İlim ikidir

 REŞHA-329: Buyurdular: İlim ikidir: Biri verâset, diğeri ledünnî ilimdir. Verâset ilmi, ameli önde olan ilimdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): " Bildiği ile amel edene, Allahu teâlâ bilmediklerini verir" buyurmuşlardır. Ledünnî ilim, amelle alâkası olmayıp, Hak teâlânın mücerred ihsân ve inâyeti ile kendi katından kulunu husûsî bir ilim ile şereflendirmesidir. Nitekim Hak teâlâ: "Ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik" [Kehf-65] buyuruyor.

[Reşahât, sf: 406]

Seyir iki çeşittir

 REŞHA-328: Buyurdular: Seyir iki çeşittir: Biri boyuna, uzunlamasına seyir, diğeri dâirevîdir. Uzunlamasına olan uzak içinde uzaklık, dâirevî olan ise, yakınlık içinde yakınlıktır. Uzunlamasına seyr, maksadı kendi dâiresinin dışında aramağa derler. Dâirevî olan ise, kendi kalbinin etrafında dolaşıp, maksadı kendinde arayıp bulmağa derler.

[Reşahât, sf: 406]

Sîmurg'a [Anka'ya] kimler erişti

 REŞHA-332: Hâce hazretleri bir gün temsîl yoluyla buyurdular ki: Kuşlar Sîmurg'a [Anka'ya] ulaşmak için toplanmışlar. Yola girdiklerinde, her biri bir özür beyân edip geri kalmış. Ama hangisinde Anka'dan bir eser var idiyse, Anka'ya o erişmiş.

[Reşahât,sf: 407]

Kemâl eneyi [beni] ortadan kaldırmaktır

 REŞHA-333: Buyurdular: Halk düşünür ki, kemâl, enel-Hak demektir. Halbuki kemâl eneyi [beni] ortadan kaldırıp, asla ben dememektir.

[Reşahât, Sf: 407] 

Esas iş [nefsten] bağımsızlıktır

 REŞHA-334: Buyurdular: Esas iş [nefsten] bağımsızlıktır. Sonra buyurdular ki: Bana göre Pehlivân Mahmûd Pûryâr'ın şu dörtlüğünden yüksek bir şiir yoktur:

Aşk kumarhânesinde nice gidip gelen var,

Aşağılıklarla sohbetten oldular bîzâr,

Ne sayı, ne hâlini kimse bilmez bunların,

Dareyn nakd ve borcunu hiç etmediler pazar.

Sonra buyurdular ki: Eğer bir kimse LÂ İLÂHE İLLALLAH  ma'nâsının hakîkatını bilse, bu sözden Pehlivân Mahmûd'un hiç bir kayd [bağ] ile mukayyed olmayıp, tecell-i zâtî ile şereflenmiş olduğunu anlar.

[Reşahât, sf: 407]


Mi'râc iki çeşittir

 REŞHA-327: Buyurdular: Mi'râc iki çeşittir: Biri ma'nevî, diğeri sûrî [maddî] mi'ractır. Ma'nevî mi'râc da iki çeşittir: Biri, zemîme [aşağı, kötü] sıfatlardan hamîde [güzel] sıfatlara mi'râcdır [yükselmedir]. Diğeri, mâsivâdan Hak teâlâya intikaldir.

[Reşahât, sf: 406]


İnsanın yaratılmasından maksad

REŞHA-326: Buyurdular: insanın yaratılmasından maksad, taabbuddur [kulluktur]. Kulluğun da özü, her hâlde Hak teâlâ ile olmaktır, tazarru' ve hudu' [yalvarma ve boyun eğme] vasfıyla.

Reşahât, Sf : 406

Hak teâlâ hiçbir şekilde idrâk edilemez

 Reşha-323: Buyurdular: Büyük âlimlere göre, Hak teâlâ, hiçbir şekilde, idrâk edilemez, anlaşılamaz. O'nu idrâk yolu kapalıdır. Kâmil akıl, O'nun idrâkinden hiçbir şekilde, kendisine kanâat gelmeyen akıldır. İş böyle olunca, sükûn ve ârâm [rahatlık] akıldan beklenmez.

Beyt:

İş bu aşûfteliği mademki istiyor yâr,

Uyumakta bir kâr yok, az gayrette ümid var.


[Reşahât, Sf: 405]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sebeb*’e teşebbüs etmek lâzım. *Esbâb*’a yapışmak lâzım. Allahü teâlâ, her *Şeyi* bir sebeple gönderir. Meselâ duâ ediyoruz, *Yâ Rabbî, Sen benim gözüme şifâ ver!* diyoruz. 


Allahü teâlâ *Şifâ*’yı nasıl verir? *Sebeb*’ini gönderir. Onun için sebebe yapışacağız, *Sebeb*’ini arıyacağız. Allahü teâlâ *Elbette* sebebini gönderir. 


Ama *Duâ* edene gönderir. Duâ etmiyen, istediği kadar arasın, *Sebeb*’ini bulamaz. Ama *Duâ** eden, sebebini bulur. Allahü teâlânın *Âdet*’i böyledir. 


Ne diyor Allahü teâlâ? *Cihad için, düşmanlarınızda bulunan silâhların hepsini, hattâ atınızın ipine varıncaya kadar hazırlayın!* buyuruyor.


Meselâ *Bosna*’daki müslümânlar, bu *Emr*’e uymamışlar, *Silâh* hazırlamamışlar. 


Onlar da, *Elli sene*’den beri çalışsalardı, *Düşman*’larında, *Sırp*’larda ne *Silâh* varsa, aynısını onlar da yapsalardı, o *Felâket*’ler başlarına gelmezdi. 


Allahü teâlâ, her *Şey*’i bir sebeple gönderir. Kur’ân-ı kerîm bunu emrediyor. *Düşmanda olanı siz de yapınız!* buyuruyor. 


Demek ki, *Sebeb*’e yapışacağız. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde; *Li külli şey’in sebebâ!* buyuruyor. Yâni, *Ben her şeyi, sebeple yaratıyorum*, buyuruyor. 


Sen sebebe yapışma, sonra da; *Yâ Rabbî sen bana ver!* de. Yâhut namaz kılma, sonra da; *Yâ Rabbî, sen benim günâhlarımı affet!* de. Olur mu öyle şey? 


*Sebeb*’e yapışmayı Cenâb-ı Hak bize *Emr*’ediyor. Sebebe yapışanları Allahü teâlâ sever. *Helekel müsevvifûn!* diyor Peygamber Efendimiz. 


*Sebebe yapışmıyan, yarın yaparım, öbür gün yaparım, Allah kerîmdir diyen, mahv olur!* buyuruyor Peygamberimiz. 


Sen *Ders*’lerine çalışma, sonra de *Sınıf*’ı geçeceğim diye bekle. Olur mu öyle şey? 


Allahü teâlâ; *Sebebe yapışın!* diyor. Allahü teâlâ herkesin *Mükâfât*’ını verir. Ama sebebe yapışanlara *İhsân* eder.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, zaman zaman; Biz, *Bî-kes* kaldık! derdi. Bunu *Çok* söylerdi. Zaman zaman buyururdu ki: 


*Herkesin var bir kesi. Ben bî-kesin yok kimsesi. Ben bî-kesin sen ol kesi. Ey kimsesizler kimsesi!* 


Şimdi o *Kes*’e ne diyorlar? *Dayı* diyorlar. Bunun *Dayısı* var! diyorlar. Yâni *Arka*’sı var, *Dayanağı* var. 


*Herkesin var bir kesi. Ben bî-kesin yok kimsesi*. Yâni ben kimsesizim. Benim kimsem yok, dayım yok, arkam yok. 


*Ben bî-kesin sen ol kesi, ey kimsesizler kimsesi!* Allahü teâlâya böyle yalvarırdı Mübârek, *Nûr* içinde yatsın. Biz, her *Şey’*i Efendi hazretlerinden işitdik kardeşim. 


Abdülhakim Efendi hazretlerini görmeseydik, hâlimiz *Harâb*’dı. Meselâ ben, *Küfr* içinde yuvarlanıyordum. Çünkü *Öyle* yetişdirdiler bizi. 


Ama Abdülhakim Efendi hazretleri *Elimiz*’den tutdu, *Ayağa* kaldırdı ve bizi *Küfr*’den kurtardı, halâs eyledi, elhamdülillah. 


Yoksa *Nefs*’imize uymuşduk. Nefsimizin *Esîr*’i idik. Efendi hazretlerini görmeden evvel, *Nefs*’imin elinde *Esîr*’dim ben. 


Bizi, *Nefs*’in esâretinden *Halâs* eyledi, kurtardı. Nefs, insanın *Düşman*’ıdır. İnsana evvelâ *Kibr*’i emreder. Yâni kendini beğendirir. *Nefs*’den gelir bu. 


Ben o zaman *Askerî Lise*’de idim, hem de sınıfın *Birinci’*siydim. Çok çalışkandım. Onun için kendimi çok *Beğenir*’dim.


Öyle ki, bir yerlerde *Konuş*’sam da, herkes beni dinleyip *Alkış*’lasa derdim. 


Sonra bir yerde bir *Apartman* görsem, içimdan; *Benim de böyle bir apartmanım olsa!* derdim.


Yine bir yerde *Otomobil* görsem, yine içimden; *Ah, benim de bir otomobilim olsa!* derdim. 


Ama Abdülhakim Efendi hazretlerinin *Sohbet*’inde, bunların hepsi *Eridi,* gitdi hiç kalmadı elhamdülillah. Aynen *Kar* gibi. Kar, dayanabilir mi temmuz *Güneş*’ine? 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin bereketiyle, *Nefs*’in elinden, onun *Pençe*’sinden kurtardı beni Allahü teâlâ.

Aşûre gününün fazileti

Aşûre gününün fazîletleri hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

       *_"Aşûre gününün fazîletine kavuşmaya bakınız. Çünkü o gün, Allahü teâlânın günler arasında seçtiği mübârek bir gündür. Bu gün oruç tutan kimseye, Allahü teâlâ, meleklerin, peygamberlerin, şehîdlerin ve sâlihlerin ibâdetleri kadar sevâp verir."_*

       _*"Aşûre çoluk çocuğunuza iyilik yapın! Bir kimse, Aşûre günü çoluk çocuğuna iyilik yapıp, sevindirse, Allahü teâlâ, ona senenin diğer günlerini iyi eder."*_

       *_"Aşûre günü zerre kadar sadaka veren kimseye, Allahü teâlâ Uhud Dağı kadar sevâb verir."*_