyletmeni temin ederse, artık seni idâresi altına almış demektir. Bundan sonra seni felâketlerden felâketlere sürükler de haberin bile olmaz.”
“Himmet kuşağını çok kuvvetli bir şekilde beline sarmayan insan, dünyâya olan meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu yolda hiç ilerleyemez.”
“İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşüncelerinden sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk etmekten uzaktırlar.”
“Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanıp yoğrularak, bu deryanın çok mahir bir dalgıcı olmadıkça, bundan çok daha derin olan vahdaniyet denizine giremez. Zira ki, ona girmek için çok usta bir dalgıç olmak lâzımdır.”
“Gönlünde Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamamen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar.”
“Ahkâm-ı İslâmiyyeyi tam bilmeyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun îmânını şeytan çalar. Emîr ve yasaklara uymakta gevşek olanlar, sonra da evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde ba’zı hâllerin meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu hâllerinin rahmânî olduğunu zannederler. Halbuki bilmezler ki, abdestte, namazda alış-verişte öyle noksanları vardır ki, yediği içtiği haramdır. Kendisinde var zannettiği o hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu idâresine almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise velî olduğunu zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar.”
“Çeşitli günahlar sebebiyle, paslanmış bir hâl alan gönüller için çâre şudur ki, Allahü teâlâya çok tövbe, istiğfar etmeli. Her zaman Allahü teâlâyı düşünmeli, O’nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmalı, hiçbir zaman O’ndan gâfil olmamalıdır.” “Malının çokluğu dillere destan olan Karun bile, malının hayrını, fâidesini göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup gitti.”
“Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir.”
“Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatarken, kalkarken onun yoldaşı şeytandır.”
“Garîblere merhamet etmek, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetidir. Nerede bir garîb görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır.”
“Gönlü kırık, zavallı ve garîb birini görsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı sen ol.”
Kaynaklar;
1) Reşehât sh. 14
2) Cevâhir-ül-ebrâr sh. 74
3) Dîvân-ı Hikmet
4) Künh-ül-ahbâr cild-5, sh. 54
5) Nefehât-ül-üns sh. 487
6) Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 133
Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce kalmış, evlenmiş ve Hucre-i se’âdetde belli bir hizmet yaparmış.
Ateşli bir hastalığa yakalanmış. Canı ayran istemiş. Eğer köyümde olsaydım, yoğurtdan ayran yapdırıp içerdim, düşüncesini gönlünden geçirmiş.
O gece, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Şeyh-ul-Harem efendiye rü’yâda görünüp, o kimsenin yapdığı işin başkasına verilmesini emr buyurmuş. Şeyh-ul-Harem, Yâ Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse yapmakdadır deyince, *‘’O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!’’* buyurmuşdur.
Ertesi gün, bu emr bildirilince, köylü baş üstüne diyerek memleketine gitmişdir.
Yalnız gönülden geçen bir düşünce, bu kadar zarar verince, Allah korusun, şaka bile olsa, uygunsuz bir sözün yâhud edebe uymıyan bir hareketin ne büyük bir zararı olacağını bundan anlamalıdır.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu zamanda *(Enver Abiye)* sormadan yapılan işler meşrû değildir. Meşrû olmıyan iş demek, *(Bunun hesâbını vereceksin)* demekdir.
Ama sordukdan sonra yapılan iş, meşrûiyyet kazanır, *(Meşrû)* olur. Mes’ûliyyet sizden kalkar. Eğer bir şeyin sonu *(Mutlak)* sa, olacaksa, onu *(Olmuş)* bilin. Kurtuluş yok çünkü.
Bizim, *(Başarı)* dan kastımız, âhiretdeki başarıdır kardeşim. Yoksa dünyâyı *(Îmâr)* eden, dünyâyı *(Ma’mûr)* eden kişiye, başarılı denmez. Başarı, *(Kalıcı)* olandır.
Kalıcı olan da *(Âhiret)* dir, dünyâ değil. Hepimiz bir işlerle uğraşıyoruz. Bunun sonunda bir muhâsebe var, bir hesaplaşma var. Bu hesaplaşmada *(Kazanmak)* da var, *(Kaybetmek)* de.
Velhâsıl âhiretde kendisini Cehennemden kurtaran kişi, *(Başarılı)* dır. Kendisini *(Yanmak)* dan kurtaramıyana hiç başarılı denir mi?
Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *(Kitap)* okumakla geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, yeni bir *(Şey)* öğrenmek için okumuyorum ki.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, mûteber kitaplardan, *(Mehaz)* ını, *(Kaynağı)* nı, *(Vesîka)* sını, *(Senedi)* ni arayıp bulmak için okuyorum.
Benim ömrüm, aramakla geçdi. Ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *(Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar.)*
Ancak, bir *(Mürşid-i kâmil)* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı öğrenmişse, onun kitap okuması, zarar vermez. Çünkü bir *(Mürşidi)* var.
Abdülhakim Efendi hazretlerinin şu kerâmeti varmış, bu kerâmeti varmış, benimle hiç *(Alâka)* sı yok kardeşim. Neden? Çünkü ben *(Yanlış)* yolda idim, ben *(Küfr)* de idim.
Beni *(Küfr)* den kurtardılar, *(Müslümân)* olmama sebep oldular, bundan daha büyük *(Kerâmet)* olur mu? Yâni ben *(Ateş)* de idim, beni yanmakdan kurtardılar.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Efendim, bir gün evde, yukarıki odada oturuyordum. Kapının zili çaldı. Enver bey inip açdı, sonra gelip; *(Efendim arkadaşlar kitap satışından gelmişler, satış raporunu getirmişler)* dedi.
*(Açın, okuyun)* dedim. Okudu, çok sevindim efendim. Çok kitap satmışlar, dağıtmışlar. Çok *(Memnun)* oldum, çok *(Duâ)* etdim.
Hattâ pencereyi açıp, o arabaya bakdım. Arkadaşı da gördüm. Enver beye; *(Gidin, çok sevindiğimi ve duâ etdiğimi o arkadaşa söyleyin)* dedim.
Ve ayrıca; *(Arabayı sürerken dikkat etsin. Melekler kanatlarını, o arabanın altına döşüyorlar)* diye söyleyin dedim.
● ● ●
Abdülhakim Efendi hazretleri; *(Biz Mektûbâtı teberrüken, yâni bereketlenmek için okuruz, kitâbın heryerini anlıyamayız)*, buyururdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine *(Sevgi)* ve *(Muhabbet)* le bakdıkları anda, o talebenin kalbi *(Zikr’e)* başlarmış.
Bir kişi o kadar *(Zengin)* olsa ki, bütün dünyânın herşeyi onun olsa, malının hepsini *(Sadaka)* olarak dağıtsa, bundan aldığı *(Sevap)*, unutulmuş bir *(Sünneti)* meydana çıkarmanın sevâbına yetişemez.
Hele *(Farz)* sevâbıyla hiç kıyaslanamaz. İşte bizim *(Kitap)* larımızın yayılmasıyla, *(Farz)* lar yayılıyor kardeşim.
Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm
Bizi İslâm Milleti'nden, müslimânlardan kılan Allâhü Teâlâ'ya hamd; Allâhü Teâlâ'nın alemlere rahmet olarak gönderdiği Rasûlü'ne, O'nun Âilesi'nin,Ehl-i Beyti'nin, Evladının, hanımlarının ve Eshâbı'nın hepsine salât ve selâm ederim.
Efendim;
Birkaç söz arz etmek isterim. Muvâfık görülürse, aynen veyâhud mes'elenin ruhuna dokunulmaksızın ba'zı kelimelerini ta'dîl ile gazetenizde derc edersiniz!
Gazetenizde intişâr etmekde olan "Esrârlı Hakîkatler" ünvanı altındaki tefrikanızda "Cihâd", "Cihâd-i Ekber ", "Sancak-ı Şerîf Çıkarılması ", "Şeyhülislâm'ın Beyânları" ve sâ'ir ba'zı ibâreler ve kelimeler gördüm. Gayet parlak; fakat içyüzü hakîkatden çok, pek çok uzak ve çürük olan bu ma'nâlar, o zemânlar fi'len vukû' bulduğundan ve şimdi de gazetenizde tefrika dolayısıyla hatırlattırıldığından; bu kelimeleri, İslâm Dîni'nin mahiyyetine ve hakîkatine aşina olmayan mü'min ferdlerin metîn i'tikâdlarını ve îmânlarını sarsmakla ve düşmanların kalblerinde yerleşmiş olan İslâm mehâbetini ve hürmetini de kal' ve kam' eder, kökünden kazır olarak buldum ve anladım.
Efendim; "cihâd" kelimesi, Arab Lugati'nde "Tam bir himmetle, gayretle çok çalışmak, cehd etmek" ma'nâsınadır. İslâm ıstılâhında da "Hâlisan ve muhlisan ancak ve ancak, sırf İslâm Dîni'nin ulviyyeti, yayılması, yardımı uğurunda tam bir azmle, himmetle, gayretle, cehdle çarpışmak, döğüşmek, muharebe etmek" demektir. "Cihâd'ın ve "gazâ"nın ma'nâsı birdir. Muharebe, bu niyyetle olursa, "cihâd" olur ve mutlak sûretde ve her halde galibiyyetle, zaferle nihayet bulur. Bu maksadla yapılan hiçbir muharebe mağlûbiyyet ile bitmez ve bitmemiştir. Zîrâ, Allâhü Teâlâ'nın nusreti, yardımı cihad edenlerle beraberdir. Bunun iki çeşit delîli vardır: Birincisi, naklî delîller ya'nî Âyet-i Kerîmeler ve Sahîh Hadîs-i Şerîfler'dir. Bunlar, İslâm'ın hakîkatine âşinâ ve kalbleri bu hakîkate âgâh olanlara gayet aşikardır ve apaçık meydandadır.İkinci delil ise, sûrî ya'nî maddi delil olup, yukarıda beyan ettiğim vech ile, cihâd var iken İslâm'ın her yerde gâlib ve hakim bulunup hiçbir zemânda, hiçbir mekanda ve hiçbir suretle mağlûb olmadığı, mağlûb edilemediğidir ki, icmâlî olarak arz ederim.
Allah yolunda cihad eden iki yüz kişi de olsa, bir devlete gâlib gelir. Kılıç ya'nî zemânın silahı kâfîdir. Erzaka ve sâ'ireye lüzum kalmaz. Evet, yeryüzünde on iki bin müslimân olsa, müslimânlar mağlûb olmaz. Fakat bu müslimânların bir imam idaresinde bulunması lazımdır. Müslimânlar, müteferrika, darmadağınık olmamalıdır.
"Cihâd-i Ekber" ya'nî "en büyük cihâd", her mü'minin bizzât kendisinin en büyük düşmanı olan nefsi ile mücâdelesinden, mücâhedesinden, muharebesinden; kendi nefsi ile uğraşmasından; ya'nî ahlâk-ı zemîmesinin ahlâk-ı hamîdeye tahvîline çalışmasından ibâretdir.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hicretlerinin başlangıcından Ebû Bekr-i Sıddîk'ın "radıyallahü anh" halifelikleri zemânına kadar olan se'âdet devrinde yapılan bütün gazalarda ve bütün seriyyelerde ya'nî gerek Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın emîr ve kumandan olarak bizzat bulundukları muharebelerde ve gerekse nasb ve ta'yîn buyurdukları herhangi bir kumandanları idaresinde yapılan muharebelerin hiçbirisinde, düşmanlarının her husûsda kendilerinden üstün bulunmalarına rağmen, İslâm mücâhidleri mağlûb edilememiş; on sene gibi cüz'î bir zemânda bir şehrden Arabistan Kıt'ası gibi geniş bir ülke İslâm'a dahil olunup kâfirler yerle bir edilmiş; Ebû Bekr-i Sıddîk'ın "radıyallahü anh" halifelikleri zemânında Arablar ile yapılan bütün muharebelerde İslam mücâhidleri muvaffak ve muzaffer olmuştur.
İmâm-i Ömer "Radıyallahü anh" , on seneyi geçen halifelikleri zemânında her nereye teveccüh ettiyse, Allâhü Teâlâ'nın satveti ve nusreti kendileriyle beraber olduğu halde bütün muharebelerde gâlib gelmiş, hiçbir yerde, hiçbir zemânda ve hiçbir suretle mağlub olmamış ve mağlûb edilememiştir. Yine halifelikleri zemânında tâ Kum Dağları'na kadar bütün Afrika Kıt'ası mübarek ellerine geçip Mısr ve Mısr Kıt'aları İslâm Ülkesi'ne dahil olup İslâm'ın satveti altına girmiş; Yemen, Asîr,Aden, Hadramût, Çelîpâr, Bahreyn,Meskat,Necd,Katîf, İslâm hükmüne dahil edilmiş; Arab Irâkı,Acem Irâkı, Kürdistan'ın temâmı,Acemistân, Efgânistân,Belûcistân Nihâvend, tâ Filîpîn Adaları'na kadar ülkeler İslâmiyyet'in satvetine ve şevketine boyun eğmiş; Güneş'in doğup da battığı yerler arası hep îmân nûruyla nûrlanmış, her taraf İslâm ile şereflenmiştir. O zemânlar dünyanın en büyük iki devletinden biri olan Mecûsî Kisrâ Devleti mahv ve perîşân ve Mecûsîler darmadağın edilmiş; hadde ve hesaba sığmayacak kadar çok ganimet İslâm'ın eline geçmiştir. Cüz'î bir zemân içerisinde İslam'ın hükmü Doğu'da, Batı'da, Kuzey'de,Güney'de velhasıl dünyanın her tarafında tahkîm ve te'sîs edilmiştir. Yine bu on senede Hind ve Sind ahâlîsinin Büyük bir kısmı imana gelip İslâm ile şereflenmiş; Doğu Hindistan, Batı Hindistan, Deşt-i Kıpçâk, Güneş'e tapan bütün Türkistan ve o zemânın en meşhur ve en mu'azzam şehrleri olan Hîve,Buhârâ, Semerkand, Taşkend,Gazneyn, Kandhâr ve Hârezm İslâm hududuna dahil edilmiş, buraların ahalisi İslâmiyyet ile şereflenmişlerdir. Kuzey'e doğru Kafkâs'a,Kırım'a ve Kazan'a kadar uzayan Rus memleketi de İslâmiyyet'in satveti ve saltanatı altına girmiştir.
Emevî melikleri zemânlarında yedi sene kadar devam eden İstanbul muhasarasında mücâhidlerin emîri Mesleme bin Abdülmelik, İstanbul imparatorunu sulha mecbûr edip, imparatorun ahd ve va'd ettiği vechile atının üzerinde Eğrikapı'daki sûrlardan şehre girip ve yine atından inmeden gittiği Ayasofya'dan taleb ettiklerini koparıp, alıp Şam'dan İstanbul'a kadar bütün memleketleri zabt ederek buralarda İslâm ahkâmını icrâ etmiştir.
Endelüs'e geçen çok az sayıdaki İslâm mücahidleri kendilerinden çok, pek çok sayıdaki düşmanlarına gâlib gelmişler; çok kısa bir zemânda koca kıt'ayı zabt ve İslâm hükmünü te'sîs, tahkîm ile ilmler ve ma'rifetler neşr etmişlerdir.
Bağdâd Hükûmeti ve onlara tâbi' olan yirmi kadar İslâm Hükûmeti de İslâmiyyet'in esaslarını az bir zemân içerisinde âlemde yaymışlar, İslâm Mülkü'nü genişletmişler ve İslâm ahkâmını te'sîs ve tahkîm etmişlerdir.
Bunların hepsi, yukarıda icmâlen yazdığım hâlis ve muhlis niyyetlerle yapılan ve böyle olduğu için de Allâhü Teâlâ'nın nusretini ve zaferini va'd ettiği cihâd idi.
Sultan Salâhuddîn-i Eyyûbî de, senelerce devam eden Ehl-i Salîb ya'nî Haçlı Muhârebeleri'nde her sûretle mücehhez, mükemmel ve sayıca çok üstün Ehl-i Salîb'e Allâhü Teâlâ'nın nusretiyle karşı koyup galebe çalmıştır. Kralları başta olduğu halde bütün Avrupa, bütün himmetlerine ve gayretlerine rağmen münhezim olmuş, bozguna uğratılmış; en büyük gâyeleri olan Kudüs'ü İslâm'ın elinden alamamışlar, büyük hüsranlarla zelîl ve murâdlarına kavuşamadıkları halde dönüp gitmişlerdir. Haçlılar ile muhârebe eden İslâm mücâhidlerinin niyyetleri hâlis ve muhlis cihâd idi.
Daha sonraları, Osmanlı sultanları zemânında bütün Avrupa ile yapılan Kosova Meydan Muhârebesi ve Fatih Sultan Muhammed'in o zemânın en metîn, en muhkem, her taraftan denizle, kalın surlarla, birbirinin gerisinde kademeli su bendleriyle ihâta olunmuş dünyanın en müstahkem kal'ası İstanbul'u fethi de İlâhî nusret vasıtasıyla ve buna vedî'a olan cihâdla olmuştur. Bunun gibi, çocuklarının ve torunlarının az bir zemân içerisinde İslâm Mülkü'nü Viyana Sûrları'na kadar genişletip İslâmiyyet'in şevketini ve satvetini asrlarca icrâ etmeleri yine bu cihâda teferru' eden, bu cihâdla alâkalı İlâhî nusretledir. Çok yakın zemânda, Gâzî Edhem Paşa'nın emrindeki ve kumandasındaki İslâm mücâhidleri yine bu İlâhî yardımla birkaç gün gibi cüz'î bir zemânda Yûnân'ı Atina'ya kadar sürdüler. Bunların temâmı cihâda vedî'a olan nusretle icrâ edilmiştir ve bunun içindir ki, her bir muharebe tam bir zaferle ve galibiyetle neticelenmiştir.
Bu muharebelerin hepsinde düşmanlar harb âletleri, techîzât ve sayıca dâ'imâ üstün ve kat-be-kat çok idiler. Bununla beraber kâfirler, muharebelerin hepsinde yerle bir edilmişler ve müslimânlar dâ'imâ hâkim ve dâ'imâ gâlib olmuşlardır.
Asr-ı Se'âdet'den bu son zemânlara kadar İslam sultanlarından hiçbirisi tarafından "Cihâd-i Ekber" i'lân edilmemiş ve "Sancâk-ı Şerîf" çıkarılmamış; bu, belki hatırlarına bile gelmemiştir. Umûmî Muhârebe'de [Birinci Dünya Savaşı'nda] nasılsa işi elde eden rezil ve alçak ba'zı kimseler, kendi fâsid fikrlerini, emellerini ve habîs maksadlarını dîn perdesi altında icrâ etmekte fâ'ideli gördüler. Buna binâ'en çok büyük, ifade edilemeyecek kadar çok büyük iki suçu ya'nî "Cihâd-i Ekber" i'lânı ve "Sancâk-ı Şerîf"in çıkarılması gibi iki büyük suçu işlemekte bir be's görmeyerek bu muhterem ibâreleri ve kelimeleri heder ettiler.
Dînde "Sancâk-ı Şerîf" çıkarmak yoktur! Hiçbir zemân böyle yapılmadı. Bunu, Enver Paşa ihdâs etti. "Cihâd-i Mukaddes" kelimesindeki "mukaddes" ibâresi, Hristiyânlıktan alınmıştır. İslâmiyyet'de "Kudsî" deniyor.
Umûmî Harb'deki "Cihâd-i Ekber" i'lânı, şeytânın ilkâsıyla söylenmiştir. Bu, cihâd değildi. Onun için mağlûb oldular. Bunların gâyesi, Hilâfet-i İslâmiyye'yi ya'nî İslâm Hilâfeti'ni, İslâm Halîfeliği'ni yıkmak idi. Allâh, belâlarını versin! Türkistân'da olup kâfirlerin tâm gâlibiyyetiyle netîcelenen ve birçok müslimânın heder olan kanı da yine o rezîl, aşağılık kimselerin eserlerinden olarak dökülmüştür.
1313 Yûnân Harbi [1897 Teselya Harbi] cihâd idi. 1293 [1877] Harbi, cihâd değil idi. Sultân Azîz'in vekîlleri tertîb etmişlerdi.
Umûmî Harb'in [Birinci Dünya Savaşı'nın] büyük bir mağlûbiyyetle sona ermesi üzerine doğan iki fâhiş zarardan, iki büyük afetden birisi; İslâm'ın hakîkatine vâkıf olmayan mü'min ferdlerin bu netîce ile "Hani yâ cihâdın galebesi, hani yâ cihâdın semeresi?!" diye i'tikâdlarının za'fa uğratılması ve îmânlarının sarsılmasıdır. Harbin büyük bir mağlubiyyet ile sona ermesinin doğurduğu fahiş zarardan ve iki büyük âfetden ikincisi, muharebede gâlib gelen İslâm düşmanlarının öteden beri kalblerinin derinliklerine kadar nüfûz etmiş, işlemiş İslâm hürmetinin, mehâbetinin, korkusunun ve dehşetinin bu gâlibiyyetleriyle kalblerinden sökülmüş, atılmış olmasıdır. Bunlar, hep yerinde olmayan hareketlerin, heder edilen muhterem ibârelerin ve lafzların netîcesidir.
[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]
Not: Bu mektûb, Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri tarafından "Tasvîr-i Efkâr Gazetesi" nde neşr edilen "Esrârlı Hakîkatler" adlı tefrikaya cevâb olarak yazılmıştır. "Cihâd'ın hakîkatlerini; hâlis, muhlis, sırf Allahü Teâlâ'nın rızası için yapılan muharebelerde İslâm mücâhidlerinin hiçbir zemânda ve hiçbir mekânda mağlûb olmadıklarını anlatmaktadır.
Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]
Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er
"Şeyhlik yoluna tevessül etme. İmkân nisbetinde insanlardan uzak dur. Çünkü bu zaman kaçmak zamanıdır."
Ebüssü’ûd Cârihî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. 930 (m. 1523) senesinde Mısır’da vefât etti. Şehâbeddîn Merhûmî’den ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Hârika ve kerâmetler sahibi idi. Çok talebe yetiştirdi.
Bu mübarek zat buyurdu ki:
“Otuzüç yaşında idim. Senelerce çalışıp öğrendiğim bilgileri ve güzel ahlâkı, insanlara öğretmek için çırpınıyordum. Tek kişi olsun, benden Allahü teâlâya kavuşturan yolu talep etmiyordu. Gelenler, ancak şu sözleri söylemek için geliyorlardı: 'Efendim bana zulmetti', 'Hanımım beni üzüyor', 'Hizmetçim kaçtı', 'Komşum bana eziyet ediyor', 'Ortağım bana ihanet etti...' Ben de bu sözler karşısında onlarla uğraşmak istemedim. Yalnızlığı seçtim. Bunun, benim için daha hayırlı olduğunu anladım. Ne kimse beni anladı. Ne de ben kimseyi tanıyabildim...”
Çok zaman Ebüssü’ûd Cârihî’yi hâl kaplar, kendinden geçerdi. Bir gün vâli ona, bir sepet içinde muz ve nar getirdi. Fakat o kabul etmedi. Bunun üzerine vâli; “Bunu Allahü teâlânın rızâsı için getirdim” dedi. Cârihî de; “Niyyetin öyle ise, onu fakirlere vermen daha iyidir” buyurdu. Vâli, o muz ve nar sepetini alıp geri döndü. Evine gitti. Cârihî, vâli gittikten sonra, biri âmâ, iki fakiri ona gönderip; “Muz ve nardan Allahü teâlânın rızâsı için bize veriniz” demelerini söyledi. O iki fakir de vâliye gidip, muz ve nar istediler. Fakat vâli onları kovdu. Hiçbir şey vermedi. Fakirler geri geldiler ve durumu Cârihî’ye söylediler. Bunun üzerine Cârihî, birini vâliye gönderip, şöyle söylemesini tenbîh etti: 'Sen, muzun ve narın Allah için olduğunu söylerken yalan söyledin ve sen, Allah için bize bir şey ver diyenleri de kovdun. Bundan sonra sakın bizim dergâhımıza gelme.' Sonradan o vâlinin bedeninde bir hastalık meydana geldi ve çok geçmeden de öldü...
Ebüssü’ûd Cârihî, vefâtından önce bir talebesine şu tavsiyeyi yaptı: “Müridin olmasın. Şeyhlik yoluna tevessül etme. İmkân nisbetinde insanlardan uzak dur. Çünkü bu zaman kaçmak zamanıdır.”
Münâvî onun hakkında şöyle dedi:
“Cârihî’nin gece karanlığında yazdığı yazılar ile gündüz yazdıkları arasında hiç fark yoktu.”
Cârihî hazretleri buyurdu ki: “Rabbinin ismini hürmetle ve ondan korkarak an.”
Bu Hadîs-i Şerîf'in ravîsi, Ebû Hüreyre "radıyallahü anh" hazretleridir.
Sahabe-i kirâmdan birisi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a arz etmiş: "Yâ Rasûlallah! Bana bir nasihat et!" Allahü Teâlâ'nın Rasûlü "sallallahü aleyhi ve sellem" hazretleri de [Kızma!] buyurmuşlar. Bir daha arz edince, yine [Kızma!] buyurmuşlar. Bir daha arz edince, yine [Kızma!] diye emr etmişler.
Gadablanmak, ya'nî kızmak, bir ateştir. Kalb, donmuş kandan ibaretdir. Suyun altındaki ateşin şiddetlenmesiyle, üstünde kaynayan suyun galeyâna gelip taşması gibi, kalb de kızınca, taşar. Bütün vücûddaki damarlar, kalbe bağlıdır ve kalbdedir. Kalbdeki ateş, vücûdun bütün uzvlarına, sinirlerine, damarlarına yayılır. Kalb temâmen boş olursa, derhal ölür. Kalbin sektesi, budur. Kalbin hayatı, kan iledir. Kalb kızdığında, kalbden gönderilen kan, gözün içindeki damarlara kadar te'sîr eder ve göz kızarır. Ellerin hareketleri gayr-i ihtiyârî darbelenir ve bu darbelerde şiddetli olur. Dil, gayr-i ihtiyârî söyler. Ayakların kuvveti artar; uçar gibi yürür. Ba'zan olur ki, utanır veya korkar. Etrafındaki kanlar, içeriye gider. Kalbden taşınca da, ölüm vâkı' olur. Her çeşit günâh, kalbin kızmasındandır. Hadîs-i Şerîf'de üç def'a tekrar buyurulmasının sebebi, budur. Dinde, bu lâzımdır. Her fesâd şey'in, her şerrin menşe'i, gadabdır, kibrdir, haseddir ve ucbdur.
[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]
Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]
Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er
Tütün hakkında hiçbir nehy, yasaklama mevcûd olmadığı halde, nasıl haram veya mekrûh olabilir?! Kahvenin ve tütünün kullanılmasında vâcib olmak, haram olmak, mekrûh olmak, müstehab olmak ve mübah olmak üzere beş vech vardır: Bir kimse, mazarratı ya'nî zararı mûcib olduğunu bilse, hiss etse, tecrübe etse, içmesi haram olur. Bir illeti ve hastalığı varsa ve bu hastalığın ancak tütün ve kahve ile şifa bulacağını bilse ve başka şifası yoksa ve onu almaya muktedir ise, içmesi farz olur. Bilse ki hastalığı başka bir şeyle de şifa bulacak, tütünle de şifa bulacak ve onu almaya da kudreti var; o zemân içmesi, sünnet olur. Eğer malı kendisinin, evladının ve ailesinin nafakasına kifayet etmezse, kullanması mekrûh olur. Bu takdîrde et yemesi de, şerbet içmesi de mekrûhdur. Eğer bu sebeblerden hiçbirisi mevcûd değilse,mübahdır. Bir kadın, babasının evinde tütün içmeyi alışkanlık haline getirmiş, tütüne me'lûf olmuş ise, kocasının evinde o kadının nafakasına ekmek ve su gibi dahil olur.
[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]
Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]
Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er
*Allahın kulları, kardeşler olunuz!* hadîs-i şerîfine bid'at sahipleri, yanlış manâ veriyorlar.
(Çünkü ayeti kerimeye, hadisi şerife kafalarına göre mana verilmemesi gerektiğini bilmiyorlar. Bu yaptıklarının bid'at olduğunun farkında bile değiller. Üstelik yaptıklarını doğru zannediyorlar. O yüzden bid'at sahibine tövbe nasip olmuyor. )
Bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı, *(Umdet-ül-Kâri)* ve *başka kitâblarda* da bildirildiği gibi, *(Kardeşler olmanızı sağlayacak şeyleri yapınız!)* demektir.
Buna göre, bid’at sâhiblerinin, hak yolda bulunan müslimânlarla kardeş olabilmeleri için, *bid’atlerini terk etmeleri ve sünnet-i seniyyeyi kabûl etmeleri lâzımdır.*
*Bid’atlerinde devâm edip* de, *Ehl-i sünnet olan müslimânları kendileri ile kardeş olmağa çağırmaları, açık bir dalâlet, sapıklık ve çirkin bir hîledir.*
(Zehirli süt ile, sağlıklı sütü karıştırmayı istemektir. Herkesi zehirlemek istemektir.)
Faideli Bilgiler 429-430
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Hiç kimse, hiç kimseye bir şey yapmaz, ancak *(Kendi)* ne yapar. Kötülük edenler, birini üzenler, incitenler, *(Helâl)* lık dilemezlerse, âhiretde *(Cezâ)* sını görürler.
Yâni yine *(Kendi)* lerine etmiş olurlar. Allahü teâlânın iyilik murâd etdikleri, hep *(İyilik)* yaparlar. Çünkü yaratılışdan öyledirler. *(Hilkat)* leri, iyilik yapmak üzerinedir.
*(Kötülük)* yapamazlar. Bütün düşünceleri, *(İyilik)* etmek üzerinedir. Bâzıları da hep *(Kötülük)* yapmayı düşünürler, bunlar da *(İiyilik)* yapamazlar.
*(Arkadaş)* ımız iyi olursa, bu *(Nefs)* in şerrinden kısmen kurtuluruz. En azından yapdığımız işin *(Kötü)* olduğunu biliriz.
Bunu bilmek de bir *(Fazîlet)* dir. Tersi de olur Allah korusun. İşlediğimiz *(Günâhı)* beğenmek de olabilir.
İnsan, işlediği günâhı beğenirse *(Küfr’e)* girer, çok tehlikeli. Yapdığının *(Günâh)* olduğunu bilmesi, gene fazîletdir.
Çünkü *(Tövbe)* yolu açık. Ama, *(Bunda ne var ki canım?)* derse, felâket olur. Niçin? Çünkü *(Îmân)* gider, Allah korusun.
Âhiretde *(Zaman)* mefhûmunu kaldırıyor Cenâb-ı Hak. Orada zaman yok. Zaman, *(Dünyâ)* da idi. Orada yok.
Gene orada *(Gün)* ler var, ama güneşin doğup batmasıyla alâkası yok. Oraya *(Mahsus)* bir tarzda günler var.
Orada zaman yok. Onun için meselâ Efendimiz aleyhisselâm *(Mîrâc)* da, hazret-i *(Osmân)* ın koşarak Cennete girdiğini gördü.
Hâlbuki hazret-i Osmân henüz *(Dünyâ)* da. Zamanlı olduğu için dünyâda yaşıyor. Ama orda, yâni âhirette *(Zaman)* yok.
Onun için, Efendimiz aleyhisselâm, *(Mîraç)* gecesinde dünyâdan çıktı, *(Âhiret)* e karıştı ve Allahü teâlâyı âhirette *(Görmüş)* oldu.
Hazret-i Osmânı da *(Cennet)* e girerken gördü. Onu da âhirette görmüş oldu. Çünkü bu dünyâ *(Hayâl)*, yâni bir *(Görüntü)*.
Bu görüntünün aslı, âhiretde. Hazret-i Osmân’ın gerçek hayâtı, *(Âhiret)* de. Burda zaman çok uzadığı için *(Ölüm)* ü bekliyor.
Niye bekliyor? Öldükden sonra *(Âhiret)* e gitsin de, o gerçek hayâtda *(Cennet)* e girsin, diye.