Yükümüz cam, merkeb topal, yolumuz çok uzun.
Perşembe günü 1347, ezanî sâat 9. Sa'dabadda eshab-ı kirâm ile pek güzel bir gün geçirdik.
Abdülhakîm
[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 419]
Yükümüz cam, merkeb topal, yolumuz çok uzun.
Perşembe günü 1347, ezanî sâat 9. Sa'dabadda eshab-ı kirâm ile pek güzel bir gün geçirdik.
Abdülhakîm
[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 419]
Fârisi beytler:
Bu kalbin çaresi nihâyet ihsândadır,
Hak verirse, kabiliyet şart değil,
Belki kabiliyetin şartı, Onun vermesidir,
Vermek öz ise, kabiliyet kabuktur.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild,sf: 419]
İmâm-ıRabbânî (Kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular ki;
"Felsefî ilimler, mu'teber (kıymetli) ilimlere dâhil değildirler. Çok konuları lüzumsuzdur ve kişiye bir şey vermezler. İslâm kitablarından aldıkları bir kaç konuyu da değiştirmişlerdir. Bunlarda da hâkim olan cehl-i mürekkeb olmakdır. Çünkü aklın oralarda işi yoktur. Nübüvvet (Peygamberlik) hâli ve bilgileri, normal insanların aklının çok üstündedir."
(Mebde ve Me'âd Risâlesi, 38. Fıkra)
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin abdike ve nebiyyike ve rasûliken nebiyyil ümmiyyi ve alâ âlihi ve sahbihi ve bârik ve sellim. Allâhümme yâ Hayyü yâ Gayyûm! Yâ İlâhenâ ve ilâhe külli şey'in ilâhen Vahîdâ. Lâ ilâhe illâ ente. Yâ zel celâli vel-ikram! Allâhümme innî es-elüke bi enne lekel hamdü lâ ilâhe illâ entel Hannânül Mennânü bi dîus-semâvâti vel erd! Yâ zel celâli vel-ikram! Yâ Hayyü yâ Gayyûm! Allâhümme innî es-elüke bi enneke entellâhüllezî lâ ilâhe illâ entel Ehadüs Samedüllezî lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad. Ve ilâhüküm İlâhün Vâhidün lâ ilâhe illâ hüver rahmânürrahîm. Lâ ilâhe illâ hüvel Hayyül Gayyûm. Allâhümme innî es-elüke bi enneke Ehadün Samedün lem yettehıiz sâhibeten ve lâ veled. Allâhümme lekel hamdü lâ ilâhe illâ ente Yâ Hannânü Yâ Mennân! Yâ bedîas-semâvâti vel erd! Yâ zel celâli vel-ikram! Lâ ilâhe illâ hüvel Hayyül Gayyûm. Ve ilâhüküm İlâhün Vâhidün lâ ilâhe illâ hüver-rahmânürrahîm. Lâ ilâhe illâ hüv. Lehül esmâ-ül hüsnâ Yâ Zâhir! Yâ Gayyûm! Allâhümme innî es-elüke bi enneke Ehadün Samedün lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad. Allâhümme innî es-elüke bi enne lekel hamdü entellâhüllezî lâ ilâhe illâ entel Mennânü bedîüs-semâvâti vel erdi Yâ zel celâli vel-ikram! Yâ Hayy! Yâ Gayyûm! Ehraztü nefsî bil hayyillezî lâ yemût. Ve elce'tü zehrî lil Hayyil Gayyûm. Lâ ilâhe illâ ente ni'mel gâdir. Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez zâlimîn. Ve üfevvidü emrî ilallâhi innallâhe basîrun bil ibâd. Ve lâ havle ve lâ guvvete illâ billâhil aliyyil azîm! Amin.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
İslâmiyet, iki kelimeyle özetlenebilir. *(Peki)* ve *(Hayır)*. Ama bunun için de *(İlim)* lâzım. Nerede (peki) diyecek, nerede (hayır) diyecek?
Bunu iyi bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. Bunu, ancak *(Allah adamları)* bilir, herkes bilemez, (peki) denecek yerde *(Hayır)* derse, yanar efendim.
Meselâ *(Hazret-i Ömer)* radıyallahü anh, Peygamber Efendimize (evet) yerine *(Hayır)* deseydi, *(Ebû Cehil)* den daha *(Tehlike)* li olurdu.
Veyâhut da *(Ebû Cehil)*, (hayır) diyeceğine, *(Peki)* deseydi, *(Hazret-i Ömer)* den daha *(Üstün)* olurdu. Bu iş *(Nasip)* meselesidir kardeşim.
*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, Resûlullah Efendimizden *(Mûcize)* beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna *(İhtiyaç)* ları yokdu.
Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *(Sohbet)* inde bulunmakla *(Şeref)* lendiler. Hiçbir şey, (sohbet) gibi *(Kıymetli)* olamaz.
O *(Sohbet)* de bulunmakdan daha büyük *(Kerâmet)* yokdur. Bunu, *(Mektûbât)* bildiriyor efendim. Allahü teâlânın *(Sevgili kulu)* olmanın ölçüsü, Onun dînini *(Yaymak)* dır.
Evliyânın *(Sohbet)* inden istifâde etmenin şartları var kardeşim. Önce, o zâta karşı *(Edeb)* li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *(Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.)*
Sonra o büyüklerden *(Kerâmet)* beklememelidir. Biz kazandıklarımızı, *(Büyük)* lerimize olan *(Edeb)* imiz sâyesinde kazandık. Efendi hazretleri çok *(Sevimli)* idi.
Çok da *(Heybet)* liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık kardeşim. Bu *(Büyük)* lerin her bir (zerre) si, her bir (hücre) si Allahü teâlâyı *(Zikr)* eder.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: *(Hak gelirse, bâtıl gider)*. Hak gelmesi için (gayret) lâzım, (yorulmak) lâzım, (üzülmek) lâzım, (ağlamak) lâzım.
Osmânlılar, *(Viyana)* ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara *(Hak)* gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar *(İslâmiyet)* le şereflenemezdi.
Çok sevdiğim bir ağabeyim yayınevi kurmaya karar verdiğinde böyle sürpriz problemlerle karşılaşacağını hiç düşünmemişti şüphesiz...
Daha ilk adımda bir çelme ki sormayın...
Şöyle oldu: Öğrencilik yıllarından beri severek okuduğu ünlü bir tarihçinin “bir solukta” bitirdiği bir kitabı ile başlamak istiyordu yayın hayatına...
Randevu aldı, Ankara’ya gitti; ünlü tarihçi ile görüşüp, hatırı sayılır bir paraya anlaştı, o harika kitabın yayın hakkını satın aldı. Ağabeyim yurt dışında çocuğunun tedavisi ile meşgul iken, kitabı bilgisayara aktaran çalışanı telefon etti:
- Abi, rahatsız ediyorum ama... Bu kitabın bir yerinde diyor ki; “Sultan 2. Abdülhamid içki içerdi.” Darmadağın olmuştu ağabeyim...
Kaç para vermiş olursa olsun, bu kitap bu şekilde basılamazdı. “Parayı, yayınevini fedâ ederim, yaşama gayesi saydığım din ve ecdat büyüklerime iftira atılmasına göz yumamam.” dedi.
Tarihçinin titizliği dillere destandı. Tek kelimesine dokundurmayan bir adamdı. Ağabeyim her şeyi göze alarak telefonu tuşladı:
- Rahatsız ediyorum efendim.
- Buyurun lütfen, ne rahatsızlığı...
- Efendim bu kitabı bu şekilde basamam... Çünkü Cennetmekân Abdülhamid Hânla ilgili yazdığınız cümle bize göre kesinlikle doğru değil.
Parasını peşin olarak almış o yazar, ağabeyimi şaşırttı:
- Rica ederim, istediğiniz gibi düzeltin. Kitaptan o cümle çıkarıldı.
***
O gece rüyâsında Abdülhamid Hân o ağabeyimin evine geliyor.
“Sana teşekkür etmeye geldim evlât, berhudar ol! Allahın izniyle çocuğun iyileşecek...” diye bir de müjde veriyor.
Sürpriz bu kadarla bitmiyor. Ağabeyimiz gündüz hastaneye; “Geçmiş olsun”a gelen tanıdıklara bu rüyâsını anlatırken telefonu çalıyor:
“Çocuğunuzun başına gelenleri duydum, çok geçmiş olsun, inşallah iyileşecek!” diyor Abdülhamid Hânın torunlarından Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu Efendi!..
Sadık Söztutan - Türkiye Gazetesi
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Enver)* bey bana anlatdı. Birgün, bâzı *(Zengin)* lerin iftârındaymış. On-onbeş kişi varmış. Biri kalkmış, Enver beye demiş ki:
Sayın Ören, filân hoca diyor ki: *(Namaz beş vakit değildir, üç vakitdir. Kur’ân-ı kerîmde beş vakit diye geçmiyor.)* Siz ne diyorsunuz bu konuda?
Enver bey birden *(Sinir)* lenmiş, vücûdunu *(Öfke)* basmış, rengi gitmiş. Sonunda cevap verip; *(Kur’ân-ı kerîm, o adama mı nâzil oldu?)* demiş.
*(Kur’ân-ı kerîm)* Peygamber aleyhisselâma *(İnmiş)* dir. Muhâtap Odur. O anlamadı da, bu *(Adam)* mı anladı? demiş.
O böyle söyleyince; *(Tamam tamam, doğru söylüyorsun, iftâr vakti sinirlenme!)* demişler.
● ● ●
*(Râbia-i Adviyye)* rahmetullahi aleyhâ hazretleri bir gün *(Hasta)* olmuş. Yanındakiler kendisine;
*(Anacığım, siz her gelene duâ ediyorsunuz, onlar da şifâ buluyorlar. Bir de kendinize duâ etseniz)* diyorlar. Mübârek şöyle cevap veriyor:
Size, sevdiğiniz biri, bir *(Hediye)* gönderse, siz onu kabûl etmeyip *(Geri)* gönderseniz, *(Yakışır)* mı? O kimsenin gücüne *(Gitmez)* mi? diyor.
Rabbim bana bir hediye göndermiş. Ben; *(Yâ Rabbî, ben bu hediyeni beğenmedim, al sen bunu geriye!)* dersem, uygun olur mu? diyor.
● ● ●
Âhirette, *(Beş)* yerdeki *(İmtihânı)* başarıyla vermiyen bir insan, nasıl *(Yatar)*, nasıl uyuyabilir kardeşim?
Hepimiz bu *(İmtihân)* lara gireceğiz. Bundan *(Kaçış)* yok. Bunlardan biri de *(Ölüm)* imtihânı.
Ölürken, *(Amân doktor!)* mu diyeceğiz? yoksa *(Allah)* mı diyeceğiz? Öyleyse, ölürken ne söylemek istiyorsak, şimdiden *(Onu)* söyliyelim efendim.
*Bütün âlem, ya'nî mevcûdât, ma'dumâta [yokluklara] göre, bir zerrenin bir deniz yanındaki yeri gibidir. Mevcûdât mütenâhîdir [sonludur]. Madumât nihayetsizdir.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 156]
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Peygamber Efendimiz aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *(Sâlih)* müslümânlar, yalnız *(Namaz)* la, *(Oruç)* la, yalnız *(İbâdet)* le Cennete girmezler.
Allahü teâlâ, sâlih müslümânlara üç husûsiyet vermişdir. Birincisi, onlar *(Cömert)* dirler. Allahın kullarına *(İnfak)* ederler, *(İhsân)* ederler, onları *(Sevindirir)* ler.
İkincisi, onların kalbinde hiçbir *(Mü’mine)* karşı, *(Kin)* ve *(Nefret)* yokdur. Yâni bütün müslümânları severler, muhabbet beslerler.
Üçüncüsü de, onlar *(Emr-i mâruf)* yaparlar. Yâni insanlara *(İslâmiyeti)* öğretirler, Allahın dînini her tarafa *(Yayar)* lar. En mühimi de budur efendim.
● ● ●
Başarılı olmanın sırrı, *(İstiğfâr)* dır, *(Tövbe)* dir. Çünkü her iyiliğe engel, *(Günâh)* işlemekdir Onun da ilâcı, istiğfâr etmekdir.
Peygamber Efendimiz; *(İ’mel vestağfir)* buyuruyor. Ne demek bu? Yâni *(İbâdet)* yapsan da, *(Hizmet)* etsen de, *(Cihâd)* yapsan da, arkasından *(Tövbe)* et.
*(İ’mel)* amel et, amel işle. *(Vestağfir)* arkasından tövbe istiğfâr et. *(Estağfirullah)* demek, her sıkıntıya *(Devâ)* dır.
*(Li külli şey’in şifâün)* Allahü teâlânın yaratdığı her derdin bir şifâsı vardır. Onu arayıp bulmak lâzım.
*(Şifâül kalbi, zikrullah)* Kalbin şifâsı da, zikrullahdır. Yâni Allahı anmakdır, Onu hâtırlamakdır.
İşte *(Namaz)* kılmak, *(Kur’ân-ı kerîm)* okumak, *(Sohbet)* etmek, bunların hepsi, kalbin *(Şifâ)* sıdır. Niçin? Çünkü Allahı hâtırlatıyor.